17 Eylül 2014 Çarşamba

‘Yeni Türkiye’ Nereye Evriliyor?

Haluk GergerEski TC’yi ayakta tutan temel iç güç Gladyo, artık emperyalizme de yük olmuştu. Araya öyle çelişki ve çatışkılar girmişti ki, “efendiye hizmet” imtiyazı yitirilmiş, işbirlikçi için tasfiye çanları çalmaya başlamıştı. Böylece, “Yeni Türkiye”nin, emperyalizmin denetim ve gözetiminde, yeni aktörlerce ve yeni bir toplumsal/ideolojik zemin üzerinde inşası başlatıldı.

Haluk Gerger

Bugünün iktidar sahiplerinin dillendirdiği “Yeni Türkiye” olgusu bir gerçekliğe işaret ediyor. Kuşkusuz henüz tamamlanmamış bir gidişten söz ediyoruz ama sürecin ilerlediği de kesin. “Yeni Türkiye”nin mimarlarınca çok mesafe katedildi. İnşasının bütünüyle tamamlanmasının kansız yolu, AKP iktidarının 2015 seçimlerinde bir biçimde anayasayı değiştirebilecek parlamento tablosunu oluşturabilmesiyle açılacak. Çatışmacı yol ise her türden, yasal-siyasal-sosyal vb., düzenlemelerle, olupbittilerle, yeniyi, bu etapta bir anayasa değişikliğine ihtiyaç duymaksızın, fiilen dayatmak.

“Yeni Türkiye”ciler “eski TC”den müşteki olanlara ve onun enkazı üzerinden daha geniş kesimlere bir seçenek sunuyorlar ve toplumun önemli bir bölümü bunu kabul ediyor. “Eski TC” giderek bir seçenek olmaktan çıkarken, Kürtler ve bir kısım Sol, “Radikal Demokrasi/Demokratik Cumhuriyet” projesiyle muhalefet boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar ama henüz bu gidişatı durdurmaya yetecek durumda değiller. Bugün seçenek oluşturabilecek güçte bir devrimci-sosyalist muhalefetten de söz etmek mümkün değil. Emperyalizmden kaynaklanan desteklerini ve silahlı-silahsız bürokrasi payandalarını büyük ölçüde yitirmiş “Eski”nin “Kemalist-Ulusalcı-Faşist” defans bloğunun durumunun da pek parlak olmadığı ayrıca belirtilmeli.  Tüm bu nedenlerle gidişatı, henüz tamamlanmamış olsa da, ciddiye almak gerek. Yukarıda özetlenen tablo uyarınca yapılması gereken, öncelikle, “Eski” ile “Yeni”nin iyice tanımlanması. Nereden nereye doğru gidildiğini kavrayabilmek için ilk yapılması gereken bu.


‘Eskinin serancamı’
Birinci Cumhuriyet, bir iç ve dış birlikteliğin toplumsal mühendislik ürünüydü. “Dış güçler,” Osmanlı’yı yıkan uluslararası ittifaktı, yani İngiliz-Fransız sömürgeciliğiydi. Bu bakımdan, Ortadoğu düzenini oluşturan Sykes-Picot düzenlemesi içinde düşünmek gerekir Kemalist Cumhuriyeti. Kemalist dirençle uzlaşan sömürgeciler açısından bu Cumhuriyet herşeyden önce Devrimci Sovyetler Birliği ve karmaşa içindeki Ortadoğu (giderek Asya-Afrika sömürge dünyası) ile Batı arasında bir “tampon bölge” işlevi görecekti. Ülkenin sırtı Ortadoğu’ya, yüzü ise Batı’ya dönük olacaktı. Zaman içerisinde denetim altında istikrara kavuşunca da  (bağımlı kapitalist konsolidasyon) daha ileri görevlere koşulacaktı. Nitekim, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş ortamında ve politik-ekonomik düzlemde liberal kapitalizme geçiş hamleleriyle, önce Batı’nın sıçrama tahtasına, lojistik destek, ucuz asker ve silah depolama alanına, giderek, jandarmasına-tetikçisine dönüştürüldü, Batı’nın temel saldırı mekanizması NATO’ye entegre edildi.

İçerde ise Kemalist kurucu kadronun toplumsal mühendisliğinin temel iki hedefi, İttihat ve Terakki’yle başlayan “Türkçülük”ü olgunlaştırarak millet inşa etmek ve devlet öncülüğünde sermaye birikimi aracılığıyla bir (Türk) burjuvazi yaratmak idi.

Bu süreçte, yeni rejimin temelleri atılırken, aynı zamanda, üzerinde yükseldiği zeminde çatlaklar, çürük alanlar, çürüme noktaları oluşmaya başladı ve toplumsal muhalefetin/hoşnutsuzluğun tohumları da atılmış oldu. Dış bağlantıların ve burjuvazi yaratmaya yönelik birikim politikalarının kaçınılmaz sonuçları olarak ortaya çıkan çarpık, azgelişmiş ve bağımlı kapitalizm, kendi başına, çürük ve çürümeye eğilimli zemini oluşturmaktaydı. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle “cin olmadan adam çarpmaya kalkan finans-kapital”, doğası gereği, dışarıya biat ederken kendi halkına “kıyıcılaşan” bir özle tarih sahnesine çıktı.

Her bakımdan birikimsiz burjuvazi devlet fideliğinde hayat bulurken bir doğum lekesi olarak bürokrat niteliklerle doğuştan tutucu, hatta karşıdevrimci oldu. Bu sınıf, kendi hakimiyetini kuracak tarihsel geçmişe, dinamizme, meşruiyet kaynaklarına, birikim ve deneyime sahip olmadığından, egemen ideoloji olarak Kemalizmin, kurumsal olarak da Silahlı Kuvvetler’in vesayetini kabul etti. Ayrıca, emperyalizme sığındı, onun hizmetine koşularak yönetim olanaklarını buldu. Kemalist devlet kapitalizminin bürokrasisi ise, suni ilhak kaynaklı konumu gereği, çarpık, yolsuzlukla malul, kapkaçcı burjuvalaşma eğilimleriyle halkın karşısında konumlandı. Böylece de, yönetemeyen birikimsiz burjuvaziyle bütünüyle sermaye birikiminin hizmetine koşulmuş ve sınıf atlamaya temayüllü zalim bürokrasi, daha baştan, “halk düşmanı” karakterle bozuldular. Bu konumlarıyla da, antidemokratik-militarist-şovenist bir projeye imza attılar birlikte.

‘Batılılaşma-modernleşme’
Burjuvazi yaratma sürecinde; devlet zoruna dayalı angaryayla işçileştirilen emekçiler, jandarma dayağı, ağa sömürüsü ve vergi tahsildarlarıyla inletilen yoksul köylü milyonlar, aslında ilk potansiyel “iç düşmanlar” olarak algılandılar ve bu korkuyla baskıcı devletin mekanizmaları yaratıldı.

Türkçülük ile; Anadolu’nun tüm kadim halkları, tanım gereği, “iç düşman” sayıldılar, asimilasyon saldırısıyla milyonlar bastırıldı, sindirildi ama düzeni çürüten bir yaygın muhalefetin de tohumları atılmış oldu, sistem bir de böyle bozulup salt şiddete dayanan karakterini perçinledi.


Tepeden inme “Batılılaşma-modernleşme” ile; milyonların hayat tarzıyla, inançlarıyla, toplumsal bellekleriyle, kılık-kıyafetten okuma-yazmaya yaşam biçimleriyle, onur ve haysiyetleriyle, tarihleri ve uygarlık miraslarıyla hoyratça oynandı. Horlanan, aşağılanan, maddi-manevi şiddete maruz bırakılan geniş kesimler, laikliğin ve resmi dinin dayatmasıyla da baskılandılar ve bir başka yaygın toplumsal muhalefet zeminini oluşturdular. Onlardan duyulan korku da, yeni rejimin baskıcı, şiddete dayalı antidemokratik eğilimlerini körükledi.  Bu yapay, çok boyutlu (milli, dini, mezhepsel ve sınıfsal) Zor’a ve somürüye dayalı, bağımlı, geri yapılanma -eski TC- sonunda, kendi şiddeti ve yapısal krizleri içinde çürüdü…


Çürüyen gövde, nihayet siyasal/toplumsal zeminini 2002 genel seçimleriyle yitirdi, fiilen çöktü. O seçimlerde, eski dört başbakanın (Ecevit, Erbakan, Yılmaz, Çiller) önderliğindeki partilerinin toplamının oy oranı yüzde 20’yi bile bulamadı. Başbakan olarak seçimlere giren Ecevit’in partisinin oy yüzdesi 1.22 oldu ancak.


Yerine, alışılagelmiş emperyalizm destekli askeri-faşist bir yönetim dahi kurulamadı; zemin o denli çürümüş ve tahrip olmuştu. Ayrıca, emperyalizmin konumu, gücü, öncelikleri, çıkar hesapları da değişmişti. Eski’yi ayakta tutan temel iç güç Gladyo, kurucusu ABD tarafından tasfiye edildi. Eski TC artık emperyalizme de yük olmuştu. Araya öyle çelişki ve çatışkılar girmişti ki, “efendiye hizmet” imtiyazı yitirilmiş, işbirlikçi için tasfiye çanları çalmaya başlamıştı. Böylece, “Yeni Türkiye”nin, emperyalizmin denetim ve gözetiminde, yeni aktörlerce ve yeni bir toplumsal/ideolojik zemin üzerinde inşası başlatıldı.

Sözünü ettiğimiz “yeni zemin”in, üst belirleyici emperyalizm faktörünü bir yana bırakırsak, nesnel ve öznel koşullarla içiçe olarak, iki ayağı üzerinde durmak gerekir.

Yeninin toplumsal zemini
Önce büyük burjuvaziye bakmak doğru başlangıçtır. “Eski”nin büyük burjuvazisi, yukarıda özetlediğimiz badireleriyle boğuşur, geçmişin ağır yüklerini taşırken, bu sınıf içinde yeni bir tabaka yükselmekteydi. “Yeşil Sermaye” ya da “Anadolu Kaplanları” da denen ve Müslüman İş Adamları Derneği (MÜSİAD) adıyla eskinin örgütü TÜSİAD karşısında saf tutan bu kesim/tabaka, çok temel iki noktada eski ağabeylerinden ayrılmaktaydı. Birincisi, bu tabaka, eskinin, ideolojik-kurumsal vesayet altındaki Batıcı laik-kozmopolit-işbirlikçi-modernleşmeci konumuna karşı, Anadolu muhafazakarlığına, kozmopolit tarafı törpülenmiş milliyetçiliğe ve popüler İslam’a dayalı kendi ideolojisini hakim kılma imkanlarına sahipti. Bu özelliği onu hem dinamik bir güce kavuşturuyor, hem de, resmi ideolojiye olan vesayeti kırabildiği ölçüde, onun kurumlarına karşı özerkleştiriyordu. Böylece de, toplumla ilişkilerinde eskiye göre muazzam yol ve ön alabiliyor, büyük etkiye, desteğe sahip oluyordu.

Soğuk Savaş koşullarının esaretinde harekat alanı çok sınırlanmış eskiye karşı yeni koşullarda bu sermaye gurubu, özellikle Ortadoğu’da sıkışmış emperyalizme yeni işbirlikçilik kapıları açma imkanları sunmaktaydı. Salt Militarist-tetikçi görevler yerine, tarih, kültür ve hayata bakışı Ortadoğu halklarıyla “paylaşan”, bu mirası “yumuşak güç” olarak devreye sokabilen, bölgede pazar ve hegemonya iddiasına sahip olan “Truva Atı-Taşeron” rolüne hevesli bu işbirlikçi yükselen kesim, ihtiyaçları bakımından emperyalist odakların ve beynelmilel sermayenin yeni gözdesi olmaya adaydı.  Öyle de oldu. Böylece onun siyasal temsilcisi/hizmetlisi AKP’nin de önü açıldı. Daha doğrusu, aynı madalyonun iki yüzü, ekonomik ve siyasal iktidar yapılanmasının tarafları, birbirlerinin önünü aça aça, ortak sinerji yarata yarata “yeni Türkiye”ye yelken açtılar.
 
“Yeni Türkiye” kurucularının kuşkusuz halk kesimleri içinde de geniş bir başka toplumsal zemini var. Bu kadronun, “Eski”den müşteki olan bütün sınıf ve tabakaları, etnik ve dinsel, kültürel yapıları, belirli ölçülerde arkasında toplamada ve iktidara yürüyüşünde seferber etmedeki başarıyı görmek gerekir.


Bu destek nasıl açıklanabilir?
Türkiye’nin 2000’li yılların başında yaşadığı çok boyutlu, ekonomik, sosyal, politik, büyük bunalımların doruk noktasına ulaştığı sırada yapılan seçimlerde, taze, denenmemiş, örgütlü ve çürüyen yapı dışında mütalaa edilen AKP’nin zaferi şaşırtıcı değil ama büyüyerek süregelen desteği ayrıca incelemek gerek.
 
AKP iktidarı sırasındaki ekonomik büyümenin önemli bir faktör olduğu kuşkusuz. Bu büyümeye eşlik eden sosyal harcamalar da önemli. Geniş yığınlar bakımından büyümenin çürük altyapısı ya da gelir dağılımındaki adaletsizlik yanında “sosyal harcamalar”ın geçici aldatmacalardan olması ve benzeri mülahazalar yığınların davranışları bakımından her zaman çok da önemli, anlamlı, tayin edici olmayabiliyor.

Bu bağlamda vurgulanması gereken nokta, işçiler ve emekçiler bakımından Türkiye’deki sınıflaşma olgusudur. Sınıf bilincinin gelişmediği yerlerde, işçi ve emekçiler en fazla “dar gelirli yurttaşlar”, bir partinin yandaşları ve seçmenleri olarak politik sahnede yerlerini alırlar. Bu, hiç kuşkusuz, farklı davranış kalıpları, ideolojik konum, talepler ve beklentiler demektir, politik tavırlar da buralardan kaynaklanır. Türkiye’deki yoksulların, “biraz kömür ya da makarnaya oylarını sattıkları” horlaması yerine esas olarak sınıflaşmanın eksiklikleri üzerinde durmak daha doğrudur. Ürettiğinin ve konumunun ayırdında olan sınıf bilinçli bir işçinin “hak” iddiası ile hayat gailesi içinde çırpınan dar gelirli bir mütedeyyin vatandaşın “sosyal yardım”a, “seçim rüşveti”ne, “yoksulluk kapanı”na, “eşitsizlik”e, “devlet baba”ya, “sadaka” ve “biat”a bakışları arasındaki fark, AKP oylarının sayısal üstünlüğüyle doğrudan ilişkilidir elbette. “Sadaka kültürü”nden “sınıf mücadelesi” ve “üretenin hakkı”na geçişin köprüsü “sınıf bilinci”dir ve o da bugünün Türkiye’sinde yerlerde sürünmektedir.

Buna koşut olarak, Türkiye’de işçi ve kent emekçilerinin köylülükle bağları kopmuyor. Evrensel olarak bir afete dönüşmüş tüketim çılgınlığı ve yıkıcı iletişim-propaganda teknolojisinin gelişimi, neoliberalizmin ideolojisizleştirme saldırısı gibi nedenler, özellikle örgütlü ve görece yüksek ücretli işçiler arasında küçükburjuva eğilimleri körüklüyor. Sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçilerin tutuculuğun, hatta gericiliğin devşirme kaynağı olması sıklıkla görülen bir olgu.

Çarpıklık hükmünü icra ediyor
12 Eylül’ün silahlı talanı, Özal’ın “sivil” yağması ile birlikte gelişen üç haneli enflasyonunun ve ardından gelen Kirli Savaş’ın yarattığı insani tahribatın, moral yıkımın, sosyal çürümenin, toplumun kendilerini olumsuz etkilerden koruma imkanları en kısıtlı yoksul kesimleri vurması kaçınılmazdı. AKP’ye verilen destekte bunun etkilerini de görmek mümkün.

Türkiye’de çarpık “burjuva demokrasisi” başından beri elinde “oy” kozu olan seçmen ile uhdesinde “devlet imkanları/rantı” bulunduran adaylar/partiler arasında bir rüşvet ilişkisi biçiminde kurgulanmıştı. Bu çarpıklık hükmünü icra ediyor sadece. Belki buna “Müslümanlık ahlakı’ ve “cemaat dayanışması” gibi geleneksel faktörlerle bir meşruiyet örtüsü ekleniyor sadece. Ve, sonuçta, karşılığını da yığınsal destek olarak devşiriyor “Yeni Türkiye”nin mimarları.

1979 İran Devrimi, bir ölçüde 1980’lerdeki Afganistan trajedisi, ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşü, hep birlikte, birey ve toplumsal yapıların sadakat/aidiyet odaklarında radikal değişikliğe neden oldular. Siyasal İslam’ın, milliyetçilikle birlikte yükselişi ve sınıf/sınıf mücadelesi olgularının geri plana düşmesi de “Yeni Türkiye” sürecine uygun zemin oluşturdu. Seçeneksiz bırakılmış, krizler, çalkantılar içinde ambale olmuş toplumlar ve sınıfların “kolay yutulur lokma”lar olması yeni ve Türkiye’ye özgü değil kuşkusuz. Böyle durumlarda, çaresizlik, çıkışssızlık, güvensizlik ve korkuya boyun eğmeye, devlet ve iktidara biata, ya da, aynı kapıya çıkmak üzere, anomiye, apolitizme yol açıyor. Yükselen milliyetçilik ve dinsel bağnazlık, bütün sınıfları keserek genişliyor, Türkiye’de de geniş tabanlı yeni bir tür Türk-İslam sentezi oluşuyor, “Yeni Türkiye”nin sosyal-ideolojik altyapısını oluşturuyor, Erdoğan’ın şahsında ete kemiğe bürünüyor.

Etnik, milli, dinsel, sınıfsal aidiyetler
Bu noktada bir başka yaşamsal önemde gerçekliğe daha dikkat çekmek gerekmektedir. “Eski Türkiye”nin pek çok düzlemde ezilmiş, horlanmış, yoksul ve yoksun bıraktırılmış milyonları, uzun süre büyük zulüm gördüler. Bir tür işgal altında yaşamak zorunda bırakıldılar ve etnik, milli, dinsel, sınıfsal aidiyetlerinden dolayı büyük acılar çektiler. Bu ezilen yığınlar, büyük oranda, şimdi “Yeni Türkiye” kurmaya koşulanlara destek veriyorlar. Bu insanların büyük bölümü şimdi kendi öz devletlerine, iktidarlarına, hatta burjuvalarına, işadamlarına kavuştuklarını sanıyorlar, kendilerini “kurtulmuş” addediyorlar. Bu insanlar “kendi kapitalizmleri/düzenleri” algısını yaşamak, o büyük yanılsama çemberinden geçmek durumundaydılar. Dolayısıyla, henüz “kırk katır mı, kırk satır mı“ ikileminin ayırdında değiller ve ancak yaşayarak, kendi deneyimleriyle öğrenecekler, “kendilerinin” saydıklarının ne kadar yabancı, ne kadar uzak, ne kadar düşman olduğunu. Öğrendikçe özgürleşecekler. Özgürleştikçe, kendileri kendi düzenlerini inşa etmeye başlayacaklar… Kızmak yerine anlamak gerek…

Elbette, Lenin’in anlatımıyla söylersek, “insanlar her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olmuşlardır ve herhangi bir ahlaki, dini, politik sosyal safsata, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece kurban olmaya devam edeceklerdir.” Marks’ın belirttiği gibi, kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak her yerde “bir uçta varlık birikirken, öte uçta da cehalet, değer yitimi, moral çöküntü birikiyor.” Yoksul yığınlar, işçi, köylü ve emekçiler acımasız dünyaya “kurban” ediliyorlar…

Bu çerçeve içinde, “Yeni Türkiye”yi belki en iyi dört kavram üzerinden anlamaya çalışmaya başlayabiliriz.

Anomali ve Restorasyon
Başbakan Davutoğlu, “Yeni Türkiye”yi, “anomali” ve “restorasyon” kavramları ile örtük biçimde tanımlıyor.

“Anomali” kavramını kullanırken “Eski”yi kastediyor, yani onu “normal olandan bir sapma”, “sürmesi gerekenden bir savrulma” olarak görüyor.

“Eski TC”den geçişi, yani “sapma/savrulma”dan “normal olan”a dönüşü de “restorasyon” kavramıyla tanımlıyor. “Restorasyon”un bir anlamı, “eski haline getirmek.” Politik literatürde “restorasyon”, eski kral/padişahın yeniden tahta çıkmasını ya da eski rejimin yeniden ihdasını anlatıyor. O’nun “Osmanlıcılık” düşlerini de gözönüne alınca, geride bir “rejim değişikliği” ve buna bağlı olarak devlet ve toplum yaşamının bütün kritik alanlarında köklü yapısal dönüşüm heveslerinin yeni iktidar sahiplerinin gönlünde yattığı açıkça görülebiliyor, bu iki kilit kavramın kullanımından.


Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ve Rusya Federasyonu’nun kurulması sürecinde de bu iki kavram çok kullanılmıştı. Sovyet karşıtlarına göre, Sovyetler Birliği “anormal”di ve Rusya ile Rus halkı kapitalist restorasyonla “normalleşme”ye dönüş yapmıştı. Burada geçiş, Cumhuriyet’ten Çarlığa değil, “sosyalizm”den kapitalizme idi. Yani, salt bir rejim değişikliği değil, çok daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüm sözkonusuydu ve “devlet yapısı” onun sadece bir parçasıydı. Rusya, tarihsel kökenlerine geri dönmüştü; bütün kurumlarıyla, ekonomisi, siyaseti, sosyal yapısı, kültürel yönü, hayat projesi ve ahlakıyla. Yeni Rusya’da “özel mülkiyet”, “ilkel birikim” dönemlerini hatırlatan “vahşi kapitalizm” uygulamaları, muazzam bir özelleştirme yağması, belki de son ikiyüz yıldır ilk kez bir ülkede “ortalama ömür süresi”nin düştüğü bir sosyal yıkım ve Putin-Medvedev düetiyle sahnelenen  otoriter başkanlık sistemi, yeni düzenin yapıtaşları oldu…

“Yeni Türkiye”de de elbette Osmanlı Hanedanı’nın restorasyonu değil murat edilen. Rusya’nın yeni çarları benzeri, Sultan kişi ve yanındaki Şura erbabı çerçevesinde, bir rejimin, sosyo-kültürel mekanizmaları, ideolojisi, değerler sistemi ve dünya görüşüyle, hayat tarzıyla yeniden yapılandırılması, reenkarnasyonu, yeni koşullara uygun biçimde yeniden inşasıdır sözkonusu olan. Buna tekabül eden “eski”yse, Osmanlı’nın Düvel-i Muazzama’nın oyuncağı olduğu çöküş-çürüme zamanındaki zavallı varoluştur. O zamanlarda da, “Bütün İslam Alemi” yakıştırmasının içi boş, zemini çürük şaşaası ile Payitaht’ta görkemli bir duruş sergileniyor, “Merkezi Hükümet”in aczi öteki millet ve dinlere “muhtariyet,” “hoşgörü,” “ademimerkeziyetçiliğe gidiş” olarak pazarlanıyordu. Parasız askerliğe ve savaşa can havliyle çaresiz sürüklenişin adı da, paylaşım savaşında pay kapmak, genişlemek, büyümek olarak yutturuluyordu. Böylece, Sultan ve eteklerindeki biat şürekası kendilerini ve zavallılaşmış halkı kandırıyorlardı. “Yeni Türkiye”, bu karikatürün karikatürü olmanın adıdır aynı zamanda.

Zıvanadan çıkmış hırsların ülkesi

Aslında, Türkiye’nin resmi ideolojisi, bir başka ifadeyle Türk Siyonizmi’nin adı, “Fetih Ruhu”dur. “Eski TC”de, devlet organizasyonunu da belirlediği için, bunun en kapsamlı versiyonu olan Kemalizm egemen ideolojiydi. “Yeni TC”, asıl resmi ideolojinin Kemalist versiyonundan kopuyor ve yerine yeni versiyonunu yerleştiriyor. Ama “resmi ideoloji” bakımından bir kopuşma sözkonusu değil.

Türkiye’nin ilkel ve bağımlı burjuvazisi eskiden sıkışınca, periyodik-yapısal yönetememe krizlerine girince, emperyalizmle işbirliği içinde, askeri çağırıyordu imdadına. “Yeni Türkiye’de ise, “tek adam cuntası” nihai merci olacak çare arayışında ve silahlı-silahsız bürokrasiyi, kişiye tapınan yığınları o geçirecek harekete. Restorasyon, bir anlamıyla da işte bu yeni reçete sermayenin yapısal hastalıklarına.

Unutmamak gerekir ki, “başkanlık sistemi” Türk burjuvazisi ve onun siyasal hizmetlilerince yıllar öncesinden dillendirilmekteydi. Süleyman Demirel’in uzun süre bu geçişin çığırtkanlığını yaptığı belleklerdedir. Bundan 10 yıl önce, 20 Aralık 2004 tarihli nüshasında “sermayenin amiral gemisi” Hürriyet gazetesinde, “eski”nin büyük burjuvazisinin koçbaşı Rahmi Koç şöyle dile getirmişti özlemlerini: “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi.” TÜSİAD ile MÜSİAD, başta devlet rantı, pek çok konuda ağır silahlarla çatışıyorlar ama “Başkan baba”larının özleminde buluşuyorlar, birleşiveriyorlar. Buna kapitalizmde “joint venture” (ortak iş pişirmek) deniyor.

Yıllar önce, Kızıl Bayrak Dergisi’nde bu konuda şöyle yazmıştım: “AKP, şimdi, sadece, egemenlerin uzun zamandır gündeminde olan, kotarmak için fırsat kolladıkları bir imkanı, elbette kendine yontarak, gündeme taşıyor. Bu hamlenin tutup tutmamasının önemi yok. Önemli olan, düzenin, çözemediği yapısal sorunlarının ağırlığı altında, er ya da geç bu yola tevessül edeceği gerçeği. Bu genel yönelişin adı, tek kelimeyle, bir diktatör arama sürecidir. Halkın bu diktatörü seçmesinin yeğlenmesiyse, egemenlerin, vesayetçi bir darbe yerine, ‘meşruiyet’ denen incir yaprağına ihtiyaç duymalarındandır. Bu gidişin, konjonktüre göre, şarlatan bir halife Padişah’ın ya da demagog bir faşistin sistemi korumak üzere görevlendirilmesiyle sonuçlanacağı kesindir; zaten amaç da budur.” “Yeni Türkiye”de restorasyon rejiminin mekanizmalarında, her koşul altında, “burjuva konsolidasyon” da besleniyor.

Erdoğan’ın zamanı yakaladığı kuşkusuzdur… “Başkanlık” sorununa geçmeden, bir başka kavram üzerinde incelemeyi sürdürmek gerek. Bu da “istişare” kavramıdır.

İstişare
Erdoğan’ın, burjuva demokrasisinin olmazsa olmaz niteliği “kuvvetler ayrılığı” prensibinden hazzetmediği biliniyor. Bunu salt bir kişisel kavrayış sorunu ya da kapris, ve hatta tek başına yönetme hevesi, dikta eğilimleri olarak ele almamak gerek. Kuşkusuz bunların hepsi mevcut ama asıl mesele bu kurumsal özerkliği onun havsalasının almaması gerçeğidir. Bu, bir dünya görüşü, hayat tarzı ve felsefesi olarak stratejik önemdedir; Erdoğan’ı Erdoğan yapan ve onun aracılığıyla da “Yeni Türkiye”yi belirleyen, biçimlendiren dinamiği burada da aramak gerekmektedir.

Bu noktada da “istişare” kavramı karşımıza çıkmaktadır. “Yeni Türkiye”nin “başkanlık rejimi” ile istişare kavramı arasında gerçekten Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun ve AKP sözcülerinin sık sık vurguladıkları gibi, organik bir bütünlük vardır. Bir başka ifadeyle, onların yönetim felsefesi ve liderlik anlayışının doğal/kaçınılmaz yöntemi ve tarzıdır istişare.


Erdoğan, istişareyi kendi mezhebine uygun biçimde anlıyor, kendine özgü verdiği anlam ve uygulamayla da onu bildik “danışma”dan bilinçli olarak ayırıyor, özel bir yönetme yöntemi olarak kullanıyor. Buna göre, tezgah şöyle kuruluyor: İmam, şura, meşveret, istişare… Gönülleri okşamak için meşveret ve istişare… Ama öyle herkesle de değil, sadece ehliyle…Sonra da İmam’dan nihai karar, ötekilerden itaat, ahaliden de biat, sorgusuz sualsiz şükretmek…

Prof Dr. Ahmed Kılıçkaya şöyle anlatıyor: “Demokraside istişare neticesinde karar çoğunluğun görüşü doğrultusunda alınmak zorundadır. Zira çoğunluğun görüşü halkın iradesini ifade eder. Onun için öyle olmak zorundadır. İslam’da ise halife yönetim işlerinde istişare eder. Ancak o iş ya da konunun ilgili tarafları ile istişare eder, herkes ile değil… Eğer halife, şeri hükümlerden birisini kanun yapmak istiyor- sa o konuyu fakihler ile istişare eder. Eğer idari yani ümmetin meşru maslahatlarının tanzimi ile ilgili bir kanun belirleyecek ise o kanunun alanındaki uzman kişilerle istişare eder. Bu ve benzeri konularla istişare ettikten sonra kararı kendisi verir. Zira Allahu Teala’nın emri de bu doğrultudadır…Görüldüğü gibi yönetim işlerinde meşverette bulunmak / şûraya başvurmak hem müslümanların vasfı olarak zikredilmiş hem de Resulullah’ın şahsında ümmetine emredilmiştir. Ancak şûra, sadece danışmaktır, ‘görüş almaktır’ ‘karar vermek’ değil!.. ‘Karar vermek’ ise ‘danışana’ bırakılmıştır, şûra / danışma meclisine değil!.. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in uygulaması da bu doğrultuda olmuştur.” (http://www.islamiyontem.net/index.php/demokras-asla-slam-le-badamaz)

İstediği kişiyi seçti
İmam-Cemaat rejiminin gönüllerde yatan “demokrasi”si bundan öte değildir. Olsa olsa koşullar takiyyeyi zorunlu kılar, günahı da münafıkların boynunadır.

Aslında uygulama da gözlerimizin önünde: Daha geçenlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklandı. AKP gurup toplantısında Davutoğlu, Erdoğan ile yapılan istişarede Bakanlar Kurulu’nun seçimini, parti yönetiminin değiştirilip yenilerinin atanmasını, bütün kritik görevlendirmeleri nasıl öngördüklerini, “herşeyi beş günde bitireceğiz dedik ve bitti” diye açıkladı ve gerçekten de her şey milyonların gözü önünda olup bitti. “Tartışma enerji tüketir” diyen bir anlayışın sahibi personel de zaten istişare ile Başbakan seçilmişti. Erdoğan, istişare yapmıştı ama kimin kimi önerdiğini, en çok kimin önerildiğini sadece o biliyordu. Ve sonunda da, istediği kişiyi seçti, açıkladı. Ardından yüzlerce delege toplandı, istişare sonucuna göre parmak kaldırdı, iş bitti. Demek ki, istişare, tartışma ve katılımın yerine geçiyor, sokak ağzıyla, istişare, “beş dakkada Beşiktaş” eliçabukluğunun adı oluyor.

Açıktır ki, istişare, demokrasinin, katılımın, demokratik karar alma mekanizmalarının karşıtıdır, anti-tezidir; demokratik değerlere karşı büyük bir aldatmacanın, yanılsamanın adıdır. İstişare, “Yeni Türkiye”de tek adam yönetiminin, ağızlara bir parmak bal çalması, dikta rejiminin kamuoyuna dönük sahte güleryüz gösterisi yapmasıdır.

“Yeni Türkiye”nin dökülmek istendiği kültür-uygarlık kalıbı budur…

Fütuhat
Bir başka belirleyici-açıklayıcı kavram da “Fetih Ruhu”dur. İlk tesbit, ilkokul kitaplarında var: Türkler Orta Asya’dan geldiler Anadolu’ya ve fethettiler, ilhak ettiler “kısrak başı gibi uzanan” coğrafyayı. Sonunda da, Orta Asya’dan gelip oranın yerli halklarını, yani bağcıları, kovmaktan beter ettiler. Anadolu, kimi halkların hapisanesine, kimilerinin de mezarlığına dönüştürüldü.

“Yerli” olmayanların ancak “ecdadın kanları” üzerine inşa ettikleri “millet ve devlet”e, yani “eski TC”ye Anadolu coğrafyası, Lozan’da Düvel-i Muazzama ile yapılan anlaşmayla verildi. Onun için, “Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur” denmekte.

İlk bakışta tuhaf bir durum; “tapu ile vatan”ın yanyana getirilmesi. Bir Alman’a ya da Fransız’a, Nijeryalı ya da Mısır’lıya sorsanız tuhaf kaçar gerçekten. Ama fetihçi-ilhakçı toplumlarda “kapu gibi tapu” hemen çıkartılır ortaya. Amerika’lıya sorun, size hemen “Kızılderililer”den, kabile liderlerinin imzasıyla-mühürüyle (aslında kanlarıyla yerlilerin) tescil edilmiş “satış belgeleri”ni koyarlar önünüze devlet arşivinden. Bir İsrail’liye sorun; o da Filistinlilerin (terör belasına) “sattıkları toprakların, evlerin, çiftliklerin devlet tapu idaresindeki belgelerini, “şapkadan tavşan çıkarır” gibi, gösteriverir. Bizim hesap da öyle; üstelik onca devletle tasdik edilmiş en kuvvetlisi tapuların…

Böyle olunca, aslında, Türkiye’nin resmi ideolojisi, bir başka ifadeyle Türk Siyonizmi’nin adı, “Fetih Ruhu”dur. “Eski TC”de, devlet organizasyonunu da belirlediği için, bunun en kapsamlı versiyonu olan Kemalizm egemen ideolojiydi. “Yeni TC”, asıl resmi ideolojinin Kemalist versiyonundan kopuyor ve yerine yeni versiyonunu yerleştiriyor. Yani, “resmi ideoloji” bakımından bir kopuşma sözkonusu değil, çünkü “eskisi” gibi “yenisi” de aynı objektif olgu, aynı tarihsel gerçeklik üzerinde inşa ediliyor. Dolayısıyla, “TC”lerin genetik yapısı gibi, resmi ideolojileri de, değişmemiş oluyor, aynı kalıyor.

Erdoğan ve Fetih
Kemalistler, bu bakımdan oldukça mahcuptular, bir anlamda inkarcıydılar. Bu nedenle de çok uğraştılar; “Güneş Dil Teorisi”yle, Hititlerin Türklüğünü kanıtlamağa kalkmakla, Kürtleri “kart-kurt dağ Türkü” yapmakla, Ermeni “Ani Harabelerine ‘anı’ harabeleri” demekle, nice garabete imza attılar. Albert Memmi bu psikolojiye “gaspçının meşruiyet arayışı” diyor.

“Yeni TC”de, durum farklı olacak gibi. Bakın Memur-Sen’in bir toplantısında Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan kimi satıbaşlarına:

“- Fetih zorla almak değildir, gasp etmek hiç değildir. Fetih engelleri ortadan kaldırmaktır. Fetih hem kapılardaki hem gönüllerdeki kilitleri kırıp atmaktır. Fetih şehir surlarını aşmak değil gönüllerin etrafına örülmüş surları aşmak gönüllere ulaşmaktır.

– Fetih ve Fatih ruhunun örselenmesine asla müsaade etmeyeceğiz. Fetih kelimesini iyi öğrenmenizi ve fetih ruhunu son nefesinize kadar taşımanızı sizlerden rica ediyorum. Fetih, gönüller yapmak, ekmeğini yoksulla paylaşmak, komşunun hatırını sormak yetimin başını okşamaktır.

– Medeniyet fetihle mümkün olur. Fetih varsa medeniyet vardır, Fatih varsa medeniyet vardır.”

Elbette, Amerikalılar da yerlilere uygarlık götürmüştü, İsrail’liler de ilkel Filistinli Araplara Batı medeniyetini taşımıştı, onları adam etmişti… Erdoğan’ınki de o hesap…

Birlik Vakfı’nın İstanbul’un fethinin 561. Yıldönümü nedeniyle düzenlediği bir toplantıda da şunları söylemiş “Lider”:

“Fethin manasını çok iyi öğrenmek fetih ruhunu çok iyi anlamak Fatih ufkunu vizyonunu özellikle de onun bizlere emanet bıraktığı fetih şuurunu çok iyi kavramak zorundayız. Bizim millet olarak tarihimizle aramıza set çekmek istediler ecdadımız ile aramızdaki bağı koparmak istediler bizi kendi öz değerlerimize kendi öz kültürümüze yabancılaştırmak istediler, fetih kavramının içini boşaltmak fetih kavramını olumsuz göstermek için asırlar boyuna sinsice mücadele verdiler. Fetih işgal değildir sevgili gençler gasp etmek değil, ilhak değildir, zorla ele geçirmek değildir fetih açmaktır. Fetih köhnemiş kilitleri açmak pas tutmuş kapıları aralamak surlardan ziyade kalplere şehirlerden ziyade gönüllere girebilmektir. Fetih zalime dur diyebilmek zulme itiraz edebilmektir. Unutmayın her yeni başlangıç bir fetihtir. Ülkesi için yeni aydınlık kapıları aralamak fetihtir.”

Anlaşılan, “Yeni TC”nin Anadolu’dan Ortadoğu’ya kutlu yürüyüşünün bir ideolojik temeli de bu “Ruh” olacak… “Eski”yle “Yeni”nin özde buluşmasının yanı sıra “Yeni”nin arşa çıkmış bir “Lider” peşindeki serüvenlerine de hazır olmak gerek bu durumda… Evet, TC’nin “yenisi”nde de bu ruha aykırı davranırsanız düşman olursunuz, hain sayılırsınız, afedersiniz daha kötüsünü de söylerler “Ermeni” derler, Allah korusun, karanlık mahfillerin mahallelerindeki şuralardaki istişare ve meşveretle katliniz bile vacip olabilir…


Başkanlık
“Yeni Türkiye” rejiminin yaşamsal temeli ve stratejik doruğu, kuşkusuz, “Başkanlık”tır. Bu kurumun projedeki konumunu/anlamını kavramak, yeni Türkiye’yi anlamakta kilit işlevi görecektir.

Erdoğan’ın zihninde, İslam Fıkıhı’ndaki “Devlet Başkanlığı” kurumu, yani “İmamet” yatmaktadır. O’nun “kuvvetler ayrılığı”nı bir türlü havsalasına sığdıramaması ve stratejik bir “Sorun” olarak görmesinin ardında bu zihniyet yatmaktadır. O’na göre, yargısıyla, ordusu, üniversitesi, emniyetiyle, medyası, meclisi, ve hükümetiyle “iktidar erki” bir bütündür ve başında da mutlak yetkiyle Devlet Başkanı bulunmalıdır. Bu makam, Allah’ın vekaletiyle ve günün koşularında ümmetin, halkın-hakkın, oyuyla “Lider”e tevdi edilmiştir. Bundan sonrası teferruattır ve Biat’a girer. “Kuvvetler ayrılığı” batıldır, İslam’da aslolan “içiçe geçmiş kuvvetler uyumu”dur.

Erdoğan, içmeye ve içkinin “nerede zıkkımlanılacağı”na; yenecek ekmeğin rengine; çalışma ofisinden vapurdan insanları dikizlerken kılık ve kıyafetlerine, birbirleriyle konuşma biçimlerine, yürüyüşlerine; yapılacak çocuk sayısına, hayatın bireysel ve kamusal tüm alanlarına buyurgan ilgisini gösterirken, sadece muhteris liderlerin kişisel kaprislerinin bir örneğini vermiyor, aynı zamanda, samimi olarak belki de, cemaatinin dinen buyurulduğu gibi, sağlığına, ahlakına, talim ve terbiyesine de sorumluluk hisseden bir İmam gibi davranıyor. Bakın Erdoğan’ın eski partisi Saadet Partisi’nin yetkililerinden biri nasıl anlatıyor bu zihniyeti ve kaynaklarını:

“İslam fıkhında liderliğin adı: Büyük imamlık, halife, emir, başkan ve imam lafızları ile ifade edilir.

a) İmam Maverdi bu liderliği şöyle tarif ediyor: “Dini koruma ve Dünyayı din ile idare etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir (El- Ahkamu’s Sultaniye Syf 5)”

b) İmam-ul Harameyn bu konuda şöyle diyor: “İmamet, tam bir önderlik; Din ve dünya işlerinde özel ve tüzel her Müslüman ile alakası bulunan bir başkanlıktır.”

c) İmam-ı Nesefi, “Dini emirleri uygulamada bütün ümmetlere vacip olmak üzere Hz. Peygambere vekâlettir.”

d) İbn-i Haldun ise şöyle diyor: “Uhrevi maslahatlarla ilgili olan dünyevi maslahatlar konusunda şer’i esaslara göre tüm insanları sevk ve idare etmektir. Zira dünya işlerinin hepsi Allah katında ahiret maslahatına yöneliktir. Gerçekte imamet-liderlik, dini korumada ve dünyayı din ile idare etmede şeriat sahibine vekâlet etmektir. (Mukaddime syf 190)”

Bilmeliyiz ki, İslam bilginlerine göre bir teşkilatın fertleri ile lideri arasındaki söz-leşme olan biat şöyle tarif edilir. ''Bey’atın, itaate dair söz-ahid vermekten ibaret olduğunu bilin. Bey’at eden kimse sanki benim işime ve Müslümanlarla alakalı hususlara bakmayı sana havale ettim, bu gibi şeylerde katiyen seninle çekişmeyeceğim, hoşlansam da hoşlanmasam da emirlerine itaat edeceğim diye emiri ile muahede (sözleşme) yapmıştır'' (Mukaddime – cilt1- syf 293)’…

''Resulullah (sav) Efendimiz bu konularda aşağıda zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerde şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat ederse şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur. Her kim benim emirime itaat ederse şüphesiz bana itaat etmiş olur. Kim emirine (liderine, başkanına) isyan ederse şüphesiz bana isyan etmiş olur (İbn Mace-Cihad- 39).” “(http://www.ajans5.com/detay/2010/08/09/islam-da-liderlik.html)”

İmamet-Cemaat
Erdoğangillerin liderlik anlayışı, aynı zamanda, Türk budununun kadim “Devlet Baba”sına da uyuyor, yeniden yaratan “ulu önderlik”e de, şefkatle cezalandıran Çarlar’a da, hem seven hem döven Führerler’e de, maceracı fırıldak Duçeler’e de… Erdoğan, sık sık tekrarladığı “tek millet-tek devlet-tek dil-tek bayrak” sloganında ifade edilen “tekçi” idealini, eskisinde hep eksik gördüğü yanılmaz “tek lider” ile şahsında taçlandırmayı, doruğuna ulaştırmayı düşlüyor, bunu ilahi bir diyalektikle devlet ve millet bakımından geriye gidip ''eskinin restorasyonuyla ileriye doğru bir sıçrama'' olarak görüyor.

Erdoğan’ınki, özünde, paternalizmin ötesinde bir dinsel/aşiretsel/cemaatvari görev/yetki/sorumluluk anlayışı. Engellileri, farklı cinsel tercihlere sahip olanları ve benzerlerini itlaf etmeyi hedefine koyan Faşizmin ırkın sağlığı anlayışını da akla getirmiyor değil bir yanıyla da.

Bu kurum, aynı zamanda, bir yanıyla, Yeni Türkiye’de, Sermaye’nin sadece alışılagelmiş tepeden ineniyle değil, aşağıdan bizzat halk katlarından gelen bir “demirden yumruk”la da mücehhez hale gelmesinin aracı. Bir başka yanıyla da, tekelci mülkiyetin herşeyden önce tam kontrol talebinin bir yanıtı kurulmak istenen İmamet-Cemaat ilişkisi.

Aslında konu özel olarak da Erdoğan değil. Sonuçta O da bir fani. O kuruyor bunu ama uzun vadeli, 1000 yıllık bir proje olarak tasarlanıyor “Yeni Türkiye.” Ondan sonra da bu makam bu haliyle dolacak yeni rejimde. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Türkiye gibi ülkelerde, bu rejim, en iyisinden şarlatan Peronlar üretir. Daha kötüsü için de Esad ya da Saddam’a, onlardan da Salazarlara, dilerseniz Mussolinilere, Hitlerlere kadar yolunuz vardır…

Yolun sonu nereye?
Nedir biz fani kulları bekleyen model-lider? Önder/Çoban ve havarilerinin indirmeyi hesapladıkları kutsal metinde, yani yeni anayasada, nasıl ifade edilecektir şimdilik tam olarak bilemiyoruz…

Yine de sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Yeni Türkiye”, “kırk katır”dan “kırk satır”a geçiş anlamına gelmektedir. “Kurbanlık koyun” olmak istemeyenlerin, artık seksen küsur yıl sonra “katırlarla çiğnenmekten satırlarla doğranmaya” geçerken derlenip toparlanmasının tam zamanıdır.

“Ben diktatör olacağım da sen böyle konuşabileceksin” diye kükreyenin günü geldiğinde belki “kelleler vurula” komutunu duymayız ama popülist biat kültürünün boğucu teksesliliğinde konuşmanın, düşünceyi ifade etmenın; istişare şuralarının kurumsal yapılanmasında parlamentoların, tartışmanın, örgütlenmenin; kişi kültüne biat etmenin ritüellerine indirgenmiş seçimlerde oy vermenin, anlamlarını yitireceği günlere işaret etmek abartma mıdır göreceğiz.


Toplumsal aymazlık ve körlük bir kere her yanı sarıp sarmalamasın. “Halkımız neylerse güzel eyler” diyen ve Türkiye Sol’u içinde mebzul miktarda bulunan keskin söylemli gizli popülist-milliyetçilere de hatırlatalım ki, dönemin her bakımdan-teknik beceri, politik bilinç, ideoloji, örgütlülük- en ilerisi Alman İşçi Sınıfı faşizme engel olamadı… Alman KP Genel Sekreteri için onbaşı eskisi cahil soytarı Hitler’in iktidara gelişi komünistlerin iktidara yürüyüşlerinin başlangıcı olacaktı, hayatının sonu oldu. Sosyal Demokratlar içinse komünistlerin işini bitirecek sonra da tıpış tıpış gidecektı Hitler ama o onları zindana, sürgüne, mezara yolladı…

Yeni Türkiye, sınıfsal ve milli çıkar dinamikleriyle ve Emperyalist-Siyonist işbirlikçiliğiyle, Ortadoğu üzerine bir karabasan gibi çökecektir. Ana hedefin Kürtlerin salt bugünü değil, milli hak ve çıkarları bağlamında gelecek kuşakları, istikbali olacağı kesindir. Kürt coğrafyasının bütününde “hegemonik genişlemeyle tasfiye” hedefi özel bir saldırganlık türü olarak ortaya çıkacaktır.

Bu yol kıyamet yoludur. İç-dış çelişkilerini, içiçe geçmiş ekonomik-politik-sosyal krizlerini bir biçimde genişleyerek aşmaya çalışmak sermaye devletlerinin yazgısıdır ve nice felaketlerin kaynağıdır. Çapulcu kapitalizmin azgelişmiş ülkelerinde bu türden saldırgan maceralar daha da olumsuz sonuçlar doğurur. Tek adama bağlı sınıf diktatörlüklerinde, denetimin frenlerinden azade kişisel kaprislerle kıyamete sürüklenmenin kışkırtıcı dinamikleri daha fazla çalışır. Demokratik teamül ve işleyiş mekanizmaları olmayan ülkelerde bu durum epilepsi krizi geçiren sürücünün elinde “frenleri boşalmış” biçimde yokuş aşağı ivmelenen bir kamyonun gidişine benzer. Zıvanadan çıkmış hırsların, komplekslerin, hayallerin, gerilik ve gericiliğin uçurumlarında bir yeni yaşam bekliyor toplumu.

İşte “Yeni Türkiye”nin önündeki tablo budur.