20 Mart 2013 Çarşamba

Öcalan: Ben Yapıyorum, Meclis de Üzerine Düşeni Yapmalı


18 Mart günü İmralı adasına giderek Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşen BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Özgür Gündem gazetesinden Oğuz Ender Birinci’nin sorularını yanıtladı. Demirtaş, Öcalan’ın kendilerine, “Ben üzerime düşeni yapıyorum, hükümet bu fırsatı kaçırmamalı, Meclis de üzerine düşeni yapmalı. Bu bir isyandır, ben de isyanın lideriyim” dediğini aktardı.

Gazete haberi ‘Ben yapıyorum, Meclis de üzerine düşeni yapmalı’ başlığıyla okuyucularına duyurdu. İşte Demirtaş ile yapılan söyleşi: 

Öncelikle bize konuştuğunuz için size teşekkür ediyoruz. Sayın Öcalan’ın çağrı yapacağı Amed Newroz’una günler kala 3. görüşme gerçekleşti. Kamuoyu, sizin Sayın Öcalan’la neler konuştuğunuzu merak ediyor?
Öncelikle İmralı’da yapılan görüşmeleri biz özellikle toplantı olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Sayın Öcalan da oradaki görüşmeyi bir toplantı olarak değerlendirmeyi daha uygun buldu. Bu sıradan bir mahkum ziyaretinin ötesinde ciddi bir siyasal gelişmenin siyasi aşamasıdır. BDP heyetinin Sayın Öcalan ile yaptığı üçüncü toplantı demek belki daha doğru olur çünkü bundan sonra eğer süreç ilerlerse çok farklı kesimlerle İmralı’da toplantılar gerçekleştirilmesi gerekecek. Bu yaptığımız toplantı Newroz öncesine denk geldi. Öncelikle Sayın Öcalan tüm halkın Newroz’unu kutladı, selamlarını ve sevgilerini iletti. Sağlığı gayet iyiydi. Göz yaşarması dışında şu anda ciddi bir sağlık sorunu yok. Son derece moralliydi. Çok heyecanlıydı. Bizim açımızdan da sanıyorum onun açısından da son derece keyifli bir toplantı oldu. Süreci uzun uzun değerlendirdi. Kendi çözüm kararlılığı, çözüm yaklaşımı, çözüm iradesinden söz etti. Gerçekten de silahsız, kimsenin ölmediği bir çözümde ne kadar kararlı, ne kadar ısrarcı olduğunu bu toplantıda da bir kez daha biz gözlerimizle görmüş olduk. Mesajı daha çok hükümeteydi tabi. Bütün bu görüşme boyunca AKP hükümetinin bu fırsatı kaçırmaması gerektiğinden bahsediyordu. Hükümetin ve parlamentonun üzerine düşen görevleri hızlı bir şekilde yapması halinde hiçbir provokasyona fırsat verilmeden çözümde çok hızlı bir şekilde ilerlenebileceğini belirtti. Tabi burada kendisi de AKP hükümetinin ve parlamentonun, bu adımları atıp atmayacağından yüzde yüz emin değildi.

Bu adımlar dediğiniz tam olarak neler?
AKP ve devletin eskiye göre daha ciddi bir yaklaşıma kavuştuğunu belirtti. Fakat örneğin şöyle bir tanımı vardı; sonuçta bu bir isyandır. Neredeyse 40 yıldır devam eden bir isyandır. Şimdi bu isyanı bitireceğiz. Ben bitirmekte kararlıyım. Fakat parlamento bu isyanın bitmesi için kararlar alabilecek mi? Örneğin geri çekilmeyle ilgili komisyonların kurulmasıyla ilgili çatışmasızlık ve silah bırakma aşamalarına dair parlamento güvence veren kararlar alabilecek mi? Ve bu çatışmasızlığı sürekli hale getirebilecek, kalıcı barışı sağlayabilecek adımlar atabilecek mi? Bütün bunları göreceğiz dedi. Bu dönemin 1921 Koçgiri İsyanı’nı hatırlattığını söyledi. Tam olarak benzemese de o dönemde parlamento, Koçgiri İsyanı’nın bitmesi için isyan liderleriyle görüşüyor. İsyanın sona ermesi için parlamento bazı yasalar çıkartıyor. Hükümet ve parlamento bu işe ciddi yaklaşırsa ben çok ciddiyim çok kararlıyım diyor. Artık kan akmamalı diyor. Bir de şöyle bir yaklaşımı vardı bu konuda; bugüne kadar denedikleri bütün çözüm arayışlarında kendisinin dışlanmaya, zayıflatılmaya çalışıldığını, etrafının, altının boşaltılmaya çalışıldığını ama bu defa direk kendilerinden başlanmış olmasını doğru bulduğunu, çünkü halk ayağı, gerilla ayağı, örgüt ayağı boşaltılırsa; yani Öcalan’ın etki gücü kırılmaya çalışılarak bu iş yapılırsa bunun sonuç almayacağını devletin gördüğünü, şimdi doğru bir yöntem denendiğini ve kendisinin de bu rolü oynamak istediğini belirtiyor.

Sayın Öcalan süreci ‘Demokratik kurtuluş, özgür yaşam’ olarak tanımladı, bu kavramı açtı mı?
Doğru, aslında şundan söz ediyor. 1920’lere atıf yapıyor sürekli. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk döneme Osmanlı bakiyesine atıf yapıyor. Osmanlı kültürler topluluğuna atıf yapıyor.

Nedir onlar?
O dönem biliyorsunuz farklı milletler, farklı inançtan insanlar aynı coğrafyada birarada yaşayabiliyorlardı. Özellikle Kürdistan bölgesinde farklı inanç kesimleri farklı etnik kimlikler Osmanlı’daki saraya karşı kısmi özerkliklere sahipti. Bunları önemsiyor. Yani tekleştirilmiş millet tanımının Ortadoğu gibi bir coğrafyada hiçbir devlete uymayacağını, devletlerin bundan vazgeçtikçe ancak toplumun özgürleşebileceğini, fakat bunun yerine ikame edilecek şeyin de yine ulus devlet olmaması gerektiğini ısrarla belirtiyor. Ve bütün farklı kimlikler, farklı inançlar bir Ortadoğu konfederal sistemi içerisinde bir arada yaşayabilirler diyor. Öyle sınırların değiştiği resmi sınırların farklı şekilde çizildiği bir modeli kastetmiyor. Örneğin AB’yi örnek verirken, kömür ve çelik birliğiyle başladı bu diyor ve bugünlere kadar geldi. Avrupa için kömür-çelik ne idiyse o dönem, bizim coğrafyamızda da, Dicle-Fırat’ın suyu böyledir diyor. Dolayısıyla bu su etrafında bir birlik, bir dayanışma başlar ve giderek bu Ortadoğu’yu da kapsayan bir  demokratik Ortadoğu konfederasyonuna dönüşebilir. Bunun koşulları vardır. Dolayısıyla hiç kimsenin marjinal düşünmemesi lazım. İlk defa bu topraklarda demokratikleşmenin kapısı aralanıyor ve bu aralanmış kapıyı hepimizin iyi kullanması lazım. Önümüzdeki haftayı, önümüzdeki ayı değil önümüzdeki yüzyılları düşünmek zorundayız. Ben yıllardır bunun hazırlığını, çalışmasını yürütüyorum, o nedenle bu fırsatı, süreci değerlendirmek istiyorum. AKP de, diğer güçler de bunun kıymetini bilirse bu olur diyor. Hatta CHP, MHP’ye de çağrı yapıyor. Katkı sunmak istiyorlarsa neden olmasın diyor. Çünkü bunu bir Kürt kurtuluşundan öte, gerçekten Ortadoğu’da yeni bir modelin yeni bir sistemin yaratılması için bir fırsat olarak görüyor. Meseleye asla bir etnik pencereden bakmadığını çok net ortaya koyuyor.

Öcalan çok stratejik bir öneri getiriyor.  Bu konuda AKP’nin pozisyonuyla ilgili ne diyor?
Şöyle bir cümlesi vardı; geçmişte çok anlamıyorlardı ama şimdi sanırım onlar da değişimin ne kadar gerekli olduğunun farkındalar. Fakat bunu ne kadar pratikleştirebilirler bunu hep birlikte göreceğiz diyor. Kendisi gerçekten pratikleştirmek konusunda olabildiğince esnek davranmaya çalışıyor. Dayatmacı, şabloncu bir tarzı yok. Müthiş bir özgüveni var. O kadar alternatifli konuşuyor ki düzenlemeler konusunda, atılacak adımlar konusunda. Yeter ki süreç ilerlesin, demokratikleşmenin kapısı açılsın. Yani değişimin kaçınılmaz olduğunun farkında ve bu değişimi, gerçek değişime ihtiyacı olanların, ezilenlerin öncülük edip yönetmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor aslında. Kim bu değişime karşı direnirse onun yok olup gideceğinin farkında.

İkinci görüşmede, yeni anayasa, başkanlık sistemi ve özyönetim tartışmalarıyla ilgili kamuoyunda çeşitli spekülasyonlar oldu. Bu başlıklara ilişkin bir gündem var mıydı?
Yok, başkanlık sistemi yoktu gündemimizde. Fakat tabi anayasa meselesini de tartıştık. Onun da soruları vardı. Şuna çok önem veriyordu. Bir defa bu anayasa ve yasa meselesinin parlamento ayağının tümüyle BDP’nin işi olduğunu, BDP’nin bu konuda zaten uzman olduğunu, görevinin bu olduğunu belirtiyordu. Aynen şu cümleyi kullandı; BDP bir arabulucu değil. Basında postacı falan diyorlar. Asla böyle bir pozisyonu yok. BDP, eğer birinci aşama geçilirse ikinci aşamanın tümden tarafıdır. O da hukuki süreç, anayasal ve yasal reformlar sürecidir. Bu çerçevede tartışmalarımız oldu.

Yeni sürece hazırlık konusunda BDP olarak tartışmanız oldu mu?
Bizim bu sürece karşı hazırlıksız olmadığımız bilinmelidir. Uzun süredir anayasa ve yasal reformlarla ilgili çalışma yürütüyoruz. Konferanslar, çalıştaylar yaptık. Güçlü bir anayasa taslağı ortaya çıkardık. Yine yol temizliği dediğimiz reform paketini ortaya çıkarttık ki dün adada Sayın Öcalan ile yaptığımız toplantıda da bu reform paketinin de tartışmasını yürüttük ve bu konudaki güçlü hazırlığımızı anlattık. Kendisi de bu reform sürecinin önemli olacağını, BDP’nin bu konudaki hazırlığının güçlü olduğunu gördüğünü ve desteklediğini belirtti. Anayasadan önce mutlaka bir yol temizliğine ihtiyaç olduğu düşüncesi onda da vardı.

“Kürt sorunu çözülürken yerine başka bir otoriterleşme mi geçecek” diye kamuoyunda ciddi ciddi  tartışanlar oldu?
Sayın Abdullah Öcalan çok uzun yıllardır ne yaptığının farkında. Yani attığı ve atacağı adımlarla nelerin nasıl değiştiğini o kadar iyi görüyor ki. Mesela devletin İmralı’da Sayın Öcalan ile görüşme yapması, bizim gidip orada toplantılar yapmamız bile Türkiye’deki baskıcı sistemin çatlamasına neden olmuştur. Dikkat edin Newroz’lar nasıl kutlanıyor. Düşünün ki yüz yıllık Kürt inkarı kırılmış olacak Kürt sorununun çözülmesiyle. Şimdi bu devlet bütün baskıcı mekanizmalarını Kürtlerin inkarı üzerine kurmuştur. Yani siz devletin elinden en büyük baskı aracını alıyorsunuz. Bir daha kullanmamak üzere geri alıyorsunuz. Kürtlerin dışındaki bazı kesimler bunu görmüyor. Temel çelişki Kürt meselesidir. Çünkü baskı, otorite Kürdün inkarı üzerine kuruludur. Bu sistem değiştiği zaman, hani bunun yerine demokrasi inşa edilir demiyorum ama, daha otoriter ya da daha baskıcı bir rejim kurulur demek de haksızlıktır. Bunun yerine demokrasinin inşa edilmesi görevi de AKP’nin değil. Tam da bu itirazları belirten ilerici kesimlerdir. Yani diyorlar ki, hem AKP baskıcı rejimini kırsın hem de yerine tam da arzuladığımız gibi bir demokrasiyi inşa etsin. Var mı böyle bir şey. Öyle olsaydı hepimiz AKP’li olurduk yani. AKP’yi devrimci diye tanımlıyorlar neredeyse...

Dünyanın gözü kulağı Amed Newroz’unda. Öcalan’ın vereceği tarihi mesaj merakla bekleniyor. Milyonlar günlerdir coşkulu ve umutlu bir Newroz kutluyor. Bütün bunların siyasi manası ne?
Son üç yıldır Newroz büyük bir direnişle geçiyor. Yasaklanıyor, engelleniyor, halk inatla, kararlılıkla meydanlara çıkıyor. Newrozlarda şehitler verildi. Halk canı pahasına alanlara çıktı. Son üç yıldaki Newroz’un karakteri neydi? Devlet kazanılmış bir hakkı, Newroz şahsında Kürt halkının kazandığı kimliğini, kültürünü o gün bütün dünyaya siyasi mesajlarla birlikte verme hakkını son üç yıldır kullandırmak istemiyordu ve buna karşı çok ciddi bir tepki vardı halkta. Diğer sahaların tümüyle birlikte Newroz şahsında somutlaşan bu direniş bir başarıya dönüştü. Bu başarı da İmralı’da müzakerelerin başlamış olmasıdır. İnsanlar halay çekmek için değil biz Öcalan’ın arkasındayız, onunla görüşmek zorundasın demek için alanlara çıkıyordu. Şimdi bu yıl Öcalan ile görüşülüyor. Geçen yıl gaz ve cop yemenin bedeli bu yıl kısmi bir zafere dönüştü. Kürtler şimdi bunun heyecanını yaşıyor ve alanlara çok daha büyük bir coşkuyla çıkıyor. Bu yıl, hem elde edilmiş bir kazanımın sevinci var hem de siyasal olarak sürecin arkasında durmanın politik bilinci var. Bu ikisi birleşince çok daha görkemli Newrozlar ortaya çıktı. Amed Newroz’u da izinli kutlanmaya başlandığından bu yana kitle sayısı her yıl bir önceki yılı aştı. Bu yıl da 2012 yılının Newroz’unu aşacak tabi. Mücadele her yıl bir önceki yıldan daha büyük bir aşamaya geliyor. Bunun yansıması da Newroz alanlarında çok iyi görünüyor.

‘KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ HER ŞEYDİR’

Toplantıda bir de kadın değerlendirmeleri tabi çok kapsamlıydı. Şöyle bir cümle kullandı; Benim için Ortadoğu’da vatandan, topraktan, petrolden çok daha değerlidir kadın özgürlüğü. Bu her şeydir diyordu. Bu başarılırsa gerisi çok kolaydır. Bir de şu mesajı verdi; yani kadınlar benim söylediklerimi bir tabu gibi almasınlar. Kadınların bana bağlılığını anlıyorum fakat bu bağlılık bir tabuya dönüşmemelidir. Her söylediğimi bir şablon gibi alıp uygulamak değildir kadın özgürlüğü. Geçmişe nazaran çok büyük mesafeler katetti Kürt kadını. Şu andaki durumdan da çok memnunum ama yapılacak çok iş var. Bizim en büyük kazanımımız da budur dedi ve uzun uzun kadın değerlendirmeleri yaptı. Kadınlara da özel sevgi ve selamları vardı.

‘YANLIŞ ANLAŞILDIĞI İÇİN ÜZGÜNDÜ’

Ermenilerin ‘lobilerle anılması’ meselesi de çok tartışıldı...
Evet, kendisinin yanlış anlaşıldığını söyledi. Hatta üzüldüğünü belirtti. Önerdiği akil insanlar komisyonunda bütün bu etnik kimliklerin temsiliyetinin olması gerektiğini belirtti. Çünkü bu sadece bir Kürt-Türk barışı değil. Bu topraklarda eğer gerçekten barışın önü açılacaksa bu akil insanlar komisyonunda Ermeniden Yahudiye, Rumdan Çerkeze bütün kimliklerin temsilcilerinin yer almasını çok önemsediğini, hatta böyle bir sürece destek vermek isterlerse bundan memnuniyet duyacağını belirtti.

Biz, etnik kimliklerle ilgili bir yaklaşımınız dışarıya farklı yansıdı dedik. O da bu tartışmaları izlemişti zaten. Böyle bir şey olmaz diyordu, benim nasıl yaklaştığım çok net biliniyor. Biz zaten onların mücadelesini yürütüyoruz dedi.


‘SANKİ AKRABAMI GÖRDÜM’

Sayın Öcalan’la ilk defa yüzyüze görüştünüz. Aranızda özel bir diyalog da gelişti mi?
Tabi benim için çok heyecan vericiydi. İlk odaya girdiğimde kendisi ayaktaydı. Birkaç saniye bakıştık ama uzun uzun el sıkıştık. Ben de elini bırakmak istemedim o da elimi bırakmak istemedi. Büyük bir sevgisi, sempatisi olduğunu hissettim. Ben de uzun süredir görmediğim bir akramı görmüş gibi bir hissiyat içindeydim. Tabi saç sakal kırlaşmış. İnsan sevgisiyle dolu, konuşurken, tartışırken. Benim için muaazzam bir deneyimdi. 22 yıldır öyle ya da böyle bu mücadelenin içinde oldum ama ilk defa Kürt halkının lideriyle karşı karşıya geldim.  Mutluluk vericiydi. Kendisi 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirildiğinde üç aylık stajyer avukattım. Hakikaten hepimiz ağlıyorduk televizyonların başında. Aradan 14 yıl geçti, bir partinin eşbaşkanı olarak İmralı’ya gittim ve kendisiyle resmi bir çözüm toplantısı yaptık. Benim için tarihi, böylesi bir anlamı vardı. İki kızım için de bir selam kartı yazdı. Delal ve Dilda şahsında bütün çocuklara, büyük mücadele yürüttüğünü belirten bir selam ve sevgi kartı yazdı.


ANF

Erdoğan, Öcalan ile Tokalaşacak mı?

Cahit Mervan

Yazının başlığının kışkırtıcı geldiğini biliyorum. Ancak bu başlığın Kürdistan ve Türkiye’de gerçek manada, onurlu bir barış isteyenleri de heyecanlandırdığını ve bu el sıkışma olmadan da bu topraklara barışın gelemeyeceğini de biliyorum. Öte yandan gerçek manada, tarafları tatmin eden, herkesin hakkını hukukunu gözeten barış görüşmesi başka nasıl sonuçlanabilir ki, eğer taraflar açıktan el sıkışmayacaksa, tokalaşmayacaklarsa?    

Bir kaç aydır başlayan, Kürdistan kamuoyunu olduğu kadar Türkiye  kamuoyunu da heyecanlandıran, dünya siyaset merkezleri tarafından da yakın takibe alınan İmralı Süreci’nin varması gereken doğal sonuçta  bu olsa gerek.

BARIŞ İÇİN TOKALAŞTILAR

Müzakerelerin barışa dönüştüğü, savaşın bittiği bütün örneklerde böyle oldu. Güney Afrika’da Nelson Mandela 27 yıllık tutsaklığın ardından bizzat dönemin başkanı Frederik Willem de Klerk tarafından karşılandı ve eli sıkıldı.

Benzeri bir tablo, birkaç asırdır kanlı bıçaklı olan İngiltere-İrlanda arasında ortaya çıktı. İngiltere hükümeti ile İrlanda Kurtuluş Ordusu İRA arasında süren 20 yıllık barış süreci, nihayet İngiltere kraliçesinin bir ‘teröristin’ elini sıkmasıyla noktalandı.

Yaklaşık bir yıl önce IRA liderlerinden Martin McGuinness ile İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth el sıkıştı. Tören o kadar ince hazırlanmıştı ki kraliçe Elizabeht İrlanda’nın ulusal renklerinden yeşili çağrıştıran bir elbise giyerek jest yapmıştı.

Güney Afrika ve İrlanda barış görüşmeleri bu görüntülerle noktalanırken Çeçenistan veya Tamil sorununda kanlı sahnelerle noktalandı.  Birinci grupta yer alanlar bir anlamda karşılıklı olarak ‘egolarını’ yenmiş, barış ve çözüm için gerekli iradeyi göstermiş ve sonuca gitmişlerdi. Hem ülkeleri için, hem de benzeri ‘kofilikler’ yaşayan başka ülkeler için hafızalarda hoş anıların oluşmasına neden olmuşlardı.

Ancak aynı şey Çeçenistan-Rusya barış görüşmelerinde elde edilemedi. Sovyetler Birliği’nin 90’lı yılların sonunda dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’ın, Rusya ile yaptığı barış görüşmeleri hüsran ve yıkımla sonuçlandı. İlk önce 1996 yılında Çeçen lider Cahar Dudayev bir füze saldırısıyla öldürüldü. 

RUSYA-ÇEÇENİSTAN ÖRNEĞİ

Rusya’nın Çeçenistan yönetimiyle gizli barış görüşmesi yaptığı sırada, ABD haber alma örgütü CİA’nin yardımıyla Dudayev’e tuzak kurduğu sonradan ortaya çıktı. Yaygın söylentiye göre ABD Dudayev’e kullanmak üzere NEC marka sahra uydu telefonunu, dönemin Türk başbakanı Necmettin Erbakan aracılığıyla ulaştırdı. İddiaya göre Erbakan farkında olmadan Dudayev’e telefonu hediye etti. Ancak ABD daha sonra uydu telefonun kodlarını Rusya’ya verdi. Rus füzesi bu uydu telefonuna kilitlendi ve Dudayev öldürüldü. Bunu daha sonra diğer Çeçen liderlerin öldürülmesi izledi. 

Çeçenistan yerle bir edildi. Türkiye ise PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Rusya’dan çıkarılmasına karşılık bu katliam karşısında üç maymunları oynadı. Böylelikle Rusya Çeçenistan’da ‘Roma Barışı’(Pax Romana) olarak da adlandırılan güçlünün barışını kanlı bir şekilde tesis etti!

SRİ LANKA MODELİ FELAKET GETİRDİ

Diğer bir örnek ise Kürdistan’dan hayli uzakta, Hint Okyanusu’ndaki Sri Lanka’ya ait. Bu örneğin adı bile var: ‘Sri Lanka modeli.’

Oslo görüşme ve müzakere sürecinin 2011 yılının ortalarında sona ermesiyle birlikte başta da Gülen cemaatinin yayın organlarının dillendirdiği Sri Lanka modeli Çeçenistan gibi kanlı bir süreci öngörüyor.

Sri Lanka devleti Tamiller ile ‘gerçek’ manada 2000 yılında Norveç’in arabuluculuğuyla barış görüşmelerine başladı. Ancak Sri Lanka ordusu ile Tamiller’in özgürlüğü için mücadele veren Eelam Özgürlük Kaplanları arasında ateşkes iki yıl sonra sağlanabildi. Hatta Sri Lanka ve Tamiller arasında 9 Ocak 2003’te bir barış anlaşması dahi imzalandı.

Ancak müzakere ve barış anlaşmasına rağmen Sri Lanka devleti verdiği sözü tutmadı. Yer yer askeri operasyonlar gerçekleştirdi. Dahası Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları’nı siyasi olarak parçalama yoluna gitti.

Sri Lanka devleti, Tamiller’i ezmek için hep fırsat kolladı. Çünkü Sri Lanka devleti barışa inandığı için değil, uluslararası güçlerin stratejik çıkarları gereği bu işe koyulmuştu. Bölgede bir ‘sessizlik’ isteniyordu. Sri Lanka’nın istikrarı her şeyden çok da ABD için önemliydi. Bu nedenle barış görüşmeleri bir tuzaktı.

Ancak beklenmedik bir gelişme daha sürecin gidişatını etkiledi. 2004 yılının sonunda Tsunami felaketi en çok Tamiller’in yaşadığı bölgeyi vurdu. Sri Lanka hükümeti bu doğal afet karşısında elini ovarak oturdu.  Hatta uluslararası yardımların bu bölgeye ulaşmasını engelledi. Böylelikle Tsunami felaketini siyasi sonuçları olan bir krize dönüştürmeyi başardı.

Ve Sri Lanka devleti uluslararası desteği de arkasına alarak, aslında başında itibaren inanmadığı barış sürecini tek taraflı olarak sonlandırdı. Tamillere karşı 2008 yılının sonunda ateşkesi tek taraflı geçersiz saydı ve çok büyük bir askeri operasyon başlattı. Binlerce sivil katledildi. Yüzlerce Tamil gerillası bu çatışmalarda yaşamını yitirdi. Hareketin lideri  Prabhakaran infaz edildi.

Hem İrlanda-İngiltere barış süreci, hem Güney Afrika barış sürecinin aksine Çeçenistan-Rusya ve Sri Lanka-Tamil görüşmeleri mutlu sonla noktalanmadı. Hatta çoğu zaman barış görüşmeleri ve yapılan anlaşmalar kağıt üzerinde kaldı. Güçlü olanın ilk fırsatta barış sürecini bozmasıyla kanlı bir dönem tekrardan başladı. Veya Sri Lanka ve Rusya örneğinde olduğu gibi askeri gücü elinde bulunduran devlet, bölgesel ve uluslararası koşulları kendi lehine avantaj saydığı zaman kanlı ‘temizlik’ hareketine başladı.

PKK KUMAŞI YEDİ KEZ ÖLÇÜYOR

Yrd. Doç. Nazan Üstündağ’a göre ‘dünyada 1990 ile 2012 arasında gerçekleşen 102 barış sürecinde 585 anlaşma imzalanmış.’ Ancak 585 anlaşmanın çoğu hayata geçmemiş. Hayata geçen anlaşmalarda bile birçok alan egemen devlet tarafından ihlal edilmiş.

Hal böyle olunca İmralı barış sürecinin geleceği ve akıbeti bugünden tartışılıyor.

Bu süreç Kürtlerin doğuştan gelen ve devredilemez haklarının iadesiyle tamamlanacak mı? Kürtler bu barış sürecinin sonunda özgür olacaklar mı? Yoksa AKP hükümeti seçim, Çankaya hesapları mı yapıyor? Bölgesel ve uluslararası gelişmeler mi Erdoğan’ı barış masasına oturması için ‘mecbur’ kılıyor? Ve dahası bütün bunlar Türk devletinin Kürtlere kurduğu bir tuzak mı?

Bu ve benzeri sorulardan dolayı olsa gerek yazar Adil Bayram, Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan ‘süreç tartışmaları’ başlıklı son makalesinde Kürt tarafının titizliğine dikkat çekerek, ‘PKK çok daha dikkatli ve sabırlı. Kumaşı kesmeden önce yedi kez ölçme yöntemini izliyor’ diye yazıyor.

Söylemek gerekir ki Adil Bayram’ın dikkat çektiği titizlik ve hassasiyet Kürt halkında da mevcut. Özellikle Türk medyasının İmralı’da üzerinde varılan ‘mutabakat belgesine’ ilişkin sorumsuzca atıp tutması, olacakları tek taraflı lanse etmeye çalışması halkta en çok ‘güven sorununu’ tartışmaya açıyor.

ERDOĞAN ÖCALAN İLE TOKALAŞMAYA KENDİSİNİ ALIŞTIRSA İYİ OLUR

Bir sır değil. Kürt halkı Erdoğan ve hükümetine karşı müthiş bir güvensizlik duyuyor. Örneğin halk ilan edilecek bir ateşkese Türk devletinin uymayacağını ve geri çekilme için atması gereken adımları atmayacağına inanıyor. Hatta 99’daki geri çekilme sürecinde olduğu gibi Türk ordusunun kalleşçe operasyonlar yaparak gerillayı darbelemek isteyeceğine inanların sayısı hayli yüksek.

Aslında Paris katliamı, Roboski katliamına ilişkin açıklanan inceleme rapor, Türk başbakanı ve bakanlarının tutumu, Türk medyasının klasik psikolojik savaş yönetmelerini barış sürecinde de devrede tutması bu güvensizliği artırıyor. Bu nedenle Türk tarafının hızla paradigma değişikliğine gitmesi gerekiyor. Güven verici adımlar atması ve söylemler geliştirmesi gerekiyor. Bu olmadan barış sürecinin ilerlemesi mümkün görünmüyor.

Ve eğer barış olacaksa şimdiden Erdoğan’ın belki birkaç ay içinde değil ama, gelecek yakın bir zamanda hem Abdullah Öcalan’ın hem de  PKK liderlerinin elini sıkmaya, onlarla tokalaşmaya kendisini alıştırması gerekiyor.

Buna inanması gerekiyor. Çünkü barış için başka bir yol yok. Eğer savaş istemiyorsa.