12 Ağustos 2011 Cuma

AKP Hükümeti'nden Kandil'e Operasyon Hazırlığı


Son birkaç gündür AKP yanlısı basın ve medya iyice takip edildiğinde AKP’nin çok kapsamlı bir savaş hazırlığı yaptığı açıkça görülecektir. Özelikle Bugün Gazetesinin manşette vermiş olduğu “sınırlarımız delik deşik” ve hemen yanı başında Erhan Başyurt’un “Kandil güvenli bölge olmaktan çıkarılmalı” başlıklı makalesiyle bu operasyonun çok uzak olmadığının işaretleri veriliyor.

Elbette savaş çığırtkanlığını yapan AKP medyasının atmış olduğu başlıkların gerçekle uzaktan yakından alakası yoktur. Delik deşik denilen sınırlar herkes çok iyi biliyor ki termal kamera ve tankların yanı sıra en son teknoloji ile donatılmış ve sınırlar boyunca günün yirmi dört saati keşif uçaklar uçurulmaktadır. Yine sınırın neredeyse her noktasına son teknolojik cihazlarla donatılarak yapılmış karakollar sınırların ne derecede sıkı korunduğunu gözler önüne seriyor. Son dönemlerde AKP yanlısı medya tarafından sanki bugüne kadar Türk askeri PKK gerilla güçleriyle yeterince savaşmamış gibi bir imajı yaratılıyor.

Kimyasal silahtan tutun, termal donanımlı tank, kobra helikopter, akıllı füze, misket bombaları, iki tonluk kazanlar, kimyasal silahlar, havan, Katuşa, obüs topları, nokta atışları yapan savaş uçakları v.b daha sayamayacağımız birçok teknik ve silah Türk ordusu tarafından PKK gerilla güçlerine karşı kullanılmıştır. Peki, AKP hükümeti yeni savaş konseptinde denenmemiş ne tür bir silah ya da yöntem deneyecektir. Açıktır ki Türk devletinin hazırlanmış olduğu yeni sınır ötesi operasyonda deneyeceği yeni bir silah ya da yöntemi olmayacaktır.

Bu savaş hem AKP hükümeti hem de Türk devleti için Kürt inkar politikasında ısrar etmenin son hamlesi olarak ele alınmalıdır. Bölgesel düzede güçten ve takatten düşerek can çekişen Kürt inkâr politikasına tekrardan can verme operasyonu olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu operasyonu öyle sıradan bir operasyon olarak ele almamak gerekiyor. AKP iktidarı ve Erdoğan için oldukça önemli bir operasyondur. Mevcut iktidarını ve şimdiye kadar elde etmiş olduğu tüm kazanımları korumanın tek yolu bu operasyonun başarısına bağlıdır. Çünkü Erdoğan ve AKP hükümeti uluslar arası güçleri arkasına alarak Türk devletini, Polisi, MİT’i, Bürokrasiyi, Yasama, Yargı ve en son orduyu ele geçirerek iktidarını pekiştirmeye çalıştı.

OPERASYONUN AMACI ERDOĞAN’IN İKTİDARINI GÜVENCEYE ALMAK

Şimdi AKP ve Erdoğan iktidarı önünde tek engel Kürt özgürlük mücadelesidir. Bu engel var olduğu müddetçe AKP hükümeti Türkiye’de özlem duymuş olduğu iktidara kavuşmayacaktır. Sorunun demokratik yollarla çözümü de aynı şekilde AKP ve Erdoğan iktidarının hayal etmiş olduğu bir Türkiye değildir. Onun için AKP ve Erdoğan hükümetinin kendi iktidarını ve şimdiye kadar elde etmiş olduğu kazanımlarını korumanın tek yolu Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye etmekten geçmektedir. Erdoğan’ın BDP ve KCK’ye bu kadar büyük öfke duymasının sebebinin altında bu gerçeklik yatmaktadır. AKP hükümetinin şimdiden Kandil’e yönelik operasyon için kamuoyunu hazırlamaktadır. Bu operasyonun en önemli amacı tek parti ve tek adam iktidarını güvence altına almaktır.

SURİYE MÜDAHALESİ ÖNCESİ PKK’YE OPERASYON PLANI

Bölgede ki son gelişmelere bakıldığında operasyonun sadece bununla sınırlı olmadığını daha kapsamlı yanlarının da olduğunu göreceğiz. Her şeyden önce Türk devletinin son günlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yu Suriye’ye göndermesi ve Suriye rejimine verilen mesajların, buraya yönelik uluslar arası bir müdahalenin çok fazla uzak olmadığı sinyallerini veriyor. Bir müdahale yapılırsa bunun Türkiye üzerinden yapılacağı kesin gözüyle bakılmaktadır. Türkiye Suriye’ye yapılacak bir müdahale öncesi kendisi için tehlike olarak gördüğü PKK’yi etkisizleştirmek istemektedir. Suriye müdahalesinde ABD’nin yanında yer alarak ABD’den sınır ötesi operasyon için yeşil ışık almış gibi görünüyor. Aslında bu plan İran’ın Kandil’e yapmış olduğu operasyonla başladı. Onun içindir ki İran’ın Kandil’e yapmış olduğu askeri müdahalede ABD, Türkiye, Irak ve bazı Güneyli güçlerin ortak ittifakı ile başladı.

İRAN’I ŞOK EDEN GELİŞME

İran’ın bu operasyonu başarılı olmayınca ABD, Türkiye’nin Suriye karşısında tavrını sertleştirmesini istedi. Türk devletinden bu tavır çıkınca İran adeta şok oldu. Çünkü İran’ın asıl operasyonu Suriye’yi güvenceye alarak kendisine yönelik olası operasyonu geciktirmekti. Mevcut durumda İran hala Güney Kürdistan’dan vazgeçmiş değil her ne kadar Xınıre alanındaki askeri gücünü geri çekse de Dola Eyşi, Dola Kokê, Dola Xirpapê, Zelê ve Şehit Ayhan alanlarında hala çok sayıda asker ve ağır silahları sınırdan çekmiş değildir. Bu alanlarda dozer ve kepçelerle yeni karakolların inşasını sürdürmektedir.

KCK ARTIK UZATMALARI OYNAMAKTAN VAZGEÇTİ

Türk devletinin düşünmüş olduğu sınır ötesi operasyonun diğer bir amacı ise KCK’nin çoktan beri hazırlanmış olduğu ve son günlerde DTK tarafında resmen ilan edilen özerklik projesini inşasının önüne geçmektir. Türk devleti çok iyi biliyor ki KCK artık uzatmaları oynamaktan vazgeçti. Son hızla silahlı halk ayaklanmasına hazırlık yapıyor. Ve halkın dünden beri devrimin bu aşamasına hazır olduğunu görüyor. Şayet Kürt özgürlük mücadelesi bu aşamaya geçerse hiçbir gücün bunu durduramayacağını iyi bilmektedir. İşte Kürt özgürlük hareketi bu aşamaya varmadan sınır ötesi operasyonla Kürt özgürlük mücadelesinin iradesini kırıp teslim alarak bu aşamanın önüne geçmek istiyor. Üçüncü amacı ise DTK son toplantısında karar altına aldığı ve daha önce ise Federal Kürdistan bölge başkanı Sayın Mesut Barzani ile yapılan görüşmede karar altına alınan Ulusal Konferansın gerçekleştirilmesinin engellenmesidir.

KÜRT İSTİHBARATÇILAR TÜRKİYE’DE AĞIRLANDI

Sınır ötesi operasyon için çok güçlü veriler söz konusudur. Birincisi sınıra çok fazla asker ve askeri teçhizat yerleştirilmiş. İkincisi ise birkaç gün önce çok gizli bir biçimde Güney Kürdistan’dan en üst düzeyde istihbarat yetkilileri Türkiye’de ağırlandı. Şimdiye kadar bu bilgi ne Türk gazetelerine ne de Güney Kürdistan basın yayına yansımadı. Öyle anlaşılıyor ki Türk devleti Güneyli güçleri bir biçimde bu operasyona dahil etmeye çalışacaktır. Güneyli güçlerin bilmesi gereken tek şey hem İran hem de Türkiye tarafından PKK ve PJAK gerilla güçlerine yönelik operasyonların sadece onlara yönelik olmadığı, bölgesel düzeyde ki Kürt statüsünü hedeflediği esas amaçlarının ise Kürt inkar politikasının bölgede tekrardan devreye konulması olduğudur. Dolaysıyla her şeyden önce onların kazanımlarının tehlikeye gireceğini iyi görmeliler. Bu süreçte Kürt düşmanı olan bu güçlerin hiçbir sözlerine itibar edilmemelidir. 

Yusuf Ziyad

AKP Yeni Anayasadan Çark mı Ediyor?

 
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 12 Eylül anayasa değişikliği referandumu süresince kamuoyunun gözlerinin içine bakarak yaptığı açıklamalardan bir bir vazgeçiyor.

Anayasa değişiklik referandumunun yeni bir anayasa yapana kadar geçerli olduğunu, 12 Haziran seçimleri sonrası topyekun yeni bir anayasa yapacakları sözünü veren Erdoğan şimdi yan çiziyor. Bu değişiklikle amacın 12 Eylül faşist anayasasının ömrünü uzatmak olduğunu vurgulayarak boykot kararı alan BDP ise bir kez daha haklı çıktı.

Ankara kulislerinde tartışılan ve AKP Genel Merkezi kaynaklı bilgilere göre AKP yeni anayasa hazırlık çalışmalarında 2000’li yıllarda yapılan anayasa değişikliklerinin korunmasını ön koşul olarak masaya koyacak. AKP yeni anayasa ile 82 faşist anayasasının değişmemiş kısımlarını kastettiklerini iddia edecek.

İKİ KRİTER

İçerdiği anti demokratik maddelerin yanısıra özünde var olan faşist ideolojisi ile üzerinde yapılan değişiklikleri de ruhuna sinen faşizmle felç ederek kullanımı engelleyen anayasa, AKP eli ile ölümsüzleştirilmek isteniyor. AKP buna ilişkin olarak iki kriter hazırladı.

Meclis’in açılması ile Meclis başkanı başkanlığında başlaması planlanan siyasi parti temsilcilerinden oluşacak ‘Uzlaşma Komisyonu’nda AKP temsilcileri bu kriterlere göre hareket edecek. Yeni anayasa sürecinde AKP’nin önceliği niteliğindeki iki kriter, “Anayasanın TBMM’den yeterli çoğunlukta çıksa bile halkın desteğinin aranması için referanduma götürülüp götürülmemesi” ve “12 Eylül referandumunda kabul edilen 26 madde başta olmak üzere 2000’li yıllarda anayasada yapılan değişikliklerin korunup korunmayacağı” konusunda belirlendi.

AKP’NİN REFERANDUM KORKUSU

Geçmişte parlamento da kabul ettiremediği her düzenleme için referandum kozunu kullanan Erdoğan bu kez bu yoldan uzak duruyor. Erdoğan’ın özellikle 12 Eylül referandumunda Kürdistan’da yaşadığı hezimeti bir kez daha yaşamamak için referandum seçeneğinden vazgeçtiği konuşuluyor.

AKP’nin bu konudaki gerekçesi ise, “Referandum, anayasa yapımı ve değişiklikleri için önemli ve genellikle başvurulan bir yol ve yöntemdir. Ama bizim yeni anayasayı referanduma götürmeden yapma imkânlarımız vardır. Öncelik bu imkânları kullanmaktır. Çünkü referandum masraflı bir yöntem. Zorunlu olmadıkça bu masrafa girmemek gerekir.(!!!!!) TBMM’de anayasanın 367’nin üstünde bir oy desteğiyle geçmesi referandum zorunluluğunu ortadan kaldırıyor” olarak belirlendi.

70 MADDEYE DOKUNULMAYACAK


12 Eylül referandumunda kabul edilen 26 maddenin yanısıra geçmiş iktidarlar döneminde değiştirilen 70 civarında maddeye dokunulmaması planlanıyor.

Dersim(Tunceli)'de Fethullahçı Atağı ve Alevilik Bakış Açısı



Cumhuriyet Gazetesi'nden Hikmet Çetinkaya'nın 15 Ağustos 2006 tarihli "Tunceli'de Fethullahçı Atağı" başlıklı yazısını güncel gelişmeler üzerine tekrar yayınlıyoruz. Yazıda Fetullah Gülen Cemaatinin okullarının Tunceli'ye nasıl konuşlandırıldığı aktarılıyor:
Türkiye ''tarikatçı kuşatma'' nın ürününü topluyor. Devlet okullarındaki ''tarikatçı yapılanma'' tüm hızıyla sürüyor...
Özel okulları, yurtları, dershaneleriyle ''eğitim alanı'' nı ele geçiren tarikatçılar devlet okullarının yönetiminde etkinlik kazanıyor... 

AKP iktidarı tarikatlara eğitim dalında her türlü olanağı tanıyor, 2005 yılında onlara ''arsa tahsisi'' yapıyor.
Tunceli Milli Eğitim Müdürlüğü'nün elinde bulunan 10 bin metrekarelik alanın Fethullan Gülen' e yakınlığıyla bilinen ''Erkam Özel Öğretim İşletmeleri AŞ'' ye bağışlandığını biliyor muydunuz?.. 

Bu iş nasıl oldu? Gayet basit anlatayım:
Tunceli Milli Eğitim Müdürlüğü, fen lisesine gereksinim olmadığını bildirdi. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan bir müfettiş Tunceli'ye geldi ve rapor hazırladı. Raporda ''Tunceli'de fen lisesi açılmasına gerek yok'' denildi. 

Aradan bir süre geçti ve 10 bin metrekarelik alan ''Erkam Özel Öğretim İşletmeleri AŞ'' ye valilik oluruyla bağışlandı. On ay sonra da iki derslikli 48 öğrencili ''özel fen lisesi'' açıldı.
Tunceli'de Milli Eğitim Bakanlığı'nın fen lisesi açmasına gerek olmadığı yolunda rapor hazırlayan müfettişin adı Ahmet Güç.
Olayın bundan sonraki boyutu ise sanki kara mizah...

10 bin metrekarelik arsa Fethullahçı eğitim şirketine verildikten sonra Milli Eğitim Bakanlığı ticaret meslek lisesini ''fen lisesi'' yaptı. Müfettişler de yeni bir rapor hazırladı:
''Tunceli'de fen lisesi açılması zorunludur. Tunceli'nin nüfusu, sosyal, ekonomik, kültürel ve stratejik yapısı fen lisesi açılmasına uygundur.''
***
Tunceli'de Özel Özmunzur İlköğretim Okulu da bulunuyor. Okulun sahibi Erkam Özel Öğretim İşletmeleri, şirket yönetim kurulu başkanı ise Elazığlı. 

Fethullahçılar Alevi yurttaşlarımızın yoğun olduğu yörelerde okullar, yurtlar, dershaneler açıyor. 

Elimde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hazırladığı Fethullah Gülen'le ilgili bir istihbarat raporu bulunuyor: 

İşte raporun bir bölümü:
''Fethullah Gülen, alışılmış 'din adamı' profilinden uzak, din adına farklı söylemleri bulunan kimi zaman 'sfenks' kadar sessiz, kimi zaman Atatürk' ü övmeye gerek duyan, kimi zaman 8 yıllık eğitime destek verecek kadar reformcu , rejim yandaşı ve aydın bir düşünür, kimi zaman farklı dinlerin temsilcilerine dünya barışı adına çağrılar yapacak, hatta Papa ile fikir teatisinde bulunabilecek kadar da enternasyonal yanı güçlü biri olarak görüntüler vermektedir. Tarikat mensupları da baş imam Fethullah Gülen'den aldıkları fetvalar doğrultusundaki davranışlarıyla kendi düşüncelerinin zıddı olanlara karşı 'hile mubahtır' yöntemi ile tedbirler geliştirmektedirler. 

Fethullah Gülen'in yeterli bir din eğitimine ve bilgisine sahip olduğu kuşkuludur. Ama, dini bütünüyle bilmeyen, fakat itikatlı olduklarına inanan insanları etkileyebilecek noktayı iyi keşfetmiş, üstün bir zekâ sahibi olduğu söylemleri de gündemdedir. Din bilgesi olmayı gerektirmeyen dini hikâyeleri , ıstırap yüklü ses tonu eşliğinde, sohbetlerinde gözyaşı suyu ile kişilerin manevi alanlarına nüfuz edecek şekilde anlatan ve kişileri istediği yöne sevk etmeyi başarması birçok entelektüel kesimin kendisinden etkilenmesini sağlamıştır.''
*** 

Devletin istihbarat birimlerinin hazırladığı rapor böyle!..
Fethullah Gülen'in müritleri eğitimden bankacılığa; tekstilden sağlık hizmetlerine dek her dalda örgütleniyor...
Eğitim-Sen Tunceli Şubesi Başkanı Hanifi Bekmezci, bakın ne diyor: 

''AKP hükümeti kadrolaşıyor. Fen lisesi olayı bunun kanıtı. Önceki hükümetler özel eğitim kurumlarına yüzde 2'lik destek verirken AKP hükümeti bu oranı yüzde 10'a çıkardı. Türkiye'nin ve dünyanın pek çok yerinde eğitim kurumları açan Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen özel şirkete fen lisesi için devlet arsa tahsis ediyor. İçinde valinin, özel şirketin, milli eğitimin olduğu özel ilişki ağı var.'' (Evrensel Gazetesi, 12 Ağustos 2006) 

Tarikatçı yapılanma olanca gücüyle sürüyor...
Fethullah Gülen, ABD'den yönetiyor yaklaşık 5 milyar dolar olan sermaye gücünü... (Bugün-2011- AKP iktidarı desteği ile  30 Milyar Doları bulduğu tahmin ediliyor)

Türkiye'de tarikatçı sermaye ivme kazanırken AKP, IMF ve Dünya Bankası' na teslim olmuş; ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi' ne destek veriyor örtülü olarak... 

ABD ve İsrail'in dümen suyundaki Fethullah efendi, ırkçı ve şoven güçlere destek veriyor ''yeşil kart'' almak için... 

15 Ağustos 2006

AKP ve Erdoğan'ın İleri Demokrasi'si Kıbrıs'ta!


Tayyip Erdoğan'ın Kıbrıs ziyaretini protesto etmek isteyen sendika ve örgüt üyeleri polis barikatı, çelik kuvvet ve önlerine çekilen otobüs barikatı ile karşı karşıya kaldı. KTAMS binasında asılı olan pankarttan rahatsız olan polis, pankartı indirmek için flash-arama izni çıkarttı, bu sırada eylemde kullanılacak bütün dövizlere de el koyarken, iki kişiyi tutukladı, bina içerisinde daimi arbede ve tartaklama yaşandı. Akşam saatlerindeyse KTHY önündeki Toplumsal Varoluş Çadırı'na baskın yapan polis ekipleri, bulundukları noktada kıpırdamadan slogan atan göstericilere kadın - erkek - genç - yaşlı ayrımı gözetmeksizin şiddet uygularken, 6 kişiyi tutukladı, 6 eylemcide hastaneye kaldırıldı... Yaşanılan olaylar pek çok gazete ve televizyon kanalında beklenildiği gibi medya filtresinden ve yorumlamalarından geçerek duyurulmakta...

Bir 'Terörist'in İnsan Yüzü


Hücreye atıldığım zaman, öğleden sonraydı. Ayak bileğim sızlıyordu. Alışkın olanların tavrıyla, İl Jandarma Alay Komutanlığı’nın altındaki zifiri karanlık tecrit hücresinden boşluğa seslendim. İki ayrı ses yanıt verdi. Biri, tam karşımdaki hücreden Özgür’dü. Diğer ses uzaktan geliyordu; Okan’ın sesiydi. “Hocam,” diyordu, “Bana lüks daire verdiler, yataklı yerdeyim!” 18 Mart 1993 günüydü. O gece Ankara’ya kar yağdı ve üstüm çok zayıftı; kar bodrumun açık mazgallarından içeri doluyordu. Battaniye istedim, olmaz dediler. Donuyordum. Slogan atmaya başladım. Sonunda bir er getirip attı bir battaniye.

Betonun üzerindeki ilk gece hep zor geçer. Bayılır gibi uyursun sabaha karşı. Uykuya dalalı belki iki saat olmuştu ki, hücrenin kapısı açıldı. Bir rütbeli var kapıda. “İfade verecek misin?” diye sordu. “Yok!” dedim. “Battaniyeyi ver,” dedi. “Vermiyorum!” Daldılar hücreye. Ezildim. Elimden battaniye gitmişti. O kadar soğuk ki!.. Tekrar slogana başladım, üzerime kapanan kapıyı tekmeliyorum. Özgür bağırıyor, derinlerden Okan bağırıyor... Hücreleri bastılar bir alay jandarmayla. Kapı açıldı, bir yığın yığıldı üzerime, ellerim arkadan zincirlendi, ayaklarım birbirine zincirlendi, ağzıma paçavralar tıkıldı, alelacele kesilmiş bir çarşafla gem vurdular ağzıma. Çifte atmaya çalışıyorum. Arkadan zincirlenmiş kollarımı havaya kaldırdılar, kaburgalarım ciğerlerimi patlatacak…

Bir taburenin üzerinde, gözlerim bağlı, sırtım, kafam, duvara yaslı, ayılmaya başlamışım, karşıdan gözbağımı bile delen geçen bir ışık, adresimi soruyorlar. Ayıldım: “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok!” Tehditkar ve alaycı bir ses, “İşler değişik koçum,” diyor, “Biz adamı konuştururuz. Üzerimizde üniforma yok,” JİTEM’in adını bilirdik biz sadece… Sonra ağzımı yine paçavra doldurup gem vurdular, hücreye yolladılar. Hücrede uğraştım, omzumla gemi gevşetip boynuma indirdim, paçavraları ağzımdan çıkardım. Okan, sloganlara katılmış olmanın cezasını görmüş meğer, yataklı tecrit bölmesinden benim yan hücreye atmışlar onu da. Nasıl sevinçliydi! “Ulan,” diyor, “Bizi niye Hilton’a koymuştu ki herifler? Rahatladım şimdi.”



Okan öyle bir adamdı ki, hücrenin bile rahatında kalmak ona batardı. Sussa yataklı ‘tecrit’te kalacaktı, oysa o karanlık beton hücrede bile olsa bizim yanımıza atıldığı için sevinç duydu!.. Ne yalan söyleyeyim, onun yan hücreme gelmesi bana ayrı bir kuvvet vermişti. Neyse ‘muamele’ler bitti, ifade vermedik, son birkaç gün ‘nadas’a çekildik; üç ranza bulunan ‘tecrit’e alındık. Hilton!
Okan’la dalmadığımız muhabbet kalmadı. Nasıl iyi bir adamdı. Hani sahte gülmeler vardır ya, onda sahtenin ‘s’si yoktu; Okan bir güldü mü, tüm çehresiyle gülüyordu. Samimiyet bıyıklarından sarkıyordu… Fikirlerimiz uzak, ayrı düşünüyoruz ama arkadaş olduk işte. Dışarıda bizi birbirimizden ayıran şeylerin, içeride sırt sırta vermemize engel olmadığını anlamanın keyfiyle, iki genç adam olarak konuşuyoruz.

Yalnız, açız be arkadaş, girdiğimizden beri açlık grevindeyiz! Çıkınca ilk iş bir mercimek çorbası içeceğiz. Birden yüklenmek yok, iki saat bekleyeceğiz, sonra birer buçuk İskender söyleriz!” Projeye bakın!

Mahkemeden serbest bırakıldık. Leş gibiyiz. 11 gündür içerideyiz. Ayıptır söylemesi, paramız yok. Bozukları birleştirdik, Sakarya Caddesi’nde ucuzcu bir lokantada mercimek çorbalarını içtik. Güvenpark’tan minibüse bindik ve leş gibi üstümüzle ODTÜ’ye gittik. Birkaç arkadaşı gördük, çıktığımızı haber verdik. Sonra, Kimya Bölümü’nün oradan gelen Berna’yı gördük, koşup Okan’ın boynuna atladı. Hani içinden ‘aşk budur’ diye karikatürler çıkan bir sakız vardı ya… Bir kadın, 11 gün yıkanmayan bir adama böyle sarılıyorsa, aşk odur işte!

Ölüm oruçlarına rağmen

Berna Çankaya kaymakamının kızıydı. Okan’la tanışmış, solcu olmuştu. Biraz ‘sekter’di! Ne kavgalar etmiştik. Ama o gün, bir daha unutamayacağım gülüşüyle, bizim İskender projesini dinlemiş, kolumuzdan tuttuğu gibi servise bindirmiş, Tunus Caddesi’ndeki Mutlu Kebap’a götürmüş ve birer buçuk İskender’i ısmarlamıştı!

Ertesi gün, ODTÜ’de eylem vardı. Ortalık karıştı. Alay komutanlığından bir albayın kafasına taş geldi; şapkasının yerde yuvarlandığını hatırlıyorum. Elinde megafon, “O Hakan’la Okan’ın anasını s..n!” diye emir verdiğini hatırlıyorum… Yakalayamadılar…

Okan’la ayrı düşünüyorduk, ayrı ekiplerdeydik ama aramızda arkadaşlık bağı oluşmuştu. Her fırsatta oturup sohbet ediyorduk. Sonra, veda gibi bir konuşmanın ardından, Okan okuldan çekildi. Biliyordum, kendince daha ciddi işler yapacaktı. Haber çok gecikmedi. Operasyon gelmişti. Berna’nın babasına tahsis edilen kaymakamlık lojmanına yerleşmişler, operasyonda buradan ‘örgütsel doküman’ çıkmış, topu birden ‘çok tehlikeli örgüt’ statüsünden cezaevine atılmıştı. Aslında işin kara mizah bir yanı da vardı; belki de ilk defa bir kaymakamlık lojmanı ‘örgüt evi’ yapılıyordu; makam aracı da bizimkilerin elindeydi! Çok ceza yediler, çok yattılar. 1996 yılında cezaevlerinde Ölüm Oruçları başladığında, Okan ilk postadaydı. Birlikte hücrede kalırken, onuncu günde tansiyonu düştüğü için hastaneye götürülen arkadaşım, 60’lı günlerindeydi. Eski ODTÜ’lü arkadaşlarla buluşup, ne yapacağımızı konuşmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu elimizden. Okan, o ölüm oruçlarında ölmemişti ama!

Sonra gene yıllar geçti, ‘F tipi’ hikayesi gündeme geldi. Bu sefer Berna ilk postadaydı. İş çözümlenecek gibi durmuyordu. İkinci posta, derken üçüncü posta ölüm orucuna başladı. Aralarında Okan da vardı. Çanakkale Cezaevi’nde, eylemin sözcülerinden biri Okan’dı. Biz dışarıda, ölümü geciktirecek B1 vitaminlerinden toplamaya başladık…

‘Hayata Dönüş’ diye dozerlerle girdikleri cezaeviydi Çanakkale Cezaevi. Okan da, Berna da orada! Berna komaya girdi daha sonra. Hastanede. Okan, öğrendik ki, Trakya’da başka bir cezaevinde, yine ODTÜ’den arkadaşımız, Grup Yorum elemanı İhsan Cibelik’le aynı hücreye atılmış. İki inatçı aynı koğuşta!
Berna komadan çıktı. Bir gün telefonum çaldı. O arıyordu. Buluştuk. Saçları dökülmüştü, çok zayıftı. İnsanlar böyle şeyleri az yaşar. Bana açlık grevinden sonra İskender ısmarlamış olan kız, şimdi karşımda tüm yüreği ve fakat tükenmiş bedeniyle duruyordu; ben gülümsemeye çalışarak ona Okan’ı soruyordum. Saçma bir durumdu. Birbirini anlamayan insanların durumu… O, Çanakkale Cezaevi’ndeki direnişi anlatmaya koyuldu. Atılan gazları, kendilerini korumak için kullandıkları sirkeleri… Yüzüne baktım, anladı, birbirimize sarıldık…

Sonra, Berna canlandı, saçları çıkmaya başladığında yurtdışına çıkmıştı. Bana cezaevinden yazan Okan ise, Vernicke-Korsakof Sendromu tanısıyla salıverildi. Çıktıktan kısa süre sonra aradı. Buluştuk. Yürüyemiyordu. İskelet gibiydi o da. İlk buluşmamızdan sonra, ağladığımı hatırlıyorum. Sonra toparlandı. Sık sık buluşmaya, saatlerce konuşmaya başladık. Yine bir buluşmamızda, “Hocam,” demişti, “Bir sol sosyete var ya ‘aydınlar’ diye, aslında bu çevreye girsek, bizi taciz etmeleri zorlaşır, değil mi?” “Seni o çevreye almazlar Okan,” dedim, “Sen ‘sosyetik’ misin?” Durdu, gülümsedi, “Doğru ya,” dedi, “Doku uyuşmaz!..”

‘Yüzünden belli iyi çocuk’

Sonra bizim eve gittik. Annem babam evdeydi. “Ne iş yapıyorsun evladım?” sorusuna, nasihatler başlamasın diye, “Gazeteci arkadaşım,” diye tanıtarak ben cevap verdim. Hiç unutmuyorum, bir şeyler yedik, bir ara annem, “İyi insan yüzünden belli olur, hep böyle iyi insanlarla ahbaplık etsene,” dedi. Sonra Okan’a dönüp, “Evladım çok üzdü bizi bu, hep başını belaya soktu,” diye izah etti durumu. Gülmekten yerlere yuvarlanacaktık. Anne her yaşta anneydi ve Okan’ın da iyilerin iyisi bir annesi vardı; o benim annemden çok daha fazla üzülmüştü…

Başka bir buluşmamızda, Almanya’ya, Berna’nın yanına çıkacağını söyledi. Gitti. Almanya’dan geldiğinde aradı, Mis Sokak’ta bir kahvede oturduk. Uzun uzun konuştuk, ortak tanıdıklarımızdan havadislerle masum dedikodular yaptık, güldük. Ayrılırken, “Geldikçe ara,” dedim. E-posta aracılığıyla haberleşecektik…

Birkaç ay geçmişti, güzel bir Haziran gününün ardından, evin balkonunda oturmuş, ahbaplarla sohbet ediyordum. Telefonum çaldı. Karşımdaki ses, “Okanların öldürüldüğü doğru mu?” diye soruyordu. “Okan Almanya’da kardeşim!” diye çıkıştım, “Ne diyorsun sen?” Karşımdaki ses, “Tunceli’de operasyon…” dedi, “Okan,” dedi, “Berna…” dedi. Kapadım telefonu. O an nasıl becerdiysem, bir telefon trafiğinin ardından Tunceli’de öldürülen 17 devrimcinin naaşlarının bulunduğu yerde bekleyen genç bir kadına ulaştım. Okan’ın öldürüldüğüne o an inandım. 

Almanya’dan bir toplantı için gelmişlerdi; Ovacık civarındaki Mercan Vadisi’nde başka yerlerden gelen yoldaşlarıyla buluşmuşlardı. Toplantı anında üzerlerine bombalar yağmaya başlamıştı…

İhbar gelmiş!.. Devlet de gidip bombalamış!..
Aslında bu devletin en iyi yaptığı şey, ‘ihbarları değerlendirmek’ ve ‘öldürmek’.

Depremlerde gördük. Bu devletin ‘yaşatma’ diye bir kudreti yok; tüm bir kudreti öldürmek üzerine kurulu. Okan da, devletin resmi kayıtlarına, ‘Maoist Komünist Parti lideri, ölü ele geçirilen terörist’ olarak yazıldı. Sorgusuz, sualsiz katledilmeyi hak edenlerden biriydi o devlete göre.

Oysa Okan, onunla tanışma şansı bulmuş ODTÜ’lülerin, dostlarının yüreklerine kantinde ya da çimenlerin üzerinde çaldığı bağlamasıyla, coşkulu türküleriyle, toplantılarda yaptığı ağırbaşlı konuşmalarla, iyi yürekli, yüce gönüllü, can bir dost olarak kazındı. Bu düzen, Okan gibi yiğit bir adamı kendine düşman ettiyse, Okan’ı değil, kendisini sorgulamalıydı…

Şimdi zaman zaman Okan’ın bana cezaevinden yolladığı, üzerine zafer işareti çizilmiş, el yapımı karta bakıyorum. Üzerine yazdığı coşku dolu yazıyı okuyorum, hüzünleniyorum. Okan benim arkadaşımdı. Gurur duyuyorum…

(RED, sayı 9)

İşte Demokrat İslamcılar!

Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman dün yayımlanan, 'Tahammül mü hoş görmek mi?' başlıklı köşe yazısında, 'Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından' söz etti...

“Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna, nikâhsız birlikte yaşayanından kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır?” diye soran Karaman, “İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- ‘onların aykırı filleri için özel mekânlar ihdas edilmek gibi’ tedbirlere başvurulur” dedi.
Müslümanların farklı olanlarla ilişkisine ‘hoşgörü’ değil, ‘tahammül’ diyen Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın görüşlerini, yoruma gerek duymadan yayınlıyoruz. İbretle okuyunuz!
Tahammül mü hoş görmek mi?

Bir Müslüman imkanlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm ahlak ve âdâbının hakim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister. Yine imkan bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıyla- müdahale etmekle yükümlüdür.

İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur.

Bir Müslüman yukarıda özetlediğim imkanlardan mahrum ise, çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır?

Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait olmadığına göre bunu yapamayacaktır.

Şartlar, ötekilerden ayrı bir mekana yerleşip orada kendi inancına göre yaşamaya elverişli değilse bunu da yapamayacaktır.

Geriye beraber, yan yana yaşama şıkkı kalıyor.

Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna, nikahsız birlikte yaşayanından (zina edenlerden) kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına... kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır?

İç tavırdan başlayalım:

Müslüman bu davranışları asla beğenemez, bu fiillerden nefret eder, imkan bulsa düzeltme ve engelleme niyetini muhafaza eder.

Dış tavır olarak da dine, ahlaka ve âdâba aykırı davranışı çekinmeden, gözünün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlardan sakınır. Onlar kötü halleri içinde iken en azından tebessümünü esirger.

Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla "hoşgörü" değil, "tahammül" diyorum.

Bu yazıma tepki gösterecekler, "bu ayrımcı, bölücü, birlik ve beraberliği zedeleyici" bir yazı diyecekler olacak; bunu biliyorum. Ama bir Müslüman, farklı olanlarla arasındaki farkın "farkında olmak" mecburiyetindedir ve dindarlık bakımından en önemli tehlike bu "farkında oluşun" ortadan kalkmasıdır. Şartlar öyle getirdiği için farklılığa tahammül ederek, kimsenin -düzen tarafından verilmiş- hak ve hürriyetine müdahale etmeden yaşamak başkadır, hoş olmayanı hoş görmek başkadır.


Deniz Feneri Davası: Hukuk Tam Guguk Oldu


Evet,bu da oldu!.. Deniz Feneri Soruşturmasını yürüten savcılar kendileri soruşturmalık oldu!.. Ne demişti Ahmet Şık?.. Dokunan Yanar!..


AKP ve Fetullah Gülen Cemaati tarafından hakimiyeti ele geçirilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Deniz Feneri soruşturmasını yürüten Savcılar hakkında inceleme başlattı. HSYK, soruşturma için iki müfettiş görevlendirdi. HSYK müfettişleri, incelemek için soruşturma dosyalarına el koydu. Böylelikle, ‘ileri demokrasi’ altında yargının gelmiş olduğu hal iyice belirgin bir biçimde ortaya çıktı.

Alınan bilgiye göre, Zahid Akman ve Zekeriya Karaman'ın avukatı “Savcıların mahkeme kararında tahrifat yaptıkları” gerekçesiyle şikayette bulunmuştu. Şikayeti görüşen HSYK 3. Dairesi, konuyla ilgili iki müfettiş görevlendirdi. Müfettişlerin bu sabah saatlerinden itibaren Ankara Adliyesine gelerek soruşturmaya ait dosyaları inceledikleri öğrenildi. HSYK müfettişlerinin incelemek için soruşturma dosyalarına el koyduğu belirtildi. Müfettişler, 137 soruşturma belgesini incelemeye başladı.

Herkesin yakından bildiği Erzincan Vakası, Mustafa Balbay ve Mehmet Haberalın serbest kalması yönünde oy veren hakimin sürülmesi, HES’lere karşı karar alan tüm mahkemelerin sürgüne yollanması gibi yargı şahikalarının ardından alınan bu karar, artık bu memlekette hukukun tam manasıyla guguk haline gelmiş olduğunu tescil etti.

Hadi, bir savcı çıkıp bundan sonra AKP’liler ya da Cemaat aleyhine inceleme başlatsın da görelim!..

Deniz Feneri: Yüzyılın Hırsızlık Hareketi!


 
Kanal 7’de her hafta yayınlanan ‘hayır programı’ ve program üzerinden kurulan dernek (Deniz Feneri) etrafındaki tartışmalara artık noktayı koyalım! Bu memlekette işini ciddiye alan savcılar varsa, burada yazacaklarım tartışmayı bitirmelerini sağlayacak yeterli bilgiyi barındırıyor… Ayrıca, Almanya’da kurulu olan ve Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği ile hiçbir bağlantısı olmadığı söylenen Deniz Feneri e.V. işlerini soruşturan Alman savcılar da bu yazacaklarımdan yararlanabilir.

Savcılar önce bazı köylere gitmeli. Bu köylerden biri, ancak bozuk bir patikadan geçerek ulaşılabilen, Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Aşağışapçı Köyü. 2001 Ocak ayında, Deniz Feneri programı için çekim yapılan köydeki pek çok kişinin adına düzenlenmiş olan 200’er milyonluk nakit yardım makbuzları, derneğin evrakları arasında saklanıyor olmalı. İşte o makbuzların karşılığı olan paralar, Aşağışapçı köylülerine hiç ulaşmadı. Üzerinde köylülerin imzası olduğu iddia edilen 200’er milyon liralık yardım makbuzları köylüler hiç görmemişti bile!..

Ben o köye gittim ve köylülerle konuştum. Köylüler kendilerine sadece kuru erzak ve bir kaç parça giyecek dağıtıldığını, sadece Sefer Kabadayı adlı köylüye 10 milyon lira para verildiğini söyledi. Sefer Kabadayı adına düzenlenmiş 200 milyonluk makbuz olduğunu öğrendiğinde, "Gelsinler o 10 milyonu da geri alsınlar," dedi bana!.. Ayrıca o dönemde programa ‘sponsor’ olan ve adını çatır çatır duyuran ‘Sultan Hospital’, programda tedavilerini yapmaya söz verdiği yaşlı köylülerin hiçbirinin tedavisini gerçekleştirmedi! O dönemde köy muhtarı olan Zeki Öner, sadece bir çocuğu tedavi için İstanbul’a götürdüklerini anlattı; köylülerin söylediklerini teyit ederek, "Muhtarlığa da bilgisayar gönderme sözü verdiler ama ortada bilgisayar falan yok!" dedi.

Evet, bu makbuzlar çok işi çözer. Adres bellidir. Program yapılan köyler, mahalleler bellidir. O programların çekildiği yerlerdeki kişiler adına kesilen makbuzlar arşivlerdedir. Bağış verildiği iddia edilen ve adına makbuz kesilen kişilerin, bağış alıp almadıklarını tek tek karşılaştırarak gerçeğe ulaşmak gayet mümkündür. Aynı makbuzlardan Almanya’da kurulu Deniz Feneri e.V.’nin de arşivinde olsa gerektir. Alman savcı, burada bol bol kesilen o makbuzları, üzerinde yazılı miktarın verildiği iddia edilen kişilere sorduğu takdirde, gerçeğe hızla ulaşabilir…

Ha, Almanya’daki ve Türkiye’deki Deniz Feneri dernekleri arasında isim benzerliği dışında hiçbir ilişki olmadığı yönündeki komik iddia da böylelikle çürütülebilir. Çünkü Deniz Feneri programının yapıldığı o ücra köylerdeki kişiler adına, hem Almanya Deniz Feneri e.V. tarafından döviz cinsinden, hem de Deniz Feneri Derneği tarafından Türk Lirası cinsinden beraberce makbuz kesilmiştir. İki dernek için kesilen makbuzları karşılaştırmak yeterlidir. Alman savcılar, Türkiye’de mukim savcılarla bir işbirliği geliştirirse, bu gerçek de ortaya çıkacaktır.
Hadi, savcılara biraz daha yardımcı olalım… Zamanında Deniz Feneri programının bir bölümünün çekildiği o ücra köylerden biri de Eskişehir’in Han ilçesine bağlı Başara Köyü. Programın çekildiği tarihte muhtar olan Hilmi Beyaz, Deniz Feneri görevlilerinin kendisine, "Yoksullara yardım yapacağız. Senin de tasdikin gerekli," dediklerini ve boş yardım makbuzlarına mühür bastırıp, imza attırdıklarını söyledi bana. Derneğin resmi olmayan Almanya şubesine ait bu makbuzlara daha sonra Alman Markı cinsinden nakit yardım miktarları yazıldı. Oysa Muhtar Hilmi Beyaz’ın ifadesine göre, köyde sadece iki kişiye, o da küçük miktarlarda yardım yapılmıştı. Alman savcılar pekala bu makbuzları alıp, Eskişehir’e bilirkişi yollayıp, yeminli tercümanlar aracılığıyla tanık ifadesi alabilir. Fena mı olur? Hem de iki derneğin bir programda nasıl buluştuklarını program yapımcılarına ve dernek yöneticilerine bir güzel sorabilirler… Güzel hareket olur! Yüzyılın iyilik hareketi ha!..

Savcıların işini biraz daha kolaylaştırıyorum…  Deniz Feneri programı çekimi yapılan Mardin merkeze bağlı Avcılar Köyü’nde o dönemde muhtarlık yapan Servet Sokan, "Köyümüze ‘Bu köyü kurtaracağız’ diye geldiler. Köye su getirme sözü verdiler. Aradan iki yıl geçti, suyu hâlâ hayvan sırtında taşıyoruz," diye anlattı vaziyeti. Deniz Feneri görevlilerinin köyde 3 milyar lira dağıtıldığını söylediklerini anlatan Servet Sokan, "Gerçekte dağıtılan paranın 1 milyar liradan bile az olduğunu tespit ettik," dedi.

Servet Sokan’ın anlatımıyla hadise şöyledir:
"Belki de kendi kayıtlarında, dağıtılan parayı daha da fazla göstermişlerdir. ‘Avrupa’daki dinine bağlı işadamlarından para getireceğiz, bu köyü kurtaracağız,’ diye geldiler, küçük koliler içinde makarna, mercimek, nohut dağıtıp gittiler. Kolilerin üzerinde sucuk, salam da yazıyordu ama içinden onlar bile çıkmadı. Köye su getirme sözü verdiler, programdan sonra Vali ilgilendi bir kuyu açtırdı, ama sonra öyle kaldı. Deniz Feneri’nden ise hiç kimse ne arayıp ne sordu. Hâlâ suyu 1.5 kilometre uzaktaki çeşmeden hayvan sırtında getiriyoruz."

Servet Sokan bana bunları anlattığında sene 2002’ydi. Zamanın ‘first lady’lerinden Berna Yılmaz, yani Mesut Yılmaz’ın eşi olan hanım da program aracılığıyla yardım sözü vermişti Mardin’deki o köye. Belki de yardımı yaptı ama o yardım köye ulaşmadı… Kim bilir?.. Belki bunu bize Berna Hanım açıklar…

Servet Sokan, programın o dönemdeki yapımcısı Uğur Arslan’a ulaşmaya, hatta Deniz Feneri’nin canlı yayınlarına bağlanmaya çalıştığını, ancak Uğur Arslan’ın telefonlarına dahi çıkmadığını da söyledi bana… Evet, ‘Karagümrük yanıyor’ falan gibi afili delikanlı pozlarıyla alemlere dalan Uğur Aslan her şeyi biliyor. Kendisine ‘yedirilmeyen’ o program vasıtasıyla dönen bütün dolapların tanığı… Çok delikanlı bir arkadaş ya, savcılar kendisini bir sorgulasın, neler anlatabileceğini bir görsünler… Öyle dizilerde delikanlılık, evlilik programlarında ‘sevimli sunuculuk’ yapmaya benziyor mu gerçek hayat, hep beraber biz de görelim…

Evet, Deniz Feneri Derneği kurucu üyesi Uğur Arslan çok şey biliyor! Hatta Uğur Arslan çok kritik bir isim. Kanal 7’de kendi halinde bir sunucu iken, 1996’nın ramazan ayında ‘Şehir ve Ramazan’ adlı bir programı İbrahim Uğurlu ile hazırlayıp sunmaya başladı. Yardıma muhtaçları gösteriyor, onlara yardım etmek isteyen hayırseverler buluyorlardı televizyon aracılığıyla. Deniz Feneri fikri böyle doğdu. Giderek daha acıklı manzaraların gösterildiği program, Deniz Feneri adını aldı ve ramazanı aşıp haftalık yayınlanmaya başladı. Su gibi yardım akıyordu. Elbette bunlar denetlenemiyordu. Kanal 7 yöneticileri, programa akan yardım değirmenini ‘ıslah etmeye’ karar verdi ve Deniz Feneri Derneği kurularak, işler Uğur Arslan’ın elinden alındı. Kurucu üyeler olarak Uğur Arslan, Nurettin Karataş, Nurettin Ertemel, Mahmut Sarıçiçek, Turgut Durmuş, Engin Yılmaz ve Mustafa Yılmaz’ın adı geçiyor. Bu isimler arasında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı İSMEK ihalesini daimi surette alan şirket(ler)in ortakları da var. Ne tesadüf! Milyonlarca dolarlık İSMEK ihaleleri, kiminizin malumudur, ancak tek şirketin girebildiği, esasen aranan koşulların tek şirkette bulunduğu, bir tuhaf ihaledir!.. Ne ilginçtir ki, Almanya’da kurulu Deniz Feneri e.V.’nin davasında adı geçen RTÜK Başkanı Zahid Akman da, bu İSMEK ihalesi alan şirket(ler)in ‘eski’ ortağıdır. RTÜK başkanlığından sonra bu ortaklıkları bırakıp ‘başka boyut’a geçmiş bulunmaktadır. (Zamanında bu enteresan ihale işini, ‘Ali Dibo’nun babası İstanbul’da görüldü’ başlığıyla Radikal’de yazmıştım.  Meraklıları için: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=190875)

Birbiriyle tamamen ‘alakasız’ Almanya Deniz Feneri ve Türkiye Deniz Feneri’nin yöneticileri, nedense aynı programda ve aynı ihalelerde ‘ortak’ olarak karşımıza çıkıveriyor. Eh, hem Alman mahkemeleri, hem de biz Türkiye’deki sakinler ahmağız ya, her “Alakamız yok,” diyene inanıyoruz!..

Neyse, biraz da maziye dönelim… 2002’de Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği Başkanı Yusuf Atalay’dı ve Kanal 7’nin Hukuk Müşaviri olarak görev yapmaktaydı! Bugünün başkanı, o günün Yönetim Kurulu Üyesi Engin Yılmaz Kanal 7 İnsan Kaynakları ve İdari İşler Daire Başkanı olarak vazifeliydi! Yine o dönem Yönetim Kurulu Üyesi Harun Kapıyoldaş, Kanal 7 Mali İşler Daire Başkanı olarak görev yapıyordu! Diğer bir Yönetim Kurulu Üyesi İbrahim Altan ise, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevini bırakıp dernek ‘yönetimi’ ile ilgilenmeye başlamıştı. Dernek Genel Müdürü olan Osman Acun ise, müteahhitlik işini bırakıp kendini ‘hayır işleri’ne vermişti...

Doğrusunu isterseniz, bu arkadaşlar, yani Deniz Feneri’ni yöneten isimler, basbayağı Kanal 7’yi de yönetiyordu! Harun Kapıyoldaş hâlâ Kanal 7 Mali İşler Daire Başkanı. Eski Başkan Yusuf Atalay hâlâ Kanal 7’nin Hukuk Müşaviri. Bugünkü Dernek Başkanı Engin Yılmaz, o günkü Kanal 7 İnsan Kaynakları ve İdari İşler Daire Başkanlığı görevini İlker Yılmaz’a –muhtemelen akrabası- devretmiş, derneğe bakıyor artık…

1996’da yayına başlayan program ve 1998’de kurulan dernek eliyle, işte bu adamların elinden milyonlarca dolar geçti. Belki de milyar dolar!.. Her programda zavallı insanların en trajik görüntülerini, yufka yürekli izleyicilerin gözüne gözüne soktular ve yaptıkları duygu sömürüsüyle devasa miktarda yardım topladılar. Ve Deniz Feneri Derneği, Bakanlar Kurulu kararıyla kamu yararına çalışan ve izin almadan yardım toplayabilen dernek yapılarak, üzerindeki denetim de kaldırıldı.

Evet, büyük kentlerin varoşlarından, yolların bittiği yerlerdeki köylere kadar pek çok mekandan yoksulluk görüntülerini ve iç parçalayıcı insan öykülerini ekrana aktaran program, izleyenlerini gözyaşına boğuyordu. Yurtdışında da izlenebilen ‘Deniz Feneri’ne, yoksullara ve zor durumdaki insanlara ulaştırılmak üzere yardım yağıyordu. Şimdi, hem Türkiye hem de Almanya’da kurulu bu derneklerden yoksul kişiler adına kesilen tüm ‘nakit yardım makbuzları’savcılar tarafından derhal incelemeye alınmalıdır. Özellikle ücra köylerde yapılan programlarda, köydeki kişilerin isimleri alınarak, adlarına sahte makbuzların düzenlenip düzenlenmediği titizlikle araştırılmalıdır. Ayrıca program esnasında vaat edilenlerin de sadece programda kaldığı dikkate alınarak, sponsorluk reklamları, “Yanlış, yanıltıcı ve rakibi sömürücü karşılaştırıcı reklamlar ile abartılı reklamlar,” olarak değerlendirilmeli, sponsorlara da, Reklamlar haksız rekabete yol açan halkı aldatıcı, yanıltıcı mesajlar içeremez; bu suretle tüketicinin çıkarlarına zarar veremez,” düzenlemesinden hareketle soruşturma açılmalıdır…
Yarattıkları sadaka toplumunun kaymağını yemek o kadar kolay olmamalı…

Bağımsız, dürüst, yürekli ve cesaretli olduğunu düşünen savcılara sesleniyorum. Size son bir tüyo daha vereceğim. Özellikle 2001-2002 dönemini iyi inceleyin. Çoğu Kanal 7’de de üst düzey yönetici olan Deniz Feneri Derneği yöneticileri, kendi yakınları ve personellerine de ‘yardıma muhtaç’ muamelesi yaparak para ve eşya aktardılar mı, lütfen araştırın. Örneğin, derneğin Genel Müdürü Osman Acun’un sekreteri Sema Kapıyoldaş’a –yönetici Harun Kapıyoldaş’ın nesi oluyordur acaba?-ve derneğin muhasebe şefi Mehmet Uygurer’e yoksul ve muhtaçlara bağış yapılmış gibi ‘bağış’ yapıldığını söyleseler, inanır mıydınız? 2002 Şubat ayında ise, Genel Müdür Acun’un yakını olan Mehmet Memük adlı şahısın evi dernek tarafından döşendi deseler, ne derdiniz?.. Değerli savcılar, birazcık araştırmayla, bunlara benzer dünya kadar örnek bulabilirsiniz…
Ha, AKP’nin yayın organı gibi görev yapan televizyon kanalına, dünürlü gazeteye bu kadar içli dışlı oldukları dernekten ve yöneticilerinden para aktarıldı mı, aktarılmadı mı, Tayyip Erdoğan paraları bizzat elledi mi, ellemedi mi, o konular tamamen sizin araştırmalarınızla aydınlanacaktır. Hesaplar dökülsün ortaya da, hepimiz aydınlanalım…
Benden bu kadar!..

HAKAN GÜLSEVEN

(Bu yazı 2008'de kaleme alınmıştır!..)

Az Söylemişsiniz, Aslında Biz Sosyalistler Daha Neler Yapmıştık!


 
* Karşımda oturan güleryüzlü ve tatlı kadının başına gelen felaketi anlatmak için kara mizahtan başka aleti edevatı yok. Kullanıyor, pek de başarılı. ‘İyi ki’ diyor, ‘Afili bir gecelikle değil de pijamayla yatmışım. Yoksa sabah 5’te kapımıza dayanan polisleri layıkıyla karşılayamazdım...’ Kadın Gülfer Akkaya, Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyesi ve Devrimci Karargah davası tutuklusu Tuncay Yılmaz’ın sevgilisi.

* 21 Eylül 2010 saat 5’te polisler (TÖP) ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) üyeleri, Red Dergisi, Bilim ve Gelecek dergisi çalışanlarının da aralarında bulunduğu 17 kişinin evi eşzamanlı olarak bastı. Hepsi tutuklandı. Tuncay Yılmaz elleri kelepçeli vaziyette mahallelinin önünde bekletildikten sonra götürülürken ardında bıraktığı Gülfer’e ‘Meraklanma bir-iki güne dönerim’ demişti. 11 ay oldu, Tekirdağ 1 Nolu F tip Cezaevi’nde. 


* İlginç bir olay... Tuncay Yılmaz götürüldükten sonra polis 1-2 saat kadar evde kalmış. Gülfer ise yaklaşık 5 saattir talep ettiği ‘avukatını arama’ hakkını kullanmak konusunda diretiyor. Fakat telefonlara el konulduğu için bu haklı talebine karşılık bulamıyor. Sonunda telefonuna ulaştığında herkesi arayabiliyor, bir tek avukat düşmüyor. Hayret bir şey! Sonunda anlaşılıyor ki, avukatın kayıtlı numarası değişmiş. Her rakamın arasına # işareti konmuş. E düşmez tabii o numara! 


* Başka ilginç olaylar silsilesi... İnsan diyor ki, doğal olarak, yeri yurdu belli olan ama bu biçimde gözaltına alınıp sonra tutuklanan bu insanlar acaba neyle suçlanıyor? Devrimci Karargah adı verilen bu örgütle acaba nasıl bir bağlantıları var? Bu noktada sanık ifadelerine başvurmak ve sizlere oradan alıntılar yapmak isterdim ama 11 aydır tutuklu bulunan bu kişiler henüz tek kelime savunma yapamadı. O bakımdan şey... Yani zor. 


* 140 sayfalık iddianameye baktığımda, örneğin Tuncay Yılmaz’ın Devrimci Karargah üyesi olduğuna dair tek somut delilin 19 siyasi parti ve platformun Orhan Yılmazkaya’nın infazını protesto ettiği bir basın toplantısına katılması ve orada konuşması olduğunu gördüm. Ha tabii onun dışında 2 yıl süren teknik takip sonucu Yılmaz’ın TEKEL işçilerinin direnişine destek verdiği sırada Mahir Sayın’la yaptığı ‘Neredesin?’ ‘Maydonoz’da’ ‘Ha öyle mi’ ‘He burası Devrimci Karargah gibi’ şeklindeki esprili konuşmasının şifreli kabul edilmesi gibi küçük detaylar var. Maydonoz dediği, Maydonoz Cafe’dir. Belirteyim. Devrimci Karargah lafı da solcular toplanmış manasında bir espri. Ayrıca belirteyim. 


* İnsan yine mantıken soruyor, ne var 10 bin sayfalık dava dosyasında öyleyse? Valla şöyle: Tutuklu kişilerin 1 Mayıs, nükleer santral ve HES’lere karşı yapılan mitinglere, 12 yaşında bir havan mermisiyle paramparça olan Ceylan Önkol’a, 12 Eylül askeri darbesinde idam edilen Necdet Adalı’ya ilişkin anmalara katılmış olduğunu gösteren dokümanlar. 


* Tuncay Yılmaz cezaevinden yazdığı mektupta ‘yetmez ama evet’ diyor bir bakıma. Evet biz bunlara katıldık ama az söylemişsiniz, dahası var: ‘Ben sadece dosyada belirtilen bu eylem ve etkinliklere değil, gençlerin “parasız, bilimsel, anadilde eğitim” için yaptıkları açıklamalara, homofobiye karşı yürüyen eşcinsellerle “Onur Haftası” yürüyüşlerine, Davutpaşa’da, Tuzla’da yaşanan iş cinayetlerine karşı yapılan mitinglere, Madımak Oteli’nin Utanç Müzesi olması için düzenlenen 2 Temmuz etkinliklerine, Kürt sorununun demokratik çözümü için yapılan gösterilere katıldım, feministlerin kadın kurtuluşu için düzenledikleri faaliyetleri de destekledim.’ 


* Hikayeyi buraya kadar anlattığım bir arkadaşım, ‘Olur mu canım, saçmalama’ dedi, ‘İddianamede başka şeyler de vardır...’ Ben sayayım başka neler var diye de saçmalayan kişi ben olmayayım: SDP’nin Devrimci Karargah örgütüyla ilişkisine kanıt olarak gösterilen dijital dokümanlar arasında SDP İstanbul il örgütünde bulunan 1982’de ölen devrimci Mustafa Asım Hayrullahoğlu ile ilgili video görüntüleri, Dev-Lis tarafından Denizli’de yapılan Kızıldere anmasında çekilen fotoğraflar, Deniz Gezmiş anmasında çekilen fotoğraflar, 1 Mayıs 2008 ve 1 Mayıs 1977’ye dair görüntüler. Mahir Sayın’ın örgüt üyesi olduğunun dijital kanıtı ise 2010 yılı Şubat ayında Ankara’da TEKEL işçileri ile dayanışma amacıyla gerçekleştirilen mitingdeki görüntüleri. 


* Her çarşamba sevdiği adamı görmek için binbir engel atlayan Gülfer anlatıyor: ‘Ölümü gösterip sıtmaya alıştırmak buymuş meğer. Hiçbir tutuklu yakınına haber vermeden Tuncayları bir anda Tekirdağ Cezaevi’ne naklettiler. Silivri iyiydi, iki otobüs bileti atıp gidiyorduk. Şimdi ne badireler, ne yollar...’ 


* Latince bir deyim olarak Modus Operandi’den bahsetmek isterim. Bir kişinin ya da kurumun, çalışma, işlev görme alışkanlığı... Ne idüğü belirsiz ‘onurlu’ bir ihbar mektubuyla başlayan gözaltılar, sanıklardan önce basına sızdırılan ‘dijital deliller’, medeni bir hukuk devletinde şaka olarak bile kabul görmeyecek deliller ve telefon konuşma kayıtları ve sonsuzluğa uzanan tutukluluk süreleri Balyoz, Askeri Casusluk, KCK, Devrimci Karargah davalarının ve en son şike operasyonunun ortak noktasıdır. Yani aynı Modus Operandi. Öyleyse... 


* Madem ki bu Türkiye yenisidir, Kafka’nın değil, gerçekten tüm milletin kaleminden çıksın diyorum ben. Çıksın ki bu ‘Dava’lar sonunda, bir sabah bir ‘Böcek’ olarak uyanmayalım. Hep beraber, top yekün. 


* NOT 1: Devrimci Karargah’ın ikinci ve belki de ilk gerçek duruşması 11-12 Ağustos’ta görülecek. Ülkenin demokrat insanları bu dava için ‘maydonoz’da değil, Beşiktaş Adliyesi’nde buluşsun. Saat 10.00’da. 


* NOT 2: Devrimci Karargah davasının detaylarına inmek isteyenlere İsmail Saymaz’ın ‘Hanefi Yoldaş’ adlı kitabını şiddetle öneririm.

Devrimci Karargah Davası: Duruşma Salonunda İzdiham



Sosyalist siyasetçilerin yargılandığı Devrimci Karargâh davası görüldü. Davanın eski Emniyet Müdürü Hanifi Avcı'nın dosyasıyla birleştirilmesini "provokasyon" olarak nitelendiren ana dava sanıkları, "bir sonraki duruşmaya kadar Avcı'nın dosyasının kendi dosyalarından ayrılmaması halinde yaşanacaklardan mahkeme heyeti ve devletin sorumlu olacağı" uyarısında bulundu.

Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı Rıdvan Turan ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) Sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu'nun da aralarında bulunduğu sosyalist siyasetçilerin, "işkenceci polis şefi" olarak bilinen eski Emniyet Müdürü Hanifi Avcı ile birlikte Devrimci Karargâh üyesi oldukları iddiasıyla yargılandıkları davanın, "Selimiye Kışlası'na yönelik havan topu saldırısı", "AKP İstanbul İl Merkezi'ne yönelik bombalı paket gönderilmesi" ve "Bostancı'daki çatışma" ile ilgili açılan 1. Devrimci Karargâh ana davasıyla birleştirilmesinden sonra ilk duruşma görüldü. Birleştirme kararından sonra sanık sayısı 20'si tutuklu 57 kişiye yükselirken, İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davaya tutuklu sanıkların tümü katıldı. Davaya gösterilen ilgi nedeniyle sosyalist siyasetçileri desteklemek üzere adliyeye gelen insanların büyük bir bölümü duruşma salonuna giremedi. Sanık sandalyelerinde ise, davanın diğer sanıklarından ayrı olarak en arka sıraya götürülen Hanefi Avcı'nın yanına güvenlik amacıyla iki jandarma eri oturtuldu. 


Duruşma sosyalist siyasetçilerin avukatlarından Ercan Kanar'ın iddianamede suç delili olarak yansıtılan "Lice'de havan mermisi ile yaşamını yitiren 14 yaşındaki Ceylan Önkol için İstanbul'da çok sayıda aydın ve sanatçının katılımıyla düzenlenen yürüyüşe katılmaları, Ahmet Türk'e yapılan yumruklu saldırıyı protesto etmek, 2010 Ağustos ayında İstanbul'da yapılan İMF-Dünya Bankası toplantılarını protesto eden gösterilerde bulunmak" gibi demokratik eylemselliklerin çıkarılmasını talep etmesiyle başladı. Kanar'ın bu talepleri mahkeme heyeti tarafından duruşmanın başında reddedildi. 


'Avcı cemaatin bir dönem kullanıp, önümüze attığı işkenceci polis'


Ret kararının ardından duruşma ana dava sanıklarından Fatih Aydın'ın savunmasıyla devam etti. Savunmasında, devletin Kürt halkını ve siyasetçilerini KCK davası ile içeride tuttuğu gibi, yasal alanda faaliyet yürüten SDP ve TÖP yöneticileri ile diğer sosyalistleri de "Devrimci Karargâh" ile ilişkilendirilmeye çalıştığını dile getiren Aydın, bu şekilde toplumsal muhalefetin illegalize edilmesinin amaçlandığını söyledi. Hanefi Avcı ile aynı sanık sıralarında yargılanmalarına da değinen Aydın, "Bir taşta iki kuş vurmaya çalışan devlet, uyduruk itirafçılar, gizli tanıklarla ve Ergenekon yapılarıyla ilişkili olduğu iddiasıyla kendi örgütümüzü kirletmeye çalışıyor" dedi. Avcı için "Cemaatin bir dönem kullanıp, önümüze attığı işkenceci polis" tanımlamasında bulunan Aydın, devletin kendi iç hesaplaşmaları sonucu bir işkenceciyi önlerine atmasının provokasyon amaçlı olduğunu kaydetti. Bu provokasyona gelmeyeceklerini ifade eden Aydın, Avcı'nın dosyasının kendi davalarından ayrılmasını istedi. Aydın, "Bir dahaki duruşmaya kadar Avcı'nın dosyası ayrılmazsa yaşanacaklardan mahkeme heyeti ve devlet sorumlu olacaktır" uyarısında bulundu.


'Avcı ile yargılanmak ağır bir hakarettir'


Karargâh davasının "ideolojik bir kapışma" davası haline getirildiğini söyleyen yine ana dava sanıklarından Cemal Bozkurt ise, davada üç taraf olduğunu söyleyerek, bunları şöyle sıraladı: "1- Devrimci Karargâh üyeleri, 2- Uyduruk iddialarla mağdur edilen sosyalist siyasetçiler, 3- Sosyalistleri kirletmeye çalışan devlet cenahı." Kendilerinin Avcı ile yargılanmasını ağır bir hakaret ve küfür olduğunu söyleyen Bozkurt, mahkeme heyetine "Eğer biz Avcı ile özdeş isek, neden iki jandarma ile koruyorsunuz" diye sordu. Bu duruşmanın haricinde Avcı ile bir daha aynı zeminde olmayacaklarını açıklayan Bozkurt, "Sosyalist siyasetçilerin mağduriyetinin giderilmesi için bu uygulamaya son kez göz yumuyoruz. Aksi halde olacaklardan basın emekçileri yoluyla devletin ve mahkemenin sorumlu olacağını devrimci kamuoyuna duyuruyoruz" dedi.


'Nihayet savunma hakkını kullanabildim'


Ana dava sanıklarından Aydın ve Bozkurt'un savunmalarının ardından birleştirilen dava sanıklarından Orhan Yılmazkaya'nın yaşamını yitirdiği evde kendisine ait parmak izlerinin olduğu iddiasından tutuklu bulunan Bilim ve Gelecek Dergisi Editörü Osman Baha Okay'ın savunmasına geçildi. Sözlerine 11 ayın sonunda nihayet hakkındaki suçlamalara karşı savunma hakkını kullanabildiğini belirterek başlayan Okay, mesleği gereği geniş bir ilişki çevresi olduğunu ve bunların hepsinin açık ve aleni olduğunu kaydetti. Devrimci Karargâh ile ilişkisinin söz konusu olmadığını dile getiren Okay, hakkında öne sürülen suçlamaları reddetti. Mahkeme heyeti, Okay'ın savunmasından sonra duruşmaya ara verdi.


Beşiktaş'taki İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Devrimci Karargâh davası duruşması, sanıklardan Bilim ve Gelecek Dergisi editörü Osman Baha Okay'ın savunmasının ardından verilen aradan sonra devam etti. Duruşmada savunma yapan Toplumsal Özgürlükler Platformu (TÖP ) Üyesi Semih Aydın, hazırlanan iddianamede eski bir itirafçı tarafından hakkında öne sürülen iddiaların iftira olduğunu belirterek, tüm siyasi faaliyetlerini TÖP bünyesinde yürüttüğünü, bu yapının dışında hiçbir siyasi yapıyla ilişkisi olmadığını ifade etti. Aydın, PKK kamplarında eğitim gördüğüne dönük iddiaların gerçeği yansıtmadığını dile getirerek, o tarihlerde Bursa'da bulunduğunu, hatta aynı tarihlerde hakkında açılan bir başka davadan dolayı yargılandığını söyledi. 


Aydın'ın ardından Demokratik Dönüşüm dergisi editörü Hakan Soytemiz savunma yaptı. İddianamede üzerine atılı suçlamaları kabul etmediğini ifade eden Soytemiz, çalıştığı derginin polis tarafından "örgüt dergisi" gibi yansıtıldığını, bu suçlama üzerinden de kendisinin "Devrimci Karargâh" üyesi gibi gösterildiğini söyledi. Sanıklardan Ulaş Erdoğan'ın daha önceki duruşmalarda "İşkence sonucu belgeler imzalatıldı, ifade vermedim" diyerek kendisi hakkında söylediği ileri sürülen ifadeleri yalanladığını söyleyen Soytemiz, Erdoğan'ın ifade verdiği tarihte kendisinin Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi'nde tutuklu olduğunu söyledi. Soytemiz'in bu beyanının ardından avukatı, söz konusu iddiaların mahkeme huzurunda bulunan Erdoğan'a sorulmasını istedi. Bunun üzerine Erdoğan daha önceki duruşmalarda da sarf ettiği, "Emniyete verdiği hiçbir ifadesinin olmadığını, akşamüzeri gözaltına alınmasına rağmen, Emniyete gece saat 01.00'da götürüldüğünü, geçen süre içerisinde işkence gördüğünü ve kendine belgeler imzalatıldığını" şeklindeki beyanlarını tekrarladı.


Aydın ve Soytemiz'in ardından TÖP Sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu'nun hakkındaki suçlamalara karşı savunması alındı. Savunmasında TÖP'ün siyasi var oluş nedenlerini anlattığı 27 sayfalık bir metni mahkemeye sunan Kayserilioğlu, "TÖP'ün değişen dünya koşularında yeni sosyalizm üzerinden şekillenen bir siyasi yapı olduğunu ve kendilerinin yasalar çerçevesinde bir siyasi parti kurma girişimlerinde bulunduğunu" söyledi. Kayserilioğlu, 35 yılı aşkın süredir sosyalist siyaseti sürdüren bir insan olarak bilinmekle birlikte, burada görüşlerini sadece iddianamede yazılı olduğu kadarıyla öğrendiğini ve öğrendiği kadarıyla da siyasi tarzlarına karşı çıktığı bir örgüt hakkında yargılandığını ifade etti. Kayserilioğlu, "Ben kendi düşüncelerimden dolayı, kendi siyasi faaliyetlerimden dolayı yargılanmak isterdim. Hakkımızda hazırlanan iddianame emniyetin bir fezlekesidir. Polis sosyalist görünce, silah kullanacağını düşünüyor ve buna göre de kimi örgütlerle sosyalistleri ilişkilendiriyor" dedi. Kayserilioğlu, ilişkisi olduğu öne sürülen Ulaş Erdoğan'ı tanımadığını ve kendisine Karargâh üyesi bir kişinin mail adresini vermediğini de sözlerine ekledi. Kayserilioğlu'nun bir saati aşkın süren savunması nedeniyle mahkeme heyeti Kayserilioğlu'na savunmasını kısa kesmesini istedi. Mahkeme heyetinden gelen bu müdahaleye Kayserilioğlu'nun "Eğer ikna olduysanız ben şimdi de bitirebilirim" şeklinde cevap vermesi salonda gülüşmelere yol açtı.


Kayserilioğlu'nun savunmasının ardından duruşma yarına ertelendi. Yarınki duruşmada ise, SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan ve eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ile diğer sanıkların savunmalarının alınacak.
 
 
İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya Hanefi Avcı’nın da aralarında olduğu 20 tutuklu sanık ile bazı tutuksuz sanıklar katıldı. Hanefi Avcı’nın eşi Şenay Avcı ise, raporlu olduğu için duruşmaya gelmedi. Hanefi Avcı ise sanıklara ayrılan bölümde en arka köşede oturdu ve diğer sanıklarla arasında bir askerin durması dikkat çekti.

DURUŞMA KAPISI YUMRUKLANDI


Duruşmanın 13.00’te başlayacağının bildirilmesine rağmen 45 dakika geç başlamasına, duruşma için bekleyenler tepki gösterdi. Bazı sanık yakınları bekletilmeyi alkışlarla protesto ederken bazıları da duruşma salonunun kapısını yumrukladı ve tekmeledi. 


DURUŞMA SALONUNA GİRİŞTE İZDİHAM YAŞANDI


Mahkeme salonuna sanık yakınları 13.45’te alınmaya başladı. Ancak salona girişte izdiham yaşandı. Duruşma mübaşirinin önce avukatların salona alınacağını bildirmesi üzerine bazı sanık yakınları buna tepki gösterdi. Salonun yetersiz olması nedeniyle tüm sanık yakınlarının içeri alınmayacağının belirtilmesinin ardından bazı sanık yakınları da bağırarak salonun kapısındaki polise ve mübaşire tepki gösterdi. Avukatlarının salona alınmasının ardından polisin bazı yabancı gazetecileri içeri alması üzerine, adliyede görevli gazeteciler de salona girmek istedi. Ancak polis önce gazetecileri ‘yer yok’ gerekçesiyle almak istemedi. Daha sonra yabancı gazetecilerin alınmasının ardından adliyede görevli gazeteciler içeri alındı. 


AVUKAT KANAR: YARGILANMANIN KİRLERDEN ARINMASI İÇİN... 


Duruşmada ilk olarak sanık avukatlarından Ercan Kanar söz aldı. Salondaki 25 avukat adına konuştuğunu belirten Kanar, “Yargılamanın kirlerden arınması için taleplerimiz var" diyerek
İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Hanefi Avcı’nın sanıkları arasında olduğu dava ise ana Devrimci Karargah davasını birleştirmesi kararını eleştirdi. Dosyadaki bazı delillerin hukuka aykırı olarak elde edildiğini belirten Kanar, savunmalar alınmadan önce bu delillerin dosyadan çıkarılmasını istedi.

AVUKAT UÇARCI: HUKUKA AYKIRI DELİLLER DOSYADAN ÇIKARILSIN 


Daha sonra söz alan Hanefi Avcı’nın avukatı Refik Ali Uçarcı, yasadışı delillerin dosyadan çıkarılmasını isteyerek, “Müvekkilimin aramadan 28 gün önce boşalttığı işyerinde kasetler çıktı. Bunlar hukuka aykırı delildir. Müvekkilimin 3 ruhsatlı silahı, iddianamede ruhsatsız olarak gösterildiö dedi. Mahkeme ise avukatların bu taleplerini reddetti. 


MİLLETVEKİLLERİ İZLEDİ


Öte yandan duruşmayı eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan, milletvekilleri 
Sebahat Tuncel, Akın Birdal,Ertuğrul Kürkçü de izledi. Duruşmayı izlemeye gelen Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ise salona kalabalıktan giremediği için adliyeden ayrıldı. 

MAHKEME ÖNCESİ EYLEM

Barbaros Parkında bir araya gelen ve aralarında milletvekillerinin de bulunduğu bir grup, basın açıklaması yaptı. Aralarında Mersin Bağımsız Milletvekili Ertuğrul Kürkçü,İstanbul Bağımsız Milletvekilleri Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel ile eski BDP milletvekili Akın Birdal’ın da bulunduğu bir grup, dava kapsamında tutuklanan bazı sanıkların fotoğraflarının bulunduğu ve üzerinde "Sıra kimde" yazılı afişin arkasında toplanarak davayı protesto eden çeşitli slogan attı.

BASIN AÇIKLAMASINI AKIN BİRDAL OKUDU 

Burada grup adına basın açıklamasını okuyan Akın Birdal, Devrimci Karargah örgütüne yönelik yapıldığı iddia edilen bu operasyon sonucunda siyasi parti ve platformlarda demokratik ve meşru siyaset yapan arkadaşlarının hiçbir ilişkileri olmadığı halde örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklandıklarını söyledi. Mersin Bağımsız Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de 6 milletvekilinin hapiste olan bir blokun henüz yemin etmemiş milletvekili olarak bu mahkemede yargılananlarla dayanışma içinde olduklarını ifade etti.

Kürkçü, 
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmüş en irrasyonel davayla karşı karşı olduklarını belirterek, "Hayatlarında ve düşüncelerinde hiç bir zaman ait olmamış bir davaya bağlıymış gibi gösterilerek tamamen sahte saçma ve yalan iddialarla bir yıla yakın bir zamandır arkadaşlarımız hapiste tutuluyor" dedi.

İstanbul
 Bağımsız Milletvekili Sebahat Tuncel de dünDiyarbakır’da KCK davasını izlediğini anlatarak, Diyarbakır’da sergilenen tiyatronun aynısının burada da sergilendiğini öne sürdü. Grupta bulunan vekiller basın açıklamasının ardından davanın görüleceği Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi önüne gelerek davanın başlamasını beklediler. Eylem için gelen gençler ise Beşiktaş Meydanı’nda beklemeye devam ediyor.(dha)