12 Ağustos 2011 Cuma

Bir 'Terörist'in İnsan Yüzü


Hücreye atıldığım zaman, öğleden sonraydı. Ayak bileğim sızlıyordu. Alışkın olanların tavrıyla, İl Jandarma Alay Komutanlığı’nın altındaki zifiri karanlık tecrit hücresinden boşluğa seslendim. İki ayrı ses yanıt verdi. Biri, tam karşımdaki hücreden Özgür’dü. Diğer ses uzaktan geliyordu; Okan’ın sesiydi. “Hocam,” diyordu, “Bana lüks daire verdiler, yataklı yerdeyim!” 18 Mart 1993 günüydü. O gece Ankara’ya kar yağdı ve üstüm çok zayıftı; kar bodrumun açık mazgallarından içeri doluyordu. Battaniye istedim, olmaz dediler. Donuyordum. Slogan atmaya başladım. Sonunda bir er getirip attı bir battaniye.

Betonun üzerindeki ilk gece hep zor geçer. Bayılır gibi uyursun sabaha karşı. Uykuya dalalı belki iki saat olmuştu ki, hücrenin kapısı açıldı. Bir rütbeli var kapıda. “İfade verecek misin?” diye sordu. “Yok!” dedim. “Battaniyeyi ver,” dedi. “Vermiyorum!” Daldılar hücreye. Ezildim. Elimden battaniye gitmişti. O kadar soğuk ki!.. Tekrar slogana başladım, üzerime kapanan kapıyı tekmeliyorum. Özgür bağırıyor, derinlerden Okan bağırıyor... Hücreleri bastılar bir alay jandarmayla. Kapı açıldı, bir yığın yığıldı üzerime, ellerim arkadan zincirlendi, ayaklarım birbirine zincirlendi, ağzıma paçavralar tıkıldı, alelacele kesilmiş bir çarşafla gem vurdular ağzıma. Çifte atmaya çalışıyorum. Arkadan zincirlenmiş kollarımı havaya kaldırdılar, kaburgalarım ciğerlerimi patlatacak…

Bir taburenin üzerinde, gözlerim bağlı, sırtım, kafam, duvara yaslı, ayılmaya başlamışım, karşıdan gözbağımı bile delen geçen bir ışık, adresimi soruyorlar. Ayıldım: “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok!” Tehditkar ve alaycı bir ses, “İşler değişik koçum,” diyor, “Biz adamı konuştururuz. Üzerimizde üniforma yok,” JİTEM’in adını bilirdik biz sadece… Sonra ağzımı yine paçavra doldurup gem vurdular, hücreye yolladılar. Hücrede uğraştım, omzumla gemi gevşetip boynuma indirdim, paçavraları ağzımdan çıkardım. Okan, sloganlara katılmış olmanın cezasını görmüş meğer, yataklı tecrit bölmesinden benim yan hücreye atmışlar onu da. Nasıl sevinçliydi! “Ulan,” diyor, “Bizi niye Hilton’a koymuştu ki herifler? Rahatladım şimdi.”



Okan öyle bir adamdı ki, hücrenin bile rahatında kalmak ona batardı. Sussa yataklı ‘tecrit’te kalacaktı, oysa o karanlık beton hücrede bile olsa bizim yanımıza atıldığı için sevinç duydu!.. Ne yalan söyleyeyim, onun yan hücreme gelmesi bana ayrı bir kuvvet vermişti. Neyse ‘muamele’ler bitti, ifade vermedik, son birkaç gün ‘nadas’a çekildik; üç ranza bulunan ‘tecrit’e alındık. Hilton!
Okan’la dalmadığımız muhabbet kalmadı. Nasıl iyi bir adamdı. Hani sahte gülmeler vardır ya, onda sahtenin ‘s’si yoktu; Okan bir güldü mü, tüm çehresiyle gülüyordu. Samimiyet bıyıklarından sarkıyordu… Fikirlerimiz uzak, ayrı düşünüyoruz ama arkadaş olduk işte. Dışarıda bizi birbirimizden ayıran şeylerin, içeride sırt sırta vermemize engel olmadığını anlamanın keyfiyle, iki genç adam olarak konuşuyoruz.

Yalnız, açız be arkadaş, girdiğimizden beri açlık grevindeyiz! Çıkınca ilk iş bir mercimek çorbası içeceğiz. Birden yüklenmek yok, iki saat bekleyeceğiz, sonra birer buçuk İskender söyleriz!” Projeye bakın!

Mahkemeden serbest bırakıldık. Leş gibiyiz. 11 gündür içerideyiz. Ayıptır söylemesi, paramız yok. Bozukları birleştirdik, Sakarya Caddesi’nde ucuzcu bir lokantada mercimek çorbalarını içtik. Güvenpark’tan minibüse bindik ve leş gibi üstümüzle ODTÜ’ye gittik. Birkaç arkadaşı gördük, çıktığımızı haber verdik. Sonra, Kimya Bölümü’nün oradan gelen Berna’yı gördük, koşup Okan’ın boynuna atladı. Hani içinden ‘aşk budur’ diye karikatürler çıkan bir sakız vardı ya… Bir kadın, 11 gün yıkanmayan bir adama böyle sarılıyorsa, aşk odur işte!

Ölüm oruçlarına rağmen

Berna Çankaya kaymakamının kızıydı. Okan’la tanışmış, solcu olmuştu. Biraz ‘sekter’di! Ne kavgalar etmiştik. Ama o gün, bir daha unutamayacağım gülüşüyle, bizim İskender projesini dinlemiş, kolumuzdan tuttuğu gibi servise bindirmiş, Tunus Caddesi’ndeki Mutlu Kebap’a götürmüş ve birer buçuk İskender’i ısmarlamıştı!

Ertesi gün, ODTÜ’de eylem vardı. Ortalık karıştı. Alay komutanlığından bir albayın kafasına taş geldi; şapkasının yerde yuvarlandığını hatırlıyorum. Elinde megafon, “O Hakan’la Okan’ın anasını s..n!” diye emir verdiğini hatırlıyorum… Yakalayamadılar…

Okan’la ayrı düşünüyorduk, ayrı ekiplerdeydik ama aramızda arkadaşlık bağı oluşmuştu. Her fırsatta oturup sohbet ediyorduk. Sonra, veda gibi bir konuşmanın ardından, Okan okuldan çekildi. Biliyordum, kendince daha ciddi işler yapacaktı. Haber çok gecikmedi. Operasyon gelmişti. Berna’nın babasına tahsis edilen kaymakamlık lojmanına yerleşmişler, operasyonda buradan ‘örgütsel doküman’ çıkmış, topu birden ‘çok tehlikeli örgüt’ statüsünden cezaevine atılmıştı. Aslında işin kara mizah bir yanı da vardı; belki de ilk defa bir kaymakamlık lojmanı ‘örgüt evi’ yapılıyordu; makam aracı da bizimkilerin elindeydi! Çok ceza yediler, çok yattılar. 1996 yılında cezaevlerinde Ölüm Oruçları başladığında, Okan ilk postadaydı. Birlikte hücrede kalırken, onuncu günde tansiyonu düştüğü için hastaneye götürülen arkadaşım, 60’lı günlerindeydi. Eski ODTÜ’lü arkadaşlarla buluşup, ne yapacağımızı konuşmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu elimizden. Okan, o ölüm oruçlarında ölmemişti ama!

Sonra gene yıllar geçti, ‘F tipi’ hikayesi gündeme geldi. Bu sefer Berna ilk postadaydı. İş çözümlenecek gibi durmuyordu. İkinci posta, derken üçüncü posta ölüm orucuna başladı. Aralarında Okan da vardı. Çanakkale Cezaevi’nde, eylemin sözcülerinden biri Okan’dı. Biz dışarıda, ölümü geciktirecek B1 vitaminlerinden toplamaya başladık…

‘Hayata Dönüş’ diye dozerlerle girdikleri cezaeviydi Çanakkale Cezaevi. Okan da, Berna da orada! Berna komaya girdi daha sonra. Hastanede. Okan, öğrendik ki, Trakya’da başka bir cezaevinde, yine ODTÜ’den arkadaşımız, Grup Yorum elemanı İhsan Cibelik’le aynı hücreye atılmış. İki inatçı aynı koğuşta!
Berna komadan çıktı. Bir gün telefonum çaldı. O arıyordu. Buluştuk. Saçları dökülmüştü, çok zayıftı. İnsanlar böyle şeyleri az yaşar. Bana açlık grevinden sonra İskender ısmarlamış olan kız, şimdi karşımda tüm yüreği ve fakat tükenmiş bedeniyle duruyordu; ben gülümsemeye çalışarak ona Okan’ı soruyordum. Saçma bir durumdu. Birbirini anlamayan insanların durumu… O, Çanakkale Cezaevi’ndeki direnişi anlatmaya koyuldu. Atılan gazları, kendilerini korumak için kullandıkları sirkeleri… Yüzüne baktım, anladı, birbirimize sarıldık…

Sonra, Berna canlandı, saçları çıkmaya başladığında yurtdışına çıkmıştı. Bana cezaevinden yazan Okan ise, Vernicke-Korsakof Sendromu tanısıyla salıverildi. Çıktıktan kısa süre sonra aradı. Buluştuk. Yürüyemiyordu. İskelet gibiydi o da. İlk buluşmamızdan sonra, ağladığımı hatırlıyorum. Sonra toparlandı. Sık sık buluşmaya, saatlerce konuşmaya başladık. Yine bir buluşmamızda, “Hocam,” demişti, “Bir sol sosyete var ya ‘aydınlar’ diye, aslında bu çevreye girsek, bizi taciz etmeleri zorlaşır, değil mi?” “Seni o çevreye almazlar Okan,” dedim, “Sen ‘sosyetik’ misin?” Durdu, gülümsedi, “Doğru ya,” dedi, “Doku uyuşmaz!..”

‘Yüzünden belli iyi çocuk’

Sonra bizim eve gittik. Annem babam evdeydi. “Ne iş yapıyorsun evladım?” sorusuna, nasihatler başlamasın diye, “Gazeteci arkadaşım,” diye tanıtarak ben cevap verdim. Hiç unutmuyorum, bir şeyler yedik, bir ara annem, “İyi insan yüzünden belli olur, hep böyle iyi insanlarla ahbaplık etsene,” dedi. Sonra Okan’a dönüp, “Evladım çok üzdü bizi bu, hep başını belaya soktu,” diye izah etti durumu. Gülmekten yerlere yuvarlanacaktık. Anne her yaşta anneydi ve Okan’ın da iyilerin iyisi bir annesi vardı; o benim annemden çok daha fazla üzülmüştü…

Başka bir buluşmamızda, Almanya’ya, Berna’nın yanına çıkacağını söyledi. Gitti. Almanya’dan geldiğinde aradı, Mis Sokak’ta bir kahvede oturduk. Uzun uzun konuştuk, ortak tanıdıklarımızdan havadislerle masum dedikodular yaptık, güldük. Ayrılırken, “Geldikçe ara,” dedim. E-posta aracılığıyla haberleşecektik…

Birkaç ay geçmişti, güzel bir Haziran gününün ardından, evin balkonunda oturmuş, ahbaplarla sohbet ediyordum. Telefonum çaldı. Karşımdaki ses, “Okanların öldürüldüğü doğru mu?” diye soruyordu. “Okan Almanya’da kardeşim!” diye çıkıştım, “Ne diyorsun sen?” Karşımdaki ses, “Tunceli’de operasyon…” dedi, “Okan,” dedi, “Berna…” dedi. Kapadım telefonu. O an nasıl becerdiysem, bir telefon trafiğinin ardından Tunceli’de öldürülen 17 devrimcinin naaşlarının bulunduğu yerde bekleyen genç bir kadına ulaştım. Okan’ın öldürüldüğüne o an inandım. 

Almanya’dan bir toplantı için gelmişlerdi; Ovacık civarındaki Mercan Vadisi’nde başka yerlerden gelen yoldaşlarıyla buluşmuşlardı. Toplantı anında üzerlerine bombalar yağmaya başlamıştı…

İhbar gelmiş!.. Devlet de gidip bombalamış!..
Aslında bu devletin en iyi yaptığı şey, ‘ihbarları değerlendirmek’ ve ‘öldürmek’.

Depremlerde gördük. Bu devletin ‘yaşatma’ diye bir kudreti yok; tüm bir kudreti öldürmek üzerine kurulu. Okan da, devletin resmi kayıtlarına, ‘Maoist Komünist Parti lideri, ölü ele geçirilen terörist’ olarak yazıldı. Sorgusuz, sualsiz katledilmeyi hak edenlerden biriydi o devlete göre.

Oysa Okan, onunla tanışma şansı bulmuş ODTÜ’lülerin, dostlarının yüreklerine kantinde ya da çimenlerin üzerinde çaldığı bağlamasıyla, coşkulu türküleriyle, toplantılarda yaptığı ağırbaşlı konuşmalarla, iyi yürekli, yüce gönüllü, can bir dost olarak kazındı. Bu düzen, Okan gibi yiğit bir adamı kendine düşman ettiyse, Okan’ı değil, kendisini sorgulamalıydı…

Şimdi zaman zaman Okan’ın bana cezaevinden yolladığı, üzerine zafer işareti çizilmiş, el yapımı karta bakıyorum. Üzerine yazdığı coşku dolu yazıyı okuyorum, hüzünleniyorum. Okan benim arkadaşımdı. Gurur duyuyorum…

(RED, sayı 9)

Hiç yorum yok: