Hücreye
atıldığım zaman, öğleden sonraydı. Ayak bileğim sızlıyordu. Alışkın
olanların tavrıyla, İl Jandarma Alay Komutanlığı’nın altındaki zifiri
karanlık tecrit hücresinden boşluğa seslendim. İki ayrı ses yanıt verdi.
Biri, tam karşımdaki hücreden Özgür’dü. Diğer ses uzaktan geliyordu;
Okan’ın sesiydi. “Hocam,” diyordu, “Bana lüks daire verdiler, yataklı
yerdeyim!” 18 Mart 1993 günüydü. O gece Ankara’ya kar yağdı ve üstüm çok
zayıftı;
kar bodrumun açık mazgallarından içeri doluyordu. Battaniye istedim,
olmaz dediler. Donuyordum. Slogan atmaya başladım. Sonunda bir er
getirip attı bir battaniye.
Betonun
üzerindeki ilk gece hep zor geçer. Bayılır gibi uyursun sabaha karşı.
Uykuya dalalı belki iki saat olmuştu ki, hücrenin kapısı açıldı. Bir
rütbeli var kapıda. “İfade verecek misin?” diye sordu. “Yok!” dedim.
“Battaniyeyi ver,” dedi. “Vermiyorum!” Daldılar hücreye. Ezildim.
Elimden battaniye gitmişti. O kadar soğuk ki!.. Tekrar slogana başladım,
üzerime kapanan kapıyı tekmeliyorum. Özgür bağırıyor, derinlerden Okan
bağırıyor... Hücreleri bastılar bir alay jandarmayla. Kapı açıldı, bir
yığın yığıldı üzerime, ellerim arkadan zincirlendi, ayaklarım birbirine
zincirlendi, ağzıma paçavralar tıkıldı, alelacele kesilmiş bir çarşafla
gem vurdular ağzıma. Çifte atmaya çalışıyorum. Arkadan zincirlenmiş kollarımı havaya kaldırdılar, kaburgalarım ciğerlerimi patlatacak…
Bir
taburenin üzerinde, gözlerim bağlı, sırtım, kafam, duvara yaslı,
ayılmaya başlamışım, karşıdan gözbağımı bile delen geçen bir ışık,
adresimi soruyorlar. Ayıldım: “Size söyleyecek hiçbir şeyim yok!”
Tehditkar ve alaycı bir ses, “İşler değişik koçum,” diyor, “Biz adamı
konuştururuz. Üzerimizde üniforma yok,” JİTEM’in adını bilirdik biz
sadece… Sonra ağzımı yine paçavra doldurup gem vurdular, hücreye
yolladılar. Hücrede uğraştım, omzumla gemi gevşetip boynuma indirdim,
paçavraları ağzımdan çıkardım. Okan, sloganlara katılmış olmanın
cezasını görmüş meğer, yataklı tecrit bölmesinden benim yan hücreye
atmışlar onu da. Nasıl sevinçliydi! “Ulan,” diyor, “Bizi niye Hilton’a
koymuştu ki herifler? Rahatladım şimdi.”
Okan
öyle bir adamdı ki, hücrenin bile rahatında kalmak ona batardı. Sussa
yataklı ‘tecrit’te kalacaktı, oysa o karanlık beton hücrede bile olsa
bizim yanımıza atıldığı için sevinç duydu!.. Ne yalan söyleyeyim, onun
yan hücreme gelmesi bana ayrı bir kuvvet vermişti. Neyse ‘muamele’ler
bitti, ifade vermedik, son birkaç gün ‘nadas’a çekildik; üç ranza
bulunan ‘tecrit’e alındık. Hilton!
Okan’la
dalmadığımız muhabbet kalmadı. Nasıl iyi bir adamdı. Hani sahte
gülmeler vardır ya, onda sahtenin ‘s’si yoktu; Okan bir güldü mü, tüm
çehresiyle gülüyordu. Samimiyet bıyıklarından sarkıyordu… Fikirlerimiz
uzak, ayrı düşünüyoruz ama arkadaş olduk işte. Dışarıda bizi
birbirimizden ayıran şeylerin, içeride sırt sırta vermemize engel
olmadığını anlamanın keyfiyle, iki genç adam olarak konuşuyoruz.
Yalnız,
açız be arkadaş, girdiğimizden beri açlık grevindeyiz! Çıkınca ilk iş
bir mercimek çorbası içeceğiz. Birden yüklenmek yok, iki saat
bekleyeceğiz, sonra birer buçuk İskender söyleriz!” Projeye bakın!
Mahkemeden
serbest bırakıldık. Leş gibiyiz. 11 gündür içerideyiz. Ayıptır
söylemesi, paramız yok. Bozukları birleştirdik, Sakarya Caddesi’nde
ucuzcu bir lokantada mercimek çorbalarını içtik. Güvenpark’tan minibüse
bindik ve leş gibi üstümüzle ODTÜ’ye gittik. Birkaç arkadaşı gördük,
çıktığımızı haber verdik. Sonra, Kimya Bölümü’nün oradan gelen Berna’yı
gördük, koşup Okan’ın boynuna atladı. Hani içinden ‘aşk budur’ diye
karikatürler çıkan bir sakız vardı ya… Bir kadın, 11 gün yıkanmayan bir
adama böyle sarılıyorsa, aşk odur işte!
Ölüm oruçlarına rağmen
Berna
Çankaya kaymakamının kızıydı. Okan’la tanışmış, solcu olmuştu. Biraz
‘sekter’di! Ne kavgalar etmiştik. Ama o gün, bir daha unutamayacağım
gülüşüyle, bizim İskender projesini dinlemiş, kolumuzdan tuttuğu gibi
servise bindirmiş, Tunus Caddesi’ndeki Mutlu Kebap’a götürmüş ve birer
buçuk İskender’i ısmarlamıştı!
Ertesi
gün, ODTÜ’de eylem vardı. Ortalık karıştı. Alay komutanlığından bir
albayın kafasına taş geldi; şapkasının yerde yuvarlandığını
hatırlıyorum. Elinde megafon, “O Hakan’la Okan’ın anasını s..n!” diye
emir verdiğini hatırlıyorum… Yakalayamadılar…
Okan’la
ayrı düşünüyorduk, ayrı ekiplerdeydik ama aramızda arkadaşlık bağı
oluşmuştu. Her fırsatta oturup sohbet ediyorduk. Sonra, veda gibi bir
konuşmanın ardından, Okan okuldan çekildi. Biliyordum, kendince daha
ciddi işler yapacaktı. Haber çok gecikmedi. Operasyon gelmişti.
Berna’nın babasına tahsis edilen kaymakamlık lojmanına yerleşmişler,
operasyonda buradan ‘örgütsel doküman’ çıkmış, topu birden ‘çok
tehlikeli örgüt’ statüsünden cezaevine atılmıştı. Aslında işin kara
mizah bir yanı da vardı; belki de ilk defa bir kaymakamlık lojmanı
‘örgüt evi’ yapılıyordu; makam aracı da bizimkilerin elindeydi! Çok ceza
yediler, çok yattılar. 1996 yılında cezaevlerinde Ölüm Oruçları
başladığında, Okan ilk postadaydı. Birlikte hücrede kalırken, onuncu
günde tansiyonu düştüğü için hastaneye götürülen arkadaşım, 60’lı
günlerindeydi. Eski ODTÜ’lü arkadaşlarla buluşup, ne yapacağımızı
konuşmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu elimizden. Okan, o ölüm
oruçlarında ölmemişti ama!
Sonra
gene yıllar geçti, ‘F tipi’ hikayesi gündeme geldi. Bu sefer Berna ilk
postadaydı. İş çözümlenecek gibi durmuyordu. İkinci posta, derken üçüncü
posta ölüm orucuna başladı. Aralarında Okan da vardı. Çanakkale
Cezaevi’nde, eylemin sözcülerinden biri Okan’dı. Biz dışarıda, ölümü
geciktirecek B1 vitaminlerinden toplamaya başladık…
‘Hayata
Dönüş’ diye dozerlerle girdikleri cezaeviydi Çanakkale Cezaevi. Okan
da, Berna da orada! Berna komaya girdi daha sonra. Hastanede. Okan,
öğrendik ki, Trakya’da başka bir cezaevinde, yine ODTÜ’den arkadaşımız,
Grup Yorum elemanı İhsan Cibelik’le aynı hücreye atılmış. İki inatçı
aynı koğuşta!
Berna komadan çıktı. Bir gün telefonum çaldı. O arıyordu. Buluştuk. Saçları dökülmüştü, çok zayıftı.
İnsanlar böyle şeyleri az yaşar. Bana açlık grevinden sonra İskender
ısmarlamış olan kız, şimdi karşımda tüm yüreği ve fakat tükenmiş
bedeniyle duruyordu; ben gülümsemeye çalışarak ona Okan’ı soruyordum.
Saçma bir durumdu. Birbirini anlamayan insanların durumu… O, Çanakkale
Cezaevi’ndeki direnişi anlatmaya koyuldu. Atılan gazları, kendilerini
korumak için kullandıkları sirkeleri… Yüzüne baktım, anladı, birbirimize
sarıldık…
Sonra,
Berna canlandı, saçları çıkmaya başladığında yurtdışına çıkmıştı. Bana
cezaevinden yazan Okan ise, Vernicke-Korsakof Sendromu tanısıyla
salıverildi. Çıktıktan kısa süre sonra aradı. Buluştuk. Yürüyemiyordu.
İskelet gibiydi o da. İlk buluşmamızdan sonra, ağladığımı hatırlıyorum.
Sonra toparlandı. Sık sık buluşmaya, saatlerce konuşmaya başladık. Yine
bir buluşmamızda, “Hocam,” demişti, “Bir sol sosyete var ya ‘aydınlar’
diye, aslında bu çevreye girsek, bizi taciz etmeleri zorlaşır, değil
mi?” “Seni o çevreye almazlar Okan,” dedim, “Sen ‘sosyetik’ misin?”
Durdu, gülümsedi, “Doğru ya,” dedi, “Doku uyuşmaz!..”
‘Yüzünden belli iyi çocuk’
Sonra
bizim eve gittik. Annem babam evdeydi. “Ne iş yapıyorsun evladım?”
sorusuna, nasihatler başlamasın diye, “Gazeteci arkadaşım,” diye
tanıtarak ben cevap verdim. Hiç unutmuyorum, bir şeyler yedik, bir ara
annem, “İyi insan yüzünden belli olur, hep böyle iyi insanlarla ahbaplık
etsene,” dedi. Sonra Okan’a dönüp, “Evladım çok üzdü bizi bu, hep
başını belaya soktu,” diye izah etti durumu. Gülmekten yerlere
yuvarlanacaktık. Anne her yaşta anneydi ve Okan’ın da iyilerin iyisi bir
annesi vardı; o benim annemden çok daha fazla üzülmüştü…
Başka
bir buluşmamızda, Almanya’ya, Berna’nın yanına çıkacağını söyledi.
Gitti. Almanya’dan geldiğinde aradı, Mis Sokak’ta bir kahvede oturduk.
Uzun uzun konuştuk, ortak tanıdıklarımızdan havadislerle masum
dedikodular yaptık, güldük. Ayrılırken, “Geldikçe ara,” dedim. E-posta
aracılığıyla haberleşecektik…
Birkaç
ay geçmişti, güzel bir Haziran gününün ardından, evin balkonunda
oturmuş, ahbaplarla sohbet ediyordum. Telefonum çaldı. Karşımdaki ses,
“Okanların öldürüldüğü doğru mu?” diye soruyordu. “Okan Almanya’da
kardeşim!” diye çıkıştım, “Ne diyorsun sen?” Karşımdaki ses, “Tunceli’de
operasyon…” dedi, “Okan,” dedi, “Berna…” dedi. Kapadım telefonu. O an
nasıl becerdiysem, bir telefon trafiğinin ardından Tunceli’de öldürülen
17 devrimcinin naaşlarının bulunduğu yerde bekleyen genç bir kadına
ulaştım. Okan’ın öldürüldüğüne o an inandım.
Almanya’dan bir toplantı
için gelmişlerdi; Ovacık civarındaki Mercan Vadisi’nde başka yerlerden
gelen yoldaşlarıyla buluşmuşlardı. Toplantı anında üzerlerine bombalar
yağmaya başlamıştı…
İhbar gelmiş!.. Devlet de gidip bombalamış!..
Aslında bu devletin en iyi yaptığı şey, ‘ihbarları değerlendirmek’ ve ‘öldürmek’.
Depremlerde
gördük. Bu devletin ‘yaşatma’ diye bir kudreti yok; tüm bir kudreti
öldürmek üzerine kurulu. Okan da, devletin resmi kayıtlarına, ‘Maoist
Komünist Parti lideri, ölü ele geçirilen terörist’ olarak yazıldı.
Sorgusuz, sualsiz katledilmeyi hak edenlerden biriydi o devlete göre.
Oysa
Okan, onunla tanışma şansı bulmuş ODTÜ’lülerin, dostlarının yüreklerine
kantinde ya da çimenlerin üzerinde çaldığı bağlamasıyla, coşkulu
türküleriyle, toplantılarda yaptığı ağırbaşlı konuşmalarla, iyi yürekli,
yüce gönüllü, can bir dost olarak kazındı. Bu düzen, Okan gibi yiğit
bir adamı kendine düşman ettiyse, Okan’ı değil, kendisini
sorgulamalıydı…
Şimdi
zaman zaman Okan’ın bana cezaevinden yolladığı, üzerine zafer işareti
çizilmiş, el yapımı karta bakıyorum. Üzerine yazdığı coşku dolu yazıyı
okuyorum, hüzünleniyorum. Okan benim arkadaşımdı. Gurur duyuyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder