- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
14 Temmuz 2011 Perşembe
'13 Asker Türk Uçaklarının Bombardıman Sonucu Öldü'
Diyarbakır'ın Silvan ilçesine bağlı Dolapdere Köyü kırsalında 13 asker ve 2 HPG gerillasının hayatını kaybettiği çatışmaya yakından tanık olan bir korucu olayın iç içe geçen asker ve gerilla mevzilerinin iki Türk uçağının bombardımanı sonucu yaşandığını anlattı.
ANF'ye konuşan ve adının açıklanmasını istemeyen korucu, "Çatışma iki ayrı yerde çıktı. Şelıma'ya yakın yerde bir asker öldü. Daha sonra birlikler sevk edildi. Öğleden sonra 3-4 sıralarında ise iki savaş uçağı mevzileri içiçe geçen gerillaları ve askerleri bombaladı, büyük yangın çıktı. Yanan yeri gidin görün, el bombası böyle yangın çıkarmaz" dedi.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada Diyarbakır'ın Silvan ilçesi Bayrambaşı beldesi Dolapdere köyü kırsalında HPG gerillaları ile çıkan çatışmada, gerillaların el bombası atması sonucu ormanlık alanda çıkan yangında 13 askerin öldüğü, 7 askerin de yaralandığı, yaşanan çatışma sırasında 7 gerillanın da yaşamını yitirdiği bildirildi.
Genelkurmay Başkanlığı'nın ölen 13 askerin el bombasının atılması sonucu çıkan yangın sonucu öldüğünü açıklamasına rağmen, ANF'ye bilgi veren ve isminin açıklanmasını istemeyen bir korucu, iki ayrı çatışma çıktığını ve ikinci çatışma bölgesinde gerilla ile askerlerin mevzilerinin iç içe geçtiğini söyledi. İlk çatışma ardından bölgeye askeri birliklerin sevk edildiğini belirten korucu şunları anlattı:
"Operasyonlar zaten 3-4 gündür devam ediyordu. Öğlen saatlerinde Şelıma'ya yakın bir yerde çatışma çıktığını telsizden duyduk. Ancak biz çatışma bölgesine gitmedik. Olay zaten pusu falan değildi. Dışarıdakiler öğlen saatlerinde ya da gündüz pusu atmazlar, risklidir. İlk çatışmadan sonra bölgeye komandolar ve diğer askeri birlikler sevk edildi, köy yollarına askerler yerleştirerek kimsenin bölgeye girmesine izin vermediler. 15-20 kilometrelik bir alan. Telsizlerden iki grup ve 20'den fazla kişiden falan bahsediyorlardı."
İlk çatışmadan yaklaşık 2, 2.5 saat sonra savaş uçaklarının bölgeye geldiğini belirten korucu, "Şelıma'daki çatışma ardından bölgeye giden komandolar ile diğer askerler çatışmaya girdi. Silah sesleri her yerden duyuluyordu. Helikopterle bölgeye atılan askerler de oldu. Gerillalar ile askerlerin mevzileri iç içe geçmişti. Daha sonra iki savaş uçağı bölge üzerinden bir tur attı. Silvan üzerine doğru tur attıktan sonra tekrar geri dönüp alanı bombaladıktan sonra geri döndüler. Bombalamanın ardından telsiz konuşmalarında rütbeliler küfürlü konuşuyordu. Daha sonra büyük yangın çıktığını gördük" dedi.
13 askerin el bombası ile ölmesi için, 13 askerin de aynı yerde bulunmaları gerektiğini kaydeden korucu, "Operasyonlarda askerler ya da korucular yan yana yürümez. En az 20 metre aralıkla yürürler. El bombasının bırakın yangın çıkarmasını, 13 askeri öldürmesi mümkün değil" şeklinde konuştu.
Ölen askerlerin otopsilerinin ve olay anındaki rütbelilerin telsiz konuşmalarının yayınlanmasını isteyen korucu ölen askerlerin ailelerine çağrıda bulunarak, "Onların da anne babaları var, sevdikleri var, çocukları var belki. Çatışmadan değil, bombalama sonucu öldüler. Sorumluları kimse yargılansın. Gerekirse bizler ve diğer korucular da ifade veririz" dedi.
Korucunun açıklamalarını Silvan Devlet Hastanesinde bulunan iki HPG gerillasının cenazesinin tamamen yanmış olması da destekliyor.
2 GERİLLA CENAZESİ TAMAMEN YANMIŞ DURUMDA
Yerel kaynaklardan edinilen bilgilere göre, 30-32 yaşlarında ve erkek olan iki HPG’ linin cenazelerin tanınmayacak şekilde yanmış durumda olduğu öğrenildi.
Gerilla cenazelerinden birinde hiçbir kurşun izi bulunmuyor. Diğer cenazede ise otopsi sonucunda bir şarapnel parçası izinin bulunduğu haber verildi. Cenazelerden birinin üstünde hiçbir elbise bulunmadığı diğerinin üzerinde ise parça parça yanık elbiseler bulunduğu bildiriliyor.
Özerk Demokratik Kürdistan İlan Edildi !!!!
DTK toplantısının sonuç bildirisini okuyan DTK Eş Genel Başkanı Aysel Tuğluk, Demokratik Özerkliğin ilanını, "Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz" şeklinde duyurdu. Uluslararası camiaya da çağrıda bulunan Tuğluk, uluslararası hukukta da yeri olan bu hakkın esas alınarak Kürt halkının ilan etiği Demokratik Özerkliğin tanınmasını istedi.
Demokratik Toplum Kongresi'nin (DTK) sonuç bildirisi DTK Eş Genel Başkanı ve Van Milletvekili Aysel Tuğluk tarafından okundu. BDP Diyarbakır İl Binası'nda bulunan Vedat Aydın Konferans Salonu'nda yapılan ve DTK Eşbaşkanları Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk, BDP Eş Genel Başkanları Hamit Geylani ile Filiz Koçali, tüm BDP grubu milletvekilleri, belediye başkanları, sivil toplum örgütü, kadın ve gençlik temsilcileri, aydın, yazar, gazeteci, kanaat önderleri ve halk delegelerinin aralarında bulunduğu 850 delege Demokratik Özerkliğin ilanını dakikalarca ayakta alkışladı. Yaklaşık 6 saat süren olağanüstü toplantının ardından Tuğluk hazırlanan bildiriyi okudu. "Demokratik Özerklik İlan Belgesi" başlıklı bildiriyi okuyan Tuğluk, "Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz. Halklarımızın demokratik birliğine ve özgürce yaşama özlemlerine dair büyük gelişmelere vesile olacağına olan umut ve inançla Demokratik Özerkliğin ilanının halkımıza, Türkiye halklarına, Ortadoğu ve dünya halklarına ve tüm ilerici insanlığa hayırlı olmasını diliyoruz" dedi.
Mezopotamya'nın en eski halklarından olan Kürtlerin bugün inkâr ve imha politikaları sonucu soykırım tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu belirten Tuğluk, "Ulus devletçi anlayışlar Kürdistan'ı kendi uluslaşmalarının yayılma alanı olarak görmekte ve bunun için görülmedik baskı, istismar ve asimilasyon yöntemleri uygulamaktadırlar. Kürtlerin bu insanlık dışı amaca karşı direnişleri olmasa, insanlığın kök hücresi gibi olan bu halk gerçekliği yok olmakla yüz yüze kalacaktır.
Türkler, Anadolu'ya ilk yöneldiklerinde aynı dine mensup Kürtleri dost bir halk olarak yanlarında bulmuşlardır. Türkler, Malazgirt savaşını Kürtlerin desteğiyle kazanmışlardır. Anadolu içlerine doğru yönelirken Kürtlerle ittifak içinde olmayı başarıları için zorunlu görmüşlerdir. Kürtler de Türkleri ittifak kuracakları bir halk olarak ele almışlardır. Osmanlılar yüzyıllar boyu Kürtlerle iyi ilişki içinde olmanın bilinciyle hareket etmiştir. İmparatorluğun çöküşünün yaşandığı 19. Yüzyılda Kürtlere yönelik olumsuz politikalar sonucu isyanlar gelişmiştir. 19. Yüzyılda bozulan ilişkiler 20. Yüzyılda trajik bir hal almıştır. 20. yüzyılın başından itibaren İttihat ve Terakki'nin diğer halkları yok etme temelinde Osmanlı imparatorluğundan geriye kalan topraklar üzerinde Türk uluslaşmasına dayalı ulus devlet yaratma politikası, diğer halklara büyük acılar yaşattığı gibi, Kürt-Türk ilişkilerinde de Kürtleri yok oluş sürecine götüren bir dönemin başlamasının ideolojik ve siyasi temeli olmuştur" dedi.
Türkiye'nin kuruluşunda büyük rol oynayan ilk meclis ve 1921 anayasası temelinde kurulan Türkiye'nin kuruluş felsefesi ve siyasetinde Kürt inkârının olmadığını ve Kürtlerle birlikte kurulmuş yeni bir Türkiye'nin varlığının bulunduğuna işaret eden Tuğluk, sözlerini şöyle sürdürdü: "Türkiye'nin kuruluş siyaseti ve felsefesi Kürtler açısından da kendi kimlik ve varlıklarıyla içinde yer aldıkları bir anlayışa dayanmaktadır. Ancak Türkiye'nin uluslararası alanda meşruiyetinin temeli olan Lozan anlaşması ve ardından oluşturulan 1924 anayasasıyla Kürtlerin Türklük içinde eritildiği ulus devlete dayalı red ve imha politikaları meşruiyet aracı haline getirilmiştir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Dersim vb. isyanların gelişmesine yol açan da bu ulus devlet politikası olmuştur. Daha sonra da bu isyanları gerekçe yaparak Kürtler üzerinde insanlık tarihinin en acımasız yok etme politikaları sürdürülmüştür. Uluslar arası egemen güçlerin desteği de alınarak fiziki katliamlar da dâhil tümden Kürtlerin bitirilmesini hedefleyen tehlikeli planlar acımasızca hayata geçirilmiştir. En son 38 Dersim Katliamıyla, hakim olan Özerklik ilişkisi yerini Kürt halklarının inkar ve imhasına bırakmıştır."
'YENİ BİR İNKAR STATÜKOSU KURULUYOR'
İnkar ve imha politikasının bugüne kadar acımasızca yürütüldüğünü, 20. yüzyıl başında kurulmuş Ortadoğu statükosu ve bu statükoyu kendi çıkarlarına uygun gören uluslararası güçlerden de destek aldığını vurgulayan Tuğluk, "Türkiye'nin Kürtler üzerinde egemenlik kuran diğer devletlerle Kürtlerin ulusal varlıklarının yok edilmesi konusunda kurduğu ittifak da bu politikanın ağır biçimde sürdürülmesini sağlamıştır. Ulus devletlerin halklar ve farklı kültürler açısından nasıl bir soykırımcı karakter taşıdığını Kürtler üzerinde egemenlik kuran bu devletlerin politikalarında çok açık biçimde görmek mümkündür. Güncelde biçimsel değişiklikler olsa da özünde devam eden inkâr ve buna bağlı olarak geliştirilen tasfiye politikaları devam ettirilmektedir. Kürt halkının varlığı tanındığı ifade edildiğinde bile halk olmaktan doğan hakları yok sayılmakta, meşru ve yasal temsilcilerinden kopuk ele alınmakta ve parçalanmaya çalışma siyaseti yürütülmektedir. Eski statüko aşılıyor gibi gösterilmeye çalışılsa da yeni bir inkar statükosunun kurulmaya çalışıldığı Kürt halkı açısından tartışma götürmez bir durumdur artık" dedi.
Siyasi ve askeri operasyonların sürdürüldüğünü, genel seçimlerle açığa çıkan, Kürt halkının özgür iradesinin önünün kapatılmak istendiğini, Başta Hatip Dicle'nin vekilliğinin düşürülmesi ve tutuklu bulunan seçilmiş vekillerin serbest bırakılmamasının yeni statükonunun göstergesi olduğunu söyleyen Tuğluk, "Yine KCK davası adı altında Kürt siyasetçilerine karşı yürütülen siyasi soykırım operasyonları sonucu binlerce insanımız tutuklanarak rehine olarak tutulmaktadır. Haksız yere yıllardır zindanlarda tutulmaktadırlar. Kürtçe anadiline karşı kültürel soykırım devam etmektedir. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi Kürt halkının doğal, bir halk olmaktan kaynaklı hakları, ülkesi, dili, kültürü, kimliği, yaşamı yok sayılmakta, tasfiye edilmek istenmektedir" diye konuştu.
Türkiye içinde ve dışında birçok çevrenin Türkiye'nin Kürt sorununu çözmesi gerektiğini dile getirdiğine işaret eden Tuğluk, Türk devleti ve iktidarda olan AKP'nin Türkiye için değil, kendi çıkarları için politika ürettiğinden Kürt sorununu çözmeye yanaşmadığını ifade etti. Tuğluk sözlerini şöyle sürdürdü: "Bırakalım Kürt sorununu çözmeyi yürüttükleri politikalarla Türkiye'de çürümeyi derinleştirdikleri gibi Kürt halkına da acılar yaşatmaktadırlar. Bu aşamadan sonra devam edecek çözümsüzlük, halkları şiddet ve çatışma ortamında tutup güç kaybetmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Türkiye ve Kürdistan açısından her bakımdan çöküntü ve yıkım anlamına gelecektir. Kürt sorunu Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı haklarını kullanamamaları, statü sahibi olamamaları her taleplerinin de baskı ve şiddetle red edilmesinden kaynaklıdır."
'KÜRT HALKI STATÜSÜZ YAŞAMAK İSTMEİYOR'
Sorunun çözümünün Kürtlerin halk olarak tanınması, Türkiye halklarıyla birlikte eşitlik temelinde statüye kavuşmalarıyla ancak çözüm bulabileceğini savunan Tuğluk, "Kürt halkı artık mevcut durumda ulusal varlığını tehdit eden politikalar karşısında statüsüz bir halk olarak yaşamak istememektedir. Dünyada Kürtler gibi 40 milyonu aşkın nüfusa sahip olan, ama hakları bu kadar yok sayılan ve ulusal varlığı yok edilmeye çalışılan başka bir halk yoktur. Kürt halkı olarak inkâr ve imha politikası temelinde kurulan siyasi statüsüzlüğü reddederek özgürlük temelinde kendi toplumsal demokrasimizi de kurarak yeni bir statüye kavuşturmak istiyoruz. Kendimizi yönetme güç ve iradesine sahip olduğumuzu belirtiyoruz.
Demokratik özerklik; sadece Kürt halkı için değil ,tüm Türkiye halklarının, inanç ve kültürlerin kendisini özgürce ifade edeceği ve kendi kendilerini yöneteceği bir çözüm modelidir" ifadesinde bulundu.
‘DEMOKRATİK ÖZERKLİĞİMİZİ İLAN EDİYORUZ'
Demokratik Özerklik hakkında bilgi veren Tuğluk şöyle devam etti: "Tüm toplumların doğal yaşam sistemidir. Demokratik Özerklik; bir devleti yıkmak yeni bir devlet kurmak değildir. Aynı zamanda bir devlet sistemi de değildir. Halkın devlet olmayan, kendi coğrafyasındaki özyönetime katılma sistemidir. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere halkın tüm kesimlerinin kendi demokratik örgütlenmesini yarattığı, politikayı kendi meclislerinde doğrudan ve özgür-eşit yurttaşlık temelinde yapmasının ifadesidir. Dolayısıyla öz güç ve öz yeterlilik ilkesini esas alır. Demokratik Özerklik; sınırların, sembollerin değişmesini değil, ortak sınırlar içersinde bölge halklarının değerlerinin kabul edilip, ortak değerlerde buluşulan yeni toplumsal sözleşmenin kendisidir. Bu esaslar temelinde; yukarıda ifade edilen tarihsel dönemlerden de esinlenerek, uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz. Demokratik Özerklik projesinin mimarı Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan'ın Demokratik Özerklik temelinde Demokratik Türkiye'nin inşasına daha fazla katkı sunması için gerekli koşulların yaratılmasını istiyoruz."
KÜRT HALKINA SAHİPLENME, TÜRK HAKLINA DAYANIŞMA ÇAĞRISI
Halka da çağrıda bulunan Tuğluk, "Bu ilan temelinde özgürlük yürüyüşünü yıllardır sürdüren fedakâr halkımıza çağrımızdır; 14 Temmuz tarihi direniş ruhundan güç alarak haklı davamızda yitirdiğimiz yiğit evlatlarımızın anısına bağlılık temelinde özerklik statüsüne sahip çıkmaya ve inşa sürecine katılımını güçlendirmeye davet ediyoruz. Halkımızın vicdanı olan aydın, yazar, sivil toplum temsilcisi ve siyaset yapan kısacası coğrafyamızda yaşayan herkesi kendini Demokratik Özerk Kürdistanlı olarak tanıtmaya ve ilana sahip çıkmaya davet ediyoruz. Başta kardeş Türkiye halkları olmak üzere tüm Ortadoğu halkları ile tarihsel bağlarını yeniden eşitlik temelinde kurmaya davet ediyoruz" dedi.
Türkiye halklarına da seslenen Tuğluk, "Kardeş Türkiye halkına çağrımızdır; Yüzyıllardır birlikte yaşam yanında tarihsel birliklerin vermiş olduğu güçle Kürt halkının özgürce yaşam özlemi temelinde ilan edilen Demokratik Özerliğe karşı sorumluluğu gereği dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz. Kürt halkının tüm dostlarına çağrımızdır; bugüne kadar her aşamada halkımızla dayanışma içinde olan ve acılarına olduğu kadar sevinçlerine de ortak olan sosyalist, demokrat, liberal, dindar, feminist parti, kurum ve şahsiyetleri bu gurur verici süreçte de halkımızın yanında olmaya ve dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz" ifadesinde bulundu.
TBMM'ye de çağrıda bulunan Tuğluk, "1921 Meclis ruhuyla hazırlanacak ve yapılacak tartışmalarla sonuca bağlanacak Demokratik Anayasa metninde Demokratik Özerkliğin Kürt halkının statüsü olarak tanınması için çağrı yapıyoruz" diye konuştu.
ULUSLAR ARASI TOPLUMA 'DEMOKRATİK ÖZERKLİĞİ TANIYIN’ ÇAĞRISI
Uluslararası camiaya da çağrıda bulunan Tuğluk, uluslararası hukukta da yeri olan bu hak esas alınarak Kürt halkının ilan etiği Demokratik Özerkliği tanımaya davet etti.
Tuğluk konuşmasını şu sözlerle bitirdi: "Halklarımızın demokratik birliğine ve özgürce yaşama özlemlerine dair büyük gelişmelere vesile olacağına olan umut ve inançla Demokratik Özerkliğin ilanının halkımıza, Türkiye halklarına, Ortadoğu ve dünya halklarına ve tüm ilerici insanlığa hayırlı olmasını diliyoruz."
Bildirinin açıklanmasından sonra salonda bulunan bütün delegeler dakikalarca ayakta alkış tuttu.
Etiketler:
BDP,
Demokratik Özerklik,
Diyarbakır Cezaevi,
DTK,
Hatip Dicle,
HPG,
KCK,
Kürdistan,
Kürt Özgürlük Hareketi,
Kürt Sorunu,
Ortadoğu,
Öcalan,
PKK
'Her Türk Asker Doğar' Esir Olunca Unutulur
AKP Hükümeti, HPG tarafından esir alınan iki askerine sahip çıkmıyor.
Geçmişte yaşanan benzer bir olayda dönemin AKP'li adalet bakanı Mehmet
Ali Şahin, PKK tarafından Dağlıca karakolundan kaçırılan 8 askerin
serbest bırakılması konusunda, ”Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir
mensubu bu duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kurtulmuş olmalarından fazla
bir sevinç duyamadım” diyerek ”insanlık” dersine nasıl çalıştığını
göstermişti gerçi.
Neden askerlerin haberlerini yapıyorsunuz diye bize kızıyorlar. Hiç sesleri çıkmıyor. Dahası oralı dahi olmuyorlar. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmadı. Adeta kaçırılanlar, hiç tanınmayan, bilinmeyen bir ülkenin hiçbir zaman tanınmayacak ve bilinmeyecek askerleri gibi davranıyorlar. Kaldı ki HPG'nin konuya ilişkin iddiaları da çok ciddi. Söz konusu astsubay ve uzman çavuşun kontra faaliyetleri yürüten özel bir birimden olduğu söyleniyor.
Ama belli mi olur, belki de onlara göreve gitmeden önce, ”siz her türlü faaliyette serbestsiniz size hukuk mukuk vız gelir, ama yakalanırsanız sizi tanımayız” dendi. Yani ‘Görevimiz Tehlike'de olduğu gibi, sadece filmlerde tanık olduğumuz hukukun devlet eli ile çiğnenmesi fantezisi bu topraklarda esaslı bir gerçek.
Zira, AKP ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir başka ordunun dahi olsa, esir düşen askerler konusunda son derece duyarlı aslında. Kısa bir süre önce yayınlanan bir habere göre, Erdoğan, Hamas’ın elindeki İsrailli asker Gilad Shalit için bir yıldır devrede.
Haberin detayları daha da çarpıcı, ”İsrail’in önde gelen gazetelerinden Yedioth Ahronot, “Türkiye, Shalit’in serbest kalması için çalışıyor” başlıklı haberinde İsrailli Türk iş adamı Eliko Dönmez’in bir süre öne Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşmede Gilad Shalit’in babası Noam Shalit’in bir mektubunu ilettiğini, mektupta Türkiye’den, Hamas’ı, oğlunun karşısında bin tutuklunun serbest bırakılması yönündeki, takas anlaşması önerisini kabul etmeye ikna etmesinin istendiği belirtildi.”
Erdoğan, bir İsrail askerinin bırakılmasına karşılık 1000 Filistinli tutsağın bırakılması için Hamas'ı iknaya çalışıyor. Yani bu arabuluculuğu, AKP'li Başbakan Erdoğan yapıyorsa, esir iki TSK personeli için 2000 PKK tutsağını bırakma garantisi ile görüşme yürütmesi gerekmez mi?
Kaldı ki, küllem yekûn asker bir milletin evladı olan başbakanın hatta her askeri için 2000 PKK'li tutsak bırakması gerekmez mi?
İşin latifesi bir yana, bir İsrail askerine karşılık 1000 tutsak bırakılmasına aracı olunurken, iki TSK personeli, serbest bıraktırma girişimini yada doyurucu bir açıklamayı hak etmiyor mu?
Türk basınında geçmişte hüküm süren ”TSK”ya yakın, MGK bildirilerini ”halkın anlayacağı kıvama” getiren ”köşe yazarlarının” yerini, Polis Akademisi mutabakatından sonra Gülen Cemaati destekli, ”polise yakın yazarlar” aldı. İşte bunlardan biri, köşesinde esir düşen TSK personeli konusuna değinmiş. Uzun uzun, PKK'nin geçmişte gerçekleştirdiği benzer eylemleri anlatıyor. Yazının sonunda da, bir not düşmüş, iki askerin ”büyük olasılıkla öldürüleceği” kehanetinde bulunuyor. Esir iki asker üzerinden boş bir zar atarak, ”ya tutarsa” çirkinliğinden medet umuyor. PKK'nin benzer hiç bir eylemde esir aldığı askerleri öldürmediği bilindiği halde. Şimdi bir köşeye çekilmiş, deri değiştiriyor, o iki askerin ölmesi için dua ediyor. Ölsünler ki, ”ben zaten yazmıştım” diyebilmek için kana ekmek doğruyor Emre Uslu.
AKP'nin hükümet olmaktan, devletin devlet olmaktan kaynaklı sorumluluğunu perdeleyen Uslu, ”devletin ali menfaati ve kendi istikbali” için iki askeri gözden çıkarmanın retoriğini kuruyor.
Polisin istihbarat kırıntıları üzerinden, ”fikir” üretmeye, bu kırıntı bilgilerle Kürt Özgürlük Hareketi'ni ”analiz” etmeye soyunuyorlar. Ama hiç düşünmüyorlar, ”Eğer bu devletin, emniyeti, istihbaratı bu meseleyi çözebilseydi bizim akıl bulandırıcılığımıza ihtiyaç duyar mıydı” diye.
Bu topraklarda faaliyet yürüten hangi legal yada illegal siyasal hareket, ”KCK operasyonu” gibi bir esir alma operasyonu ile üç bini aşkın aktif kadrosunu kaybetseydi ayakta kalmayı başarabilirdi? Ya da hangi devlet kurumu üç bin çalışanı devre dışı bırakılsa faaliyetlerini sürdürebilir? Örneğin başbakanlık veya dışişleri bakanlığı ya da özel sermayeye ait hangi kuruluş bu koşullarda faaliyet yürütebilir?
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin haline bakın. Ergenekon tutuklamaları sonrası, önümüzdeki 30 Ağustos Askeri Şurası'nda ara kademeleri oluşturacak kadro sıkıntısı içinde. Terfiler, emeklilikler birbirine girmiş durumda. Devre dışı kalan kadrolarının yerini dolduracak güce sahip değil. Hava’da neredeyse komutan kalmadı.
Halen Türk cezaevlerinde tutulan PKK tutsakları ile KCK operasyonu bahanesi ile toplanan Kürt siyasal kadrolarının sayısı on bini buluyor. Buna rağmen Kürdistan Özgürlük Hareketi, AKP despotizmi karşısındaki en ciddi muhalif güç olarak ayakta duruyor. Bununla da yetinmiyor, yeniden yapılanan cumhuriyetin oluşmasında en dinamik güç olarak, ideolojik ve politik zeminde inanılmaz katkılar sunuyor. Ülke sorunlarının çözümüne en ciddi katkıyı sunuyor, aktif siyasetin rotasını belirliyor.
Çok açık ki Diyarbakır merkezli DTK hem bileşenlerinin zenginliği hem de demokratik çalışma yöntemleriyle çözüme TBMM'den çok daha yakın duruyor.
Başından bu yana, Özgürlük Hareketi'ni kendi Ankara merkezli siyasal terminolojileri ile izaha çalışan bu cenahların, algı ve kavrama düzeyleri de o siyasetin terminolojik sınırlarının dışına çıkamıyor. Israrla PKK içerisinde var etmeye azmettikleri, ”şahin, güvercin, Kandilci, İmralıcı” ve saçma sapan diğer ifadeleri ile Kürt siyasal hareketi içerisinde kırılmalar, onların tarifindeki rolleri üstlenecek, sığ siyasal sapmalar yaratmayı hesaplıyorlar. Siyasetin salt kişisel en fazla dar grupsal çıkarlara dayalı örgütlendiği Türk siyasetinden edindikleri ”fikriyatla” Özgürlük mücadelesinin yapılanmasını ve örgütsel mekanizmalarını yorumlamaya girişiyorlar.
PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın, yaklaşık bir ay önce İmralı Adası'nda avukatları ile yaptığı görüşmede dile getirdiği, "Bütün yük benim omuzlarıma yükleniyor. Ben buradan her şeyi yüklenemem. Kandil'in koşulları ayrı, demokratik siyaset koşulları ayrı, benim koşullarım ayrıdır. Her kurum kendi çözüm politikalarını kendi belirler ve bunları hayata geçirmeye çalışır. Ayrıca her üç kurum kendi kanallarını kendisi yaratabilir. Her kanal üzerinden görüşmeler yapılabilir” ifadeleri Kürt Özgürlük Hareketi'nin özgün yanlarını göstermesi bakımından oldukça dikkat çekici.
Neden askerlerin haberlerini yapıyorsunuz diye bize kızıyorlar. Hiç sesleri çıkmıyor. Dahası oralı dahi olmuyorlar. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmadı. Adeta kaçırılanlar, hiç tanınmayan, bilinmeyen bir ülkenin hiçbir zaman tanınmayacak ve bilinmeyecek askerleri gibi davranıyorlar. Kaldı ki HPG'nin konuya ilişkin iddiaları da çok ciddi. Söz konusu astsubay ve uzman çavuşun kontra faaliyetleri yürüten özel bir birimden olduğu söyleniyor.
Ama belli mi olur, belki de onlara göreve gitmeden önce, ”siz her türlü faaliyette serbestsiniz size hukuk mukuk vız gelir, ama yakalanırsanız sizi tanımayız” dendi. Yani ‘Görevimiz Tehlike'de olduğu gibi, sadece filmlerde tanık olduğumuz hukukun devlet eli ile çiğnenmesi fantezisi bu topraklarda esaslı bir gerçek.
Zira, AKP ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir başka ordunun dahi olsa, esir düşen askerler konusunda son derece duyarlı aslında. Kısa bir süre önce yayınlanan bir habere göre, Erdoğan, Hamas’ın elindeki İsrailli asker Gilad Shalit için bir yıldır devrede.
Haberin detayları daha da çarpıcı, ”İsrail’in önde gelen gazetelerinden Yedioth Ahronot, “Türkiye, Shalit’in serbest kalması için çalışıyor” başlıklı haberinde İsrailli Türk iş adamı Eliko Dönmez’in bir süre öne Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşmede Gilad Shalit’in babası Noam Shalit’in bir mektubunu ilettiğini, mektupta Türkiye’den, Hamas’ı, oğlunun karşısında bin tutuklunun serbest bırakılması yönündeki, takas anlaşması önerisini kabul etmeye ikna etmesinin istendiği belirtildi.”
Erdoğan, bir İsrail askerinin bırakılmasına karşılık 1000 Filistinli tutsağın bırakılması için Hamas'ı iknaya çalışıyor. Yani bu arabuluculuğu, AKP'li Başbakan Erdoğan yapıyorsa, esir iki TSK personeli için 2000 PKK tutsağını bırakma garantisi ile görüşme yürütmesi gerekmez mi?
Kaldı ki, küllem yekûn asker bir milletin evladı olan başbakanın hatta her askeri için 2000 PKK'li tutsak bırakması gerekmez mi?
İşin latifesi bir yana, bir İsrail askerine karşılık 1000 tutsak bırakılmasına aracı olunurken, iki TSK personeli, serbest bıraktırma girişimini yada doyurucu bir açıklamayı hak etmiyor mu?
Türk basınında geçmişte hüküm süren ”TSK”ya yakın, MGK bildirilerini ”halkın anlayacağı kıvama” getiren ”köşe yazarlarının” yerini, Polis Akademisi mutabakatından sonra Gülen Cemaati destekli, ”polise yakın yazarlar” aldı. İşte bunlardan biri, köşesinde esir düşen TSK personeli konusuna değinmiş. Uzun uzun, PKK'nin geçmişte gerçekleştirdiği benzer eylemleri anlatıyor. Yazının sonunda da, bir not düşmüş, iki askerin ”büyük olasılıkla öldürüleceği” kehanetinde bulunuyor. Esir iki asker üzerinden boş bir zar atarak, ”ya tutarsa” çirkinliğinden medet umuyor. PKK'nin benzer hiç bir eylemde esir aldığı askerleri öldürmediği bilindiği halde. Şimdi bir köşeye çekilmiş, deri değiştiriyor, o iki askerin ölmesi için dua ediyor. Ölsünler ki, ”ben zaten yazmıştım” diyebilmek için kana ekmek doğruyor Emre Uslu.
AKP'nin hükümet olmaktan, devletin devlet olmaktan kaynaklı sorumluluğunu perdeleyen Uslu, ”devletin ali menfaati ve kendi istikbali” için iki askeri gözden çıkarmanın retoriğini kuruyor.
Polisin istihbarat kırıntıları üzerinden, ”fikir” üretmeye, bu kırıntı bilgilerle Kürt Özgürlük Hareketi'ni ”analiz” etmeye soyunuyorlar. Ama hiç düşünmüyorlar, ”Eğer bu devletin, emniyeti, istihbaratı bu meseleyi çözebilseydi bizim akıl bulandırıcılığımıza ihtiyaç duyar mıydı” diye.
Bu topraklarda faaliyet yürüten hangi legal yada illegal siyasal hareket, ”KCK operasyonu” gibi bir esir alma operasyonu ile üç bini aşkın aktif kadrosunu kaybetseydi ayakta kalmayı başarabilirdi? Ya da hangi devlet kurumu üç bin çalışanı devre dışı bırakılsa faaliyetlerini sürdürebilir? Örneğin başbakanlık veya dışişleri bakanlığı ya da özel sermayeye ait hangi kuruluş bu koşullarda faaliyet yürütebilir?
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin haline bakın. Ergenekon tutuklamaları sonrası, önümüzdeki 30 Ağustos Askeri Şurası'nda ara kademeleri oluşturacak kadro sıkıntısı içinde. Terfiler, emeklilikler birbirine girmiş durumda. Devre dışı kalan kadrolarının yerini dolduracak güce sahip değil. Hava’da neredeyse komutan kalmadı.
Halen Türk cezaevlerinde tutulan PKK tutsakları ile KCK operasyonu bahanesi ile toplanan Kürt siyasal kadrolarının sayısı on bini buluyor. Buna rağmen Kürdistan Özgürlük Hareketi, AKP despotizmi karşısındaki en ciddi muhalif güç olarak ayakta duruyor. Bununla da yetinmiyor, yeniden yapılanan cumhuriyetin oluşmasında en dinamik güç olarak, ideolojik ve politik zeminde inanılmaz katkılar sunuyor. Ülke sorunlarının çözümüne en ciddi katkıyı sunuyor, aktif siyasetin rotasını belirliyor.
Çok açık ki Diyarbakır merkezli DTK hem bileşenlerinin zenginliği hem de demokratik çalışma yöntemleriyle çözüme TBMM'den çok daha yakın duruyor.
Başından bu yana, Özgürlük Hareketi'ni kendi Ankara merkezli siyasal terminolojileri ile izaha çalışan bu cenahların, algı ve kavrama düzeyleri de o siyasetin terminolojik sınırlarının dışına çıkamıyor. Israrla PKK içerisinde var etmeye azmettikleri, ”şahin, güvercin, Kandilci, İmralıcı” ve saçma sapan diğer ifadeleri ile Kürt siyasal hareketi içerisinde kırılmalar, onların tarifindeki rolleri üstlenecek, sığ siyasal sapmalar yaratmayı hesaplıyorlar. Siyasetin salt kişisel en fazla dar grupsal çıkarlara dayalı örgütlendiği Türk siyasetinden edindikleri ”fikriyatla” Özgürlük mücadelesinin yapılanmasını ve örgütsel mekanizmalarını yorumlamaya girişiyorlar.
PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın, yaklaşık bir ay önce İmralı Adası'nda avukatları ile yaptığı görüşmede dile getirdiği, "Bütün yük benim omuzlarıma yükleniyor. Ben buradan her şeyi yüklenemem. Kandil'in koşulları ayrı, demokratik siyaset koşulları ayrı, benim koşullarım ayrıdır. Her kurum kendi çözüm politikalarını kendi belirler ve bunları hayata geçirmeye çalışır. Ayrıca her üç kurum kendi kanallarını kendisi yaratabilir. Her kanal üzerinden görüşmeler yapılabilir” ifadeleri Kürt Özgürlük Hareketi'nin özgün yanlarını göstermesi bakımından oldukça dikkat çekici.
Mehdi Atay
Devlet Partisi, 'Kelebek Çiçek' ile 'İttifak-Uzlaşma'
Başbakan seçim öncesinde üçüncü hükümet dönemini "ustalık" dönemi
olarak tanımladı. "Çıraklık" ve "kalfalık" bitmiş, "ustalık" dönemi
başlamış. Nedir bu lonca zamanlarından kalma "ustalık" teriminin anlamı?
Başbakan bu terimle neyi ilan etti?
"Ustalık" sözü bir şifre. Açılım, "devlet partisi" olmak. Ya da "iktidar partisi" olmak. 2002'de malum Erdoğan "çırak"tı. TMY gereği hapse atılmıştı. Birinci Hükümet dönemi boyunca, "eski ustalardan" çok sopa yedi. Ergenekon vuruyor, yargı itekliyor, ordu sövüyor, TÜSİAD sermayesi fırçalıyor, falan derken, çıraklık dönemi sona erdi. Kalfalık döneminde eski ustalar bir hayli "yaşlanmış" olmalıydı ki, kalfa el altından, kapı aralığından, çaktırmadan, sonra çaktıra çaktıra ustaların altını oymaya, ustaların bütün marifetlerini öğrenmeye, bu marifetleri o eski ustalara karşı kullanmaya başladı. Üçüncü döneme gelindiğinde artık Ergenekoncular, ordunun general kadrosu zındana atılmış, yargı A'dan Z'ye ele geçirilmiş, sermayenin medya ayağı çökertilmiş, "üretimde" olanları kuşatılmış, böylece Başbakan'ın "ustalık" dönemi başlamış oldu.
Şimdi AKP artık yeni devlet partisidir. Artık o aynı zamanda "devlettir." Biz bunları uydurmuyoruz. Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren'in yazısını yorumlayarak bu sonuca varıyor. Taşgetiren, dünkü yazısında şöyle diyor: "Ustalık denen şey neyi kapsıyor? Ustalığın öncesinde çıraklık ve kalfalık var.
Bu dönem, meşruiyetin ispatı, devleti tanıma, sorunları tanıma, iktidarı pekiştirme ve devleti yönetir hale gelme demek bana göre. Bu saydıklarımın hepsi, Türkiye'de bir siyasi kadronun, gerçek anlamda iktidar olabilmesi için aşması gereken engeller. AK Parti yola 2002'de halktan oy alarak çıktı, bu ilk şarttı ama iktidar olmak için yeter şart değildi. Geçen 9 yıllık dönemde, öteki engelleri de önemli ölçüde aştı. Artık sorunları biliyor ve kendisini onların üstesinden gelecek kadar 'iktidarlı' görüyor."
İşte böyle.
Böyle olunca, AKP'yi hâlâ "değişim" gücü sanan ve BDP'yi onunla "ittifaka" yönlendirmeye çalışan Ahmet Altan'ın "ittifak" ile "uzlaşma" arasındaki farkları anlama zamanı da gelmiş oluyor. Altan dünkü yazısında AKP ve BDP "bütün Türkiye'de 'ittifakı' ön plana alırlarsa, ikisi de güçlenir ve birlikte yeni bir Türkiye oluştururlar" demiş. Bunun anlamı BDP'nin Türk devletiyle "ittifak" kurması. Oysa Kürtler onurlu bir barış için, "dürüst bir uzlaşma" arıyorlar. O nedenle de gidip, "derin devletin ismi" Çiçek'le görüşüyorlar. Ahmet Altan'ın gazetesi ise, bir yandan BDP'ye devlet partisi AKP'yle "ittifak" tavsiye ediyor, diğer yandan da Selahattin Demirtaş'ın TBMM Başkanı Cemil Çiçek'le görüşme talebini BDP'yi CHP'yle aynı sepete koyarak manşetten "Muhalefet bir kelebek, dolaşıyor çiçek çiçek" diyerek alaya alıyor.
Tutarlı olun!..
'Derin futbola' karşı FenerbahCHE ile dayanışma
Güngör Uras, şöyle yazıyor:
"Türkiye'de futbol pastasının büyüklüğü 820 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Pasta hızla büyüyor. Son on yılda yüzde 290 büyüdü. Pastanın kaymağını "4 Büyükler" yiyor. Elde edilebilen son mali tablolara göre, 4 Büyükler'in yıllık gelirleri 622 milyon TL. Yıllık açıkları 130 milyon TL. Açık anlatımıyla 100 gelirleri var. 121 harcıyorlar.
Bu nedenle 4 Büyükler'in konsolide borç toplamı 1 milyar 95 milyon TL'yi aşmış durumda. 4 Büyükler'in futbol kulüplerinin yıllık 622 milyon TL gelirinin yüzde 33'ü futbol dışı harcamalara gidiyor. Konsolide futbol şubesi net zararının, konsolide futbol şubesi gelirlerine oranı (eksi) yüzde 38'dir."
Bu demektir ki, pasta bırakalım diğerlerini 4 büyüklere bile "az" geliyor ve böylece seyirciler takımların takımlarla rekabet ettiğini sanırken, kapitalist pazarda kulüpler kulüplerle kıyasıya savaşıyor. Pastadan kim daha fazla pay alacak kavgasına elbette diğer tüm kapitalist paylaşma savaşlarında olduğu gibi devlet de karışıyor. Sonuçta Cengiz Çandar dünkü yazısında "bu bir Fenerbahçe operasyonu" diyerek aslında bu mekanizmayı ima ediyor.
Ve devlet bu işlere karışıp, askeri vesayetten polis vesayetine doğru büyük bir adım atılınca, siyaset cephesinde de çelişkiler keskinleşiyor. Öyle ki, AKP aidiyeti ile Fenerli aidiyeti iç içe geçenler ve geçmeyenler karşı karşıya geliyor. İşte bunlardan birisi de Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı İbrahim Kalın. Danışman Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının polis tarafından gözaltına alınış biçimini eleştirirken şöyle demiş: "Aynı yanlış KCK tutukluları gözaltına alınırken de yapıldı."
Şimdi herkes FenerbahCHE taraftarlarının "hem derin futbol çetelerine, hem de polis vesayetine karşı" ne zaman harekete geçeceğini merak ediyor. Sorun şurada: Pastadan en büyük payı alan Fenerbahçe'yi tasfiye politikasından diğer üç "büyük" takımın çıkar sağlamasını önlemek için, "şikeye" karşı mücadeleyi "FenerbahCHE operasyonu" olmaktan çıkartmak ve tüm futbol dünyasındaki "derin futbol"un havasını almak gerekiyor. Bunun için "ne sağcıyız, ne solcu, futbolcuyuz futbolcu" demenin çare olmadığını, bütün futbolseverlerin birleşerek, "KCK tutuklularının resmiyle", "FenerbahCHE tutukluları resmini" aynı anda tişörtlerine işlemeleri gerekiyor...
Entelektüel faşistin lümpen evladı
Yağmur Atsız, ünlü Türkçü ve Hitler yanlısı Nihal Atsız'ın oğlu. Nihal Atsız malum, çaplı bir pro faşistti. Kültürlüydü. Türk milliyetçilerinin ulaşamadığı bir ideolojik derinliğe sahipti. Ne demişler, yiğidi öldür, hakkını teslim et!
Ama oğul Atsız arsızın biri. Ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Kendi anlatımına göre "faşist" değil. Hatta diyor ki, "ben de Türkleri sevmem..." Hay sevsinler seni.
Bu oğul Atsız, BDP'li vekil Sebahat Tuncel hakkında dünkü yazısında terbiyesizce laflar etmiş. Okuyalım:
"Sebahat Tuncel, eğer bundan böyle de bu şekilde konuşmaya devam edecekse, ki üslubunu sertleştirerek edeceği anlaşılıyor, o zaman artık bir daha karşımıza çıkıp 'demokrasi, Türk-Kürd kardeşliği, barış' vs. diye zırlamasın! Çünki yemezler!"
Evet, oğul Atsız tipik bir lümpen. Ağzı bozuk. Pro faşist Nihal Atsız, tıpkı Naziler gibi Türk lümpen proleterlerini de örgütlemek istemiş, başaramamıştı. Meğer bunu başaramayınca işte böyle bir "lümpen oğul" yetiştirmiş.
"Ustalık" sözü bir şifre. Açılım, "devlet partisi" olmak. Ya da "iktidar partisi" olmak. 2002'de malum Erdoğan "çırak"tı. TMY gereği hapse atılmıştı. Birinci Hükümet dönemi boyunca, "eski ustalardan" çok sopa yedi. Ergenekon vuruyor, yargı itekliyor, ordu sövüyor, TÜSİAD sermayesi fırçalıyor, falan derken, çıraklık dönemi sona erdi. Kalfalık döneminde eski ustalar bir hayli "yaşlanmış" olmalıydı ki, kalfa el altından, kapı aralığından, çaktırmadan, sonra çaktıra çaktıra ustaların altını oymaya, ustaların bütün marifetlerini öğrenmeye, bu marifetleri o eski ustalara karşı kullanmaya başladı. Üçüncü döneme gelindiğinde artık Ergenekoncular, ordunun general kadrosu zındana atılmış, yargı A'dan Z'ye ele geçirilmiş, sermayenin medya ayağı çökertilmiş, "üretimde" olanları kuşatılmış, böylece Başbakan'ın "ustalık" dönemi başlamış oldu.
Şimdi AKP artık yeni devlet partisidir. Artık o aynı zamanda "devlettir." Biz bunları uydurmuyoruz. Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren'in yazısını yorumlayarak bu sonuca varıyor. Taşgetiren, dünkü yazısında şöyle diyor: "Ustalık denen şey neyi kapsıyor? Ustalığın öncesinde çıraklık ve kalfalık var.
Bu dönem, meşruiyetin ispatı, devleti tanıma, sorunları tanıma, iktidarı pekiştirme ve devleti yönetir hale gelme demek bana göre. Bu saydıklarımın hepsi, Türkiye'de bir siyasi kadronun, gerçek anlamda iktidar olabilmesi için aşması gereken engeller. AK Parti yola 2002'de halktan oy alarak çıktı, bu ilk şarttı ama iktidar olmak için yeter şart değildi. Geçen 9 yıllık dönemde, öteki engelleri de önemli ölçüde aştı. Artık sorunları biliyor ve kendisini onların üstesinden gelecek kadar 'iktidarlı' görüyor."
İşte böyle.
Böyle olunca, AKP'yi hâlâ "değişim" gücü sanan ve BDP'yi onunla "ittifaka" yönlendirmeye çalışan Ahmet Altan'ın "ittifak" ile "uzlaşma" arasındaki farkları anlama zamanı da gelmiş oluyor. Altan dünkü yazısında AKP ve BDP "bütün Türkiye'de 'ittifakı' ön plana alırlarsa, ikisi de güçlenir ve birlikte yeni bir Türkiye oluştururlar" demiş. Bunun anlamı BDP'nin Türk devletiyle "ittifak" kurması. Oysa Kürtler onurlu bir barış için, "dürüst bir uzlaşma" arıyorlar. O nedenle de gidip, "derin devletin ismi" Çiçek'le görüşüyorlar. Ahmet Altan'ın gazetesi ise, bir yandan BDP'ye devlet partisi AKP'yle "ittifak" tavsiye ediyor, diğer yandan da Selahattin Demirtaş'ın TBMM Başkanı Cemil Çiçek'le görüşme talebini BDP'yi CHP'yle aynı sepete koyarak manşetten "Muhalefet bir kelebek, dolaşıyor çiçek çiçek" diyerek alaya alıyor.
Tutarlı olun!..
Sayın Usta, ne diyorsunuz bu hususta?
Ustalık dönemi kabinesi hakkında ne biliyoruz? Bilgilerimizi Roj TV'ye
borçluyuz. Bakanlak Kurulu listesi yayınlanır yayınlanmaz, sıcağı
sıcağına Roj TV bazı bakanların dosyasını açtı. Zimmetçileri,
aşırmacıları, 1995 yılında Hatay'da öldürülen yurtseverlerin
katilleriyle ahbaplıkları gözler önüne serdi. İşin bu kısmını es geçse
de medya artık konuşmaya başladı. Hürriyet bu konudaki haberini Roj
TV'ye değil, ama Sözcü'ye dayandırmış. Olsun. Okuyalım:
"Sözcü gazetesinin haberine göre hakkında çeşitli suçlardan 4 bakan
hakkında hazırlanmış fezlekeler bulunuyor. İşte 4 bakan hakkındaki
çeşitli suçlamalar...
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin: Zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrak kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak, ihaleye fesat karıştırmak.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer: İhtilasen nitelikli zimmet, sahte belge düzenlemek, ihaleye fesat karıştırmak, Kara Para Aklamasının Önlenmesi Kanunu'na muhalefet.
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu: İhtilasen nitelikli zimmet, sahte belge düzenlemek, Kara Para Aklanmasının Önlenmesi Kanunu'na muhalefet, ihaleye fesat karıştırmak, görevi kötüye kullanmak.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehmet Mehdi Eker: Görevi kötüye kullanmak."
Son ikisini geçelim. Olur böyle vakalar diyelim. Ama ya ilk ikisi.
Birisi polisin başında. Dosyasında "cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak" ibaresi var.
İkincisi okulların, üniversitelerin başında. Prof. olabilmek için "düşünce hırsızlığı" yapmış.
Gerçekten de böyle bir Bakanlar Kurulu kurmak "ustalık işi..."
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin: Zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrak kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak, ihaleye fesat karıştırmak.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer: İhtilasen nitelikli zimmet, sahte belge düzenlemek, ihaleye fesat karıştırmak, Kara Para Aklamasının Önlenmesi Kanunu'na muhalefet.
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu: İhtilasen nitelikli zimmet, sahte belge düzenlemek, Kara Para Aklanmasının Önlenmesi Kanunu'na muhalefet, ihaleye fesat karıştırmak, görevi kötüye kullanmak.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehmet Mehdi Eker: Görevi kötüye kullanmak."
Son ikisini geçelim. Olur böyle vakalar diyelim. Ama ya ilk ikisi.
Birisi polisin başında. Dosyasında "cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak" ibaresi var.
İkincisi okulların, üniversitelerin başında. Prof. olabilmek için "düşünce hırsızlığı" yapmış.
Gerçekten de böyle bir Bakanlar Kurulu kurmak "ustalık işi..."
'Derin futbola' karşı FenerbahCHE ile dayanışma
Güngör Uras, şöyle yazıyor:
"Türkiye'de futbol pastasının büyüklüğü 820 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Pasta hızla büyüyor. Son on yılda yüzde 290 büyüdü. Pastanın kaymağını "4 Büyükler" yiyor. Elde edilebilen son mali tablolara göre, 4 Büyükler'in yıllık gelirleri 622 milyon TL. Yıllık açıkları 130 milyon TL. Açık anlatımıyla 100 gelirleri var. 121 harcıyorlar.
Bu nedenle 4 Büyükler'in konsolide borç toplamı 1 milyar 95 milyon TL'yi aşmış durumda. 4 Büyükler'in futbol kulüplerinin yıllık 622 milyon TL gelirinin yüzde 33'ü futbol dışı harcamalara gidiyor. Konsolide futbol şubesi net zararının, konsolide futbol şubesi gelirlerine oranı (eksi) yüzde 38'dir."
Bu demektir ki, pasta bırakalım diğerlerini 4 büyüklere bile "az" geliyor ve böylece seyirciler takımların takımlarla rekabet ettiğini sanırken, kapitalist pazarda kulüpler kulüplerle kıyasıya savaşıyor. Pastadan kim daha fazla pay alacak kavgasına elbette diğer tüm kapitalist paylaşma savaşlarında olduğu gibi devlet de karışıyor. Sonuçta Cengiz Çandar dünkü yazısında "bu bir Fenerbahçe operasyonu" diyerek aslında bu mekanizmayı ima ediyor.
Ve devlet bu işlere karışıp, askeri vesayetten polis vesayetine doğru büyük bir adım atılınca, siyaset cephesinde de çelişkiler keskinleşiyor. Öyle ki, AKP aidiyeti ile Fenerli aidiyeti iç içe geçenler ve geçmeyenler karşı karşıya geliyor. İşte bunlardan birisi de Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı İbrahim Kalın. Danışman Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının polis tarafından gözaltına alınış biçimini eleştirirken şöyle demiş: "Aynı yanlış KCK tutukluları gözaltına alınırken de yapıldı."
Şimdi herkes FenerbahCHE taraftarlarının "hem derin futbol çetelerine, hem de polis vesayetine karşı" ne zaman harekete geçeceğini merak ediyor. Sorun şurada: Pastadan en büyük payı alan Fenerbahçe'yi tasfiye politikasından diğer üç "büyük" takımın çıkar sağlamasını önlemek için, "şikeye" karşı mücadeleyi "FenerbahCHE operasyonu" olmaktan çıkartmak ve tüm futbol dünyasındaki "derin futbol"un havasını almak gerekiyor. Bunun için "ne sağcıyız, ne solcu, futbolcuyuz futbolcu" demenin çare olmadığını, bütün futbolseverlerin birleşerek, "KCK tutuklularının resmiyle", "FenerbahCHE tutukluları resmini" aynı anda tişörtlerine işlemeleri gerekiyor...
Entelektüel faşistin lümpen evladı
Yağmur Atsız, ünlü Türkçü ve Hitler yanlısı Nihal Atsız'ın oğlu. Nihal Atsız malum, çaplı bir pro faşistti. Kültürlüydü. Türk milliyetçilerinin ulaşamadığı bir ideolojik derinliğe sahipti. Ne demişler, yiğidi öldür, hakkını teslim et!
Ama oğul Atsız arsızın biri. Ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Kendi anlatımına göre "faşist" değil. Hatta diyor ki, "ben de Türkleri sevmem..." Hay sevsinler seni.
Bu oğul Atsız, BDP'li vekil Sebahat Tuncel hakkında dünkü yazısında terbiyesizce laflar etmiş. Okuyalım:
"Sebahat Tuncel, eğer bundan böyle de bu şekilde konuşmaya devam edecekse, ki üslubunu sertleştirerek edeceği anlaşılıyor, o zaman artık bir daha karşımıza çıkıp 'demokrasi, Türk-Kürd kardeşliği, barış' vs. diye zırlamasın! Çünki yemezler!"
Evet, oğul Atsız tipik bir lümpen. Ağzı bozuk. Pro faşist Nihal Atsız, tıpkı Naziler gibi Türk lümpen proleterlerini de örgütlemek istemiş, başaramamıştı. Meğer bunu başaramayınca işte böyle bir "lümpen oğul" yetiştirmiş.
Etiketler:
AKP,
Aziz Yıldırım,
BDP,
Cemaat,
Fenerbahçe,
Futbol,
Gülen Cemaati,
KCK,
Kürdistan,
Kürt Özgürlük Hareketi,
Kürt Sorunu,
PKK,
Recep Tayyip Erdoğan,
Stratejik Derinlik,
Şike,
Takkiyecilik
Bugünden Yarına: ŞİKE
Futbol dünyasında patlak veren şike iddiası her an yeni bilgilerle kafa
karıştırmaya devam ediyor. Aynı zamanda süreci Fenerbahçe'nin küme
düşüp/düşmeyeceği üzerinden okunması da.
Elli üzerinde kişi gözaltına alındı ve soruşturma devam ediyor. Gözaltına alınan isimlerden Giresunspor Kulübü eski Başkanı Olgun Aydın Peker, Sivasspor Kulübü Başkanı Mecnun Odyakmaz ve Bülent Uygun, 2004 yılındaki Sedat Peker ve ekibine yönelik Kelebek Operasyonu kapsamında da gözaltına alınarak yargılanan isimlerdi. Uygun, Sedat Peker'in sahibi olduğu internet sitesinde köşe yazarlığı yapmıştı. Bunun yanında Sedat Peker ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen ve onun kayınbiraderi olan Mecnun Odyakmaz'ın adı Ergenekon iddianamesinde de gündeme gelmişti. Sedat Peker ile olan telefon görüşmeleri iddianamede yer almıştı. Gözaltına alınan isimlerden Diyarbakırspor eski Başkanı Abdurrahman Yakut ise 12 Haziran seçimlerinde AKP'den milletvekili aday adayı olmuştu. Sadece bu bile bize durumun başka boyutları olduğunu gösteriyor.
Endüstriyel Futbol
Türkiye'de bu süreç ilk kez yaşanmıyor. Daha önce de birçok kez iddialar ortaya atılmış ama genelde üzeri örtülerek unutturulmuştu (Akçaabat Sebat-Kayseri maçını ve sonrasında Meclis'teki komisyon raporunu hatırlayalım). Şimdi boyutları daha büyük görünüyor ve etkilerinin de büyük olacağının düşünülmesiyle birlikte, geçmişten bağımsız, sadece bu sezona ait bir durummuş gibi algılanmasına neden oluyor.
Şike olayı son sezona ait gibi gösteriliyor. Fakat bu geçmiş yıllardan bağımsız bir şey değil ve Türkiye'de kulüpler için zaten var olan şike yapabilirlikleri, yapmaları ve bunun toptan temizliğinden ibaret bir süreç yaşanıyor.
Geçmişiyle bugünden bağımsız olmayan bir süreç var endüstriyel futbol ilişkileriyle beraber daha da meşrulaştırılarak yapılıyor. 2006 yılında İtalya'da da Juventus küme düşürülmüş, birçok kulüp ceza almıştı. Fakat şikenin sadece bu olaylarla bitmediğini daha yeni çıkan ses kayıtlarıyla gördük. Buna keza çok da uzak olmayan bir süreçte Almanya'da başlatılan ve Türkiye'ye de uzanan soruşturmayı biliyoruz.
Yeni Şike Eğilimleri
Genel fotoğrafa bakalım: Dolar milyarderlerine ait olan kulüplerin futbol dünyasında güçlenmeleri ve "diğer" kulüplere başarı şansı tanımayacak kadar lobi kazanmaları oynanan oyunun da sadece basit bir oyun olmadığını gösteriyor bize. Bahis (sektörün büyüklüğü bir trilyon doların üzerinde ve dörtte biri futbol maçları üzerinden dönüyor) veya şike skandalları şaşırmamız gereken bir durum değil, tersine kapitalizmin futbolunun bir parçası. Futbolda pasta büyüdükçe (TV, reklam, sponsorluk, bilet fiyatları vb.) şike diye kavramsallaştırdığımız eğilimler artıyor ve artmaya da devam edecek.
Bunun üzerinden, bu sürece eklenmekte olan süper lig kulüplerinin tekelini elinde bulunduran üç kulüpten birinin böyle bir olayla gündeme taşınması bir tarafıyla hem onun (yani FB'nin) hem de tüm ligin şike dolu geçmişini temizlemekten ibaret.
Üç büyük kulübün tekelleşme sürecini yaratan ve yaratmaya devam eden faktörlerden biriydi şike ve olmaya devam ediyor, edecek de. Burada birilerinin canı yanacak. Fakat bu en az hasarla geçiştirilecek ve sonrasında şike diye kavramsallaştığımız (endüstriyel futbolda var olmaması düşünülemez bile) başarıya giden her yol mubahtır anlayışının bir eğilimi olarak, devam edecek ve artık yıkıntıların üzeri örtüldüğü için de bir sorun olmayacak. Aslında yeni şike eğilimleri için bir temizlik harekatı bu durum ve sonucu ne olursa olsun gelecekteki şikeleri üretecek.
Elli üzerinde kişi gözaltına alındı ve soruşturma devam ediyor. Gözaltına alınan isimlerden Giresunspor Kulübü eski Başkanı Olgun Aydın Peker, Sivasspor Kulübü Başkanı Mecnun Odyakmaz ve Bülent Uygun, 2004 yılındaki Sedat Peker ve ekibine yönelik Kelebek Operasyonu kapsamında da gözaltına alınarak yargılanan isimlerdi. Uygun, Sedat Peker'in sahibi olduğu internet sitesinde köşe yazarlığı yapmıştı. Bunun yanında Sedat Peker ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen ve onun kayınbiraderi olan Mecnun Odyakmaz'ın adı Ergenekon iddianamesinde de gündeme gelmişti. Sedat Peker ile olan telefon görüşmeleri iddianamede yer almıştı. Gözaltına alınan isimlerden Diyarbakırspor eski Başkanı Abdurrahman Yakut ise 12 Haziran seçimlerinde AKP'den milletvekili aday adayı olmuştu. Sadece bu bile bize durumun başka boyutları olduğunu gösteriyor.
Endüstriyel Futbol
Türkiye'de bu süreç ilk kez yaşanmıyor. Daha önce de birçok kez iddialar ortaya atılmış ama genelde üzeri örtülerek unutturulmuştu (Akçaabat Sebat-Kayseri maçını ve sonrasında Meclis'teki komisyon raporunu hatırlayalım). Şimdi boyutları daha büyük görünüyor ve etkilerinin de büyük olacağının düşünülmesiyle birlikte, geçmişten bağımsız, sadece bu sezona ait bir durummuş gibi algılanmasına neden oluyor.
Şike olayı son sezona ait gibi gösteriliyor. Fakat bu geçmiş yıllardan bağımsız bir şey değil ve Türkiye'de kulüpler için zaten var olan şike yapabilirlikleri, yapmaları ve bunun toptan temizliğinden ibaret bir süreç yaşanıyor.
Geçmişiyle bugünden bağımsız olmayan bir süreç var endüstriyel futbol ilişkileriyle beraber daha da meşrulaştırılarak yapılıyor. 2006 yılında İtalya'da da Juventus küme düşürülmüş, birçok kulüp ceza almıştı. Fakat şikenin sadece bu olaylarla bitmediğini daha yeni çıkan ses kayıtlarıyla gördük. Buna keza çok da uzak olmayan bir süreçte Almanya'da başlatılan ve Türkiye'ye de uzanan soruşturmayı biliyoruz.
Yeni Şike Eğilimleri
Genel fotoğrafa bakalım: Dolar milyarderlerine ait olan kulüplerin futbol dünyasında güçlenmeleri ve "diğer" kulüplere başarı şansı tanımayacak kadar lobi kazanmaları oynanan oyunun da sadece basit bir oyun olmadığını gösteriyor bize. Bahis (sektörün büyüklüğü bir trilyon doların üzerinde ve dörtte biri futbol maçları üzerinden dönüyor) veya şike skandalları şaşırmamız gereken bir durum değil, tersine kapitalizmin futbolunun bir parçası. Futbolda pasta büyüdükçe (TV, reklam, sponsorluk, bilet fiyatları vb.) şike diye kavramsallaştırdığımız eğilimler artıyor ve artmaya da devam edecek.
Bunun üzerinden, bu sürece eklenmekte olan süper lig kulüplerinin tekelini elinde bulunduran üç kulüpten birinin böyle bir olayla gündeme taşınması bir tarafıyla hem onun (yani FB'nin) hem de tüm ligin şike dolu geçmişini temizlemekten ibaret.
Üç büyük kulübün tekelleşme sürecini yaratan ve yaratmaya devam eden faktörlerden biriydi şike ve olmaya devam ediyor, edecek de. Burada birilerinin canı yanacak. Fakat bu en az hasarla geçiştirilecek ve sonrasında şike diye kavramsallaştığımız (endüstriyel futbolda var olmaması düşünülemez bile) başarıya giden her yol mubahtır anlayışının bir eğilimi olarak, devam edecek ve artık yıkıntıların üzeri örtüldüğü için de bir sorun olmayacak. Aslında yeni şike eğilimleri için bir temizlik harekatı bu durum ve sonucu ne olursa olsun gelecekteki şikeleri üretecek.
Etiketler:
AKP,
Aziz Yıldırım,
Fenerbahçe,
Futbol,
Gülen Cemaati,
Kapitalizm,
MÜSİAD,
Recep Tayyip Erdoğan,
Sermaye,
Siyasal İslam,
Stratejik Derinlik,
Şike,
Takkiyecilik
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)