14 Ocak 2011 Cuma

Ölümsüzlüğün Sırrı Çözülüyor!

Gelecekte bilim tarafından yaşlanmanın yavaşlatılarak, insan vücudunun daha dayanıklı ve sağlıklı bir hale getirilebileceği düşünülüyor.
Gelecekte bilim tarafından yaşlanmanın yavaşlatılarak, insan vücudunun daha dayanıklı ve sağlıklı bir hale getirilebileceği düşünülüyor. Üstelik bu çok da uzak değil... İşte yıllara göre hedefler:

Dünya ölümsüzlüğün sırrını arıyor. Rusya’dan ABD’ye bilim adamları, uzun yaşamın hatta ölümsüzlüğün sırrını keşfetmeye çalışıyor. Fransız Le Figaro gazetesi bu çabaları derledi.  İşte ayrıntılar...

Mucize hap için son 2 yıl

Rusya’da bulunan Moskova Devlet Üniversitesi’nden Vladimir Skulachev, Rusya Cumhurbaşkanı Dmitri Medvedev tarafından da desteklenen 40 yıllık çalışmalarının sonucunda ölümsüzlük hapına çok yaklaştığını açıkladı. Hapın, oksijenin vücuttaki hücrelere zararlı etkisini durdurarak, hücrelerin ölmesini engellediğini söyleyen Skulachev, çalışmalarında son iki seneye girdiğini iddia etti.

Ölüm tedavi edilecek

İngiltere’de bulunan Cambridge Üniversitesi genetik uzmanı Dr. Aubrey de Grey, yaşlılığın bedendeki fiziksel değişim demek olduğunu, vücuttaki her türlü hastalık ve hasarın hemen tedavi edilmesi sayesinde, ölümün ortadan kalkacağını savunuyor. Grey, bunu sağlamak için kök hücre teknolojisinin geliştirilmesinin yeterli olduğunu söylüyor.

Sır çocuklarda gizli

Fransa’da yaşayan ‘Kas Hastalıklarına Karşı Savaşma Derneği’nin başkanı Dr. Serge Braun, küçük çocuklarda nadiren görülen erken yaşlanma hastalığı üzerinde yürüttükleri çalışmaların, ölümsüzlüğün anahtarını bulmalarını sağlayabileceğini belirtti. Çocukların hücrelerinin erken yaşlanmasına neden olan proteini tanımlamaya çalıştıklarını söyleyen Braun, proteinin tanımlanması durumunda, yaşlanmanın da durdurulması konusunda büyük bir adım atılabileceğini dile getirdi.

Yaşlılık yavaşlayacak...

ABD’de bulunan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün biyoteknoloji laboratuvarlarında yürütülen hummalı çalışmalarda ölümsüzlüğün sırrı genlerde aranıyor. Araştırmaların başında bulunan Leonard Guarente, mantar hücrelerinde metabolizmayı yavaşlatarak, yaşlılığın da yavaşlamasını sağlayan bir gen buldu. SIR2 adlı bu genin, insan vücudunda da bulunduğunu tespit eden Guarente, şimdi bu sihirli genin insanlarda ömrü uzatmak için kullanılıp kullanılamayacağını araştırıyor.

Uzun yaşam istiyorsan sigaradan uzak dur

İnsanların ölümsüz olabileceğine inanan “Ölümsüzlük” kitabının yazarı biyofizikçi ve doktor Roland Moreau, sigara kullanımının sonlanması, yiyeceklerin doğallaşması, şeker tüketiminin azalması ve düzenli egzersiz yapılması sayesinde insan ömrünün uzayacağını söylüyor.

Ömür % 550 uzayabilir

Ölümün hastalık olduğuna inanan bir diğer bilim insanı da Amerikalı Raymond Kurzweil. Kurzweil, meyve sineklerinin genetiğiyle oynayarak yaşam sürelerini yüzde 550 uzattıklarını, şimdi aynı yöntemi insanlara uygulamaya çalıştıklarını söylüyor. Kurzweil kendi de ölümsüzlüğe ulaşmak için organik besleniyor,  düzenli egzersiz yapıyor ve günde 250 kadar vitamin ve yardımcı ilaç alıyor.

İnsanoğlu hangi yıllarda, kaç sene yaşadı?

1750’lerde: 25 yıl
1800’lerde: 35 yıl
1950’lerde: 65-70 yıl
2000’lerde: 80 yıl
2020’lerde: Hedef 100 yıl

Dev adıma Nobel ödülü

ABD’li bilim insanları Elizabeth Blackburn, Carol Greider ve Jack Szostak da, genlerde kanser ve yaşlanmaya neden olan mekanizma üzerine yürüttükleri araştırmalar sonucunda 2009 yılında Nobel Tıp Ödülü’ne ulaştı. Bu bilim insanları, kromozomların hücre bölünmeleri sırasında nasıl mükemmel kopyalandıkları ve parçalanmaya karşı nasıl korundukları konusundaki biyolojideki temel sorunu çözdü. Bu keşif hücreyi daha iyi anlamayı, hastalık mekanizmasını çözmeyi sağlayacak konulara ışık tutarak, hem tedavilerin geliştirilmesi hem de ömrün uzatılması konusunda büyük bir yol alınmasını sağladı.

BEYİN
2020: Beynin kendini yenilemesi sağlanacak.
2040: Beyindeki hasarlı bölümler mikroelektronik protezlerle değiştirilecek.
2100: Yaşlanma ortadan kalkacak.

HAYATİ ORGANLAR
2020: Biyoteknik organlar ve kök hücre yöntemi kullanılarak, karaciğer, kas gibi vücudun kısımları üretilecek.
2040: Başka organizmalardan alınan hücreler kullanılarak laboratuvarda organ üretilecek ve vücuda takılacak.
2100: Daha uzun süre canlı kalabilen ve daha dayanıklı hayati organlar üretilecek.

KAN
2011: Kandaki değerlerin düzenlenebileceği bir tedavi üretilme aşamasında.
2020: İnsan kanını temizlemek için nanokapsüller üretilecek.
2030: Kandaki globüllerde yapılacak değişikliklerle yaşlanma geciktirilecek. Vücut yeni damarlar üretebilecek.

HÜCRE
2011: Hücrelerdeki oksitlenme dokunun yaşlanmasına neden oluyor.
2040: Hücrelerin oksitlenmesi yavaşlatılacak.

GÖZ
2011: Katarakt gibi göz hastalıkları yaşlanmanın en belirgin etkilerinden.
2020: Göz implantları bu gibi hastalıkları ortadan kaldıracak.
2100: İnsan daha iyi, daha uzağı ve karanlıkta görebilecek.

KEMİK VE EKLEMLER
2011: Yaşlandıkça kemikler zayıflayıp güçsüzleşiyor.
2015: Kemiklerin oluşumunu engelleyen enzimler durdurulacak.
2030: Genetik sebepler silinerek kronik eklem yangısının etkileri azaltılacak.
2050: Sentetik hücreler kullanılarak daha sağlam bir kemik yapısı oluşturulacak.

KLON
İnsanın kendi kök hücrelerinden üretilecek bir klona, beyninde sahip olduğu içerikler de yüklenecek. Böylece canlı tek bir vücuda bağlı olmadan yaşayabilecek.

Genelkurmay ve AKP ilişkileri


AKP, sivil iradeye inanıyorsa ve tabii ki kendi gücüne güveniyorsa, Genelkurmay Başkanlığı'nı Milli Savunma Bakanlığı'na bağlar. Böylelikle Türkiye'de ordu, devlet ve siyaset ilişkilerinde yeni bir dönem başlar.

Ancak, arada bir yaygara koparsa da bu konuda radikal adımlar atmak istemiyor. AKP'nin asıl amacı, askeri vesayetle uzlaşma halinde kendi totaliter yönetimini güçlendirmek, daha doğrusu kendini askerin yerine ikame etmektir.


Bunun için sürekli vaatlerde bulunarak kendisine oy veren kitleleri kandırıyor. Her seçim öncesi bir sonraki dönem için büyük vaatlerde bulunarak oylarını korumaya çalışıyor.


Çünkü CHP'nin tek parti diktatörlüğü döneminden kalan askeri ve sivil elit egemenliğine dayalı yönetim anlayışı, AKP iktidarları döneminde de devam ediyor.


Bir zamanlar Menderes, Demirel, Özal, Ecevit de ordunun icazeti ve vesayeti ile iktidar olmuşlar, iktidar dönemlerinde Genelkurmay'la uzlaşmışlar ve askeri müdahalelere karşı direnmemişlerdir. Bu nedenle Türkiye'nin siyasal ve toplumsal geleneğinde askeri otoriteye karşı sivil irade üstünlüğü sağlanamamıştır.  


Ordunun siyaseti dizayn etmesi sonucu iktidar olan ve varlığını iktidardaki konumu ile koruyan AKP, tersi bir durumda yok olacağının bilincinde olarak iktidarda kalmak için her çareye başvuruyor. Bu bağlamda, Genelkurmay ve tekelci sermeye ile kendi çıkarları doğrultusunda uzlaşıyor. ABD'nin bir dediğini iki yapmıyor. ABD ve NATO tarafından kendisine verilen rolleri iyi bir çömez edasıyla yerine getiriyor.


MGK bildirisine yansıyan Genelkurmay ile hükümet arasındaki yeni uzlaşma, AKP'nin üçüncü kez iktidar olma hedefinden kaynaklanıyor. AKP'nin bu hedefinin ABD tarafından da desteklendiği biliniyor. Çünkü ABD'nin Irak, İran ve Kürdistan politikaları sağlam müttefik olan Türkiye için AKP iktidarından başka bir seçenek tanımıyor.


CHP'deki yönetim değişikliği operasyonları ile MHP'nin parlamento dışı tutulması için yapılan Fethullahçı taban operasyonları, Saadet Partisi'nin bölünmesi, yüzde onluk seçim barajının indirilmemesi, Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, yeni anayasa vaadi vb. gelişmeler, AKP'nin üçüncü kez iktidar yapılmasının politik komplolarını oluşturuyor.


Politik komplo diyorum, çünkü halk iradesine, demokratik temsiliyete ve çoğulculuk anlayışına sahip olmayan Türkiye'de siyaset artık böyle yöntemlerle yapılıyor.


Hükümetin yaptığı bazı biçimsel düzenlemeler ve Genelkurmay'a karşı gösterdiği kısmi tepkiler, ABD, NATO ve AB standartlarını aşan ve Türkiye'de demokratikleşmenin önünü açacak açılımlar değil.


Geçmişinde faili meçhul cinayetler, darbeler, suikastler, çeteler, cuntalar olan Türkiye'nin demokratik dönüşüm süreci böyle başlatılamaz. Türkiye'de kişiler kendi geçmişiyle yüzleşmelidir.  


Siyasal anlamda iktidar olmak, devlet yönetimini elinde bulundurmak ve devlet gücünü kullanma yetkisine sahip olmaktır. Bunu başaramayan, yani devletin askeri ve sivil bürokrasine söz geçiremeyen siyasal iktidarlar, toplumun ilerlemesini sağlayacak demokratik dönüşümler yapamazlar.


Bir hükümet kendisine karşı açıktan askeri müdahale hazırlığı içinde olan ordu komutanlarını görevden alamıyorsa ve adli mercilere teslim edemiyorsa, iktidarını Genelkurmay ile paylaşıyor demektir. Türkiye'nin ordu, devlet ve siyaset ilişkileri bu durumun birçok örnekleriyle doludur.  


Bir zamanlar Ecevit'in dediği gibi, geçmişte hükümetlerin önüne duvarlar örüldüğü ve duvarın öte tarafına geçilemediği için 'derin devlet' faaliyetlerinin üzerine gidilemiyordu. Ecevit bu nedenle kendisine yapılan suikastı bile açığa çıkartamamış ve susmayı yeğlemiştir. Özal, biraz farklı yol ve yöntem izlemeye başlayınca bunu hayatıyla ödemiştir. İki kez iktidardan düşürülen Demirel ise, sürekli olarak askeriye ve derin devlet ile uzlaşma içinde olmuştur.  


Şimdi, yapılacak şey duvarın öte tarafını görmek için, bu duvarı yıkmaktır. Bunu sadece toplumsal meşruiyet kazanarak halkın desteğiyle iktidar olmakla yetinmeyen, aynı zamanda muktedir olan bir siyasal hareket başarabilir ve Türkiye'yi demokratik bir sürece sokabilir.

AKP'nin Kürt Siyasetini Dizayn Çabaları


Seçimlere az bir süre kala AKP'nin hedefinin yüzde 50 olduğuna dair yorumları okur olduk. Yüzde on seçim barajındaki ısrarın bir nedeninin de AKP'nin yüzde 50 hevesi olduğunu söylemek mümkün. AKP niçin yüzde 50 oy almak istiyor? Birçok nedeni olsa da en başta gelen neden, iktidarını kökleştirecek yasal ve idari düzenlemeleri yapma isteği gibi görünüyor. Bu istek ve yüksek baraj ısrarı aslında Türkiye'yi bir tür iki partiye mahkum ediyor. Daha doğrusu tek partili rejime geçişe yol açacak ciddiyette sonuçlar barındırıyor.

Despotik sonuçları bağrında barındıran bu skoru gerçekleştirmek için AKP'nin hedefinde iki parti bulunuyor. Biri MHP, diğeri BDP. AKP yüzde 50 için hem MHP'nin milliyetçi oylarına hem de BDP'nin inançlı Kürtlerinin oylarına muhtaç. Bu nedenle hem milliyetçi argümanı hem de Kürt sorununa çözüm söylemini kullanıyor. MHP'nin son referandum sonuçlarına göre yüzde onun altına düşme riskinin güçlenmesi AKP'de milliyetçi oylar konusunda rahatlamaya yol açıyor. BDP içinse iki strateji uyguluyor:


1- Kürt oylarını bölmeye yarayacak bir strateji.


2- Kürt oylarının AKP'ye ikame olmasını sağlayacak bir strateji.


Kürt oylarının bölünmesine ilişkin uygulanan en güçlü strateji CHP'li Kılıçdaroğlu sayesinde, BDP'de bulunan Kürt Alevilerin oylarının CHP'ye akışını güçlendirmek, bu konuda kolaylıklar sağlamak. TRT de dahil pek çok yandaş medyanın sadece CHP ve AKP'nin politik değerlendirme ve stratejilerine yer vermesi, sadece bu iki partinin grup toplantılarına ve çalışmalarına  yer vermesi bu kolaylaştırma isteğinin dışa yansıması. Yayınlar BDP'ye sadece muhalefet etmek, kamoyunu bu konuda kışkırtmak ve maniple etmek için yer veriyor. Bir diğer bölme girişimi Kürt sivil toplum aktörleri arasında bir süredir uygulamaya koyduğu ayrıştırma, yandaşlaştırma, karşıtlaştırma politikası.


AKP'ye ikame olacak oylar konusunda işi sağlam kazığa bağlamak içinse kurduğu birkaç söylem şöyle: İlk olarak Kürtlerin siyasi temsilcisinin kendileri olduğu iddiasını dillendirmeleri. Başbakan Erdoğan ve partisi önümüzdeki süreçte bunu daha fazla ve yer yer siyasi ortamı germek üzere dillendirecektir. Böylece çözümün de muhatabı olarak AKP'yi öne çıkaracaktır. Kürt sorunu etrafında kurduğu tekeli aslında bu seçimle AKP sağlamlaştırmak istemektedir. Aynı niyetle ifade edilen bir diğer söylem, BDP'nin Kürt sorununun çözümünü istemediğine dair olan söylemdir. Hatta son dönemde yaptığı gibi BDP'nin kan siyaseti güttüğünü dillendirerek bu iddiasını güçlendirecektir. Bu insafsız yavuz hırsızlıkla kendisini çözümün tek adresi olarak sunacaktır. Öte yandan Kürt oylarının ikamesi için Bölge'de devletin yerini alan cemaat yapılarının olanaklarından da faydalanacak, Bölge'nin yoksulluğunu suistimal edecektir.


AKP Kürt oylarının bölünmesi ve kendisine ikamesi için başka olanakları da devreye koyacaktır. Bu olanaklardan biri son günlerde tahliye edilenlerle canlanma ihtimali olan Hizbullah'tır. Herkes hatta mahkeme kayıtları bile Hizbullah'ın devlet tarafından PKK'ye karşı kullanılmak üzere işletildiğini teyit ediyor. Şimdi Hizbullah eliyle BDP'deki Kürt oylarının kaçırtılmasına ve bölünmesine dönük kimi yönelimlere tanık olursak hiç şaşmayalım.  


AKP'nin seçim sürecinde uygulayacağı asıl olanak ise devletin açık kolluk ve yargı gücü gibi görünüyor. Bilindiği gibi KCK adlı operasyonlar ve davalar BDP etrafındaki Kürt siyasetini cezalandırarak, baskılayarak paralize etmeye, işlevsizleştirmeye, dizayn etmeye dönüktü. Güçsüzleşmiş, kontrol edilebilen, yedeklenen Kürt siyaseti AKP'nin ve devletin gökte aradığı bir olanaktır. Ancak KCK operasyonları ve davaları ile Türkiye demokrasisine pranga vurdu, operasyonu yapanların ayağına dolandı, hukuk ve adalet yaralandı. Toplum vicdanı yaralandı. Hükümetin bu kötü niyetli ve mesnetsiz uygulaması boşa çıktı. Fakat Türkiye oldukça önemli ve tarafların kader seçimleri olarak gördüğü yeni bir seçim sürecine hazırlanıyor. AKP bu seçimlerde BDP'yi etkisizleştirmek, yenmek ve kendisini Kürtlerin tek siyasi temsilcisi haline getirmek için KCK operasyonlarını yeniden güncelleme niyeti taşıyor. Şamil Tayyar gibi AKP devletinin kalemşörlerinin son zamanlarda toplumu yeni bir operasyona hazırlama çabası bu niyetin göstergesi.  Eğer seçimden önce, hele hele BDP adayları belirlenmeden Kürt siyasetine yeni bir operasyon dalgası olursa hiç şaşırmayalım. AKP böylece hem Kürt seçmenleri üzerinde baskı kurmuş olacak hem de BDP'nin adaylarının belirlenmesine etkide bulunarak yarım kalan dizayn işini tamamlamak isteyecektir. Böyle olması Kürt sorununun aslında uzun yıllar daha çatışmalara teslim edilmesi anlamı taşır. Yani bu seçimler ve uygulanacak stratejiler demokratik siyaset talebinin tedavisi güç yaralar almasıyla, eski yaraların büyük oranda iyileştirilmesi arasında bir tercihin hayat bulması ile sonuçlanacaktır. Bu konuya ilerde devam edeceğim...

 

Yüksel GENÇ
 13.01.2011 00:20

Demokratik Özerklik Üzerine -2



Devlet toplumu güçsüzleştiriyor

Oluşumundan beri devlet olgusunun en olumsuz rolü toplumu güçsüz ve savunmasız bırakmasıdır. Bu rolüyle toplumun varoluş araçları olan ahlaki ve politik dokulaşmasını sürekli zayıflatıp misyonunu oynayamaz duruma düşürmektedir. Toplum ise ahlak ve politika  alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez.


ll-Devletli uygarlığın doğuşu ve devlet-demokrasi ikilemi


Neolitik toplumda çoktan başlamış olan artık-ürün olanakları üstünde ya zor yöntemleri, ya da ticari tekel yoluyla ilk büyük sömürü çağının açıldığını belirtmek konumuz açısından önem arz etmektedir. Sümer, Mısır, Earappa toplumunda M.Ö 3000'lerden itibaren tarımda Firavun sosyalizmi diyebileceğimiz örgütlü yöntemlerle muazzam artık-ürün elde edilmektedir. Bu verimlilik beraberinde kenti, sınıfı ve devleti doğurmuştur. Şüphesiz ki bu Firavun sosyalizminde karın tokluğuna, tıpkı hayvanların değişik bir türü gibi çalıştırılan kul-kölelerin sömürüsü esastır. Nitekim Sümerce'deki "AMARGİ" sözcüğü "kutsal ana-doğaya dönüş" anlamını daha o dönemde yüklenmiştir. Kölelikle düşürülmüş insanlık, geçmişini mumla arar hale gelmiştir. Bir an önce ölüp cennete kavuşmanın ideolojisi, daha o dönemde yükselmiştir. Komünal toplumun yapı taşları olan ahlak ve politika alanları, deyim yerindeyse tarumar edilmiştir. Mitolojilerin ideolojik zihniyet fethedici gücüyle, kulluk-kölelik adeta tabi bir rejim olarak zihinlere kazdırılmıştır. Kökleri ilkel hiyerarşik döneme kadar uzanan kadın köleliği ise, en belirgin yaşam konusu haline getirilmiştir. Neolitik anaerkil, kutsal-ana toplumundan intikam alırcasına, erkek egemen tanrılı düzenler inşa edilmiştir. Bu durumların ağır sorunlara yol açması kaçınılmazdır. Nitekim sistemin, kendini dışa doğru yayma yoluyla bir sömürgeleştirme sürecine girmesi, bu dönemin belirgin özelliklerindendir.


KENT, SINIF VE DEVLET


Konuyu tamamlamak açısından, Neolitik toplumun sonlarına doğru oluşan kent, sınıf ve devlet olgusunun bazı özelliklerine de dikkat çekmek zorunludur. Aşağı Mezopotamya'da ilk oluşturulan kentlerden biri olarak Uruk'ta aşamalı olarak başlayan ve daha sonra oluşturulan tüm kentler, tarihte gerçekleşmiş haliyle öncelikle tapınak, askeri karargah ve kentli egemenlerin saray çekirdeği olarak sahneye çıkar. Aslında bu, devlet olgusunun da tarih sahnesine çıkması demektir. Bunların çevresini saran ikinci halkada ise, hizmetçi kullar veya köleler diyebileceğimiz sınıflar yer alır. Bir anlamda uygarlık tarihi; kent, sınıf ve devlet yapılanması olarak bu üçlü oluşumun zaman ve mekan içindeki yayılımı olmaktadır.

Sümerlerdeki Ziggurat adı verilen tapınak aynı zamanda bir zanaat merkezi, işçi-köle barınma yeri ve yönetici-askeri komutan-rahip üçlüsünün yönetim merkeziydi. En üst kat ise tanrıların gözetim ve denetim yeriydi. Ayrıca ilkel sermaye birikimlerinin ilk önce Sümer kent devletlerinde sağlandığı arkeolojik verilerle kanıtlanmıştır. Bu tapınak merkezlerini devlet, sınıf ve kent yapısıyla şekillenen uygarlığın, 'döl yatağı' olarak değerlendirmek yerindedir. Sümer örneğimizdeki Ziggurat, imece usulü çalışmanın da yeriydi. Yalnızca ibadet değil, toplu tartışma ve karar yeriydi. Politik bir merkezdi. Zanaatkar yeriydi. İcat yeriydi. Dönemin mimar ve bilginlerinin hünerlerini denedikleri merkezdi. İlk akademi örneğiydi. Aynı zamanda Sümer toplumunun ideolojik, zihniyet merkeziydi. Yönetimin askeri kolu dehşetengiz kelle koparırken ruhani kolu olan rahipler, zihniyet fethiyle aynı işi tamamlardı. Her iki faaliyet de, toplumun köleleştirmesinde at başı rol oynardı. Biri korku, diğeri ikna üretirdi. Aradan 5000 yıl geçmesine rağmen devletli uygarlık sisteminin, bu ana parametrelerinin özü hiç değişmedi.


Oluşumundan beri iktidar ve devlet olgusunun en olumsuz rolü toplumun güçsüz ve savunmasız bırakmasıdır. Bu rolünü ise toplumun varoluş araçları olan ahlaki ve politik dokulaşmasını sürekli zayıflatıp, iş yapamaz ve misyonunu oynayamaz duruma düşürmesidir. Toplum ise ahlak ve politika dediğimiz iki alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez. Burada ahlakın temel rolü, toplumun sürdürülme, ayakta kalma kurallarına sahip olma ve uygulama gücüdür. Politikanın gücü ise, özünde topluma sürekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte, temel maddi ve zihni ihtiyaçları gidermenin yol ve yöntemlerini, sürekli tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumsal politika bu gerekçeler temelinde, sürekli tartışma ve karar gücünü geliştirerek, toplumu zinde ve açık görüşlü kılar; kendini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturarak, onun en temel varlık alanını oluşturur. Politikasız toplum başı kopmuş horoz gibi, daha can vermeden sağa-sola savrulan toplumdur. Unutulmasın ki, bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olarak politikasız-siyasetsiz bırakmaktır. Hiç şüphe edilmesin ki, ahlak ve politik dokular toplumda tümüyle yok da edilemez. Toplum var oldukça, ahlak ve politika da hep var olacaktır. Gelişkin ahlaki ve politik toplum, aslında demokratik toplumdur. Birey ve grupların siyasi özne haline geldikleri demokratik toplum, karşılık olarak ahlaki ve politik toplumu en çok geliştiren yönetim biçimi de olmaktadır. Daha doğrusu, politik toplumun işlevselliğine zaten demokrasi diyoruz. "Kendi kendini yöneten toplum" olarak da tanımlayabiliyoruz. Eğer özgürlük, politikanın kendini ifade ettiği iklimsel alansa, demokrasi de bu alanda politikanın icra tarzıdır. Unutulmamalı ki, özgürlük, politika ve demokrasi üçlüsü, ahlaki temelden de yoksun olamazlar. Zira ahlaka; özgürlük, politika ve demokrasinin kurumsallaşmış geleneksel hali de diyebiliriz.


TOPLUMUN DOĞAL HALİ AHLAKİDİR


Bu belirlemelerden sonra, artık rahatlıkla şu saptamaları yapabiliriz. İktidar tekeli olmadan, toplumun doğal hali ahlaki ve politik toplumdur. Bu anlamda, devletsiz toplum mümkündür, ama toplumsuz devlet mümkün değildir. İlk doğuşundan bu yana devlet, sürekli olarak ahlak yerine hukuku; politika yerine ise, bürokratik idareyi ikame ederek toplumu güçsüzleştirir ve örgütsüz, savunmasız bırakır. Bu durumda demokratik siyasetin temel görevi, ahlaki ve politik toplumu özgür temellerde kendi işlevine kavuşturmaktır. Böylesi toplumlar ise açık, şeffaf ve demokratik toplumlardır. Unutulmasın ki "toplum mühendisliği" yapmak, demokratik siyasetin görevi olamaz.


Uygarlık sürecine baktığımızda, onun açısından yapılacak ilk tespit; ahlakın aleyhine sürekli devlet normlarını geçerli kılınmaya çalışıldığıdır. Sümer toplumunda ve özellikle de ilk Hammurabi kanunlarında, hukuk kurallarının düzenlenmesi bu durumu gayet iyi açıklar. Sorun ahlakın yetmezliği değil, tam tersine ahlaki toplumun aşındırılmasıdır. Devletin yönetim kuralları denilen, hukuk kurallarının egemen kılınmasıdır. Doğrudan demokrasi alanının gittikçe daraltılmasıdır. Köleci döneme ait Roma hukukunun, halen hukukun temel taşlarından biri olduğu hep hatırlanmalıdır. Nitekim hukuk, özünde "devlet zoruyla kanunların yürütülmesi" değil midir? Oysa ahlakta zorla yürütme yoktur, ikna vardır. İçten benimsenmeyen bir kurala, zaten ahlak kuralı demek de mümkün değildir.


Dinin henüz devlet damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Hatta ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliği, DİNİ oluşturur. Hukukun devlet eliyle yürüttüğünü, din tanrı gücünü arkasına alarak yürütür. Uygarlığın kimliği olarak din ve tanrı, ne kadar korku ve ceza kavramlarıyla yüklüyse; ahlaki ve politik güçlerin din ve tanrı kimliği de cesaret, af, umut, merhamet, sevgi ve barış kavramlarıyla yüklüdür. O halde uygarlık tarihi boyunca dini, bu iki kimliği içinde tanımlamak daha isabetli ve daha öğreticidir. Nitekim İbrahimi dinler olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet, tipik olarak bu iki eğilimi de bağrında taşıyan özelliktedirler.


HAZRETİ MUSA


M.Ö. 1300 civarında İbrani kabilesinin Hz. Musa öncülüğünde Mısır'dan Kenan illerine çıkışı, mucizelerle yüklü olarak kutsal kitap Ahd-i Atik (Tevrat)'te mevcuttur. Kenan, "vaat edilmiş cennet" gibidir. On Emir, aslında İbrani kabilesinin uzun deneyiminden sonra kazandığı örgütleme ilkeleri ve siyasi programıdır. Dönemin büyük düşünce devrimi anlamına gelmektedir. Bu siyasi programın M.Ö. 1000'ler civarında, Saul-Davut-Süleyman peygamberlerin hükümdarlığında mini bir devlet doğurduğunu görmekteyiz. Üstelik bu devletin ATİNA kadar demokratik olmadığını biliyoruz. Ancak İbrahimi gelenekte devlet üzerinde çok durulmasının nedeninin, onun Musevilikte olduğu gibi bir peygamber icadı olarak tespit edilmesinden kaynaklandığı da tespit edilmelidir.


HAZRETİ İSA       


Hz. İsa geleneği, ikinci önemli İbrahimi din olur. Roma İmparatorluğu'nun işgal yıkımlarının yol açtığı ağır sorunlar yumağına bir mesaj sunumudur. Hz. İsa'nın diğer adının "Kurtarıcı-Mesih" olduğunu unutmayalım. İbrani kabilesinin en alttaki yoksul kesiminden çıkış yapmaktadır. Komünal ve ahlaki değerlerinin aşındığı koşulların ürünü olması itibariyle, kurtarıcı arayışların kolektif ifadesi olmaktadır. Dönem, aynı zamanda büyük barış arayışlarını da ifade ettiğinden; Barış, İsevi harekete derinden damgasını vurmaktadır. Hz. Musa hareketindeki militanlığın tersine, barışçıl bir içerik taşımaktadır. Hz. İsa'nın havarileri öncülüğünde hareket, 300 yıl bu niteliklerini ve komünal yaşam özelliklerini korumuştur. Ancak M.S. 325 yılından itibaren Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu'nun resmi ideolojisi haline gelmesiyle orijinal yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmiştir. En azından, çoğunluk akımı olarak, iktidar-devletle iç içe geçmiştir. Barış dini olarak doğarken, sonraları insanları ateşte yakacak kadar savaşçı kesilmesi, ne denli devletçi ve iktidarcı kesildiğinin kanıtı; devlet olgusuyla iç içe geçtikçe gerçek özünü nasıl kaybettiğinin resmidir.


HAZRETİ MUHAMMED


İbrahimi geleneğin din olarak üçüncü versiyonu olan İslam, ilk doğduğu dönemde, yanı başındaki Bizans ve Sasanilerin devletçi sisteminden ve Arap kabileciliğinden radikal bir devrimci kopuş hareketidir. Hz. Muhammed de, Hz. İsa gibi alt yoksul tabakalara daha yakındır. Köleler ve kadınları kendine yakın saymaktan çekinmemektedir. Komünal nitelikleri güçlüdür. Dönemi açısından bir devrim hareketi olduğundan şüphe yoktur. Ancak talihsizliği Hz. Muhammed sonrasında iktidar şehvetine hızla kapılmasıdır. İslam, devrim olarak; belki de bu açıdan en çok ve en hızlı ihanete uğramış devrimlerin başında gelmektedir. Emeviler de Muaviye ile başlayan saltanat ve devlet mekanizmasını ele geçirip iktidar olma geleneği, İslam'ı demokratik, komünal geleneğinden adım adım uzaklaştırmıştır. Bir kez daha demokrasi-devlet olgularının karşıtlığına tanık olmaktayız. Hatta yeri gelmişken belirtelim ki; başlangıçta halk kitlelerinin meclisleşmesi (Sovyetler) ve partinin ideolojik-politik öncülüğünde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi'ni, devlet olgusuyla bütünleşmesi ve demokrasiden adım adım uzaklaşıp bürokratik bir mekanizmaya dönüşmesiyle, nasıl çöktüğünün trajedisi, h‰l‰ hafızalarımızda taptaze yaşamaktadır. Devlet ve iktidar olgusunun bozup çürütmeyeceği, yozlaştıramayacağı hiçbir şey yok gibidir. Bu gerçeği, iyi kavramak zorundayız.


Üç büyük İbrahimi dinin doğduğu ve M.S.7-15.yy'lar arasında ezici olarak İslami iktidar ve devletlerin hüküm sürdüğü Ortadoğu; bu dönemin sonunda Ortadoğu merkezli uygarlığın hegemonik merkezini İtalya'nın Venedik, Cenova ve Floransa kentleri üzerinden Batı Avrupa'ya, Amsterdam ve Londra'ya kaptırmıştır. Unutmayalım ki Ortadoğu, tüm Neolitik dönemin (M.Ö.1000-3000) 7000 yıllık ve devletli merkezi uygarlığın (M.Ö.3000-M.S.1500) 4500 yıllık dönemine merkezlik etmiştir. Bu tarihten sonra uygarlığın yol açtığı devasa sorunların altında yıpranmış, körelmiş, kendini yenilemekten yorulmuş, adeta toplum enkazlarına dönüşmüştür. Bu anlamda Avrupa; Asya'nın ve özellikle de Yakındoğu Asya'sının son 1500 yıllık toplumsal kültürlerinin taşınarak, son 500 yılın (M.S 1500-2000) en muhteşem sentezinin oluşturulduğu mekan olmaktadır. Ancak yine eklemek gerekir ki, bu süreçle sadece uygarlığın maddi ve manevi pozitif değerleri Avrupa'ya taşınmadı; ağır çelişki, sorun, çatışma ve savaşları da taşındı. Hatta köleci Asur krallarının feci soykırımları bile...



lll- Köleci ve Feodal Dönemde Özerklik Olgusu


Bu aşamada kent ve kentleşme olgusunun temel bir niteliğine daha dikkat çekmek gerekmektedir. Bilindiği gibi uygarlığın diğer adı olan medenileşme, Arapça "kentleşme" anlamındadır. Kent olgusunun Aşağı Mezopotamya'da devlet olgusuyla birlikte anılması, kent devleti kavramının da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tarih boyunca bu tip devletlerin hegemonyayı reddederek, bağımsızlık ve özerkliklerini ne kadar inatla savunduklarına tanık olmaktayız. Bunlardan BABİL, belki de kent bağımsızlığının, özerkliğinin ilk büyük örneğidir. Çevresindeki daha güçlü iktidar ve devlet güçlerinin boyunduruğuna girmemek için bağımsızlık ve özerklik politikasının bütün maharetini sergilemiştir. Usta politikalarla yüzlerce yıl hep ayakta kalabilmiştir. Hatta en uzun süreli, uygarlık çekim merkezi olmuştur. (M.Ö.2000-Miladi yıllara kadar), aynı şekilde ROMA İmparatorluğu'na karşı günümüzdeki Tunus'un kuzeyindeki KARTACA, Roma ve Pers-Sasani imparatorluğuna karşı bugünkü Suriye'nin kuzeyindeki PALMYRA benzer örneklerdir. Kendi başlarına imparatorluk olma sevdaları ise çökmelerine neden olmuştur. Diğer yandan ATİNA, demokrasi ve kent politikasıyla devasa Pers İmparatorluğu'nu durdurmuş; ROMA ise cumhuriyetçi politikalarıyla bir dönem dünyanın merkezi haline gelmiştir. Özellikle İtalya'nın Venedik, Cenova ve Floransa kentleriyle, Almanya kentlerinin 19. yy ortalarına kadar ÖZERK yapılarını korumak için büyük direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan özellikle Venedik ve Hollanda'nın bugünkü başkenti Amsterdam en ünlü örnekleridir. Yine eklemek gerekir ki, Ortaçağ olarak adlandırılan dönem, kentleşme itibariyle hiçbir zaman antikçağa erişemedi. Bu dönemin kentleri bir nevi derebeylik ve emirliklerin kararg‰hı durumundaydı. Etrafta biraz zanaatk‰r ve saray hizmetkarlarının toplanmasıyla genişleme potansiyeli taşıyorlardı. Ancak kent, henüz kıra, köye üstünlük sağlayan konumdan uzaktı. Ayrıca feodal dönemde derebeylikler, emirlikler ve beylikler; nispi anlamda bir ÖZERK yönetim gücü olmuşlardır. Bunların ÖZERK konumu, belli yönleriyle günümüzün "Yerinden Yönetim" örgütlenmelerine benzemektedir. Çünkü merkezi otorite ile olan ilişkileri oldukça sınırlıdır ve özünde merkeze sadece asker ve vergi vererek kendisini korumaya, himayeye almaya dayanan bir sistemdi. Ne var ki, demokratik değildi; halk yönetime katılmamakta ve tebaa durumundaydı. Yine anmalıyız ki, Almanya'da merkezileşmeye karşı kent konfederalizmi yoğun bir mücadele verir. Bu ayaklanmalar, yaklaşık 400 yıl sürer. Çok kanlı bir sürecin ardından bu ilk kent ve kır Demokratik Konfederalizm deneyimleri çeşitli nedenlerle merkeziyetçi monarşi ve ulus-devlet eğilimlerine yenik düşer. Benzer şekilde Roma, Pers, Sasani, Bizans ve nihayet Osmanlı imparatorluklarının idari sistemleri de, yine satrap ve eyaletlerdeki derebeylik, emirlik ve beyliklere özerklik tanıyan bir yapıdaydı.

19. yy'da ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce yıl süren eyalet veya kent özerkliklerine, büyük bir darbe oldu. Ancak post-modernite ile bölge ve kent özerklikleri, özellikle AB süreciyle birlikte yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent ve bölge-eyalet politikacılığı yeniden öne çıkmaktadır.


Yine konunun eksik kalmaması için önemle vurgulamalıyız ki; tarihte devletli uygarlık güçlerine karşı, sadece kent politikacılığı değil, belki de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların ÖZERK politik güç halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız destansı direniş vardır. İbrani kabilesinin 3500 yıllık (M.Ö 1600-günümüze kadar) özerklik öyküsü, belki de en ünlü örnektir. Alevilik ve Haricilik mezhepleri, kabile ve aşiretlerin inanç temelindeki ÖZERK yaşama politikalarını yansıtmaktadır. İlk Hıristiyan cemaatlerinin 300 yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Aynı şekilde antikçağ Yunan felsefesi ekollerinin ÖZERK politikalarının, bilimin temel hazırlayıcı rolünü oynadıkları, inkar edilemez bir gerçeklik durumundadır.



YARIN
lV- Uluslaşma ve ulus-devlet
V- Demokratik uluslaşmada, demokratik toplum ve demokratik konfederalizm olgusu


Hatip DİCLE
 
13.01.2011 00:35
 

Demokratik Özerklik Üzerine -1


Özerklik halkın kendi yönetimidir

'Demos' halk ve 'Kratiya', kendini yönetme anlamına geldiği dikkate alındığında; Demokratik Özerklik, 'halkın kendi kendini yönetmesi' demektir. Bu da demokrasiden ayrı düşünülemez


Tüm yönetim biçim ve anlayışları her toplumun yapısına göre değişiklikler içerse de, temelde iki başlık altında toplanabilecek niteliktedir: Tüm yönetim gücünün tek bir merkezde toplandığı ve yürütüldüğü "merkezden yönetim" sistemi, bunun ilki olmaktadır. Diğeri ise yönetim erkinin çeşitli merkezler arasında paylaşılması ve ayrı kurumlarca yürütülmesini sağlayan "yerinden yönetim" sistemidir.


İlk toplumlarda yerinde yönetim


"Özerklik" esas olarak, Arapça "muhtariyet", Yunanca "Otonomi" kavramlarının Türkçesidir ve "kendi kendini idare etme" durumunu anlatır. Aynı şekilde "Demos" halk ve "Kratiya", kendini yönetme anlamına geldiği dikkate alındığında; Demokratik Özerklik, "halkın kendi kendini yönetmesi" demektir. Bu nedenle de demokrasiden ayrı düşünülemez.


Yönetim ise; toplumsal yaşamın vazgeçilmez bir gereği olarak şekillenen sosyal, siyasal bir kavramdır. Toplumsal yeniden üretimin devamı için gereken tüm ilişki, denetim, planlama ve işleyişi içeren YÖNETİM kavramı; özünde bir yön verme ve düzenleme işidir. Değişen toplumsal koşullara göre birçok değişim geçiren yönetim olgusu, günümüzde de bu değişimini sürdürmektedir.


Şüphesiz ki tarihte devlet olgusunun ortaya çıkmasından önce de, bir yönetim sistemleşmesi vardı. Ama adına devlet denen kurumun ortaya çıkmasından bu yana, tüm yönetim biçim ve anlayışları her toplumun yapısı, çelişkileri ve özgünlüklerine göre değişiklikler içerse de, temelde iki başlık altında toplanabilecek niteliktedir: Tüm yönetim gücünün tek bir merkezde toplandığı ve yürütüldüğü "merkezden yönetim" sistemi, bunun ilki olmaktadır. Diğeri ise yönetim erkinin çeşitli merkezler arasında paylaşılması ve ayrı kurumlarca yürütülmesini sağlayan "yerinden yönetim" sistemidir. Ne var ki devlet olgusunun ortaya çıkmasından sonra, özünde siyasi bir içerik taşıyan yönetim olgusunun tarihsel gelişimi, genel olarak merkezileşme yönünde olmuştur. Başlangıçtan günümüze kendi öz çıkarlarını düşünsel olarak en iyi sistematize eden, onu politik çizgiye dönüştürüp, örgütlü zor gücüne kavuşturan, yönetimin de sahibi olmuştur. Egemenlerin tarihte bunu en iyi yapanlar olduğu biliniyor. Bu nedenle toplumsal yaşamın idare edilmesi, düzenlenmesi ve yeniden üretilmesi, adeta egemenlerin doğuştan gelen hakkı gibi algılanmıştır. Daha da kötüsü, bu durum günümüzde bile bilinçaltına hükmedecek derecede etkisini sürdürmektedir. Şu da bir gerçek ki, kendi öz çıkarlarını sağlam bir düşünsel zemine, politik çizgiye, örgüt ve eylem gücüne kavuşturamayan; kavuşturduğunda ise sürekli kılmayan ya da yozlaşıp zıddına dönüşmesini engelleyen, ulusal, sınıfsal veya cinsel anlamda ezilenler; tarih boyunca yönetim nesnesi olmanın ötesine geçememişlerdir.


Eğer günümüzde demokratik, özerk yerel yönetim kavramından söz edebiliyorsak, bunun halk kitlelerinin, devlet olgusu karşısında, bir başka yaklaşımla toplumun devlet karşısında, "kendi kendini yönetmek" için verdiği uzun ve özverili mücadelelerinin ürünü olduğunu kavramak durumundayız. Zaten demokratik özerk yönetimlere esas meşruiyet kazandıran ve onu günümüzde demokratik toplumlarca tercih edilen bir yönetim tarzı olarak gündemleştiren de, temeldeki bu niteliğidir. Sözü edilen yönetimler, kitlelerin öz-yönetim gücünü açığa çıkarabildikleri, demokrasinin beşiği ve okulu olabildikleri ölçüde gerçek tanımlarına kavuşmaktadır.


Bu olgunun toplumların evrimi içinde nasıl şekillendiğini genel hatlarıyla da olsa irdelemeden, günümüzdeki Demokratik Özerklik kavramına tüm boyutlarıyla açıklık getirmek de, mümkün olmayabilir. Bu nedenle toplumun ilk kök hücresi olan klandaki yönetim yaklaşımını analiz ederek konuya giriş yapmak yerindedir.

 

1-Devletsiz toplumlarda yönetim ve özerklik olgusu

Günümüzdeki bilimsel verilerle, insanın ve toplumun on binlerce yıllık evrimi içinde, neredeyse yüzde 98'lik gibi çok ağırlıklı bölümünün KLAN dediğimiz 25-30 kişilik birimler halinde süregeldiğini biliyoruz. Klan toplumu, süreç içinde oluşan aile, kabile, aşiret, kavim, milliyet ve ulus toplumunun tümünde, tıpkı hücre farklılaşmasına benzer biçimde h‰l‰ yaşamını sürdürmektedir. Elbette ki klanda çok basit bir ahlak ve politika da vardır. Yine klanın toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işinin olduğunu, bilimsel verilerden biliyoruz. Şüphesiz ki tüm klan üyeleri kendileri için hayati olan toplayıcılık ve avcılık üzerinde, belki de bin kez, işaret veya simgesel dilleriyle tartışarak, danışarak, deney alışverişi yaparak bazı üyelerini görevlendirerek en iyi, en verimli biçimde toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygularlar. Aksi halde yaşam olamazdı. Böylece ahlak ve politikanın basit anlamda da olsa klan yaşamındaki vazgeçilmez olgular olduğunu saptayabiliyoruz. Nitekim konuşma ihtiyacını ve buradan hareketle dili ortaya çıkaran ve gelişmesini teşvik eden esas unsur da, işin yapılmasına ilişkin, bu tartışma ve karar süreçleri olduğunu hiç unutmamalıyız. Kuşkusuz ki, bu durum, "kendi kendini yönetme" anlamında demokrasinin de en ilkel, en primitif biçimidir. Yani hem düşünüp tartışmanın, karar vermenin, hem de bu kararı yönetip, işin başarısına dönüştürmenin demokrasinin en dolaysız biçimi olduğu, çok açık bir gerçektir.


AHLAK VE TÖRE AŞAMASI


Neolitik toplum, klan toplumunun daha gelişkin bir aşamasıydı. Nitekim ilk tarım ve köy devrimi, M.Ö 12000'lerde bu süreçte oluştu. Anaerkil aileden, kabile ve aşiret örgütlenmesine kadar birçok gelişim, birçok yeni icat ve hamleler, bu tarihsel aşamaya denk düşer. Toplumsal evrimin bu ikinci uzun süreli dönemi de yine esasta ahlak ve töre olarak adlandırdığımız kurallar bütününün ve basit anlaşmada politikanın işlediği bir toplum aşamasıdır. Henüz hukuk ve devlet yoktur. İktidar olgusu tanınmamaktadır. Anaya kutsallık atfedilmekte, kadın tanrıça imgesi yükseltilmektedir. Bu dönemi ilkel bir demokrasi dönemi olarak tanımlamak da yerindedir. Yönetimde kadının yeri birincildir. İlk yerleşik köylerle birlikte tarımın kadının öncülüğünde başlaması dolayısıyla, ekonomi de bu dönemde kadının asal rol oynadığı bir toplumsal faaliyet biçimidir. Kaldı ki, ekonominin kelime anlamı "ev yasası, evi geçindirme kuralları" demektir. Bunun da Neolitik toplumda kadının temel işi olduğu açıktır. Demek ki kadın hem klanın ve köyün yönetiminde, hem anaerkil ailede, hem de ekonominin yönetiminde başat bir roldedir. Bu otorite artık-ürün üzerine kurulu iktidar otoritesi olmayıp, tam tersine verimlilik ve doğurganlıktan kaynaklanan ve toplumsal varoluşu güçlendiren bir doğal otoritedir. Kadında etkisi daha fazla olan duygusal zek‰ bu varoluşla güçlü bağlara sahiptir.


ATAERKİL AİLE DÖNEMİ


Toplumda baskı ve istismar amaçlı ilk otorite kurma çabalarının avcı gelenekli "kurnaz ve güçlü adam"ın analitik akıl ve eyleminin sonucu olarak geliştiğini varsaymak mümkündür. Bu, "kurnaz ve güçlü adam" başlangıçta otoritesini iki ana grup üzerinde tesir etmeye çalışır; yanındaki avcı grubuna ve eve kapatmaya çalıştığı kadına. Neolitik toplum aşamasının sonlarına doğru aile, klan içinde ilk farklılaşan kurum olur. Uzun süre anaerkil aile olarak yaşandıktan sonra, köy-tarım devrimi akabinde, tahminen M.Ö 5000'lerde gelişen erkek egemenlikli hiyerarşik otorite altında, ataerkil aile dönemine geçilir. Yönetim ve çocuklar, ailenin erkek büyüğünün denetimine verilir ve kadın üzerindeki sahiplik, ilk mülkiyet düşüncesinin de temeli olur. Zaten hiyerarşik ve devletsel düzen bağlantılı iktidar gelişiminde, erkeğin öncü rol oynadığını tarihsel bulgular ve güncel gözlemler açıkça göstermektedir. Bu anlamda kadının kaybedişi ve kayboluşu, toplum adına büyük düşüş ve kaybediştir. Erkek egemenlikli cinsiyetçi toplum, bu düşüşün ve kaybedişin sonucudur. Aile, işte bu süreçte, bir anlamda erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir. Aile, erkek etrafında iktidarlaştırılarak, devletli toplumun hücresi kılınmaktadır. Kadının sınırsız, karşılıksız çalışması güvenceye alınmakta, çocuk yetiştirip, nüfus ihtiyacını karşılamakta, tüm topluluğa bu haliyle kölelik, düşkünlük yayılmaktadır. Kadınla başlayan kölelik, giderek erkeğin de iktidar karşısında köleleşmesini doğurmaktadır. Aile, aslında bu içeriğiyle, hanedanlık ideolojisinin de işlevselleştiği kurum olmaktadır.

ASKERİ FETİHLER VE GASP


Yine bu dönemde şamanistik (proto-rahip) ve jerontokratik (yaşlılar grubu) öğelerinin de katılarak ilk hiyerarşik otoritenin hemen birçok toplumda ve çeşitli biçimler altında oluştuğunu tespit etmek mümkündür. Uygarlık tarihine geçişle birlikte "güçlü ve kurnaz adam", devletin, yani ekonomi üzerinde artık-ürün gaspına dayalı ilk tekelleşmenin, askeri kolu olarak zor temelinde kendini kurumlaştırdığını, günümüzdeki bilimsel verilerle saptayabiliyoruz. Sümer toplumunda rahip-krallar döneminin hemen ardında l., ll. ve lll. Ur hanedanlıkları bu olguyu yansıtmaktadır. Nitekim Gılgameş Destanı'nda bile açıkça krallığın nasıl tanrıça İnanna geleneğinden koparıldığını, rahibenin güçsüzleştirilerek eve kapatıldığını adım adım izlemek mümkündür. Gılgamış'ı tarihte ilk komutan olarak simgeleştirirsek, işi kent için gerekli köle insanları avlamak üzere sefere çıkmak, vahşi dedikleri kır kabilelerini avlamaktır. Kent zorbasının ikinci görevi ise, "Güvenlik" oluyor. Bunun için en çok başvurduğu yöntem, kale ve surlar dikmek ve hep daha güçlü, öldürücü silahlar geliştirmektir. Özcesi, devletin temelinde mülk olduğu gibi, mülkün temelinde de askeri fetihler ve gasp vardır. Gelenek günümüze kadar böyle sürüp gelmektedir.


KLAN ÖRGÜTLENMESİ


Klan ve aile birimi, gelişen üretim ve güvenlik sorunlarında yetersiz kalınca, KABİLE biçimine geçilerek bir anlamda birkaç klanın birleşmesinden oluşan topluluklar doğmuştur. Bunlar sadece kan bağı değil, üretim ve güvenliği de gerekli kıldığı çekirdek toplum unsurları olagelmiştir. Yine önemle kaydetmek gerekir ki, kabilenin komünalliğe yakın bir yaşamı vardır. Ahlaki ve politik toplumun en güçlü yaşandığı bir toplum biçimlenişidir. Göçebeliği hep önplanda olan kabileler ise, unutmayalım ki, tarihin gerçek yapıcı güçlerindendir. Kabileyi oluşturan klanlar, yönetim açısından kabileden özerktir. Üretim ve güvenlik meselelerinde bir araya gelerek, güçlü bir işbirliğine girdikleri bilinmektedir.


AŞİRETLER


Daha üst bir topluluk biçimi olarak AŞİRETLER ise, kabile topluluklarının bir nevi federasyonu şeklinde, günümüze kadar da h‰l‰ yaşayan bir yapı arz etmektedirler. Her kabile yine kendi içinde özerktir. Büyük oranda köleci uygarlıkların saldırıları karşısında yok olmamak ve köleleşmemek için birleşme ve direnme ihtiyacının ortaya çıkmasıyla, aşiret örgütlemesinin doğduğunu belirtmek mümkündür. Askeri ve politik örgütlenmesi, hızla gerçekleşebilen bir toplum biçimlenişidir. Hatta aşireti, kendiliğinden bir ordu ve politika gücü olarak nitelemek yerinde bir tanımlamadır. Toplumların evrimi sonucunda oluşan kavim, milliyet ve ulus kültürlerinin ana kaynağı durumundadır. Kolektif toplumsal yapıları, karşılıklı yardımlaşmayı esas alır. Komünal ruh güçlüdür. Ulusal karakterin yapıcı unsurlarındandır. Aşiretlerin özellikle köleciliğe karşı özgürlük, komünalizm ve demokratik gelenek uğruna direnişleri olmasaydı, insanlık bir kul ve sürü kitlesi olmaktan kurtulamazdı. Nitekim Yukarı Mezopotamya'da Toros-Zagros dağ silsilelerinin eteklerinde Neolitik toplumun başat yaratıcı gücü olan Hurri, Mitanni, Gutiler ve sonraları Medler'de somutlaşan Proto-Kürtlerin, köleci devletler ve imparatorlukların birlikte yaptıkları saldırılara karşı aşiretler ve aşiretler konfederasyonları halinde direnmeleri; günümüzde bile Kürdistan'da çok güçlü olan direnme ve özgür yaşama damarının, neden bu derece köklü ve güçlü olduğunun da izahıdır. Bu konuda MED Aşiret Konfederasyonu'nun Asur köleci imparatorluğuna karşı sürdürdüğü direniş, destansıdır.



YARIN
ll-Devletli uygarlığın doğuşu ve devlet-demokrasi ikilemi
lll- Köleci ve feodal dönemde özerklik olgusu



Hatip DİCLE
 
12.01.2011 00:33
 

Finansal Çağ, Projelere Şartlı Kredi Sağlama Çağıdır

 
ABD’nin İkinci Büyük Dünya Savaşı sonrasının hegemon gücü olduğu genelde kabul gören bir görüştür. Para birimi olarak Dolar’ın dünyasal ağırlığı bu hegemonyanın sonucudur. İlginç olan tam da bu hegemonya zirve yaparken, Dolar’ın altın karşılığından kurtulmasıdır. Bunun bir nevi hesapsız, sorumsuz dünya hegemonu olmayı yansıttığı çok açıktır. ABD’nin 1980’lerden itibaren dünyaya trilyonları kat kat aşan Dolar’ı karşılıksız olarak saldığı bilinmektedir. Bu korkunç bir olaydır. Yalnız banknot matbaasını çalıştırarak yılda trilyon Dolar kazanma anlamına gelmektedir. Para hiçbir çağda ve hiçbir yerde bu denli kendi kendini büyütmemiştir. Hegemon olmanın ilk defa kendini paraya yansıtmasını veya paranın bizzat hegemon olduğunun itirafını bu olgudan başka daha iyi açıklayan bir araç olabilir mi? Bütün ulus-devletlerin borçlu durumda olduklarını göz önünde bulundurursak (en büyük borçlu ulus-devlet, çok tuhaftır, ABD’nin kendisidir), paranın niye tam hegemon olduğunu bir kez daha algılama gücümüzü arttırmış oluruz. ABD Merkez Bankasının ufak tefek para oyunlarının (faiz-fiyat indirme, yükseltme hareketleri) dünyayı şiddetle sarsması da finans sisteminin iyi oturmuşluğunu gayet iyi açıklamaktadır. Yani paranın gücünü kanıtlayan olgular çok fazla oluyor.

Krizlerin sistemle bağı daha da çarpıcıdır. Asya, Rusya ve Latin Amerika’da devrevi olarak zincirleme etkileyerek, saçarak oluşan krizler tamamen para sahasında geçmektedir. Reel ekonomiye yansımalar hep sonradır. Daha önceki krizler reel dünyada başlayıp para dünyasında sonuçlanırken, finans çağının krizleri tam tersine olmaktadır. Reel ekonomi en sona bırakılmakta, ama finans dünyasının egemenlerinin istedikleri gibi, o ülke veya ülke bloklarını hizaya getirdikten sonra, fazla ağırlaştırmadan sona erdirilmektedir. Rusya örneği öğretici olacaktır. SSCB resmi olarak 1991’de dağıldıktan sonra giderek ağırlaşan bir finansal kriz sürecine alındı. Kriz 1998’de doruk noktasına çıkarıldı.

Çok ilginçtir; bu dönemde, bilinen Şam çıkışındaki gelişmeler bağlamında, ben de Moskova’daydım. Rus yetkililer çok acilen Rusya’dan çıkmamı, bunun için ellerinden ne geliyorsa yapabileceklerini söylüyorlardı. Kocaman İstihbarat Şefi şunu belirtiyordu: “Altı ay sonra olsaydı, her şey kolay olurdu. Biz de sana böyle davranmazdık.” Evet, 1998 krizi Rusya’yı teslim almıştı ve ilk yetkili ağızlardan itiraf ediliyordu. Gayet iyi hatırlıyorum. Benimle ilgili operasyonu yürüten İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve ABD Dışişleri Bakanı Albraight alelacele Moskova’ya gelip on milyar Dolar karşılığında Rusya sahasının dışına atılmamı sağlamışlardı. Bu amaçla IMF ile antlaşma imzalanmıştı. Türkiye ile Rusya arasında da benim karşılığımda ayrıca ‘Mavi Akım’ anlaşması imzalanmıştı. Rusya’nın da bir şartı bu oluyordu. ABD muhalefetine rağmen. Rusya sistem hegemonunun istediği neoliberal politikalara çekildikten sonra, yavaş yavaş felçli halinden çıkıp sistemle bütünleşti. Bir karşıdevrim de böyle gerçekleşiyordu; sanal ve finansal karşıdevrimler çağında!

Finans çağından daha çok hegemonun ana politikalarına hizmet edecek projeler esas alınır. Dünya ekonomisi finans çağına göre nasıl dizayn edilecek? Hangi bölge hangi mallarda yoğunlaşacak? Payı ne olacak? Ülkelerin temel siyasetleri nasıl düzenlenmeli, ekonomik ve sosyal yapılanmalarını nasıl yenilemeli, borçlarını nasıl ödemeliler, kaynaklarını nasıl kullanmalılar? Ayrıca asi, çete dedikleri ülke ve ekonomiler nasıl hizaya getirilmeli? Eski SSCB bloğu, Çin ve diğer üçüncü dünya denilen ülkeler hegemonik sistemle nasıl bütünleşmeli? İsrail’le ilişkiler nasıl düzenlenmeli? Bir bütün olarak dünya, ülke, devlet ve halkları neo-liberal yeni finans çağının genel kriterlerine hangi parametreler tarafından uyum sağlayacaklarsa, o temelde her ülke, şirket, devlet ve bireylerin önüne projeler konulur. Bu projelere uygun yatırımlara birçok siyasal ve askeri şart da bağlandıktan sonra finansman, yani parasal enstrümanlar sağlanır. Uymayanlara ise kriz dayatılarak iflas noktasına getirilir. Zaten finansal çağ demek, projelere şartlı kredi sağlama çağı demektir.

Sistem bu temelde çalıştırılmaktadır. Kapitalizmin finansal çağda ekonomi olmadığını en net biçimiyle bu kısa betimlemelerimiz bile göstermektedir. Kâğıt oyunlarının ekonomi olmamak kadar, ekonomi dışı dayatmalar olduğunun en iyi kanıtlama araçlarıdır. Tekelin azami kârlaşması bu kâğıtlar üzerinde gerçekleşmektedir. Bundan daha açık ekonomi dışılık olur mu? Hiçbir sektör ve dönem, kârın ticaret ve sanayi çağının çok üstünde bedava kazanıldığını finans sistemi ve çağı kadar açıklayamaz. Küçük kuponlar karşılığında herkes kâra bulaştırılarak hem sisteme suç ortağı kılınıyor, hem sistem kendini daha da güçlendirerek kurtuluyor. Finansal çağ endüstriyalizmden daha ağır ekonomi dışıdır. Bir toplum biçimidir, kültürüdür.

Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabından alınmıştır.

Hizbullah,AKP ve Kürtler

PKK’nin Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da önemli bir siyasal güç dinamiği olduğu gerçeği; PKK karşıtlarının yeni politik hamleler ortaya koymasına neden oluyor. Hizbullah tahliyeleri de bu bağlamda ele alınıyor. Ancak Kürdistan’daki son 40 yıllık mücadelenin siyasal ve askeri özelliklerine yakından baktığımızda Kürtlerin demokratik ve özgürlükçü mücadele stratejilerine karşı devletin ortaya koyduğu her taktik başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Devletin özellik PKK hareketine karşı ortaya koyduğu karşı taktikleri PKK ve PKK Önderliği’nin siyasal karşı taktik ve politikaları boşa çıkarıp kendisini daha güçlü bir hareket olarak inşa etmeyi başarmıştır.

İsterseniz yakın tarihi hemen hatırlayalım. PKK’nin kuruluş süreci 1970’lerin ikinci yarısında Apocuların partileşme sürecine müdahaleleri ve yapılan karşı saldırılar PKK gerçeğini ortaya çıkarmıştır. 1978 Maraş Katliamı ve komando baskınları ile sindirilmek istenen Kürdistan toplumu ise PKK ile bağ kurmaktan ve bu harekete destek vermekten çekinmemiştir.

1980 askeri darbesi ile Kürdistan’a topyekün ilan edilen savaş ve sıkıyönetim kararlarına karşı PKK’nin bir yandan sınırdışına çekilmesi, diğer taraftan zindan direnişleri ile kendisini daha da güçlü bir taktikle ortaya çıkarmasını bilmiştir. 15 Ağustos 1984’de başlatılan gerilla savaşı da bu bağlamda ele alınabilir. O dönemler “birkaç çapulcu” denilerek marjinal ve kriminalize edilmek istenen PKK hareketi 1990’larda kitlesel halk desteği ile Kürdistan ve Türkiye’nin temel gücü haline geldi. İşte tam kurumsallaştırılan koruculuk, dayatılan itirafçılık, JİTEM ve kontrgerilla üsleri ve bu dönemde; kullanılan Hizbul-Kontra yapılanmalar Kürdistan’da ve Türkiye metropollerinde Kürt halkı üzerinde tam bir terör estirdi. Yakılan ve boşaltılan köyler, binlerce faili meçhul, milyonlarca insanın yaşadığı işkence ve zulüm, kendi kimliğine yabancılaştırılarak suç makinası haline getirilen insanlar…

PKK ve Kürt toplumu devletin bu hamlesine de karşı direndi. Sonuçta büyük acılar yaşansa da, Kürtler kaybetmedi. Kendilerini var etmeyi, askeri gücünü korumayı ve kendilerine siyasal alan yaratmayı bildiler. 1990’ların sonlarına doğru ise, PKK karşısında lokal politikalarla sonuç alamayan Türk devleti, NATO’yu, ABD’yi ve İsrail’i PKK karşıtı politikalarında kendisine ortak etti. Kürtlerin “15 Şubat Uluslararası Komplo” olarak tanımladığı bu süreç de öyle gelişti. Ancak Kürtler uluslararası komployu da büyük bir direniş, zengin politik taktik ve stratejik değişim ve dönüşümle gerilettiler.

Devletin PKK’ye karşı hamleleri durmadı. Aksine çeşitlendi. PKK’yi Kürtler içinde marjinalleştirme, örgütü kendi içinde bölme, uluslararası alanda kriminalize etme çabaları devam etti. Ancak PKK buna karşı Kürtler içinde sadece Kuzey Kürdistan değil, dört parça Kürdistan’da örgütlenmesini genişletti. Ulusal bir güç olarak kendisini otorite olarak kabul ettirdi. Devletin daha doğrusu devletlerin PKK’yi bölme ve “çürütme” siyasetine karşı ise, ideolojik ve politik mücadele vererek kendisini daha arı ve sade olarak değişim dönüşüme uğrattı. Tabii ki sancılı oldu ancak bu hamlelere karşı da, kazanan PKK oldu. Uluslararası alanda PKK’yi kriminalize etmek isteyen Türk devleti “terörizm” söylemini 11 Eylül’den sonra etkili kullanmak istedi. Konjönktürün etkisi ile bu alanda geçici sonuçlar alsa da, PKK’nin uluslararası alandaki kitle örgütlülüğü, yaptığı konferanslar ve diplomasi PKK’yi uluslararası alanda da temel bir güç yaptı. Dolayısıyla PKK’ye karşı devletin yaptığı her hamle PKK’nin zengin karşı taktikleri ile PKK’yi siyasal olarak güçlendirmiştir.

Son olarak AKP’nin aklı ile hareket eden Türk devleti, PKK’yi din argümanı ile bitirmek istiyor. Bunun için de Kürtlerin sorun olarak dile getirdiği konularda kendine göre “açılım, çözüm, siyaset ve yaklaşım” ortaya koyarak PKK’yi sınırlandırmayı ve yok etmeyi amaçlıyor. İşte bütün bu politikalara karşı geçtiğimiz yıl Öcalan yaptığı açıklamada, “Uluslararası komplocular yenilmiştir, halkımıza duyuruyorum” dedi. Öcalan bu açıklamayı hala tutuklu bulunduğu İmarlı’da yaptı.

Sonuç olarak PKK karşısında askeri alanda istediği sonucu alamadığı gibi, kendi askeri ve siyasi dengesi bozulan Türk devleti, şimdi de siyasal olarak Kürdistan ve Türkiye’nin gündemini belirleyen “Demokratik Özerklik” tartışmalarına karşı kendince hamleler geliştirme peşinde. Hizbullah ile Kürdistan’da yeni bir hamle yapmak isteyen devletin eski politikalarına baktığımızda bu hamle de geri tepecek, Kürtleri ve PKK’yi siyasal olarak daha güçlü kılacak bir durum yaratacaktır. Çünkü geçmişi ile doğru yüzleşmeyen devletin ve Kürt sorununda PKK ve Öcalan gerçeğini doğru okuyamayanların atacağı her adım sadece kendilerini zayıflatacaktır. TSK’nin, DYP’nin, CHP’nin, MHP’nin içine düştüğü durum bunu yeterince göstermiyor mu?

guelbaki@ymail.com

Güney Afrika Modeli Barış; Hakikat ve Af Komisyonu-2

Yeni_Özgür_Politika Her ne kadar Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Apartheid rejiminin ürperten suçlarını büyük bir cesaret ve uzun soluklu sistemli bir çalışmayla açığa çıkarmış, yine yüzyıllardır acılarla yaşamış bir halka zulmü anlatma imkanı tanımışsa da, yetersizlikleri nedeniyle eleştiri konusu olmuştur. Geçmişle hesaplaşma devam etmektedir.
Güney Afrika Modeli Barış; Hakikat ve Af Komisyonu - 2
1990’da ANC öncülüğünde beyaz rejimle başlayan resmi müzakere süreci 1994’a kadar sürmüştür. ANC ile beyazların müzakerelerinin bir şartı olan Apartheid rejimini, sistemsel olarak değil de, bireyler düzeyinde yargılanması üzerinden uzlaşı sağlanmıştır. Çünkü sistemsel olarak yargılanmasını beyazlara kabul ettirmesi, beyazların ve destekleyicilerinin Lahey Adalet Divanı’na gidiş yolunu açacaktı ve 600 yıl süren sömürgeciliğin tahribatlarının çeşitli düzeylerde tanzim edilmesi sağlanacaktı.

İlk demokratik seçimlerde Mandela ve ANC zafer kazandı
Uzlaşının tamamlanması sonucu 1994’te ilk defa demokratik seçimlere gidilmiştir. 27 Nisan 1994’de ANC yüzde 62 oranında ezici bir oy oranına ulaşmış ve Nelson Mandela apartheid sonrası ilk başkan olmuştur. Uzlaşı diğer yandan siyahların özgürlük mücadelesi veren ANC başta olmak üzere diğer örgüt üyelerinin de yargılanması şartını barındırmıştır. Bununla beraber beyazların sahip olduğu topraklarda reformların yapılmaması öngörülmüştür. Kısacası ülkenin çoğunluğunu teşkil eden siyalarla beyazlar iktidar devir teslimi yapacaktır. Daha önce azınlık ülkeyi yönetirken, antlaşma sonucu çoğunluğu oluşturan siyahlar başa geçecektir. Bu husus anlaşıldıktan sonra 1996’da devreye konulan Hakikat ve Af Komitesi örgütlendirilir. Kamuoyu 1990-1994 müzakere sürecinde sağlanan uzlaşma siyasetini yakından bilmemektedir. 1996 oluşturulan geçici anayasa da bu uzlaşı üzerinde şekillendirilmiştir. 1990-1994 uzlaşıyla sonuçlanan politik çözüm geçmişte iktidar olan beyazlar ile gelecekte iktidar olacak siyahlar üzerinden gerçekleştirilmiştir. Halk ve uluslararası kamuouyu bu uzlaşı siyasetinin en belirgin ve bir nevi son aşaması olan ve 1996’da meclisin kararnamesiyle devreye konulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu -TRC; Truth and Reconciliation Commission- (HUK), sürece dahil olmuştur.

Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu
Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (HUK), Nelson Mandela’nın 1994’te Başkan seçilmesinden ve ANC’nin iktidar olmasından sonra tartışılmaya başlandı. Geçiş dönemi adaleti konusunda düzenlenen iki büyük uluslararası konferans, sivil toplum örgütlerinin büyük katkısı ve parlamentoda saatler süren tartışmalar sonucunda Güney Afrika Meclisi; 1995 ortalarında Ulusal Birliğin Desteklenmesi ve Uzlaşma Yasası’nı çıkardı. Üzerinde en çok durulan ise Şili’de denenen Hakikat ve Af Komisyonu modeli olmuştur.

Nisan 1996’da başlayan ve 1998 Haziran’ında sona eren Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, apartheid yönetimi altında yaşanan insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak üzere Güney Afrika’daki toplulukların şikayetlerini ele almıştır. Ele alınan suçlar ise 1960-1964 yıllarını kapsayan süreçtir. Bu süre zarfında en çok faili meçhul cinayet vs işlenmiştir. HUK 21 binden fazla insandan resmi ifade almıştır. Oturumlar halka açık yapılmış ve büyük ölçüde ulusal ve uluslararası medyada yayınlanmıştır. İfade veren polis ve emniyet görevlileri ifadelerinde samimi olduklarında af edilmişlerdir.

1996-1998 sürecinde Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu 6.037 insanı dinlemiş, 568 kişiyi af etmiş, 5.287 kişi af dışı bırakılmıştır. Hükümet mağdur olarak kabul edilen kişilere ise verilen söz çerçevesinde gereken tazminatları sadece az bir kesime vermiştir.

Af yetkisine sahip tek komisyon
Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Ekim 1998’de, bulgularını içeren 3 bin 500 sayfalık bir raporu o dönemki Cumhurbaşkanı Nelson Mandela’ya sunmuştur. Ancak soruşturulan yalnızca beyazlar olmamıştır. Bunun yanısıra ANC ve diğer Siyahların temsilcisi örgütlerin de insan hakları ihlalleri konusunda ifadeleri alınmıştır.

Diğer ülkelerdeki komisyonlardan farklı olarak af yetkisine sahip tek Hakikat Komisyonu, Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu olduğu da bir gerçekliktir.

Komisyona eleştiriler
Her ne kadar Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (HUK), Apartheid rejiminin ürperten suçlarını büyük bir cesaret ve uzun soluklu sistemli bir çalışmayla açığa çıkarmış, yine yüzyıllardır acılarla yaşamış bir halka zulmü anlatma imkanı tanımışsa da, yetersizlikleri nedeniyle eleştiri konusu olmuştur. Eleştirilerin çoğunun haklılık payı olsada, asıl nedeni ise ANC ve Apartheid rejimi arasında sağlanan uzlaşma siyasetinde görmek daha gerçekçidir.

Hakikat ve Uzlaşma komisyonuna en çok eleştiriler hukukculardan gelmiştir. Bunlar uluslararası hukukun bu tür mekanizmalarla boşa çıkarıldığını iddia etmektedirler.

Zulmün sebebi ırkçı sistemdir, tek başına bireyler değil
Güney Afrikalı siyah aydın ve entelektüellerin en fazla dikkate ve ciddiye aldıkları eleştiri Ugandalı Prof. Mahmoud Mamdani’ninki olmuştur. Prof. Mamdani’nin temel eleştirisi HUK’un Apartheid rejimini sistemsel bütünlüğü içerisinde değil de, yaşanan vahşetin bireyler üzerinden ele alındığına dönüktür. Çünkü tüm zulüm ırkçı bir sistem sonucu olmuştur. Sistem ve yapısal olarak ırkçılık ele alınıp yargılanmaktan ziyade bireyler şahsında açığa çıkan boyutları üzerinde durulması eleştiri konusudur. Mamdani’ye göre; HUK yasalar nedeniyle milyonlarca insanın zorunlu göçe tabi tutulması, pasaport yasasından dolayı yaşanan sayısız tutuklamaları, bununla Apartehid rejiminin yapısal ve sistemli şiddet karakteri gözardı edilmiş ve bu rejimden faydalanan beyazlar yani siyahların toplatıldığı zorunlu gecekondu, göç politikasını uygulayan idari işlemlerden sorumlu olanlardan ise hesap sorulmamıştır.

‘Gökkuşağı ulusu’
Temel diğer bir eleştiri ise suçların bireyselleştirilmesiyle toplumda yaratılmak istenen depolitizasyon meselesidir. Toplum, mağduru olduğu sistemi değil, onun yarattığı sonuçlar üzerinden bir eleştiri ve mahkumiyet yargısına itilmiştir. Başvurulan yöntemin suçlu ve kurban politikasıyla sorunun odak noktası silik hale getirilmiştir.

Güney Afrika HUK deneyiminde unutulmaması gereken; bu komisyonun eski toplumsal ve siyasal düzenden yeni bir düzene geçiş döneminde yapılmasıdır. Siyahlar mağduru olduğu ve o güne kadar ırkçı gördükleri beyazlarla nasıl birilikte bir gelecek kuracaklardı? Siyahlar ya yaşanan tüm zorbalığın, köleliğin ve zulmün intikamını alarak yeni bir savaşa girecek, ya da birlikte yaşamak için uzlaşıya gideceklerdi. HUK, bir nevi uzlaşan ANC ve beyaz iktidarın hemfikir oldukları “gökkuşağı ulusunu“ yaratmanın toplumsal zeminini oluşturma deneyimi olmuştur. HUK renklerin birlikte yaşanması için suçu işleyen kimi beyaz ile mağdur olan siyahları yüzleştirmiş, böylelikle kin ve nefretin o dönem patlak vermesini frenlemiştir.

600 yıllık köleliğin yaraları hala kanıyor!
O günün şartları açısından geçişin çözümünde önemli bir katkısı olmuşsa da devrimin tamamlanmasına ara vermiştir. Nitekim bugünkü Güney Afrika’da sorunlar hala devam ediyor, çünkü 600 yıllık sömürgecilik ve köleliğin yaraları çok derin ve hala kanamaktadır. İktidar el değiştirmiş, kapitalist zihniyetin bir ürünü olan Güney Afrika orjinli Apartheid rejimi aşılmış olasa da, kapitalizmin sömürü zihniyetinin uygulayıcıları bu defa da siyahlar olmuştur. Son yıllarda artan siyah milliyetçiliğinin yanısıra zengin ve fakir arasında derinleşen mesafe umutsuzluğa yol açmaktadır.

BM sözleşmesi tekrar gündemde
HUK’un yarım bıraktığı adalet mücadelesi ise hala devam etmektedir. 2009’da iktidara gelen Cumhurbaşkanı Jacob Zuma ile siyah kimliğin kırılmış onuru ve özgüvenini yaratma kavgası devam etmektedir. Apartheid ırkçılığının siyahlar üzerinde yarattığı derin tahribatlar, sosyolojik olarak bıraktığı derin kimlik ve özgüven kırılması ise Güney Afrika’yı daha çok uğraştıracaktır. Ülke ekonomisinin beyaz hakimiyeti altında olması, toprakların çoğunun hala beyazların elinde olması ciddi bir sorun olarak tartışılmakta ve anayasal olarak düzenlenen toprak reformları ise hala bir öfke konusu olmaktadır.

Ekonomi hala beyazların elinde
Siyah yeni kapitalistler çıksa da, ekonomik gücün motoru beyazların olması da, geçmişle hesaplaşmanın bitmediğini göstermektedir. Hak ve adalet arayışı, anti kolonyalist mücadele devam etmektedir. Bu nedenle Zuma hükümeti, geçmiş hükümetlerin red ettiği siyah vatandaşlar tarafından Apartheid rejiminin faydalandığı büyük şirketlere karşı açtığı davaları desteklemektedir.

Zuma hükümeti 33 bin siyahın toplu olarak 2002’de ABD’de Aparheid rejimiyle ortak çalışan büyük şirketlere karşı açtığı davayı destekleyerek, yarım kalmış geçmişle hesaplaşma ve ırkçı rejimden faydalananlardan hesap sormayı yeniden gündemleştirmiştir. Dava Daimler, UBS, Credit Suisse, Rheinmetall, Commerzbank, Deutsche Bank ve Dresdner Bankö, Amerikan Ford ve General Motors yanısıra Teknoloji sanayi olan İBM’e karşı açılmıştır. Bazı şirketler ise HUK’ta ifade verdiklerini belirtmişlerdir. Bu şirketlerden beş Alman firması, BM’nin 1977’de Aparheid rejimine karşı aldığı silah satış ambargosunu deldikleri ve 4.2 Milyar Euro civarında satış yaptıklarından dolayı dava konusu olmuşlardır. En son örnekten de görüleceği üzere geçmişle hesaplaşma devam edecektir.

Barışa, savaşa yol açan zihniyete karşı mücadeleyle ulaşılır
Barış sorunu, savaş sorunu kadar binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Güney Afrika’da belli bir uzlaşının sağlanması ve dolayısıyla geçmişle yüzeysel hesaplaşılması bile, kalıcı bir barışın, Güney Afrika’da hala mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Savaşlar yöntem değiştirir, kimi savaş belirli aşamalarda çok şiddetli olur, kimi savaşlar ise zamana yayılmış biçimde farklı yöntemlerle olur. Kapitalizmin yani ikidarın daha ince kalıba büründüğü bir sistemde yaşam hergün bir savaş günüdür. En doğru barışa, savaşa sebebiyet veren iktidar ve egemenlik zihniyetiyle sürekli hesaplaşmayla ulaşılır.

Denilebilir ki; herhalde Güney Afrika deneyiminden en iyi sonuç çıkaracak olan Kürdistan Özgürlük Mücadelesidir. Öyle görünüyor ki kalıcı ve onurlu bir barış Kürdistan’dan evrene yayılacaktır. Tüm barış ve özgürlük deneyimlerinin son halkası olarak, ister Güney Afrika ister başka yerde örnekleri de yaşanmış olsa, özgür iradeli, kalıcı barışa Kürdistan toprakları tanıklık edecektir. Çünkü; nasıl ki iktidar zihniyeti devlet örgütlemesiyle bizim coğrafyamızda kurumsallaşmaya başlamış ve savaşlara sebebiyet vermişse, aynı şekilde neolotik, ana merkezli kültüre dayalı insanlık kültürü de bizim coğrafyamızda ve binlerce yıl hüküm sürmüştür.

Kürt kadınları olarak oluşturduğu özgürlük kültürü ve zihniyeti ile hafızalara ve genlere işlenmiş bir direniş gücü ile başta savaşlar olmak üzere tüm kötülüklere neden olan iktidara karşı kılıcımızı çekmişiz. İktidarın olmadığı, demokratik bir yaşamı benimsedikçe, barışı da tekrar coğrafyamızda yaratacağız.

BİTTİ

Güney Afrika Modeli Barış; Hakikat ve Af Komisyonu-1

Yeni_Özgür_PolitikaGüney Afrika’da beyaz rejim 1980’lerin ortalarında başlayarak, ANC ile yurtdışında beyaz işadamları üzeri görüşmeler başlattı. 1980’lerin sonuna doğru bu görüşmeler sonucu tutuklu bazı ANC kadroları serbest bırakıldı, ardından Nelson Mandela ile temasa geçildi. 1990’da da ANC üzerindeki yasak kaldırıldı.
Güney Afrika Modeli Barış; Hakikat ve Af Komisyonu
Barışı çokca tartıştığımız bu yıllarda, çeşitli ülkelerin deney ve ulaştıkları sonuçlara bakıyoruz. Bu aynı zamanda, başka ülkelerde gelişen barış deneyimlerini inceleyerek Kürdistan’da geliştirmek istediğimiz barışın iradeli, onurlu demokratik olması için, kendi pratik tedbirlerimizi geliştirmek de oluyor. Fakat hangi ülkenin deneyimine bakarsak bakalım, gerçeğe ve umut dolu bir geleceğe ancak ideolojik ve tarihsel pencereden bakarsak yakınlaşabiliriz. Diğer türlü konuya bakış açısı yüzeysel oluyor. İşte bu nedenle bu yazımızda dünya çapında evsanevi bir düzeyde tanıtılan Güney Afrika Hakikat ve Af Komitesine biraz farklı bir gözle bakmayı önemli buldum. Kamouyuna propagandası yapılan daha çok olumlu sonuçlarıdır. Ancak acaba bu çokça övülen çözüm modeli sorunları gerçek anlamıyla kalıcı bir barışa götürebildi mi? Yoksa iyiliği ve efsaneviliğinin ölçüsü kötü ırkçı Apartheid rejimi midir? O rejim hiç şüphe yok ki, katliamcı, köleci, sömürgeci, bir sistemdi. İnsanlık dışı uygulamaların sahibi ırkçı bir rejimdir.

İktidarcı zihniyetle çözüm olmaz!
Bu yazıyı Kürt özgürlük hareketinin barış ve uzlaşı siyasetinin ilkesel kriterlerini anladığım oranda esas alarak yazdım. Çünkü; Kürt özgürlük hareketinde barış kavramı en modern ve çağa en uygun biçimiyle geliştirilmektedir. Bahsi onurlu bir barıştır, bu da toplumsal karekterli bir barıştır. Özgürlük Hareketi önderliği Abdullah Öcalan barışı siyasal bir olgudan öteye toplumsal bir olgu olarak ele almaktadır ve yine Kürt sorunun barışçıl çözümünde Türk devletiyle iktidarı paylaşma değil amacı, çünkü dün yaşandığı gibi bugünkü savaşların asıl nedenini de iktidar kavgaları olarak tanımlamaktadır. Barış algılayışında en önemli nokta bu iktidar zihniyetinin aşılmasıdır.

Radikal demokrasi, radikal barış
Kürt özgürlük hareketi, Kürt sorunun çözümünde başkaları gibi iktidarın devir tesliminden bahsetmemektedir. Bana göre herkesin yaşadığı deneyimlerden çıkabilecek en gerçekçi çözüm budur, bu nedenle de; radikal demokrasi gibi radikal barış siyasetinden bahsediyor. Yani barışı hep özlenen ve aranan konuma getiren iktidar hırsının sonucu olan savaşlara son vermek ve radikal kökten bir barış çözümlemesine gitmiştir. Maksadım elbette başkalarının elde ettiklerini ne küçümseme ne de gereksiz olarak tanımlamaktır. Güney Afrika her ne kadar kendi somutunda uzlaşı siyasetiyle bir barış yaratabilmişse elbetteki inceleme konusudur. Biz Kürtler de başkalarının deneyimini incelerken ne taklit etmeliyiz, ne de sorgusuz ve sualsız sadece görünürde olanları ele alarak yüzeysel yaklaşamayız. Güney Afrika’da ki beyaz ırkçı rejimle Türk devletinin sömürgeci politikaları arasında ciddi bir benzerlik sözkonusu olsa da Kürt özgürlük hareketi ile Güney Afrika özgürlük mücadelesi arasında ciddi ideolojik farklıklar da bulunmaktadır.

Güney Afrika çözüm modelini anlamak açısından karşısında mücadele verdiği ırkçı rejimi anlamak da gereklidir. Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı mücadele ve yaşanan çözüm müzakerleri, yani ırkçı rejimden demokrasiye geçiş aşamasında önemli bir rol oynayan Af ve Uzlaşı Komisyonu’nu da anlamak önemlidir.

Apartheid rejimi
Kelime olarak Apartheid, Hollanda sömürgeciliği sürecinde Güney Afrika’da geliştirilen Afrikans (Afrikalı) dilde Aparthayd olarak kullanılıyor. Apart ayrı, özel anlamına geliyor. Fransızca’da ‘a part’ bir tarafı tutma, özel ve yabancı manasında da kullanılıyor. Güney Afrika’da bu, tüm devletin yasaları düzeyinde kurumsallaşmış ırkçı bir yönetim biçimiydi. Yani Apartheid siyasal olarak kurumsallaşmış ırk ayrımına dayanan, bir ırkın diğer ırk tarafından ezilmesinin meşruiyetini sağlayan bir rejim biçimidir. Özcesi beyazlar (Avrupa’dan göç edenlerin torunları), „renkliler“ (kökeni birden fazla ırkın üyelerinden gelen), Asyalılar (Hint, Malezya, Endonezya) ve siyahlar.

Ülke nüfusunun yüzde 13’ünü oluşturan beyazlar azınlık olarak, beyaz olmayan çoğunluğu yönetmiştir. Beyazların dışında olanlara seçme ve merkezi yönetime seçilme hakkı tanınmamaktaydı. Ayrımcılık yaşamın tüm alanlarında hakimdir. Kiliselerden, umumi tuvaletlerden tren vagonlarına, okullarda hastahanelere, yerleşim yerlerinden okullara kadar bütün toplumsal düzeylerde etkili olarak uygulanmaktaydı. Milyonlarca siyah insan evlerinden yurtlarından oldukça uzakta ‘yurt’ denilen alanlara toplatılarak altın, uran ve elmas madenlerinde köle olarak çalıştırılmaktaydılar. Sistem ırkçı karekteriyle böyleydi. Burada bahsi edilen ırkçı zihniyete dayalı ideolojik bir yönetim biçimidir.

Apartheid zorda
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Aralık 1973’te ‘Irkçılığa karşı mücadele ve bu suça bulaşmışları takip etme’ sözleşmesini çıkarmış ve 1976’da uygulamaya koymuştur. BM bu sözleşmede Apartheid rejimini‚ insanlığa karşı suç işleyen’ olarak tanımlamıştır. Buna göre insanlık suçu işleyenlere uluslararası devlet yasalarına göre ceza takibini öngörmekteydi. Kısacası bu rejimi ayakta tutanların Lahey Savaş Suçu Mahkemesi’nde yargılanmalarının önü bu sözleşmeyle açılmıştır. Bu oldukça önemli bir husustur. Beyazlar; 1970’lerde artan siyahların direnişi, yanısıra Sovyet Bloku’nun desteğiyle uluslararası alanda gündemleşen ve giderek yurtdışında çok sayıda Avrupa ülkesinde ANC öncülüğünde gelişen özgürlük mücadelesiyle güçlü dayanışma ve BM’nin bu yasasıyla zor bir duruma girmiştir. En büyük isyanlardan belirgin olanı 1976’da Johannesburg’a yakın Sowet, Siyahların gecekondu yerleşim alanlarında başlamıştır. Bu isyan tüm dünya kamuoyuna yansımıştır. İsyanı bastırmak için yüzlerce sivil insan, çoğu sırtından vurularak katledilmiştir. 1970-1980 arası Afrika kıtasında, Sovyetlerin desteğiyle bağımsızlığını ilan eden Angola, Mozambik vb ülkelerin başarısı da, Güney Afrika halkını ve ANC’yi mücadelelerini başarıya ulaştırmada teşvik edici bir rol oynamıştır. Bunun sonucu olarak 1970-1990 yılları arasında siyahların özgürlük mücadelesi hem içte ve hemde dışta gördüğü dayanışma büyük bir ivme kazanmış, ve demokratik bir çözümü zorunlu hale getirmiştir. 1970’de toplu grevler, 1973 Natal isyanı 1976’daki Soweto isyanı beyaz ırkçı rejimi zora sokmuş, rejim isyanları bastırmak için daha fazla şiddete başvurmuştur. Artırdığı güvenlik önlemleri ise bir yandan siyasi istikrarı derinleştirmiş diğer yandan dış dünyanın eleştirilerine sebebiyet vermiştir. Dış dünyada kimi ülkeler ambargo politikasını uyglamışlardır, bu da beyaz ırkçı rejimi ekonomik olarak zorlandığı bir noktaya getirmiştir. Bu nedenle İngiltere ve ABD tarafından beyaz ırkçı rejim eleştirilere maruz kalmış ve çözüme gitmesi yönünde zorlanmıştır.

Müzakerelere başlama süreci
Beyaz rejim 1980’lerin ortalarında başlayarak, ANC ile yurtdışında beyaz işadamları üzeri görüşmeler başlatmıştır. 1980’lerin sonuna doğru bu görüşmeler sonucu tutuklu bazı ANC kadroları serbest bırakılmış, ardından Nelson Mandela ile temasa geçilmiştir. Mandela beyaz hükümetle yaptığı görüşmelerde kendisinden istenilen silahlı mücadeleye son verme şartını ilk etapta ret etmiş, bunun yerine ırkçı ayrımcılığa beyazların son vermesi şartını öne sürmüştür, ayrıca ANC’nin temel bir talebi olan siyasi tutsakların serbest bırakılması da başlıca taleplerden olmuştur. 1990’da ANC üzerindeki yasak kaldırılmış ve Mandela’nın serbest bırakılmasıyla ANC’nin ileri sürdürdüğü müzakere şartlarından biri olan siyasi tutsakların serbest bırakılması şartı yerine getirilmiştir. Beyaz rejim ise ANC’nin silahlı kanadını tasviye ederek silahların teslim edilmesinde ısrar etmiştir. ANC bunu ret etmiş, silah bırakılmasının müzakerelerin başlangıc şartı değil, müzakereler sonucu çıkan bir sonuç olmalıdır demiştir. Bu konu Kürt sorunun çözümünü de yakından ilgilendirmektedir, zira geçen yıl TC’nin örtülü tasfiyeyi maskeleyen ‘Kürt açılımının’ şartı olarak, PKK’nin kayıtsız şartsız silahları bırakması ve teslim etmesi öne sürülmüştür. ANC’ye benzer PKK’de silahların bırakılmasının müzakere öncesi bir şart değil, bizzat müzakere tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkabileceğini anlaşılır bir şekilde ifade etmiştir.

BM’nin 1973 sözleşmesi korkuttu
Beyazların müzakerelerde en çok korktuğu husus ise BM’nin 1973’te imzaladığı sözleşmedir. Buna göre ANC ile iktidara gelecek siyahların beyaz rejimini Lahey Adalet Divanı’na götürmesi ve yargılanmasını sağlaması. Tabi bu yargılama sadece G.Afrika’ya dikte eden beyazları değil aynı zamanda BM’nin sözleşmesine rağmen, beyaz rejimi destekleyen devletleri de kapsayacaktı. Buna göre Hollanda, İngiltere, ABD, İsrail, Almanya, İsviçre vb ülkeleri suçlu ırkçı rejimi ayakta tutan siyasal, diplomatik, ekonomik ve askeri destekleri nedeniyle yargılabilecekti. Bu konu 2001’de Güney Afrika’da gerçekleştirilen BM Irkçılığa ve Ayrımcılığa karşı konferansında da temel bir gündem olmuştur. Çeşitli Afrika ülkeleri sömürüldükleri devletlerden tazminatı da gündeme getirdiler, ancak başarı elde edemediler. Güney Afrika rejimini destekleyen bir rejim de karetekeri itibariyle benzer olan Türk devletiydi. Nelson Mandela’nın 1992’de Atatürk barış Ödülünü red etmesinin bir nedeni de Türk devletinin Kürt halkına karşı geliştirdiği hak ihlaleri nedeniyledir. Ancak bu ödülü Mandela 1999’da kabul etmiştir.

Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları
Hakikat ve Af Komisyonları 1980’lı yıllardan itibaren politikanın yeni çözüm yöntemleri olarak tanınmaya başlanmıştır. Genel olarak ise bu komisyonlar ırkçı, sömürgeci ve askeri diktatörlüklerden kurtulan, ciddi bir savaş yenilgisi yaşayan, otoriter rejimleri geride bırakan ve demokrasiye yol açmak için işlevli olmuşlardır. Savaşlardan barışçıl süreçlere geçiş aşamalarında bilindiği üzere hukuksal boşluklar ciddi sorun olur, aşılan rejimin hukuk iflası ve yeni hukukun aşamalı gelişmesi nedeniyle Hakikat ve Af komisyonları bir nevi adalet ve hukukun rolünü belirli bir süre oynarlar. Latin Amerika’da 1978’de Şili’de, 1979’da Brezilya’da, 1983’te Arjantin’de, 1986’da Uruguay’da, 1987’de El Salvador’da önce af ilan edilmiş, sonra Hakikat Komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonlarda ağırlıkta esas alınan yöntem önce af edelim sonra uzlaşalım olurken, Güney Afrika’da önce uzlaşı sonra af gündeme gelmiştir.

Özellikleri
- Genellikle savaş döneminden barış dönemine ya da otoriter yönetimden demokrasiye geçiş dönemleri gibi siyasal geçiş dönemlerinde kurulurlar;

- Geçmiş ihlalleri araştırmak, ortaya çıkarmak ve resmi olarak tanınmasını sağlamak,
- Kurbanların kendine özgü ihtiyaçlarını karşılamak (tavsiyelerle tazminatları önermek),
- Adalet ve hesap verilebilir olma durumuna katkıda bulunmak;geçmişe odaklanmak,
- Geçici yapılardır, genellikle bir ya da iki yıl çalışırlar,
- Devlet tarafından, bazı durumlarda silahlı muhalefet tarafından ve bazı durumlarda da barış anlaşmaları aracılığıyla, resmi olarak onay, yetki ya da destek verilen yapılardır,
- Tek bir olayı değil, bir zaman diliminde gerçekleşen kötü muamele biçimlerini ve belirli hak ihlallerini soruştururlar;
- Görevlerini, sonuç ve tavsiyeleri içeren bir rapor hazırladıkları zaman tamamlamış olurlar.

Asya’da Halklar Özerk Yaşıyor

Rusya Federasyonu, hukuksal olarak eşit 83 idari birimden oluşur. 21 Özerk Cumhuriyet, içişlerinde ‘bağımsız’ devlet özelliğine sahip. Bir devleti sembolize eden başkentleri, kendilerine ait bayrakları, anayasaları, cumhurbaşkanları, hükümetleri, yerel parlamentoları ve yargı organları var. Bunların önemli kesimi eğitim, sağlık gibi birçok konuda tam yetkili.
Türkiye’nin yeniden yapılandırılması üzerine yapılan tartışmaların merkezine ‘Özerk Kürdistan’ modeli oturdu. Sistem içinde fırtınaya dönüşen bu tartışma aynı zamanda Kürtlere yönelik politik stratejinin ana mantığını da ortaya koymuş oldu. İnkârcılık üzerine kurulmuş sistemin devamı için bütün gücünü kullanan devletin kurumsal yapılarının, ‘Demokratik Özerklik’ modelinden dolayı korkuya kapılmaları çok doğal. Kürt toplumunun önerdiği Demokratik Özerklik modeli hiç şüphesiz ki bilinen klasik ‘özerk-otonom’ modellerden temelden faklıdır. KCK’nin ileri sürdüğü model, toplumun bütün bireylerinin ve kurumsal yapılarının yönetimsel sürece aktif olarak doğrudan katılması ve iktidar gücü yerine toplumun kendi kendisini yönetmesidir. Devlet, mevcut sistem içerisinde de ‘özerklik’ modeline karşı çıkmaktadır. Yani bölünme psikolojisiyle Kürtlerin kendisini yönetebileceği her türlü modele karşı çıkmaktadır. Hâlbuki dünyanın birçok ülkesinde ‘özerk ve otonom’ bölgeler bulunuyor ve hiçbir bölünme yaşanmıyor.

Yaptığım bir çalışmada özellikle Asya kıtasındaki ‘özerk-otonom’ yapıları inceledim. Nüfus ve yüzölçümü büyüklüğü bakımından çok küçük alanların özerk ve otonom bölgeler olarak varlığını sürdürmeleri nedeniyle bu yapıların Türkiye’de yürütülen tartışmalar bakımından model olarak incelenmesinden yarar var.

Özellikle çok sayıda ulus ve ulusal azınlıkların varlığıyla dikkat çeken Asya’nın ön plana çıkan üç önemli ülkesi Rusya, Çin ve Hindistan’dır. Üç ülkenin politik tarihine bakıldığında farklı düzeylerde yaşanan toplumsal devrimler sürece damgasını vurur. Rus Çarlık İmparatorluğu, Asya’nın önemli bir bölgesini işgal ederek onlarca ulus ve ulusal azınlığı sömürgeleştirmeye çalıştı. Çin İmparatorluğu parçalandı ve ülke, uluslar arası emperyalist güçler tarafından işgal edildi. Hindistan, Britanya İmparatorluğu tarafından işgal edilerek sömürgeleştirildi. Her üç ülkede, onlarca uluslar azınlık, etkin grup, farklı dinlere sahip topluluklar bulunuyor. Bu bakımdan Asya’nın bu merkez ülkelerindeki toplumsal değişim olarak ifade edilen devrimler aynı zamanda bölge halkları bakımından önemli sosyal ve kültüre değişikliklere yol açtı.

Asya kıtası çok büyük ve karmaşık bir halklar topluluğudur. Her ülkede onlarca farklı etnik grup bulunuyor. Bunların başlı başına incelenmesi dahi çok özel bir araştırmayı gerektirmektedir. Dünya küresel güç ilişkileri bakımından özellikle Rusya, Hindistan ve Çin’in mevcut durumunu inceleme konusu yapmak konumuz bakımından önemlidir.

Rusya’da etnik gruplar ve özerk idari yapılar

 
17 Ekim 1917 yılında, Bolşeviklerin Rusya’da gerçekleştirdiği toplumsal dönüşüm, dünyanın en büyük coğrafyasında ‘yeni’ bir toplumsal yapının kurulmasının temellerini attı. Sovyetler Birliği sınırları içerisinde küçük büyük yaklaşık 160 etnik grup yaşıyordu. Bunlardan 100 tanesi Sovyet sınırları içerisindeki yerli halklar, 60’a yakını ise daha çok göçmen azınlık gruplardı. Bunların önemli bir kısmının sayıları 10 binleri geçmemesine ve küçük dar alanlarda yaşamalarına rağmen etnik kimliksel varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bütün olanaklar sunulmuştu. Sovyetler Birliği sınırları içerisinde en küçük etnik gruplar dahil, hiçbir azınlığın dili, kültürü yasaklanmamıştır. Sovyetler Birliği’nin bu etnik zenginliği nedeniyle de ‘etnografya müzesi’ olarak tanımlanmıştır. Örneğin Rusya’nın Sibirya bölgesinde yaşayan ve sayıları binlerle ifade edilen ve ‘kuzey küçük azınlıklar’ olarak isimlendirilen Nani, Nahada, Lopar, Ket, Permyak, Dungan, Kerey, Tindal vb. gibi grupların varlıklarını devam ettirebilmeleri, dillerini unutmamaları ve koruyabilmeleri için özel eğitim projeleri hazırlanıp uygulanmaya konuldu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, 15 cumhuriyetin hemen kendilerini ‘bağımsız’ devlet olarak ilan etmeleri, sosyalist sistemin, bu ulusların varlığın tanıması yani sistemin özgür bir parçası olarak görmesinden kaynaklandığı artık herkesin kabul ettiği bir realiteyi oluşturuyor.

89 federe birim var

 
31 Mart 1992 tarihli Federal Antlaşma ve 1993 tarihli Rusya Anayasası ile bugünkü Federasyon sınırları içerisinde bulunan 6 farklı, fakat eşit haklı 89 federe birim oluşturuldu. 89 federe birim içinde 21 Özerk Cumhuriyet, 1 Otonom Bölge, 10 Otonom Daire, 6 Yönetim Bölgesi (Kray), 49 İl (Oblast) ve 2 özel statüye sahip Federal Şehir (Moskova ve St. Petersburg) bulunuyor.

15 merkez ülkenin ve birkaç özerk bölgenin ayrılmasından sonra yeniden oluşturulan Rusya Federasyonun yapısal sistemi, eski Sovyetler Birliği’ni, bir bakıma kapitalist sistem koşullarına uyarlanmış hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğal olarak bu yapısı ile ne ABD’nin ne de Almanya’nın Federal Eyalet yapılarına benzemektedir. Rusya’da esas alınan yapı, azınlık milliyetlerin kendi varlıklarını sürdürebilmeleridir.

Kendi yönetimlerini kuran özerk cumhuriyetler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kurulan ‘yeni’ Rusya Federasyonu içerisinde de kendi ‘bağımsızlıklarını’ bir biçimiyle korudular. Rusya’nın kapitalist sistem içerisindeki bugünkü yönetimsel yapısı esas olarak Sovyetler Birliği’nin bir biçimsel devamı olarak sürmekte ve dünya küresel sistem içerisinde özel bir orijinalite oluşturmaktadır.

Rusya Federasyonu, hukuksal olarak eşit birimler biçiminde 83 idari birime ayrıştırılmış. 21 Özerk Cumhuriyet, esasen içişlerinde ‘bağımsız’ olan devletler özelliğine sahip. Bir devleti sembolize eden başkenti, kendilerine ait bayrakları ve anayasası bulunuyor. Devlet yönetim biçimi olarak da cumhurbaşkanları, hükümetleri, yerel parlamentoları ve yargı organları gibi kurumsal yapıları bulunuyor. Bunların önemli kesimi eğitim, sağlık gibi birçok konuda tam yetkilidirler.

Bu bölgelerin sistemsel yapıları, etnik yapıların nüfus yoğunluğuna göre değil, coğrafik, tarihsel, kültüre, etnik orijinal yapısına göre tanımlanmaktadır. Bağımsız Özerk Cumhuriyetlerin hiç birinde homojen bir etnik yapı olmadığı gibi, çok sayıda ‘küçük’ etnik gruplara rastlamak mümkündür. Her etnik yapıda sistem içerisinde kendisini bir biçimiyle ifade etmektedir.

Rusya’da özerk cumhuriyet statüsünde olan bölgelerde ülke nüfusunun ancak yüzde 18’ini oluşturmaktadırlar. Bu etnik gruplardan, Tatarlar, Ukraynalılar, Çuvaşlar, Başkurtlar gibi birkaç azınlığın nüfusu bir milyonun üstündedir, Altaylar, Hakaslar, Tıvalar, Sahalar, Buryatlar, Teleütler, Şorlar, Telengitler, Tofalar gibi azınlıkların nüfusu birkaç yüz binle ifade edilmektedir. Ayrıca özerk cumhuriyetlerin iç nüfus oranları da çok karmaşıktır. Örneğin Rusya Federasyonu’nun içindeki cumhuriyetlerin içinde en büyük nüfusa sahip olan Başkurdistan Cumhuriyetine ismini veren Başkurt halkı, özerk cumhuriyet içinde sadece yüzde 21,9’luk bir orana sahiptir. Hatta Rusların oranı yüzde 39, Tatarların oranı ise 28’dir. Buna rağmen bölge jeog-rafik olarak Başkurtleri temsil ettiği için ‘Özerk Başkurdistan Cumhuriyeti’ olarak tanınmaktadır. Dağıstan, Kuzey Osetya, Çuvaşistan, Tıva, Kalmukya, Kabardin-Balkarya, Tataristan, İnguşetya gibi bölgelerde Rus nüfusu çoğunlukta olmalarına rağmen ‘özerk cumhuriyet’ statülerini korumaktadırlar.

Bütün özerk cumhuriyetlerde orijin-yerli nüfus ancak yüzde 32 civarındadır. Hatta otonom dairelerde bu oran yüzde 15’i kadar düşmektedir. Buna rağmen ‘özerk cumhuriyetlerin’ ve ‘otonom dairelerin’ statüsünde bir değişikliğe gidilmemiştir. Sovyetler Birliği dönemindeki bu yapısal sistem, Rusya Federasyonu içinde de önemli oranda devam etmiştir.

Hindistan’da 28 eyalet ve özerk idari yapı

 
Hindistan, nüfus olarak dünyanın ikinci, yüz ölçüm olarak da üçüncü büyük ülkesidir. Çok sayıda etnik grubun yaşadığı Hindistan’ın başkenti olan Yeni Dehli’de merkezi bir hükümet olmakla birlikte ülkenin yönetim biçimi eyalet esasına göre şekillendirilmiş bulunuyor. 28 eyalet ve 7 birlik bölgesinden oluşan federal bir sistemdir.

Coğrafik durum, nüfus yoğunluğu ve etnik yapılar dikkate alınarak belirlenen her eyaletin kendi iç özerk yapısını oluşturan anayasası bulunuyor. Her eyaletin kendi başkenti, bayrağı var. Bölgesel parlamentolarının seçimle gelen hükümetleri mevcut, yerel bölge başkanları bazı yerlerde seçimle geliyor, bazılarında ise parlamento tarafından atanıyor. Yerel hükümetler, savunma ve dış ilişkiler dışındaki birçok konuda özerk bir yapıya sahip olup, eyalet sınırları içerisinde eyaleti ilgilendiren konularda yasa çıkartma yetkisine sahiptirler.

Ayrıca 7 bölge içinde ‘özerk’ yapılar oluşturulmuş bulunuyor. Bunlar arasında bir kısım farklılıklar bulunmakla birlikte esas işlevleri aynıdır. Örneğin Puduçeri ve Delhi gibi kentler, bölge halkı tarafından seçilen hükümetlere sahiptirler. Diğer beş birlik bölgesinde ise merkezi hükümet ve cumhurbaşkanı tarafından atanmış bürokratlarca yönetilmektedirler. Ayrıca eyaletler ve birlik bölgeleri 610 tane ilçeye de bölünmüş ve her alt yapı kendi içerisinde ‘nispi’ bir özerkliğe sahiptir.

Goa eyaletinin yüzölçümü 3,703 km2 ve nüfusu da 1,4 milyondur. Başkenti Panaji olup özerk eyalet bölgesinin kendisine ait parlamentosu bulunuyor. 7,096 km2 yüz ölçümü olan Sikkim eyaletinin nüfusu ise 540 bin civarındadır. Parlamenter sistemle yönetilmekte olup başkenti Gangontur. Bu bölgelerin birçoğu herhangi bir Kürt ilinden çok daha küçüktürler. Ama etnik yapıları nedeniyle farklı tarihsel bir kültüre, sosyal yaşama, dile ve gelenekleri var. Bu nedenle ‘özerk’ bölgeler olarak sosyo-politik haklara sahiptirler. Özerklik yapıların oluşturulmasında etnik kimlik önemli bir faktördür.

Çin’de etnik ve idari yapı

 
1935 yılında yapılan bir araştırmaya göre Çin sınırları içerisinde 400’e yakın etnik grubun olduğu tahmin ediliyordu. 1949 yılında ise 35 etnik grubun olduğu belirtildi. Özellikle Çin nüfusunun çok önemli bir kısmını oluşturan ’Han’ Çinlileri genel olarak bir grup olarak ele alındı. Ayrıca Çin devriminden sonra, ikinci dünya savaşı öncesinde Çin sınırları içerisinde yaşayan Portekizliler, İngilizler, Japonlar, Tayvanlılar etnik azınlık olarak değil, Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşı olarak görüldüler. Çin’de azınlık durumunda olan 35 etnik grup daha çok ‘Özerk’ statülü bölgelerde yaşamaktadır.

Çin devriminden sonra, ülke sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik gruplara sahip halkların statüleri yasal güvenceye alındı. Farklı azınlıkların yaşadığı bölgelerin tarihsel, sosyal, kültürel yapısı dikkate alınarak ‘Özerk’ bölgeler oluşturuldu. Her bölgenin kendi parlamentosu ve yönetim organı bulunmaktadır. Çin’in nüfus yoğunluğu ve coğrafik büyüklüğü esas alınarak yapılan idare düzenlemeye göre 23 eyalet, 5 özerk bölge, merkeze doğrudan bağlı 4 şehir ve 2 özel idari bölge olmak üzere, eyalet düzeyinde 34 idari bölge bulunmaktadır.

Han Çinlileri

 
Han Çinliler ülke nüfusunun yüzde 92’sini, geriye kalan azınlık etnik gruplar ise yüzde 8’ini oluşturuyor. Hanlar dünyada ve Çin’in 56 etnik grubu arasında en kalabalık nüfusa sahip olup yaklaşık olarak 1,1 milyar kişi civarındadır.

Zhuang etnik grubu, Çin’deki azınlık etnik grupları içerisinde 49 milyon nüfusla en büyük potansiyeli oluşturuyor. Çin’in güneyindeki ‘Zhuang’ Özerk Bölgesi’nde yaşıyorlar. Nüfusu 9,8 milyon olan Huiler ise ‘Ningxia Hui’ Özerk Bölgesi’nde yoğunluklu olarak yaşarlar.

1,1 milyon km2 yüzölçümü ile dünyanın onlarca ülkesinden büyük bir alana sahip olan İç Moğolistan Özerk Bölgesinin nüfusu 24 milyondur. ‘İç Moğolistan’ Özerk Bölgesi ve ‘Xinjiang Uygur’ Özerk Bölgesi içerisinde ayrıca Qinghai, Gansu, Heilongjiang, Jilin ve Liaoning eyaletleri bulunuyor. Coğrafik olarak özellikle Moğalların yaşadığı alan olması nedeniyle ‘İç Moğolistan’ Özerk Bölgesi olarak tanımlandı. Bu bölge nüfusunun yüzde 79’u yani 18,5 milyonu Han ulusundan, yüzde 17’si yani yaklaşık 4 milyonu Moğaollar, yüzde 2’si yani 500 bini Mancur azınlığı, yüzde 0,9’unu Hui azınlığı, yüzde 0,33’ünü Daur, yüzde 0,11’ini Evnak, yüzde 0,09’nu Koreliler ve yüzde 0,02’sini ise Ruslar oluşturmaktadır. Bölgesel özerklikte, ulusların veya etnik azınlıkların nüfus yoğunluğu değil, esas olarak o bölgede yaşayan orijin kökenli halkların tarihsel durumu esas alınmaktadır.

Çin’deki eyaletler, özerk bölgeler gibi olmamakla birlikte, coğrafik ve nüfus yoğunluğu nedeniyle kendi içerisinde otonom yapılara göre yönetilmektedirler. Etnik grupların yoğun olduğu bölgelerde ise özerk yapılar çok daha geniştir. Özellikle Çin sınırları içerisinde özerk yapıya sahip olan Tibet ve İç Moğolistan hem iç politikada hem de uluslararası ilişkilerde oldukça gündemde olan bölgelerdir. Bu iki bölgenin iç politik yapısı, dahası yönetimsel sistemi bu bakımdan merak uyandırmaktadır.

Sincan Uygur Özerk Bölgesi 

 
1.646.700 km² yüzölçümü ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin en geniş bölgesinin yönetim yeri Sincan Uygur’dur. 1949 Devrimi’nden sonra Mao’nun önderliğinde kurulan ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı Sincan Uygur Bölgesi’ne ‘özerklik’ verilmiş olup başkenti Urumçi’dir. Sincan Özerk Bölgesi’nin nüfus yapısı da oldukça değişkendir. Yaklaşık olarak 20 milyon nüfusun yüzde 45’i yani 8,5 milyonu Uygur, yüzde 40’ı yani 7,5 milyonu Hun Çinlileri, geriye kalan nüfusun yüzde 15’ini de Kazaklar, Huiler, Kırgızlar, Oyratlar, Tungşanlar, Tacikler, Şibeler, Mançular, Tuçailer, Ruslar Miaolar, Tibetler, Çunaglar, Tatarlar, Salarlar gibi azınlıklar oluşturmaktadır. Yani Sincan bölgesi sadece Uygurlardan oluşmuyor. Uygurlar ile Hun Çinlilerin nüfusu nerdeyse birbirine yakındır. Genel olarak da 20 etnik grup yaşamaktadır. Nüfus yoğunluğu dikkate alındığında, Sincan Özerk Bölgesi’nin resmi dilleri Uygurca ve Standart Çince olup diğer azınlıklarda kendi dillerini kullanmaktadırlar. Bir bakıma eğitim dili esas olarak Çince ve Uygurcadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Özerk Bölge yasasına göre, “Eğitim kurumlarında azınlıklar kendi dillerinde eğitim yapar.” Bu yasa fiilen uygulanmaktadır. Ayrıca Uygurların yaşadığı bölgelerde dağ, ırmak, ova, il, ilçe, köy isimleri iki dilden birden kullanılmaktadır. Bölgede ‘Uygur Türkçesi veya Uygurca’ üzerine yapılan bir araştırmada “Uygurca, Çin’de devlet dili düzeyinde, diğer ülkelerde ise konuşma ve yazı dili düzeylerinde kullanılmaktadır.” Uygur Türkleri kendi okullarında, ana dilleriyle eğitim yapmaktadırlar.

Bölge’nin ayrı bir parlamentosu ve hükümeti var. Bölgeye ilişkin birçok karar doğrudan hükümet parlamentosunda alınıyor. Bütün etnik azınlıkların parlamentoda temsilcileri bulunmakta ve ayrıca kendi içerisinde 8 otonom bölgesi bulunuyor. Çin devriminden sonra, bölgedeki etnik azınlıkların özgürce yaşayabilmesi için ‘özerlikler’ anayasal güvenceye alındı. Örneğin Uygurların kimliklerinde ‘Çinli’dir yazılmaz, tersine ‘Uygur’ olduğu yazılıdır.

Bu üç ülkenin iç yönetimsel yapılarında oldukça geniş ‘özerk ve otonom’ bölgeler bulunmaktadır. Asya kıtasındaki özerk yapılar on yıllardır varlıklarını sürdürmektedirler. Bunu, Asya’nın sosyal ve kültürel tarihi bakımından önemli bir zenginlik olarak görmek gerekir.

Bugün Türkiye’nin gelecekte nasıl bir yapısal modelle yönetileceğine dair bir kısım tartışmalar başlamış bulunuyor. Sistemin yapısını çok önemli oranda değişikliğe uğratacak ‘özerk demokratik’ sistem modeli gündemin ana konusu oluşturmaktadır. Bu tartışmalar, devletin ideolojik-politik aygıtları tarafından çok yönlü engellenmeye çalışılıyor olsa da, önümüzdeki süreçte bu tartışmalar daha çok gelişecektir. Bu bakımdan başka ülke ve kıtalarda yaşanan bir kısım oluşumları incelemekte yarar var. Bu aynı zamanda mevcut tartışmalara önemli bir zenginlik katacaktır. 

  DR. MUSTAFA PEKÖZ