24 Mayıs 2018 Perşembe

Türkiye Borç Krizine Doğru

Alp ALTINÖRS
Dolar kuru kontrol edilemeyen bir şekilde yükseliyor. Türk Lirası dünyanın neredeyse tüm para birimleri karşısında (örneğin, Suriye Lirası dahil!) değer kaybediyor. Ekonomik çöküş, ilk sinyalini bir mali kriz biçiminde veriyor. Dolar kurunun önlenemeyen bir yükselişle 5 TL'ye yaklaşmasıyla birlikte Türkiye bir borç krizine sürükleniyor. Dolar cinsinden alınan borçların ödenemeyeceği bir sürece doğru gidiliyor. Kredi bulmak, borç almak hem çok daha güç, hem de maliyetli artık. Sermaye maliyetleri yükseliyor. Bu krizin reel üretim alanına yansımaması imkansızdır.
WASHINGTON-LONDRA RÜZGARIYLA GELEN ÖYLE GİDER
2001 ekonomik krizinin ardından, Washington ve Londra'nın, özellikle de mali sermaye çevrelerinin onayı ve ittirmesiyle iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan ve AKP bu kez tam tersi bir rüzgarla karşı karşıya. 2002-2013 döneminde yoğun yabancı sermaye girişleri ile sermaye maliyetinin ucuzlaması, Merkez Bankası faiz oranlarını %50'lerden %6.5'a kadar düşürmüştü. Bu düşük maliyet, Erdoğan'ın dolaysız temsilcisi olduğu orta burjuva katmanın (MÜSİAD ve bir aşamaya kadar da TUSKON) ekonomik çıkarlarını yansıtıyordu. Konya-Kayseri sermayesi büyümek istiyordu. TÜSİAD'a yetişmek ve geçmek, tekelleşmek, emperyalist sermayeye entegre olmak istiyordu. En vahşi yöntemlerle sömürdüler, doğa katliamları yaptılar, semirdiler, palazlandılar. Eski mücahitler, müteahhit oldu. İnşaatlar, yollar, köprüler onlar içindi, devlet ihalelerinden onlar yararlandı. Nihayet yerli ve milli (!) silah sanayii bu gruplara tahsis edildi. Ne var ki, Erdoğan sadece onları besleyemezdi. Bütün kaynakları onlara akıtamazdı. Onları beslerken, TÜSİAD'ı da misliyle beslemek ve büyütmek zorundaydı. Ve tabii ki Türkiye'nin ürettiği değerlerin aslan payını İngiliz ve Amerikan mali sermayesine sunmak zorundaydı. Dolayısıyla Erdoğan “kendi” orta burjuvazisini semirtirken, “Batıcı” tekelleri de iki üç misli semirtmek zorunda kaldı. Aradaki uçurum kapanmadı. Bu dönem işçi sınıfının omzundaki sömürü boyunduruğunun katmerleştiği, yeni çalışma yasasıyla taşeronlaşmanın teşvik edildiği, sendikaların altının boşaltıldığı, özelleştirmelerle kamu varlıklarının peşkeş çekildiği, TÜSİAD'ın, TOBB'un her istediğinin yasa olduğu dönemdir. Birlikte sömürmüş, birlikte yağmalamışlardır.
2008 küresel ekonomik krizinin ardından ABD, ekonomisini kurtarmak için karşılıksız dolar basmaya başladı. Doların değeri düştü. Ancak ucuz dolarların ABD'ye girişi engellenerek (böylece ABD'de enflasyon yükselmedi) bunlar özellikle dünya piyasasına salındı. Ucuz dolarlar Amerika'nın mali-ekonomik sömürgelerinde, keza Çin, Hindistan gibi ülkelerde adeta kapışıldı. Ne var ki, Çin, Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler ucuz dolara dayanarak 21. yüzyılın sanayi yapılanmasına stratejik yatırımlar yaparken, AKP iktidarı Türkiye'de ithalatı teşvik etti. Nasılsa ucuza dışarıdan alınabilirken, aynısını üretmeye ne gerek vardı! Dahası AKP kaynak bolluğunu özellikle inşaat sektörüne yönlendirerek, mega inşaat projeleriyle kaynakları betona gömdü. Yapılan yol, köprü inşaat projeleri yeniden üretim sağlamadığı gibi, büyük bir konut balonunun oluşumuna da yol açtı. AKP çevresini çürüttü. Türkiye ekonomisi beton-rant temelinde gerçek üretimden (özellikle de teknoloji üretiminden) koparıldı. Çin, Hindistan bu yıllarda sanayiyi en ileri teknoloji temelinde geliştirirken, Türkiye'de sanayinin milli gelir içindeki payı geriledi. Ayrıca, Merkez Bankası faizlerinin %6.5'lara kadar çekilebilmesinin ekonomik temeli de ucuz dolardı.
AMERİKAN DOLARI GÜÇLENİNCE BETON-RANT EKONOMİSİ ÇÖKTÜ
Nihayet Obama yönetimi kayagazı çıkarımları yoluyla (ki başlı başına bir doğa katliamıdır) Amerikan ekonomisini canlandırdı. ABD ekonomisi canlanmaya başladı. Bu kez, Amerikan merkez bankası faizleri yükselterek dünya piyasasına saldığı ucuz dolarları toparlamaya başladı. Dolar yeniden değerlenmeye başladı. FED'in her faiz artırımı Türkiye gibi ülkelerde nefesler tutularak izlenmeye başladı. Ancak hiçbirisi Türkiye kadar etkilenmedi bu süreçten.
Türkiye düşük teknolojili sanayisi nedeniyle, ara malı ve makineleri dışarıdan (dolarla) ithal etmek zorundadır, ki bu, sanayide üretilen katma değerin büyük kısmının dışarıya uçmasına neden olurken, sanayi şirketlerini devasa dolar borçlarıyla yüz yüze bırakmaktadır. Dahası, AKP dönemine kadar halen tarımda kendisine yeterli bir ülke olan Türkiye, bu dönemde yaşanan tarım-kıyımı ile gıda ithalatçısı bir ülke haline geldi. Bu da cari açığı büyüten etkenlerden birisi oldu.
Bu döngü, ancak yoğun yabancı sermaye akışıyla ayakta tutulabilirdi. Ancak AKP emperyalist sermayenin taleplerini karşılamakta ayak diremeye başladı. Zira temsil ettiği orta burjuva tabaka (artık sadece MÜSİAD) faizlerde böyle bir yükselişi kaldıramazdı. Faizlerde artış TÜSİAD grubunu fazlaca etkilemeyecektir. Büyük tekeller için esas sorun döviz borçlarıdır (dolayısıyla dolar kurudur). Faizlerde ciddi bir artış, konut balonunda bir patlamaya yol açarak müteahhitleri iflasa sürükleyecektir. Oysa aynı artış, döviz kurunu düşürerek en büyük tekellerin döviz borçlarını hafifletecektir.
İşte AKP iktidarının ilk 10 yılında geçerli olan hem orta burjuvaziyi hem de tekelci burjuvaziyi büyütme formülü böylece sona ermiştir. Erdoğan ya faiz artırımı kararı alarak kendi kapitalist grubunu yıkıma sürükleyecek, ya da döviz kuru kontrolsüzce yükselerek tüm ülkeyi yıkıma götürecektir.
MALİ SERMAYEDEN BU SEFER ERDOĞAN’A DESTEK YOK
Erdoğan'ın seçimlere bir ay kala mitingleri bırakıp yurtdışı gezilerine ağırlık vermesinin ardında bu gerçek yatıyor. Ama Londra'da mali sermaye fonlarıyla yaptığı toplantı tam tersi bir rol oynamış görünüyor. Erdoğan'ın burada seçildiğinde faizleri daha da düşüreceğini ilan etmesi, dolar kurunun ani yükselişinin ardındaki etkenlerden birisi gibi görünüyor. Bu Bekir Bozdağ'ın ilan ettiği üzere “bir komplo” da değil. Tersine İngiliz ve Amerikan mali sermaye grupları Erdoğan'ın en büyük destekçileri oldular. OHAL'e, KHK'lara, ihraçlara, Kürt halkına yapılan bütün baskılara karşın Erdoğan'ı desteklediler. Zira o, bir “Güçlü Adam” olarak emperyalist sermayenin işlerini yürütüyordu. Dünya Bankası'nın tam da 23 Haziran günü 1 milyar dolarlık bir krediyi onaylaması da buna işaret etmektedir. Ne var ki, Türkiye, olağan yollarla kredi alamayan bir ülke olmaya doğru giderse, seçim sonrasında karşımıza çıkartılacak olan yeni bir IMF programı olacaktır.
23 Mayıs itibariyle, Türkiye artık bir mali krize yuvarlanmıştır. Merkez Bankası'nın 3 puanlık faiz artırımı da buna çare olamaz. Ödemeler zincirinde bir kopma yaşanacak, borçlar ödenememeye başlayacak ve nihayet bu kriz reel üretim alanına yansıyarak ekonomik bir krize dönüşecektir. Merkez Bankası rezervlerindeki erime, Türkiye'nin borç alma kapasitesini azaltacaktır.
İŞÇİDEN EZİLENDEN YANA TOPLUMSAL BİR EKONOMİ PROGRAMI
Erdoğan bu günden itibaren bütün seçim kampanyasını “dış güçler bize operasyon çekiyor Reis'i yedirmeyin” eksenine oturtacaktır. Muhalefetin seçimi kazanabilme kapasitesi bu zeminde iktidara güçlü yanıtlar üretebilme kapasitesine bağlıdır. Özellikle de muhalefet, seçmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan borçlu, güvencesiz, yarınından emin olamayan işçi-emekçi kitlelere güven ve umut veremediği sürece “mevcudun muhafazası” saikiyle oylar iktidar partisine gidebilir. Ama Türkiye siyasi tarihi, böyle büyük devalüasyonların sağ iktidarların altını oyduğunu ve çoğunlukla bir iktidar değişimiyle sonuçlandığına da tanıktır. Ekonomik iflas karşısında çaresiz kalan bir iktidarın salt eldekini koruma motivasyonuyla alacağı oylar onu ayakta tutmaya yetmeyebilir.
Ne var ki, işçi sınıfı ve ezilenlere dayanan bir ekonomi programı ortaya konulmadığında Erdoğan gitse dahi, Türkiye'nin önüne yeni bir IMF programı konabilir. Bu bakımdan özellikle HDP'ye çok büyük görevler düşmektedir. 7 Haziran'da ilan ettiği Büyük İnsanlık programının ekonomi başlıklarının gerisine düşmeden, krizin yükünün üretenlerin üzerine yıkılmasına izin vermeyen bir program izlemek, en yoksul seçmen tabanına sahip parti olarak özellikle HDP'ye düşer. Beton-rant ekonomisine karşı yeniden üretken bir ekonomiyi kurmak, borç köleliğini ortadan kaldırmak. emekçilere güvenceli bir yaşam sağlamak ancak böyle bir programla mümkün olabilir.

Hatip Dicle: Türkiye’yi Daha Büyük Bir Kaosun Beklediği Aşikar

Türkiye tarihinin en kritik seçimine doğru ilerlerken, Democratic Progress Institute (DPI), Türkçe adıyla Demokrasi Geliştirme Enstitüsü’nün, 11 Nisan 2018 tarihinde İngiltere’nin başkenti Londra’da eski İç İşleri Bakanı Efkan Ala, eski Enerji Bakanı Taner Yıldız ve eski Tarım Bakanı Mehdi Eker’in katılımıyla düzenlediği toplantı tartışma yarattı.
Toplantıya eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in eski danışmanlarından Jonathan Powell, arabuluculuk konusunda uzman Jonathan Cohen, İngiltere’nin Kuzey İrlanda Ofisi’nin eski siyasi direktörlerinden Sir Bill Jefrey, eski İrlanda Dışişleri Bakanlarından Dermot Ahern gibi uzmanlar da katıldı.
Bu toplantının kamuoyunda yeni bir Oslo süreci veya yeni bir çözüm süreci mi olarak tartışılmasının nedenlerinden biri seçim döneminde düzenlenmesi ise, bir diğer nedeni de 2008 yılında İngiltere’nin girişimiyle başlayan ve PKK yöneticileri ile devlet görevlilerinin aynı masa etrafında buluşarak yürüttüğü Oslo sürecinin de DPI tarafından düzenlenmesi.
Dünyada tüm siyasi sorunları taraflar arasında arabuluculuk yöntemiyle çözmeye çalışan bir kurum DPI. Kürt sorunu konusunda da Oslo başta olmak üzere pek çok kez çalışmaları oldu.
Bu toplantıyı, Kürt siyasetinin önemli isimlerinden biri olan Hatip Dicle’yle konuştuk. Telefonla ulaştığımız Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Genel Başkanı Hatip Dicle, bu toplantının DPI’ın genel bir tutumu olduğunu, Kürtlerin bu toplantıya dâhil edilmediğini belirterek, “Faşist diktatörlerle oturup da görüşme filan yapılmaz. Kitlesel mücadelelerle, demokratik mücadeleyle veyahut da meşru olan yollardan her türlü mücadele edilerek faşizm çöktürülmeye çalışılır. Faşizmle, oturup konuşarak bir çözüm bulamazsınız” dedi.
Seçim gündemine ilişkin de sorularımızı yanıtlayan Dicle, 24 Haziran’da bir seçimin olmama ihtimalinin altını çizerek; “Bu iki aylık süreç içerisinde Türkiye’de çeşitli siyasi suikastlar, bombalamalar ve her türlü provokasyon gelişebilir. PKK ile 2015 yılından beri yaşanan savaş bu sene daha da şiddetlenecek. Güney Kürdistan’da ve Kuzey Kürdistan’da yani Türkiye Kürdistanı’nda çok ağır ve kanlı bir gerilla savaşı olacağı kesin” diye konuştu.
28 Şubat post-modern darbe davasında generallere verilen cezaları da hatırlatan Hatip Dicle, “Şimdi o dönem silahsız kuvvetler denilen sivil kanada yönelik, Uğur Dündar, Ertuğrul Özkök gibi isimlerin geçtiği, AKP güdümünde yeni bir operasyon yapılacağı söyleniyor” diyerek Türkiye’nin kaos içinde geçireceği bir seçim süreci yaşayacağını ifade etti.
Söz Hatip Dicle’de…
Demokratik İlerleme Enstitüsü (DPI) tarafından Londra’da eski İç İşleri Bakanı Efkan Ala, eski Tarım Bakanı Mehdi Eker ve eski Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla bir toplantı düzenlendi. Bu toplantı kamuoyunda yeni bir Oslo süreci ve yeni bir çözüm süreci hazırlığı olarak yorumlandı. Erken seçim kararının alındığı bir dönemde düzenlenen bu toplantıya ilişkin değerlendirmeniz nedir?
Öncelikle DPI’ın konumunu iyi kavramak gerekiyor. DPI, Londra’da belki de İngiltere Dış İşleri Bakanlığı ile ilişki içinde dünyanın çeşitli yerlerindeki siyasi sorunları barışçıl yollarla çözmek ve arabulucuk yapmak isteyen bir kurumdur. Bu kurumun Türkiye’deki Kürt sorunuyla da ilgilenmemesi düşünülemez.
Tam tarihini kestiremem, ama uzun yıllardır DPI Türkiye’de, gerek Oslo sürecinde olsun, gerek sonrasındaki süreçte olsun, Kürtlerle AKP siyasetçilerini veyahut da CHP’den, diğer partilerden belli siyasetçileri toplantılara çağırıp, hatta onları oradaki sorunların nasıl çözüldüğünü gösterme adına Güney Afrika’ya, İrlanda’ya kadar götüren bir kurumdur, bu anlamda epey hamleleri olmuştur.
DPI’ın şöyle bir siyaseti var; savaş başlasa, o ülkede siyasi yollardan çözüm bulunamasa dâhi, taraflarla ilişkiyi kesmiyor. DPI, bir kere bir yerde devreye girmişse ilişkisini kesmiyor.
Öğrendiğim kadarıyla, yine tarafları bir araya getirmek istemiş. Fakat AKP çevreleri, o gidenler, “Biz bu dönemde HDP’lilerle vesaire, böyle bir fotoğraf veremeyiz. Ancak bizi davet ediyorsanız, yalnız geliriz, DPI olarak sizinle görüşebiliriz” adı altında oraya gitmişler. Kürt tarafının olmaması konusunda ısrar etmişler.
Ve artık DPI ile ne konuştular, bunu bilmiyorum. Buna kapalı oturum diyorlar, sonuçları açıklanmaz. Bunu artık hiç kimse konuşmaz. Oraya giden eski bakanlara da sorsanız konuşmazlar. Bizim aldığımız bilgi bu çerçevededir. Ve DPI’ın, HDP’lilerle de bugüne kadar bir ilişki kurduklarını duymadım.
Sizin böyle bir toplantı düzenleneceğine ilişkin önceden bir bilginiz var mıydı?
Hayır, yoktu. Ancak basına yansıdıktan sonra haberimiz oldu. Tıpkı sizin merak ettiğiniz gibi biz de merak ettik. Araştırdık ve anlattığım sonuçlara vardık.
Peki, bu toplantının nasıl sonuçlandığına yönelik sizin bir tahmininiz var mı?
Açık söyleyeyim, bu süreçte bizim AKP’ye yaklaşımımız bellidir. AKP, Türkiye’de faşist bir diktatörlük örgütlemeye çalışıyor. Faşist diktatörlerle oturup da görüşme filan yapılmaz.
Kitlesel mücadelelerle, demokratik mücadeleyle veyahut da meşru olan yollardan her türlü mücadele edilerek faşizm çöktürülmeye çalışılır. Faşizmle, oturup konuşarak bir çözüm bulamazsınız. Kürtlerle, AKP’liler yan yana geldi algısı yanlıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisi dışında böyle bir toplantının gerçekleşmesi de beklenemez. Dolayısıyla, bu toplantı Erdoğan’ın halen Kürt sorununa çözüm arayışı içinde olduğunu mu ifade eder yoksa sadece bir seçim hamlesi midir?
Tabi ki Erdoğan’ın bilgisi dışında gerçekleşemez. Bakın, AKP’nin 2002 yılından itibaren liberal bir çizgisi vardı. Biz bunu aynı İttihat ve Terraki’ye benzetiriz. İttihat ve Terraki de önceden liberal bir çizgide kuruldu, gelişti. Sonradan İslamcılık, Osmanlıcılık ve sonunda Türkçülükte karar kıldı.
AKP’nin de benzer bir gelişimi var. AKP’de en sonunda liberalleri tasfiye edip, hatta ve hatta o zaman onlara destek veren Mehmet Altan gibi, Ahmet Altan gibi, Nazlı Ilıcak gibi insanları, gazetecileri ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırdı ve geldi MHP’nin devletçi, Türkçü çizgisine oturdu.
Artık AKP’nin bu çizgisi Kürtler nezdinde biliniyor. KDP, ki en sağdaki milliyetçi Kürt partisidir, onlar bile referandum sürecinde AKP’nin gerçek yüzünü; tamamen İttihat ve Terraki çizgisinde, neoosmanlıcı, faşist bir çizgide olduğunu gördüler.
Dolayısıyla şöyle bir öngörüde bulunabilirim; bu seçimlerde AKP, Kürdistan’da Kürtler tarafından çok açık bir şekilde oy verilmeyerek cezalandırılacak. Belki bazı korucu köyleri devlet baskısı altında oy verebilirler ama tüm illerde göreceksiniz, AKP asla Kürt oylarına kavuşamayacaktır.
Öte yandan İmralı Zabıtları’nda Abdullah Öcalan’ın, “Paralel devleti bitirin, biz de gerillayı indirelim. Bunlar dururken nasıl yapalım?” ifadesi var. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından yaşanan “FETÖ” operasyonlarıyla birlikte ele alırsak, artık böyle bir yapının ortadan kalktığını ve dolayısıyla yeni bir sürecin önünde engel kalmadığını, belki de Öcalan ile görüşülerek bu toplantının yapıldığını veya yapılacak yeni görüşmeler olabileceğini düşünemez miyiz?
Ben böyle bir ihtimal vermem. Bilgi olarak söyleyeyim; bizim İmralı’daki son görüşmelerimizden birinde -Mart sonuydu (2015)-, devlet heyeti de oradaydı ve Sayın Öcalan, “Eğer, izleme kuruluyla birlikte gelmezseniz bir daha kesinlikle gelmeyin, çıkmam” dedi.
Ardından devlet heyetine dönerek dedi ki, “Eğer bu süreç bozulursa, gelip gidebilirsiniz bir şey diyemem, ancak konuşmalarım sohbet niteliğinin ötesinde olamaz.” Sürecin bozulmaması için uyardı. “Süreç bozulursa asla devreye girmem” dedi. Bunu açıkça söyledi.
Hatta bazen devlet heyetine çok sitem ediyordu; “Sözlerinizde durmadınız, taaddütlerinizi yerine getirmediniz, beni neredeyse devreden çıkma noktasına getirdiniz” derdi. Ama sonuçta biliyorsunuz, masayı terk eden Sayın Öcalan olmadı. Erdoğan tarafından masa devrildi.
Siz diyorsunuz ki, bazı korucu köylerinden AKP’ye oy çıkabilir. 16 Nisan referandumunda da çıkmıştı. Şimdi Olağanüstü Hal (OHAL) ile bir seçim daha yaşanacak. CHP’nin sıfır baraj projesi de var ancak seçim için CHP, SP, İYİP, DP olarak 4’lü ittifak kuruldu. Bu açıdan HDP, Hüda-Par gibi bölgedeki partilerle bir ittifak kurarak mı seçime gider, nasıl bir yol izler?
İyi Parti’ye 15 milletvekili verilmesi HDP tarafından olumlu karşılandı. Hepimiz bunun demokrasi açısından doğru bir adım olduğunu düşündük. Sıfır baraj projesi de doğruydu. 11 parti var, bunun üçü Cumhur İttifakı adı altında birleşmiş, geriye sekiz parti kalıyor ve HDP’nin de CHP’nin de savunduğu, sekiz parti bir araya gelmeli, ortak bir ittifak kurulmalı. Dikkat edin, bu siyasi bir ittifak değildir, sadece demokrasi ittifakıdır.
Baraja karşı ve hiçbir muhalif oyun kaybolmamasıdır. Hedef de, parlamentoda çoğunluğu sağlamak. İyi Parti, HDP’yi gerekçe göstererek bloke etti.  İyi Parti bloke etmeseydi büyük ihtimalle böyle bir proje gerçekleşebilirdi.
Şimdi HDP, diğer demokrasi güçleriyle birlikte tıpkı 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, hareket edecektir. İnanıyorum ki, HDP’nin dışlanması Türkiye’deki demokrasi çevrelerinin HDP’yi daha çok sahiplenmesi anlamında olumlu bir etki yaratır.
Ve eğer büyük hileler yapılmazsa, HDP yüzde 15 ila 20 arasında bir skoru tutturabilir. Faşist diktatörlük sistemi kurulmaması için, tüm demokrasi çevreleriyle mücadele ortaklığı yapılacaktır.
“HDP, nasılsa barajı aşar” diyenlere ne dersiniz?
Bu yanlış bir yaklaşımdır. Ben de, yüzde 15-20 arasında bir oy alacağını tahmin ediyorum. Ama şunu hiç kimse dikkate almıyor; diyelim ki, Kürdistan’da büyük hileler yapıldı. Zaten Avrupa Konseyi bile bu seçimin meşru olmayacağını söyledi.
Benzer açıklamayı ABD de yaptı. Kaldı ki diktatör emir vermiş, “HDP’yi sandığa gömün” diye. Bunu sadece AKP’lilere söylemiyor, devlet kurumlarına söylüyor ve devlet kurumları da bu seçimde aktif olacak.
Yargısı, polisi, jandarması aktif bir şekilde diktatörün dediğini yerine getirmeye çalışacak. Var sayım olarak söylüyorum; HDP yüzde 9.99’da kaldığında ne olacak? HDP’nin çıkaracağı 60, 70 milletvekilinin hepsi AKP’ye geçer. Bunun sorumluluğu da HDP’ye ait olmaz. Sorumluluk, bu ittifaka yanaşmayanlarda olur.
OHAL’de yapılacak bir seçim olmasının güvenlik endişelerine neden olduğu sıklıkla ifade ediliyor. Siz de benzer endişelere sahip misiniz? Nelerin yaşanabileceğine yönelik öngörünüz nedir?
Tabii ki endişelerim var. Şu an aldığımız bilgiler de bu yönde; bir yığın gözaltı yaşanıyor. Eş başkanların bile mitinglerine engelleme yapılıyor. Tutuklamalar, yasaklamalar, her türlü engellemeler yapılabilir. Her şeyi bekliyoruz. Eğer bir cumhurbaşkanı kalkıp, “HDP’yi sandığa gömün” demişse bilin ki burada demokrasi diye bir şey yoktur.
Kemal Kılıçdaroğlu, 1 Mayıs tarihli açıklamasında; “Bir partiyi şeytanlaştırma düşüncesinde değiliz” dedi. Ardından Deniz Baykal’la görüşmeleri oldu ve HDP’nin olmadığı bir 4’lü ittifak kurulduğu açıklandı. Daha önce de birçok CHP milletvekilinin Demirtaş’la görüştüğünü biliyoruz. Siz bu tutum değişikliğini nasıl yorumluyorsunuz?
Şunu görmek lazım; bir AKP-MHP bir de gizli ortak Ergenekon var ve Ergenekon’un CHP üzerinde de çok etkili bir gücü var. Ama CHP içerisinde Selin Sayek Böke’nin, İlhan Cihaner’in başını çektiği, 20’ye yakın belki de daha fazla milletvekilinin oluşturduğu demokratlar da var. Bunlar CHP içinde etkili değiller.
Etkili olanlar, CHP’yi devlet partisi olarak yaşatmak isteyen, adına Ergenekon denilen derin devletle ilişki içinde olan kesimlerdir. Öyle sanıyorum ki, Kılıçdaroğlu Baykal’la da görüştüyse, Baykal zaten Ergenekon’un adamlarından biridir, bu görüşmeden sonra da caymışsa Ergenekon, HDP’nin ittifak içinde yer almasını engellemiştir.
CHP, kendi kurullarıyla yönetilen bir parti değil. Ergenekon yönetiyor. Kılıçdaroğlu’nun bir ağırlığı yok. Mesela derler ki, “Kılıçdaroğlu hep Dursun Çiçek’in gözüne bakar. Dursun Çiçek bir şeye karşı çıkarsa o da karşı çıkar.” Kılıçdaroğlu, işte böyle bir durumda, Ergenekon’un elinde bir oyuncak.
Peki, Ergenekon konusunu açtığınız için sormak isterim; bu seçim süreci boyunca nasıl bir rolü olabilir?
Açık söyleyeyim; Türkiye şu anda her türlü ihtimale açık bir durumdadır. Hatta ve hatta CHP içinden iyi haber alan bazı kaynakların anlatımına göre; bu iki aylık süreç içerisinde Türkiye’de çeşitli siyasi suikastlar, bombalamalar ve her türlü provokasyon gelişebilir.
Binali Yıldırım, bir başbakan olarak şunu açıkladı; “Bizim 15 yıldır biriktirdiklerimizi hiç kimseye teslim etmeyiz.” Yıldırım’ın ne kast ettiğini doğru anlamak gerekir. Şunu demek istiyor; ''biz seçimle geldik ama asla seçimle gitmeyeceğiz''.
Demokratik niteliğini kaybedip faşist bir parti niteliğini kazanmasının bir etkisi de budur. Dünyada, hiçbir zaman faşist partiler iktidarlarını demokratik yollarla teslim etmemiştir. Onun için bu süreçte seçimin iptali dahil her türlü provokasyon girişimi olabilir.
Örneğin, Ege’de, Irak’ta ve Suriye’de bir provokasyon sonucunda, cumhurbaşkanının yetkisindedir, “savaş hali ilan ettim, seçimi iptal ediyorum” diyebilir ve sonra seçimi filan unutun artık. Bunları olasılık olarak görüyoruz. Dediğim gibi, bu iki ay içinde her türlü tehlike önümüzde mevcut.
Hem Devlet Bahçeli hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan, erken seçime gerekçe olarak, “iç ve dış tehditlerin artmasını” gösterdiler. Sizce dış dünyadaki ve Suriye’deki bu gelişmelerin seçim kararındaki etkisi nedir?
Türkiye’nin üzerine ekonomik ve siyasi hatta askeri alanda çığlar geliyor. Birincisi, bir ekonomik kriz yolda. Bunu dünyadaki bütün ekonomi kurumları söylüyor, en son S/P kredi notunu düşürdü. Dolar ve Euro almış başını gitmiş. Bunu durduramazlar.
Türkiye’yi çok tehlikeli bir gidiş bekliyor. Bu anlamda, Türkiye’nin Batı’ya karşı meydan okumasına karşı Batı sermayesi buna bir cevap verecektir. İkincisi, Zarrab davasıdır. Bu dava da sonuçlanmak üzere ve Türkiye’ye milyarlarca dolarlık bir ceza çıkması bekleniyor.
Bir üçüncüsü de, rahip Brunson davasıdır. Bu davada da maalesef daha önce gazeteci Deniz Yücel’in rehin alınması gibi rahip Brunson’un da rehin alındığı bir durum var. Devletler hukukuna göre rehin tutmak hukuk dışıdır. Buna karşı ABD’nin yaptırımları gelebilir.
Bir başka konu ise S-400’dür. S-400’lerin alınması NATO standartlarına göre doğru bulunmamıştır. NATO Askeri Komuta Başkanı bunu açıklamıştır. Bunun da yaptırımları vardır. Mesela, Türkiye’ye verilecek F-35’lerin, Türkiye adına üretiminin durdurulacağı söyleniyor.
Dolayısıyla, Türkiye’yi askeri anlamda da bir baskı bekliyor. Türkiye’nin ekonomik, siyasi, askeri anlamda üzerine bu kadar çığ gelirken, bir yandan da son Suriye’deki bombardıman ile Türkiye’deki iktidar bloğu arasında da bir çatlaklık oluştu. Bunu görmek lazım.
Çatlaklıktan kastınız nedir?
Şunu kast ediyorum; Batı kanadıyla Avrasyacı kanat arasında bir çatlaklık açığa çıktı. Dış İşleri Bakanlığı’yla, Erdoğan ABD-Fransa ve İngiltere’nin Suriye bombardımanını desteklediler. Hatta bazı İslami çevreler bunu az bile bulduklarını açıkladı.
Ama Ergenekon çevresi dediğimiz o Avrasyacı kanat, “Bu bir haçlı zihniyetidir” dedi. Doğu Perinçek, bizzat açıkladı ve Erdoğan bu siyaseti dolayısıyla yerden yere vuruldu. Seçim kararı da bu olayın arkasından başladı. İktidar bloğu; AKP-MHP ile Ergenekon arasında hatta MHP ile AKP arasında da belli sürtüşmeler olduğunu görmemiz lazım.
Size bir şey daha söyleyeyim; en son 28 Şubat kararları verildi ve birçok eski askeri komuta kademesi cezalara çarptırıldı. Şimdi sivil alanda da bu operasyonların yapılacağı konuşuluyor. Uğur Dündar’ın, Ertuğrul Özkök’ün adı sayılıyor.
28 Şubat dönemini yaşayanlar bilirler; o zaman bir silahlı askeri kanat vardı, bir de silahsız kuvvetler denilen sivil kanat vardı. Şimdi bu sivil kanada yönelik AKP’nin güdümünde bir operasyonun başlayacağı iddia ediliyor. Dolayısıyla bu da bir çatlaklığa işarettir. İşte bunun için diyorum; önümüzdeki dönem kaosla örtülü dönem olacak. Biraz önce anlattıklarımı tekrarlamayayım, bizi birçok tehlike bekliyor.
Peki, Cemil Bayık ve Bese Hozat’ın, “yeni bir gerilla savaşı başlatacağız” açıklamalarına ilişkin değerlendirmeniz nedir?
2015 yılından beri çok şiddetli bir savaş yürüyor. Öyle görünüyor ki, bu savaş bu sene daha da şiddetlenecek. KCK Yürütme Konseyi’nin, HPG komutanlıklarının yaptığı açıklamalardan öyle anlıyoruz. Şu an Türk ordusu, AKP’nin güdümünde 30 km kadar Irak sınırından içeri girmiş.
O nedenle işgal edilmiş Güney Kürdistan bölgelerinde ve Kuzey Kürdistan’da yani Türkiye Kürdistanı’nda çok ağır ve kanlı bir gerilla savaşı olacağı kesin.  Murat Karayılan, savaş hazırlıklarını tamamladıklarını, gerilla hamlesi başlattıklarını duyurdu.
O nedenle, maalesef diyorum, bu sene sıcak bir yaz ve sıcak bir seçim döneminin geldiğini üzülerek söylüyorum. Siyasi süreçlerin terk edilmesi Türkiye’nin başına bu felaketi getirebilir. Endişeliyiz. Bu konuda da sorumluluk masayı deviren ve Türkiye’yi Neo-Osmanlıcılık hayalleriyle maceraya sürükleyen AKP, MHP ve Ergenekon’a aittir.
Bahsettiğiniz tablo düşünülebilecek en kötü senaryo… Açıkçası bir iç savaştan bahsediyorsunuz…
Bana göre zaten iç savaş çoktan başlamış. Belki bu iç savaş yeni bir aşamaya geçecek. Ekonomik krizlerin arttığı, devlet kliklerinin arasında çatışmaların gerçekleştiği, tam bir kaos durumuna evrilebilir.
O zaman seçime ne gerek var?
Hedefimiz şu; Türkiye’yi kurtarmak için demokratik yollardan seçim bir şanstı. Türkiye’de demokrasiden yana güçler bir araya gelip bir demokrasi ittifakı yapabilirdi. Ama ne yazık ki İyi Parti’nin tutumu, Ergenekon’un tutumu bunu engelledi.
Dolayısıyla şu an Türkiye, ne yazık ki kaos içinde bir seçime gidiyor. Eğer demokratik yollardan bunu durdurabilseydik belki kanlı süreçler olmadan da 24 Haziran’da demokrasi zafer kazanabilirdi. Ama son gelişmeler bize açıkça şunu gösteriyor; Erdoğan hileyle de olsa, her türlü provokasyonla da olsa, kazanmaya kilitlenmiş.
Ve onun karşısındaki muhalif güçler ne yazık ki çok parçalılar ve bir birlik kuramadılar. HDP, elinden gelen bütün çabayı sarf etti, edecek de. Bütün demokrasi cephesini son ana kadar diri tutup bu değişimi, dönüşümü daha doğrusu bu felakete gidişi, demokratik yollardan engelleyebilir miyiz sorusuna yanıt verebilmek için çaba sarf edeceğine inanıyorum.
Ama çaresiz kalırsa herhalde Erdoğan diktatörlüğü 24 Haziran’da kazandıktan sonra bile Türkiye’yi daha büyük kaosları beklediği artık aşikârdır. Ne yazık ki iyi şeyler göremiyoruz.
Peki, 4’lü ittifaktan ikinci tura kalacak isim CHP’nin adayı olursa HDP’nin tavrı sizce ne olur, ne olmalıdır?
Bu da açıktır aslında, eğer CHP’nin adayı demokratsa, Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülmesine taraftarsa, Türkiye’nin yeniden demokrasi yolunda yürümesinde güven veriyorsa, açıklayacağı program Kürtleri tatmin ediyorsa, Kürtler tabi ki bütün ağırlığıyla destek verecektir.
Eğer tersi olur ve Ergenekoncu olarak bilinen bir adam pozisyonunu aynı İyi Parti, MHP gibi inkâr eden, bunu şiddetle çözmek isteyen bir seçenek olursa, iki katil arasında Kürtler bir seçenekte bulunma durumunda değil.
Bir yandan da şöyle bir durum yok mu; bu seçimden Cumhurbaşkanı Erdoğan dışında kim çıkarsa ilk işi olarak OHAL’i kaldıracağını ifade ediyor. Sadece bu nedenle de olsa destek verilmez mi?
Bakın, siyasilerin tavrıyla halkın, kitlelerin tavrı arasında bir fark olduğunu görmek gerekiyor. Bu farkta şudur; sizin dediğiniz gibi, çıkacak aday bir program açıklayacaktır, Kürt halkı bilinçli, politik bir halktır, eğer o program onları tatmin ederse, biz siyasiler “oy vermeyin” desek dahi onlar gider oylarını verir.
Fakat tersi durumda, Erdoğan’a karşı belki biraz farklıdır ama tatmin de etmiyorsa, bu durumda siyasiler olarak bizler “oy verin” diye çağrı yapsak dahi Kürtler gidip oy vermezler. Kürt halkı politik bir halk olduğu için bizim çağrılarımıza kulak vermeyebilir, seçimi boykot dahi edebilir.
Öte yandan, hendek çatışmaları sırasında insanların çok ağır mağduriyetleri oldu. Can ve mal kayıpları yaşandı. Bir de zorunlu göçler… PKK’ya ve HDP’ye yönelik tepkileri oldu. Seçimlerde bunun etkisinin olabileceğini düşünmüyor musunuz?
Hayır, olmayacaktır. Size referandumdan örnek vereyim. Referandumda Cizre’den ve Sur’dan çıkan oy oranlarına gidin bakın “Hayır” oyları ilk seçimde alınan oylardan düşük değildir. Bu çok yanlış bir algıdır. Kürt halkı anlıyor ve biliyor. Onun için politik bir halktır diyorum.
Peki, bu süreçte Avrupa’ya göç eden ve mülteci kamplarında yaşayan Kürtlerle ilgili sizin orada yürüttüğünüz bir çalışma var mı? Onların oy kullanımı nasıl sağlanacak?
Burada hem Türk demokratlarından hem de uzun yıllardır Avrupa’da yaşayan Kürt demokratlardan oluşan bir platform kuruldu. Ben bu platformda değilim, yaptıkları çalışmaları bilmiyorum. Ama ellerinden gelen her türlü gayreti sarf ederek, referandumdaki oyları daha da fazla yükseltmek için çalışıyorlar. Alevisi, Kürdü, kadını, Türkiye’deki diktatörlük sistemine muhalif olan herkes büyük bir gayret içinde.
Türkiye’deki erken seçime ilişkin Avrupa’daki hava nasıl? Seçmenler için de soruyorum. Bir seçim heyecanı gözlemliyor musunuz?
Arkadaşlardan aldığım bilgilere göre, hakikatten öyle bir heyecan var. Bu seçimi çok önemsiyorlar. Bu seçimin sıradan bir seçim olmadığını, bir sistem oylaması olduğunu, diktatörlük ile demokrasi arasında bir seçeneği oylayacaklarını biliyorlar.
Peki, son olarak seçim tahmininizi almak istiyorum. Sizce sonuç ne olacak?
Vallahi seçimin olup olmayacağı konusunda çok emin değilim. Çünkü diktatörler iktidarı hiçbir zaman seçim yoluyla bırakmamıştır. Erdoğan, etrafındaki bütün bileşenlerde her türlü yolu kullanarak, artık bunları tek tek anlatmak istemiyorum çünkü çok moral bozucu şeylerdir, hileyle, şiddet kullanarak meşru olmayan bir yolla sandığı almaya çalışacaklardır. Ama demokrasi güçlerinin direnci de karşılarında büyüktür. İlginç bir mücadele alanına tanıklık edeceğiz diye düşünüyorum.

Kaynak:  https://ahvalnews.com/tr/soylesi/hatip-dicle-turkiyeyi-daha-buyuk-bir-kaosun-bekledigi-asikar