KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık, AKP ve devletin siyasi ve sosyal soykırım politikasıyla Kürtlük adına ne varsa yok etmek istediğini belirtti.
Savaş lobileri Kürt meselesinin çözümünü istemediğini ve bu lobilerin Kürdistan’da örgütlü olduğuna dikkat çeken Bayık, çok sistemli bir saldırı ile karşı karşıya olduklarını söyledi
Bayık, yakında bir zamanda ‘Demokratik Özerkliği’ ilan edeceklerini belirterek, ‘’Gerillanın meşru savunması da serhildanın geliştirilmesi de tamamen ilan edeceğimiz özerkliği korumak, geliştirmek, yaşatmak ve onu yaşanılır kılmak içindir’’ dedi.
Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde çözmek istediklerini söyleyen Bayık, ‘’Şimdi yapmak istediğimiz budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız. ‘Demokratik Özerklik’ Türkiye'nin Kürtlerle ilişkisini ifade etmektedir’’ diye konuştu.
KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık ile söyleşimizin bugünkü kısmında bu yeni sürecin özellikleri ve ‘Demokratik Özerkliği’ konuştuk.
*1 Haziran’dan itibaren yeni bir süreç başlattınız. 4. Dönemde yürüteceğiniz mücadelenin meşru savunma eylemleriyle birlikte halk hareketi ve serhildan tarzının önceki süreçten farkı ne olacak?
- Yeni bir mücadele süreci başlattıysak bunun şüphesiz nedenleri var. Önderliğimiz 93’ten beri Kürt sorununun siyasal demokratik çözümü için büyük bir çaba gösterdi. Hem de en zor koşullarda büyük bir fedakarlık yaparak bu çabayı sürdürdü. Sorunu siyasal, demokratik yöntemle çözmek istedi. Bütün çabalarına rağmen Türk devleti inkâr ve imha siyasetinde ısrar etti. Önderliğimiz, Hareketimiz, halkımız sorunu siyasal demokratik yöntemle çözmekte ne kadar ısrar ettiyse, Türk devleti de imhada ısrar etti. Demokratik siyasal çözüm sürecini sabote eden ve sonra erdiren, devletin inkardan ve imhadan vazgeçmeyen politikalar izlemesidir. Yürüttüğümüz tek yanlı çabalar sonuç vermediği ve tasfiye de gündeme getirildiği için daha fazla o tarzda mücadele yürütmek doğru olamazdı. O tarzda ısrar etmek, hala sorunun demokratik siyasal çözümünde ısrar etmek kendi kendimizle çelişmek olurdu. Kendimizi aldatmak olurdu, kendimizi imhaya yatırmak olurdu. Çünkü biz, sorununun siyasal demokratik çözümü için kendi cephemizden yapılması gereken her şeyi yaptık. Atılması gereken bütün adımları attık. Verilmesi gereken bütün tavizleri verdik. Çözüm için zemini her bakımdan olgunlaştırdık. Artık yapabileceğimiz hiçbir şey kalmadı. Ama Türk devleti çözüm istemediği için, imhada ısrarlı olduğu için bizim bütün çözüm olanaklarını, geliştirdiğimiz zemini de ortadan kaldırdı, tahrip etti. Bizim çözüm çabalarımıza sürekli teslim alma ya da imha etme politikasıyla karşılık verdi. Ya teslim olacaksınız yada imha olacaksınız, dayatması yapıldı. Kırk katır mı kırk satır mı uygulaması önümüze konuldu.
ÇÖZÜM İÇİN ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPTIK
“Biz, Kürt halkı diye bir halk yada onun iradesi diye bir irade kabul etmiyoruz. Biz, Kürt sorunu diye bir sorun kabul etmiyoruz. Kürt kendini inkar edecektir. Biz ne diyorsak onu kabul edecektir. Eğer dediğimizi kabul ederse yaşama hakkı tanırız, bunun dışında yaşama hakkı tanımayız” biçiminde karşılık vermiştir. Dil ucuyla Kürt sorununun varlığından söz ettiklerinde bile sorun çıkaran Kürtlerden ve bunların nasıl hizaya getirileceğinden söz etmektedirler. Ancak biz bu sorununun demokratik temelde çözümü konusunda her fırsatta üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Özellikle yerel seçimlerin sonucunda yıllardır izledikleri Kürt inkarı ve imhası politikasının sonuç vermeyeceği ortaya çıkınca bu sürecin demokratik çözümle sonuçlanması için eylemsizlik kararı verdik. Artık bu politika iflas ettiğine göre, bunda ısrar edilmemeli ve çözüme gidilmelidir dedik. Çözümün gerçekleşmesi için de bu yönde adım atmalarını istedik.
Önderliğimiz de bu sürecin demokratik çözümle sonuçlanması için Yol Haritası hazırladı. Türk devleti ve AKP Hükümeti bizim ve Önderliğimizin sorunu çözme politikalarına karşı ‘açılım politikası’ adı altında bir aldatma politikası, bir oyalama politikası, tasfiye politikasını gündemleştirdi. Bu politikayı çözümün gelişmesi için değil de Kürt Özgürlük Hareketi’nin çözüm dayatmasını boşa çıkarmak için gündeme getirmiştir. Ortaya çıkan çözüm zeminini ortadan kaldırmak ve kendi tasfiye politikasını hakim kılmak için bu yola başvurmuştur. Önderliğimizin Yol Haritası’nın ellerine geçmesiyle birlikte saldırılarını arttırarak ortaya çıkan çözüm zeminini sabote etmeye yöneldiler. Önder Apo, barış gruplarını göndererek demokratik çözümdeki ısrarını ortaya koymasına rağmen bu adım da saldırılarla karşılaşmıştır. Türk devletinin, AKP Hükümeti’nin herhangi bir çözüm politikası olmadığı görülmüştür. Zaten Kürtleri Türkleştirmekten, Kürdistan'ı Türk ulusal yayılma alanı olarak görmekten vazgeçmedikleri için hiçbir zaman çözüm politikaları olmadı. Yıllardır izledikleri politika -hem de iflas etmesine rağmen- yeni bir imha politikası oluşturmaktan öteye gitmemiştir. Bizim çözüm yönündeki bütün adımlarımızı imha politikalarıyla boşa çıkardılar.
DEMOKRATİK SİYASETİN ÖNÜ KAPATILDI
Çözümsüzlüğü esas alan Türk devletinin her dönemdeki politikası imhayı gerçekleştirmek için içte ve dışta bütün imkânlarını harekete geçirmek olmuştur. Uluslararası alanda PKK’yi tecrit etmek için, Kürt sahasında PKK’yi tecrit etmek için, kendi kitlesinden bile PKK’yi tecrit etmek için büyük çaba içerisine girdiler. Ülke içinde ve yurtdışında siyasi ve askeri operasyonlar yürüttüler. Demokratik siyaset yapmanın önünü kapattılar. DTP’yi kapattılar, bazılarının milletvekilliklerini düşürdüler. Belediye başkanlarını ve ilçe yöneticilerini tutukladılar. Demokratik siyaset alanında siyaset yapan ne kadar insan varsa hepsini zindanlara tıktılar. 12 Eylül döneminde bile olmadığı kadar legal siyaset yapanları zindanlara doldurdular. “KCK operasyonu” adı verilerek bu siyasi soykırımı yürüttüler. Şimdi de “KCK Davası” adı altında trajikomik bir dava geliştirmeye çalışıyorlar. Suçun olmadığı, delilin olmadığı iddialarla ömür boyu hapislere kadar cezalar istiyorlar. Hepsini zindanlarda çürütmek istiyorlar. Özellikle 29 Mart seçimlerinden sonra bilinçli olarak demokratik siyaset yapmanın tüm imkanlarını darbelediler ve ortadan kaldırdılar. AKP Hükümeti böylece hem tasfiye politikasının önündeki engeli kaldırmayı hem de Kürdistan'daki siyasi rakibini tasfiye etmeyi hedeflemiştir.
Bir iki yıl içinde binlerce Kürt çocuğunu işkencelerden geçirerek zindanlara tıktılar. Zindanlarda da çocuklar üzerinde baskı ve işkenceyi sürdürdüler. Eski yoğunlukta olmasa da faili meçhullere yeniden başvurmaya başladılar. Kürt kurumları üzerinde büyük bir terör estirdiler. Bu baskılar altında birçok kurum kendi yaşamını sürdüremez noktaya getirildi. Kapatmalar ve ağır cezalarla Kürt basını çalışamaz duruma getirildi. Kürt halkına karşı linç hareketleri geliştirdiler.
SOSYAL SOYKIRIM DA GELİŞTİRİLDİ
Kürdistan’da siyasi soykırım yetmiyormuş gibi sosyal soykırım politikasını da bilinçli ve planlı bir biçimde geliştirdiler. Fuhuş ve eroin kullanımını teşvik ettiler. Bizzat devlet kurumları eliyle bir özel savaş yöntemi olarak yaygınlaştırılıp geliştirildi. Toplumu ahlaken çürütmek istediler. Kürt toplumunu toplum olmaktan çıkarmak istediler. Bu temelde zayıf düşürüp üzerinde her türlü uygulamanın yapılacağı bir duruma getirme çalışması yürüttüler. Yoksulluğu alabildiğine geliştirdiler. Kürt insanını bir lokma ekmeğe muhtaç hale düşürdüler. Bio-iktidar politikasını böylece hakim kılmaya çalıştılar. Teslim alabilmek için, ajanlaştırmak için, korucu yapmak için, kendine ihanet ettirmek için her türlü yol, yöntem ve baskıyı denediler. Kürdistan'da her şeyi halka karşı bir baskı aracı haline getirdiler. Kürdistan’daki kültür ve tarih barajlar yapma adı altında suların altına gömülüyor. Kürdistan coğrafyası böylece hem tahrip ediliyor hem de insansızlaştırılıyor. Askeri ve siyasi saldırılarla yürütülen fiziki ve kültürel soykırım bir de bu yolla yürütülüyor. Kürt coğrafyası bombardıman ve her türlü yok edici silahla yaşanmaz hale getiriliyor. Kürdistan’da yaşam olanakları bir bütün olarak ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Kısacası siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel soykırım politikaları uygulanıyor. Kürtlük adına ne varsa yok edilmek isteniyor.
Bütün çabalarımıza verilen karşılıklar bunlar oldu. En ufak bir çözüm imkanı kalmadığı için, tamamen bir imha politikası uygulandığı için, Hareketimiz ve halkımız kendi varlığını ve onurunu korumak için, geleceğini özgür temelde yaratmak için yeni bir stratejik mücadele dönemi başlattı. Başlatma nedenleri bunlardır. Sırf savaşı ve serhildanı geliştirmek için bu dönemi başlatmadık. Bu tür değerlendirmeler kendi çözümsüz politikalarının üstünü örtmek isteyenlerindir. Kürt halkı kadar savaştan çeken bir halk yoktur. Kürt halkı kadar acı, işkence ve tahribat yaşayan bir halk yoktur. Eğer Kürt halkı yeniden bir mücadele dönemine karar verdiyse, bu savaşı istediğinden değildir; varlığını ve onurunu korumanın, geleceğini kazanmanın başka bir yol ve yöntemi kalmadığı içindir. Halk, hükümetin politikaları karşısında “Ya Demokratik Çözüm Ya Da Görkemli Direniş” demiştir. Hükümet adım atmadığı için de Hareketimiz yeni bir mücadele dönemini kararlaştırmıştır. Nedeni budur.
SAVAŞ LOBİLERİ ÇÖZÜM İSTEMİYOR
Savaş lobileri Kürt sorununun çözümünü istememektedir. Türkiye'de de savaş lobilerinin bu tutumunu kıracak bir siyaset ortaya çıkmamaktadır. Savaş lobileri en fazla da Kürdistan'da örgütlüdür ve çalışmaktadır. Zaten savaşın en kirlisi Kürdistan’da uygulanıyor. Özel savaşın psikolojik yanı da Kürdistan'da çok boyutlu yürütülmektedir. Bu psikolojik savaş ağırlıklı özel savaş siyasal soykırımdan tutalım sosyal soykırıma, kültürel, ekonomik soykırıma kadar bir soykırım yürütüyor. Kürtlerin varlığını yok etmek isteyen bu savaş lobisi hala Kürdistan üzerindeki politikalara yön veriyor. Bu politika karşısında Kürt halkı eğer kendi varlığını korumak için mücadele etmezse, varlığı tümden ortadan kalkacaktır. Mücadele kararı aldıysa varlığa yönelen böyle bir politika ve bu doğrultuda yapılan uygulamalardan dolayıdır. Bunun çok açık herkes tarafından bilinmesi gerekiyor.
Bu hareket ve halk büyük bir mücadele yürüttü. Ölmediğini ve ölmeyeceğini, özgür yaşamak istediğini, kimliği ve iradesiyle yaşamak istediğini çok net bir biçimde ortaya koydu. Buna rağmen bu halkın kimliği, iradesi ve varlığı kabul edilmiyor ve imhada da ısrarlı davranılıyor. Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi böyle bir politikayla karşı karşıya olduğu için, imhaya karşı kendisini korumak için yeni bir mücadele dönemi başlatmayı kendi çıkarı için gerekli görmüştür. Hareketimizin yönetimi bu yeni mücadele döneminin bütün sorumluluğunu üstlenmiştir. Çözüm konusunda tek yanlı yürüttüğü çabalar sonuçsuz kaldığı için böyle bir karara gitmiştir. Geliştireceği meşru savunma ve serhildan tamamen varlığını koruma ve özgür geleceğini yaratmak amaçlıdır. Yoksa Türk devletine karşı sırf savaş istediği için gerillayı ve serhildanı geliştirmiyor.
AKP ve onu destekleyen çevreler bu yönlü propaganda yapıyorlar. “Türkiye’de demokratikleşmeyi ve anayasa değişikliğini geliştirdiğimiz ve açılım politikalarını sürdürdüğümüz bir ortamda PKK niye böyle bir karar aldı. Hiçbir amacı yoktur. Sırf savaşmak için savaşıyor. Zaten terörist bir harekettir. Terörizmi uygulamak için yapıyor” diyor. Hatta “başkaları istediği için, başkalarının emrine girdiği için işte bu eylemleri yapıyor, taşeron bir örgüttür” biçiminde çok ahlaksızca bir propaganda yürütüyor. Ne başkaları istediği için PKK bu yeni mücadele dönemine karar vermiştir, ne de öyle ortada demokratikleşme adımları ve açılım politikaları vardır. Kürt sorununun çözümünde en ufak dahi bir adım atılmamıştır. Atmaya da niyetleri yoktur. 29 Mart seçimlerinden sonra yapılanlar bırakalım demokratikleşmeyi, demokratik siyasi ortamı yok eden ve demokrasi mücadelesi verenlere karşı ancak faşist ülkelerde görülebilecek siyasi soykırım ve yargı terörü uygulanmıştır. Baharla birlikte hiçbir dönemde olmadığı kadar Kürdistan'da askeri yığınak yapıldığı ve operasyonların yoğunlaştığı bilinmektedir. İmhanın ve teslim almanın dışında herhangi bir şey düşünmemektedirler. Çözüm niyeti olmadıkları bu süreçte açık bir biçimde ortaya çıkmıştır.
AKP ÖZEL SAVAŞ HÜKÜMETİ
Varlığını korumak ve özgür geleceğini yaratmak için halk olarak, hareket olarak bu karar alınmıştır. Eğer bahsettikleri gibi gerçekten Türkiye’de demokratikleşmeyi geliştirmiş olsalardı, anayasa değişikliğini gerçekten demokratikleşme yönünde geliştirselerdi, Kürt sorununda da adım atacaklardı. Kürt sorununun demokratik siyasal çözümünü bu anayasa değişikliğinde esas alacaklardı. Ama bakıyoruz ki, anayasa değişikliğinde Kürtlere ait en ufak bir şey yoktur. Tam tersi 12 Eylül Anayasası’nın ruhunun ve sömürgeci zihniyetin bütün yönleriyle korunması söz konusudur. Ortada öyle ne demokratik bir anayasa vardır, ne demokratikleşme çabaları vardır, ne de Kürt sorununu demokratik siyasal yönde çözme çabası vardır. Tam tersine Kürtlerin varlığını yok etmek için yürütülen çok sistemli bir saldırı vardır. 12 Eylül faşist rejiminin geliştirdiği anayasanın değiştirilmesi değil, korunması vardır. Bazı aksayan yanlarını düzelterek, yamalayarak 12 Eylül Anayasası’yla Türkiye'yi yönetme vardır.
Görüldüğü gibi AKP toplumu aldatıyor. Gerçek bir demokratikleşme iradesi olmayan kimilerini de kuyruğuna takıyor. Özcesi var olan hükümet bir özel savaş hükümeti olduğu için tamamen psikolojik savaşa ağırlık veriyor. Psikolojik savaşa ağırlık veren bir güç de aldatmayı esas almak zorundadır. Psikolojik savaşın amacı gerçeklerin üstünü örtmektir. Eğer aldatmayı geliştiriyorsa, oyalıyorsa, umut yaratıyorsa tamamen imhayı gerçekleştirmek ve gizlemek amacıyla yapıyor. Ortada ne açılım politikası ne de demokratikleşme vardır. Çok açıkça imha politikası vardır.
‘İLAN EDECEĞİMİZ DEMOKRATİK ÖZERKLİK İÇİN MEŞRU SAVUNMA YAPIYORUZ’
Yeni bir mücadele dönemine karar verilmişse, böyle bir dönem başlatılmışsa nedeni budur. Gerilla ve serhildan tamamen bu amaçla geliştiriliyor. Yeni dönem mücadele eskinin devamı değildir. Gerillanın meşru savunması da serhildanın geliştirilmesi de tamamen ilan edeceğimiz özerkliği korumak, geliştirmek, yaşatmak ve onu yaşanılır kılmak içindir. Halkın demokratik iradesinin geliştiği; siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik alanda kendi kurumlaşmalarını geliştirdiği, özgür ve demokratik yaşam sistemini kendi kurduğu bir süreç olacaktır. 4. dönemin 1., 2. ve 3. dönemden farklılığı buradadır. Geliştireceğimiz meşru savunma ve serhildanın eski dönemlerden farkı bu noktadadır. Demokratik özerkliği koruma, geliştirme ve yaşatma amaçlıdır. Serhildanlar halkın demokratik iradesinin geliştirip genişleterek devletin toplum üzerindeki hakimiyet alanını gerileten bir karakterde gelişecektir. Bu, devleti yıkmak ya da devletin yerine yeni bir iktidar gücü ortaya çıkarmak değildir. Devletin yanında toplumun demokratik örgütlenmesini yaratıp toplumun kendi kendini yönetmesini sağlayan bir demokratik kurumlaşma ve sistem yaratmaktır. Bu da Kürt halkının varlığını korumayı, onun özgür geleceğini yaratmayı ifade ediyor.
*Demokratik özerkliği Kürt halkı nasıl pratikleştirecek? Bundan sonra Kürdistan’da Kürt halkının Türkiye devleti ile ilişkileri ve yaşam boyutunda hareket olarak nasıl değişiklikler öngörüyorsunuz?
Biz demokratik özerkliği hem kendi alternatif sistemimiz olan demokratik komünalizmi, yani demokratik konfederalizmi bir siyasi biçime ve demokratik siyasi iradeye kavuşturmak hem de Kürt toplumuyla Türkiye devletinin ilişkilerini hangi çerçevede düzenleyebileceğini ortaya koymak için geliştirmeye çalışıyoruz. Yani demokratik özerklikle Kürt halkı, Türk devletiyle hangi ilkeler temelinde sorunlarını çözmek ve birlikte yaşamak istiyor, bunu ortaya çıkarmak istiyoruz. Eğer Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü için tek yanlı çaba gösterdiysek, amacımız demokratik özerklik çerçevesinde bir siyasi çözüm ortaya çıkarmaktı. Bu çabaların amacı demokratik özerkliği geliştirmekti. Yani Türkiye sınırları içerisinde Türk devletiyle Kürt toplumunun ilişkilerini demokratik özerklik temelinde çözmek istedik. Kürt toplumu bu sınırlar içerisinde Türk toplumu ve devletiyle hangi ilkeler temelinde birleşmek ve yaşamak istiyor? Demokratik özerklik bunun cevabı ve sorunun çözüm ifadesi olacaktı. Fakat tek yanlı geliştirdiğimiz demokratik siyasal çözüm yöntemi sonuç vermedi. Türk devleti en makul çözüm olan bu yaklaşımımıza olumsuz karşılık verince bizim sorunu demokratik siyasal yöntemle ve demokratik özerklik temelinde çözüm çabalarımız sabote edilmiş oldu. Onun için demokratik özerkliği şimdi kendi mücadelemizle pratikte gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
‘KÜRT SORUNUNU DEMOKRATİK ÖZERKLİKLE ÇÖZECEĞİZ’
Kuşkusuz demokratik siyasal yöntemlerle sorunu çözüp demokratik özerkliği Türk devletiyle müzakere temelinde gerçekleştirmek istiyorduk. Ama devlet buna yanaşmadığı için demokratik özerkliği şimdi devletin dışında, kendi mücadelemizle geliştirmek ve yaşatmak istiyoruz. Kürt sorununu bu temelde çözmek istiyoruz. Eğer Türk devleti çözüme yanaşırsa, biz demokratik özerkliği Türk devletiyle gerçekleştiririz. Kürt sorununu bu temelde devletle müzakere temelinde çözmüş oluruz. Türk devleti buna gelmezse, Kürt sorununu demokratik özerklik temelinde yine çözeriz. Şimdi yapmak istediğimiz de budur. Yakında bunun resmi ilanını da yapacağız.
Biz, var olan kapitalist modernist sisteme karşı demokratik konfederalizmi alternatif olarak, sistem olarak geliştiriyoruz. Demokratik konfederal sistem Hareketimizin hem siyasal hem toplumsal ifadesidir. Onun örgütlendirilmesinin ifadesidir. Hem demokratik bir siyasi sistemdir, hem bir toplumsal sistemdir. Hareketimiz, Kürt sorununu demokratik konfederal örgütlenme temelinde, demokratik özerklik çerçevesinde çözmeyi hedeflemektedir. Demokratik özerklik bu sistemi pratikte geliştirmeye hizmet eden bir çözümdür. Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde Kürtlerin varlığının ve temel ulusal haklarının kabul edilmesi ve yaşamsal kılınmasıdır. Eğer Türk devleti demokratik özerkliği kabul etseydi bu bir siyasal çözüm olurdu. Kuşkusuz biz de böyle bir siyasal çözüm içinde kendi öngördüğümüz demokratik sistemimizi ayrıca geliştirirdik. Ama Türk devleti demokratik özerklik çözümüne gelmediği için, kendi çabamızla bu çözümü geliştirdiğimiz için anlayışımıza göre, kendi çabalarımızla demokratik özerkliği geliştirirken bu süreç aynı zamanda bu çözümün toplumsal ve demokratik siyasi temeli olan demokratik konfederalizmi de geliştirmek anlamına geliyor.
Demokratik özerkliği devlet kabul etseydi böyle bir çözüm bizimle veya bizim dışımızda bir güçle de çözülebilirdi. Kuşkusuz Türkiye ve Kuzey Kürdistan gerçeğinde farklı bir siyasi güç olmadığı için böyle bir çözümün Hareketimizle Türkiye arasında gerçekleşmesi doğal bir durumdur. Özcesi demokratik özerklik Türkiye'nin Kürtlerle ilişkisini ifade etmektedir. Çünkü demokratik özerklik, demokratik Türkiye'nin içinde Kürt sorununun demokratik temelde çözümünü ifade ediyor. Yani demokratik özerklik birebir demokratik konfederalizm anlamına gelmemektedir. Ancak böyle bir özerklik demokratik konfederalizmin ciddi bir engelle karşılaşmadan kendini kurumlaştırma fırsatı olurdu. Demokratik özerklik, demokratik konfederalizmin kuruluşuna uygun bir zemin sağlardı. Ama devlet, demokratik özerkliği kendimiz inşa edip kurumlaştıracağımızdan bu yönlü siyasi çözümü kendimiz gerçekleştireceğimizden demokratik özerkliği pratikte inşa etmek aynı zamanda demokratik konfederalizmi de inşa etmek anlamına geliyor.
A-DEVLET ÇÖZÜMÜ
Demokratik konfederalizm de toplumun örgütlenmesini, kendi kendini yönetmesini ifade ediyor. Kürt toplumunun kendine dayanarak; kendi gücüne ve olanaklarına dayanarak kendisini örgütlemesi ve kendisini yönetmesini ifade ediyor. Siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, meşru savunma alanlarında kendini örgütleme, kendini yaşatma, bütün sorunlarını kendi olanaklarına dayanarak çözme, kendi yaşamını bir bütün örgütleme de demokratik özerkliğin pratikleşmesini ifade ediyor. Önümüzdeki dönemde böyle bir siyasal anlayış, özgür ve demokratik toplum yaratma hedefiyle demokratik özerklik ete-kemiğe büründürülecektir. Kürt toplumu kendi eğitim sistemini, ekonomik, sosyal, siyasal sistemini, demokratik kurumlaşmasını örgütleyecektir. Buna dayanarak da kendi demokratik siyasi iradesini ve yönetimini ortaya çıkaracaktır. Neye ihtiyaç duyuyorsa onu toplumun örgütlenmesi temelinde ortaya çıkarmayı esas alacaktır. Kendisini başkasına muhtaç etmeyecektir. Demokratik özerklik bu tarzda pratikte uygulanacaktır. Zaten kısmen uygulanıyor. Bunun daha da geliştirilmesi ve derinleştirilmesi gerekiyor. Giderek bunun tamamen bir demokratik çözüm ve Kürt halkının demokratik siyasi sistemi haline getirilmesi gerekiyor. Demokratik özerkliğin ve demokratik konfederalizmin iç içe ve birlikte inşa edilmesi gerekiyor.
Biz bu kararı 2007’de KONGRA GEL 5. Genel Kurulu’nda aldık. Türk devleti demokratik çözüme yanaşmaz, inkar ve imhada ısrar ederse, kendi demokratik sistemimizi devlet+demokrasi anlayışı çerçevesinde kurmayı kararlaştırdık. Buna a-devlet çözümü dedik. Şimdi 5. KONGRA GEL Genel Kurulu’nda da aldığımız kararı bugün uyguluyoruz. Dördüncü dönemin önüne koyduğu hedef budur. Eğer 4. dönemi başlattıysak halkımızın üzerindeki tehlikeyi bertaraf etmek ve özgür ve demokratik yaşamı gerçekleştirmek için başlattık.
- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
24 Haziran 2010 Perşembe
Bir Dinleyin
Üç çocuğun hikâyesi var bugün gazetenin birinci sayfasında.
İkisi öldü.
Biri PKK gerillası olarak bir karakola saldırdığı sırada, diğeri babasıyla bindiği askerî servis aracında bir bombanın hedefi olarak hayatını kaybetti.
Üçüncüsü ise ölümün ne olduğunu bile bilmeden ablasının cenazesine katılan küçücük bir kız.
Bu çocuklar bu topraklarda doğdular.
Uzun zamandır süren bir günahın kurbanı oldular.
PKK’lı çocuk daha yeni bir gerilla, örgüte katılalı bir yıl olmuş, öldürmeye gittiği askerler gibi o da acemi.
Ankara’da öğrencilik yaptığı sırada bir soruşturmaya uğramış, eve döndüğünde eşyalarının ev sahibi tarafından kapının önüne atıldığını görmüş.
Gösterilere katılan Kürt bir kiracı istememiş ev sahibi.
Ankara’dan Van’a gitmiş, orada okumaya çalışmış, yeniden bir soruşturmaya uğramış, tekrar Ankara’ya dönmüş, tutunamamış, sonunda dağa çıkmak zorunda kalmış.
Büyük bir ihtimalle kaderi, eşyaları “kapının önüne atıldığında” çizilmiş, istenmediğini, düşman gibi görüldüğünü fark etmiş.
Gittiği yerde ölüm olduğunu bile bile gitmiş.
Otobüste ölen Buse’nin seçim hakkı bile olmamış, sadece babası asker olduğu için, babasıyla birlikte bir otobüse bindiği için insafsız bir saldırıda ölmüş.
Buse’nin küçük kardeşi ise herhalde hayatı boyunca Kürtlere düşman olarak yaşayacak çünkü ablasının katilleri Kürt.
Şemdinli’deki saldırıda ölen gerillanın bir kardeşi varsa o da Türklere düşman olacak.
Çoğalarak devam edecek düşmanlık.
Neden ölüyor çocuklarımız, neden birbirlerine düşman oluyor?
Önceki gün, siyasetle ilgilenmeyen, genç, başarılı, kendine iyi bir hayat kurmuş bir Türk’le konuşuyordum, bütün savaş onun farkına bile varmadan söylediği tek bir “kelimenin” içinde saklıydı.
Sakin bir sesle, cevabını gerçekten merak ederek, “Kürtlere istediklerini verecek miyiz, ortada bu kadar şehit var,” dedi.
Türkler kendi askerlerine “şehit” derken, Kürtlerin de kendi savaşçılarına “şehit” dediğini, iki tarafın da ölümde bile bir “hiyerarşi” oluşturduğunu bilmiyordu.
Ama asıl önemli kelime “vermek” kelimesiydi.
O bir Türk’tü ve Kürtlere istediklerini verip vermemek onun iradesine kalmıştı.
– Neden vermek hakkına sen sahipsin, dedim.
Niye isteyen Kürtler de, veren Türkler? İkisi de aynı ülkenin vatandaşları değil mi? Aralarındaki bu ilişki biçimini kim belirledi?
Şaşırarak yüzüme baktı.
– Aslında Türk olduğun için bu ülkenin sahibi olduğuna, Kürtlerin de bu ülkenin sahiplerinden haksız bir şeyler isteyen insanlar olduğuna inanıyorsun, değil mi?
Bunu düşünmemişti bile.
Bence asıl büyük haksızlık ve büyük tehlike buradaydı.
Türkler hiç düşünmeden, bilinçli bir hale bile gelmeden, ülkenin “sahipleri ve efendileri” olduklarına inanmışlardı.
Kime, neyin, ne kadar verileceğini belirleyecek olanlar onlardı.
Bu, öylesine değişmez bir gerçekti ki bunu düşünmeye bile gerek yoktu, bütün yaşadıklarımız, bütün okuduklarımız, bütün okullarımız bizim bilinçaltımıza bunu kazımıştı, “Türkler buranın efendisidir”.
Anlaşmazlık, savaş ve ölüm, bizim bilinçaltımıza kazıdığımız, düşünmediğimiz, tartışmadığımız, değişmez bir gerçek olarak benimsediğimiz bu inançtan kaynaklanıyordu.
Biz Türk’tük, buranın sahibi, efendisi, hâkimi bizdik, kimse bizimle eşit olamazdı, biz ne kadarını verirsek o kadarına razı olmak zorundaydılar.
Dillerini konuşup konuşmayacaklarına, çocuklarına hangi dilde eğitim yaptıracaklarına, hatta yakın zamanlara kadar çocuklarına ne isim koyacaklarına biz karar verirdik.
Kürtler buna itiraz ediyordu.
“Biz eşitiz,” diyorlardı, “Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık, birlikte askerlik yapıyor, birlikte vergi veriyoruz, neden siz efendi olacaksınız ve ne hakla bize sığıntı muamelesi yapacaksınız?”
Bu ülkenin çocukları işte bu yüzden ölüyor.
Türkler efendi olduklarına inandıkları ve bu durumu asla değiştirmek istemedikleri, Kürtler de bu haksızlığa rıza göstermediği için.
Türkler, “hepimiz bu ülkede eşitiz, herkes eşit haklara sahip olmalı, benim çocuğum Türkçe okuyorsa, Kürt çocukları da Kürtçe okumak hakkına sahiptir” dediğinde ölümler biter.
Üstelik Türkler efendi olduklarını sansalar da efendilik haklarına sahip değiller, dindar bir Türk kızı başına örtüsünü sarıp okuluna gidemiyor, solcu bir Türk fikirlerinden dolayı hapis yatıyor, Alevi bir Türk ibadetini kendi ibadethanesinde yapamıyor, bu mu efendilik?
Sahte bir efendilik için gerçek ölümler yaşıyoruz.
Buna değer mi?
Tanrının, adaletin ve vicdanın önünde hepimiz eşitiz.
Bunu Türklerin kabul etmesi yeter.
Bu ülkenin çocukları ölmez o zaman.
Ahmet Altan
İkisi öldü.
Biri PKK gerillası olarak bir karakola saldırdığı sırada, diğeri babasıyla bindiği askerî servis aracında bir bombanın hedefi olarak hayatını kaybetti.
Üçüncüsü ise ölümün ne olduğunu bile bilmeden ablasının cenazesine katılan küçücük bir kız.
Bu çocuklar bu topraklarda doğdular.
Uzun zamandır süren bir günahın kurbanı oldular.
PKK’lı çocuk daha yeni bir gerilla, örgüte katılalı bir yıl olmuş, öldürmeye gittiği askerler gibi o da acemi.
Ankara’da öğrencilik yaptığı sırada bir soruşturmaya uğramış, eve döndüğünde eşyalarının ev sahibi tarafından kapının önüne atıldığını görmüş.
Gösterilere katılan Kürt bir kiracı istememiş ev sahibi.
Ankara’dan Van’a gitmiş, orada okumaya çalışmış, yeniden bir soruşturmaya uğramış, tekrar Ankara’ya dönmüş, tutunamamış, sonunda dağa çıkmak zorunda kalmış.
Büyük bir ihtimalle kaderi, eşyaları “kapının önüne atıldığında” çizilmiş, istenmediğini, düşman gibi görüldüğünü fark etmiş.
Gittiği yerde ölüm olduğunu bile bile gitmiş.
Otobüste ölen Buse’nin seçim hakkı bile olmamış, sadece babası asker olduğu için, babasıyla birlikte bir otobüse bindiği için insafsız bir saldırıda ölmüş.
Buse’nin küçük kardeşi ise herhalde hayatı boyunca Kürtlere düşman olarak yaşayacak çünkü ablasının katilleri Kürt.
Şemdinli’deki saldırıda ölen gerillanın bir kardeşi varsa o da Türklere düşman olacak.
Çoğalarak devam edecek düşmanlık.
Neden ölüyor çocuklarımız, neden birbirlerine düşman oluyor?
Önceki gün, siyasetle ilgilenmeyen, genç, başarılı, kendine iyi bir hayat kurmuş bir Türk’le konuşuyordum, bütün savaş onun farkına bile varmadan söylediği tek bir “kelimenin” içinde saklıydı.
Sakin bir sesle, cevabını gerçekten merak ederek, “Kürtlere istediklerini verecek miyiz, ortada bu kadar şehit var,” dedi.
Türkler kendi askerlerine “şehit” derken, Kürtlerin de kendi savaşçılarına “şehit” dediğini, iki tarafın da ölümde bile bir “hiyerarşi” oluşturduğunu bilmiyordu.
Ama asıl önemli kelime “vermek” kelimesiydi.
O bir Türk’tü ve Kürtlere istediklerini verip vermemek onun iradesine kalmıştı.
– Neden vermek hakkına sen sahipsin, dedim.
Niye isteyen Kürtler de, veren Türkler? İkisi de aynı ülkenin vatandaşları değil mi? Aralarındaki bu ilişki biçimini kim belirledi?
Şaşırarak yüzüme baktı.
– Aslında Türk olduğun için bu ülkenin sahibi olduğuna, Kürtlerin de bu ülkenin sahiplerinden haksız bir şeyler isteyen insanlar olduğuna inanıyorsun, değil mi?
Bunu düşünmemişti bile.
Bence asıl büyük haksızlık ve büyük tehlike buradaydı.
Türkler hiç düşünmeden, bilinçli bir hale bile gelmeden, ülkenin “sahipleri ve efendileri” olduklarına inanmışlardı.
Kime, neyin, ne kadar verileceğini belirleyecek olanlar onlardı.
Bu, öylesine değişmez bir gerçekti ki bunu düşünmeye bile gerek yoktu, bütün yaşadıklarımız, bütün okuduklarımız, bütün okullarımız bizim bilinçaltımıza bunu kazımıştı, “Türkler buranın efendisidir”.
Anlaşmazlık, savaş ve ölüm, bizim bilinçaltımıza kazıdığımız, düşünmediğimiz, tartışmadığımız, değişmez bir gerçek olarak benimsediğimiz bu inançtan kaynaklanıyordu.
Biz Türk’tük, buranın sahibi, efendisi, hâkimi bizdik, kimse bizimle eşit olamazdı, biz ne kadarını verirsek o kadarına razı olmak zorundaydılar.
Dillerini konuşup konuşmayacaklarına, çocuklarına hangi dilde eğitim yaptıracaklarına, hatta yakın zamanlara kadar çocuklarına ne isim koyacaklarına biz karar verirdik.
Kürtler buna itiraz ediyordu.
“Biz eşitiz,” diyorlardı, “Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık, birlikte askerlik yapıyor, birlikte vergi veriyoruz, neden siz efendi olacaksınız ve ne hakla bize sığıntı muamelesi yapacaksınız?”
Bu ülkenin çocukları işte bu yüzden ölüyor.
Türkler efendi olduklarına inandıkları ve bu durumu asla değiştirmek istemedikleri, Kürtler de bu haksızlığa rıza göstermediği için.
Türkler, “hepimiz bu ülkede eşitiz, herkes eşit haklara sahip olmalı, benim çocuğum Türkçe okuyorsa, Kürt çocukları da Kürtçe okumak hakkına sahiptir” dediğinde ölümler biter.
Üstelik Türkler efendi olduklarını sansalar da efendilik haklarına sahip değiller, dindar bir Türk kızı başına örtüsünü sarıp okuluna gidemiyor, solcu bir Türk fikirlerinden dolayı hapis yatıyor, Alevi bir Türk ibadetini kendi ibadethanesinde yapamıyor, bu mu efendilik?
Sahte bir efendilik için gerçek ölümler yaşıyoruz.
Buna değer mi?
Tanrının, adaletin ve vicdanın önünde hepimiz eşitiz.
Bunu Türklerin kabul etmesi yeter.
Bu ülkenin çocukları ölmez o zaman.
Ahmet Altan
Ölüm karşısında iki yaklaşım
Türkiye’de Günlük’te de yazdığım için, Günlük gazetesini hergün okuyorum. PKK’nin şehitleri hakkında bu gazetenin manşetlerinde tek bir duygusal cümleye rastlayamıyorum.
Arada sırada Sela Sor programına katıldığım için, imkan bulabildiğim her yerde Roj TV’yi izliyorum. Roj TV ekranlarında da PKK’nin şehitleri hakkında gözü yaşlı ya da gözü “dönmüş” tek bir görüntüyü yakalayamıyorum. Kürt özgürlük hareketinin hangi medya organına baksam hep böyle. Bu medya organlarında “Kahpe TSK bombası” türü tek bir manşet yok.
“Alçaklar küçük kızı öldürdü” türü bir yakınma da yok. Bakıyorum, bir HPG bayrağı önünde birkaç resim. Altında doğum yeri, tarihi, kod ismi ve gerçek ismi ile vurulduğu yer hakkında kısa bir açıklama. Hepsi bu kadar. Bir de, “taziye çadırları”… Buralarda sessiz, sakin, kimi zaman mağrur bir hava. Ve medyaya yansıyan, “barış” sözleri.
Neden acaba? Neden “Alçak TC devleti” türü ucuz haykırışlar yok? Neden “kahpe hükümet” türü lümpen bağırışmalar yok? Neden?
Acaba bunlar, ölen çocuklarına yanmıyorlar mı?
Kalpleri taş mı bağlamış?
Belki de artık göz pınarları kurumuş da, göz yaşları akmıyor?
Hangisi acaba?
Tamam, onlar, ölen evlatlarının acısını bağırlarına taş gibi bastırmış, mağrur bir edayla, evlatlarının ardından Yasinler okuyor.
İyi de, bu Kürtlerin siyasetçileri neden “durumdan vazife” çıkarmıyor?
Denecek ki, “çıkaramazlar, yasaktır”.
Boş versenize…
Ortada yasak mı kaldı? Kürt coğrafyasında yasak var var olmasına da, dinleyen yok.
Kürt siyasetçisi neden her ölen HPG’linin arkasından toplumda Türkiye Cumhuriyetine, onun Hükümetine, onun ordusuna, polisine, memuruna karşı “kin, nefret, intikam” duygularını körüklemiyor? Savaşta, Kürtlerin “düşman” saydıklarına karşı “kinlenmeye, nefrete, intikama” ihtiyaçları mı yok yoksa?
Bu Kürtler gerçekten de, acaba “savaş” koşullarında yaşadıklarını mı bilmiyorlar, yoksa, onlar, her şeye rağmen, başlarına gelen bu savaş belası karşısında, “ahlaki” olan bir tutum takınıyorlar.
Sanırım, Kürtler, “ulusal ve toplumsal içgüdüyle”, savaşın er geç sona ereceğini, ama savaştaki ölümlerin acısından daha çok, o ölümlere karşı kışkırtılan “nefretin” süreceğini biliyorlar. Biliyorlar ki, yüreklerdeki ölüm acıları er geç yatışır, ama bir kere kışkırtıldıktan sonra, “ulusal nefret” denilen iğrenç duygu, o duygudan yarar umanların elinde onlarca yıl halkları birbirine düşman eder…
İşte, belki de bu “ulusal ve toplumsal içgüdü”nün eseri olarak, ne halkın arasında, ne de Kürt siyasetçilerinin arasında, ölen PKK’lilerle ilgili, Türk olan her şeye karşı bir “nefret” yaratmaktan kaçınılıyor.
Herkes bu ahlaki tutuma şahittir. Kürt coğrafyasında Türk “düşmanlığı” yok. Türk “azınlığa” karşı linç kampanyaları yok. Ölümün orada da acısı var. Ama orada “ölüm acısı”nın “nefrete” dönüşmesi yok. Çünkü bu acıyı nefrete dönüştüren medya yok, siyasetçi yok, köşe yazarı yok.
Ya “bizim Türklerin” cephesinde ne oluyor?
Onlar, bir savaş içinde olduklarını unutmuş görünüyorlar.
Ve çok tehlikeli bir iş yapıyorlar.
Sivil Türk toplumu içinde, Kürt olan her şeye karşı “nefret” kampanyaları yaratıyorlar. Ölen her askerin arkasından, akıl almaz bir öfke seli örgütlüyorlar.
Neden?
Sivilleri neden kışkırtıyorlar?
Amaçları ne?
Sivilleri de mi savaşa sürmek istiyorlar?
Kışkırtılan sivil Türklerin sivil Kürtlere saldırması için mi çaba harcıyorlar?
Sorun ne?
Ordunun “düşmana” karşı savaş gücünü mü bu yolla arttırmak istiyorlar? Ortada böyle bir “zaaf” mı var? Halk, sivil toplum, kendi “ordusunu” karşıdaki “düşmana” karşı desteklemiyor da, bu “ihaneti” mi gidermeye çalışıyorlar?
Dert ne?
Savaşta vurulan asker “nedensiz” ölmüyor?
Bu ülkenin Başbakan’ı “kömür madeninde ölüm mesleğin gereği, işin kaderi” diyor da, cephede savaşan askerin ölümü “doğa üstü” bir iş gibi algılanıyor. Bir “kınalı kuzu” yakınmasıdır gidiyor. O “kınalı kuzuyu” siz “en büyük asker bizim asker” diyerek cepheye göndermediniz mi?
Neden “düşmana karşı kahramanca savaştı ve toprağa düştü” demiyorsunuz da, “kahpe bir saldırıya uğradı, henüz baharındaydı da, kara topraklara düştü” diyerek ağlıyorsunuz?
Her şeyin bir ahlakı olur. Savaş, insan yaşamından çıkarıp atmak istediğimiz bir vahşet olsa bile, onun da bir ahlakı olmalıdır.
Savaşıyorsan, ve “On Emir”e aykırı olarak “öldürüyorsan”, “öldüğün” zaman “ah” demeyeceksin, ölen karşısında “vah” demeyeceksin, madem kan akıtmayı göze aldın, gözünden yaş akıtmayacaksın.
Biz sana “savaşma”, “öldürme” diyoruz, ama savaşacaksan, ahlaklı savaş.
Hele sahte göz yaşları dökme.
Halkı kışkırtma.
Onun yüreğindeki evlat acısını “nefrete” dönüştürme.
Çünkü, savaş er geç sona erecektir.
Öldürebildiğin kadar insanı öldürdün.
Bari, gelecekte Türk-Kürt kardeşleşmesini öldürme.
Anladın mı? Ahlaklı ol!..
Arada sırada Sela Sor programına katıldığım için, imkan bulabildiğim her yerde Roj TV’yi izliyorum. Roj TV ekranlarında da PKK’nin şehitleri hakkında gözü yaşlı ya da gözü “dönmüş” tek bir görüntüyü yakalayamıyorum. Kürt özgürlük hareketinin hangi medya organına baksam hep böyle. Bu medya organlarında “Kahpe TSK bombası” türü tek bir manşet yok.
“Alçaklar küçük kızı öldürdü” türü bir yakınma da yok. Bakıyorum, bir HPG bayrağı önünde birkaç resim. Altında doğum yeri, tarihi, kod ismi ve gerçek ismi ile vurulduğu yer hakkında kısa bir açıklama. Hepsi bu kadar. Bir de, “taziye çadırları”… Buralarda sessiz, sakin, kimi zaman mağrur bir hava. Ve medyaya yansıyan, “barış” sözleri.
Neden acaba? Neden “Alçak TC devleti” türü ucuz haykırışlar yok? Neden “kahpe hükümet” türü lümpen bağırışmalar yok? Neden?
Acaba bunlar, ölen çocuklarına yanmıyorlar mı?
Kalpleri taş mı bağlamış?
Belki de artık göz pınarları kurumuş da, göz yaşları akmıyor?
Hangisi acaba?
Tamam, onlar, ölen evlatlarının acısını bağırlarına taş gibi bastırmış, mağrur bir edayla, evlatlarının ardından Yasinler okuyor.
İyi de, bu Kürtlerin siyasetçileri neden “durumdan vazife” çıkarmıyor?
Denecek ki, “çıkaramazlar, yasaktır”.
Boş versenize…
Ortada yasak mı kaldı? Kürt coğrafyasında yasak var var olmasına da, dinleyen yok.
Kürt siyasetçisi neden her ölen HPG’linin arkasından toplumda Türkiye Cumhuriyetine, onun Hükümetine, onun ordusuna, polisine, memuruna karşı “kin, nefret, intikam” duygularını körüklemiyor? Savaşta, Kürtlerin “düşman” saydıklarına karşı “kinlenmeye, nefrete, intikama” ihtiyaçları mı yok yoksa?
Bu Kürtler gerçekten de, acaba “savaş” koşullarında yaşadıklarını mı bilmiyorlar, yoksa, onlar, her şeye rağmen, başlarına gelen bu savaş belası karşısında, “ahlaki” olan bir tutum takınıyorlar.
Sanırım, Kürtler, “ulusal ve toplumsal içgüdüyle”, savaşın er geç sona ereceğini, ama savaştaki ölümlerin acısından daha çok, o ölümlere karşı kışkırtılan “nefretin” süreceğini biliyorlar. Biliyorlar ki, yüreklerdeki ölüm acıları er geç yatışır, ama bir kere kışkırtıldıktan sonra, “ulusal nefret” denilen iğrenç duygu, o duygudan yarar umanların elinde onlarca yıl halkları birbirine düşman eder…
İşte, belki de bu “ulusal ve toplumsal içgüdü”nün eseri olarak, ne halkın arasında, ne de Kürt siyasetçilerinin arasında, ölen PKK’lilerle ilgili, Türk olan her şeye karşı bir “nefret” yaratmaktan kaçınılıyor.
Herkes bu ahlaki tutuma şahittir. Kürt coğrafyasında Türk “düşmanlığı” yok. Türk “azınlığa” karşı linç kampanyaları yok. Ölümün orada da acısı var. Ama orada “ölüm acısı”nın “nefrete” dönüşmesi yok. Çünkü bu acıyı nefrete dönüştüren medya yok, siyasetçi yok, köşe yazarı yok.
Ya “bizim Türklerin” cephesinde ne oluyor?
Onlar, bir savaş içinde olduklarını unutmuş görünüyorlar.
Ve çok tehlikeli bir iş yapıyorlar.
Sivil Türk toplumu içinde, Kürt olan her şeye karşı “nefret” kampanyaları yaratıyorlar. Ölen her askerin arkasından, akıl almaz bir öfke seli örgütlüyorlar.
Neden?
Sivilleri neden kışkırtıyorlar?
Amaçları ne?
Sivilleri de mi savaşa sürmek istiyorlar?
Kışkırtılan sivil Türklerin sivil Kürtlere saldırması için mi çaba harcıyorlar?
Sorun ne?
Ordunun “düşmana” karşı savaş gücünü mü bu yolla arttırmak istiyorlar? Ortada böyle bir “zaaf” mı var? Halk, sivil toplum, kendi “ordusunu” karşıdaki “düşmana” karşı desteklemiyor da, bu “ihaneti” mi gidermeye çalışıyorlar?
Dert ne?
Savaşta vurulan asker “nedensiz” ölmüyor?
Bu ülkenin Başbakan’ı “kömür madeninde ölüm mesleğin gereği, işin kaderi” diyor da, cephede savaşan askerin ölümü “doğa üstü” bir iş gibi algılanıyor. Bir “kınalı kuzu” yakınmasıdır gidiyor. O “kınalı kuzuyu” siz “en büyük asker bizim asker” diyerek cepheye göndermediniz mi?
Neden “düşmana karşı kahramanca savaştı ve toprağa düştü” demiyorsunuz da, “kahpe bir saldırıya uğradı, henüz baharındaydı da, kara topraklara düştü” diyerek ağlıyorsunuz?
Her şeyin bir ahlakı olur. Savaş, insan yaşamından çıkarıp atmak istediğimiz bir vahşet olsa bile, onun da bir ahlakı olmalıdır.
Savaşıyorsan, ve “On Emir”e aykırı olarak “öldürüyorsan”, “öldüğün” zaman “ah” demeyeceksin, ölen karşısında “vah” demeyeceksin, madem kan akıtmayı göze aldın, gözünden yaş akıtmayacaksın.
Biz sana “savaşma”, “öldürme” diyoruz, ama savaşacaksan, ahlaklı savaş.
Hele sahte göz yaşları dökme.
Halkı kışkırtma.
Onun yüreğindeki evlat acısını “nefrete” dönüştürme.
Çünkü, savaş er geç sona erecektir.
Öldürebildiğin kadar insanı öldürdün.
Bari, gelecekte Türk-Kürt kardeşleşmesini öldürme.
Anladın mı? Ahlaklı ol!..
VEYSİ SARISÖZEN
PKK şiddeti ve çıkmaz yolda seyahat
Bu ‘sorun’, Mesut Barzani’ye ‘posta koymayı’ tasarlayarak, Washington’un kapısını ‘eylemli istihbarat akışı’nı güçlendirmek amacıyla çalarak, Bağdat’ta ‘üçlü güvenlik toplantıları’na bel bağlayarak, İran’la Kandil konusunda ‘ortak eylem’ girişiminde bulunarak, Kuzey Irak’a asker sokarak, sınır boyuna ‘özel eğitilmiş birlikler’ konuşlandırılarak, Güneydoğu’da OHAL ilan ederek, cezaevlerine KCK’lı, BDP’li yığarak çözülmez. Geçen yıl 1 Ağustos’ta ‘Açılım’ın ilk ayağı olarak Ankara’da Polis Akademisi’nde gerçekleştirilen toplantıdan birkaç saat önce ‘Açılım Koordinatörü’ İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la görüştüğümde kendisine, yaz ayları boyunca Güneydoğu’nun büyük bölümünü dolaştığımı ve halkta büyük beklenti yaratıldığını söylemiş, “Çıtayı çok yükselttiniz. Cesur adımlar atmaz ve doğru yönde yürümezseniz, öyle bir hayal kırıklığına yol açarsınız ki, şiddet misliyle geri dönebilir” demiştim. Öyle oldu. Ağustos 2009’dan Habur girişine kadar geçen süre içinde üç ay boyunca ‘Açılım’ iyimser duyguları artırarak devam etti. Habur, bir ‘kırılma noktası’ oldu ve göstere göstere bugünlere geldik. ‘Açılım’, genel ‘demokratikleşme’ çerçevesi içinde Kürt sorununun çözümü yönünde siyasi adımların atılmasını öngörmek zorundaydı. Buna paralel olarak ve bu adımlar sayesinde Türkiye’nin Kürt halkı ile PKK arasındaki ‘manevi bağlar’ın zayıflatılmasını da sağlamalıydı. Ancak, ‘Açılım’ın kaçınılmaz bu ikinci yönü için, PKK’nın ‘silahsızlandırılması’ gerekiyordu ki, bu da ‘dağdan inecek’, ‘hapishanelerden boşalacak’ ve ‘Avrupa’dan geri dönecek’ PKK’lılara ‘yasal siyaset kulvarları’nın açılması şarttı. Bu amacı elde etmek için, PKK’nın ‘siyasi nüfuz alanı’nın Türkiye siyaset sisteminin ‘yasal parçası’ olan DTP ile olağan bir görüşme mekanizmasının kurulmasının yanısıra PKK’ya da uzanmak ve ‘silahsızlanma’nın onunla görüşerek gerçekleştirilmesi de şarttı. Hiçbiri yapılmadı. Anlamlı siyasi adımlar bile atılmadı. Önemli yasal değişiklikler gerçekleştirilmedi. Üstüne üstlük DTP kapatıldı. ‘Ovada siyaset yapanlar’a o ‘kulvarlar’, içlerinde belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce kişinin ‘KCK operasyonları’ ile içeri atılması ile kapandı. 11-17 yaşları arasında 1500 çocuk içeride. Hâlâ içerideler. 5 bin çocuk yargılanıyor. ‘KCK operasyonları’ ile yerel diyalog kanalları ortadan kaldırıldı. Güneydoğu’nun ‘tabanı’ ile ‘Kandil zirvesi’ ile ‘İmralı’ baş başa bırakıldılar. Kürt siyasetine eylem alanı olarak ‘şiddet yolu’ sunulmuş oldu. ‘Ova kurutuldu’, istikamet olarak yeni Kürt kuşaklara ‘dağ yolları’ gösterildi. ‘Açılım’a ilişkin elinde üzerinde çok düşünülmüş ve çalışılmış ayrıntılı bir ‘yol haritası’ bulunmadığı anlaşılan hükümetin müthiş bir ‘kumpas’a düşürüldüğünü ve Çiller döneminde olduğu gibi işin içinde çıkabilmek için ‘askerin kucağı’na düşürüldüğü bir zaman dilimindeyiz. Muhtemelen PKK’nın istediği de buydu. Şimdi geldik, 1980’ler ve 1990’lar boyunca ezberlediğimiz söylemin tekrarına. *** MİT’in eski müsteşar yardımcısı Cevat Öneş, Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği röportajda, ‘Öcalan, PKK’nın etkilediği Kürtler üzerindeki etkisini sürdürüyor. PKK’nın Kandil ve Avrupa kadroları üzerindeki manevi liderliğini de devam ettiriyor. Dolayısıyla PKK sorununun çözümünde Öcalan önemini koruyor. PKK, 1970’lerin sonunda ortaya çıkmış bir örgüt... Hem silahlı eylemini yapıyor hem de geniş bir kitleyi etkiliyor. Baskıyla veya korkuyla da olsa, Kürt siyasetini teke indiriyor’ sözleriyle mevcut tabloyu gerçekçi biçimde tasvir ediyor. ‘Bir avuç çapulcu’, ‘Bölücübaşı’, ‘teröristler’ vs. gibi sıfatlarla üretilen retorik, gelinen nokta ne devletin zaaflarını örtebiliyor, ne de sorunun çözümüne zerre kadar yarar sağlıyor. Türkiye, ‘Kürt sorunu’nu aşamadığı sürece, uluslararası sahnedeki hiçbir iddiasını da yere getiremez. Bu, ‘karnında ağır kramplarla iki büklüm bir sporcu’nun ringe çıkmasına benziyor. Uluslararası sahnede, Türkiye, zorlu hasımlarla yüz yüze kalmışken, çözümsüz bir ‘Kürt sorunu’ ile hiçbir iddiasını gerçekleştiremez. Hiçbir hükümet, bu sorun bu haliyle ‘kangrenleşirken’ ayakta kalamaz. Ve bu ‘sorun’, Mesut Barzani’ye ‘posta koymayı’ tasarlayarak, Washington’un kapısını ‘eylemli istihbarat akışı’nı güçlendirmek amacıyla çalarak, Bağdat’ta ‘üçlü güvenlik toplantıları’na bel bağlayarak, İran’la Kandil konusunda ‘ortak eylem’ girişiminde bulunarak, Kuzey Irak’a asker sokarak, sınır boyuna ‘özel eğitilmiş birlikler’ konuşlandırılarak, Güneydoğu’da OHAL ilan ederek, cezaevlerine KCK’lı, BDP’li yığarak çözülmez. Bu yolların tümü 25 yıldır denendi. Geldiğimiz yer ortada. Bütün bunlar denenmiş ‘önlemler’dir ve ‘çıkmaz yol’a inatla girme denemeleridir. ‘Sorun’, sınırdan ‘terörist sızmalar’ sorunu değildir. Ömründe Şemdinli’ye ayak basmamış olanlar, televizyonlarda ahkâm kesiyorlar. Şemdinli’den Çukurca’ya, oradan Uludere’ye, Uludere’den Silopi’ye kadar olan alanda sıfır noktadaki karakollar, yüzlerini Irak Kürdistanı adını taşıyan bölgeye dikmiş, içeri sızacak olanlara karşı ‘vatanı koruyor’lar. Arkalarında uzanan yüzlerce kilometrelik topraklarda yaşayan binlerce kişi dağlara çıkma duygusu içinde iken, korunmuş olan ne? Arkanızda yaşayan onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kişi Ankara’ya ilişkin derin bir hayal kırıklığı ve öfke içindeyken, hangi sınır önlemi ve hangi ‘dış temas’ ile bu ‘sorun’un üstesinden gelebilirsiniz ki? *** Cevat Öneş’e dönelim, ‘Öcalan ne planlıyor?’ sorusuna verdiği cevabı izleyelim: “Kendi durumunu önceliği alan, mahkumiyetini hafifletmeye çalışan bir yapı var karşımızda. PKK’nın ve kendisinin muhatap alınmasını, PKK kadrolarının legal siyasete girme şartlarının yaratılmasını istiyor. Muhatap alınmak için siyasi iktidarı zorlamak istiyor. ‘Bensiz bu sorunu çözemezsiniz’ mesajlarını vermek istiyor. Biz bu sorunu genel bir başlık altında ‘Kürt sorunu’ olarak konuşuyoruz ama Kürt sorunu iki ayaklı bir sorundur. Birinci ayağı demokratikleşmedir. Türkiye’nin Kürt sorunuyla birlikte Alevi meselesini, mezhep çatışmaları ve azınlıklar meselelerini çözecek genel bir açılım projesidir bu. Bu plan Öcalan’la çözülmez. Sorun, AB kriterleri doğrultusunda TBMM’nin iradesiyle çözülür. Kürt sorununun ikinci ayağı olan PKK sorunu ise silahların bıraktırılmasıdır. Bu sürecin sağlıklı yönetilmesi için Öcalan ve Kandil dahil herkesle görüşülebilir. Çünkü biz barıştan bahsediyoruz.” Yıllardır altını çize çize söylediğimizin bir paragraflık özeti bu. Biliyoruz seçim geliyor ve Türkiye’nin mevcut siyasal ortamı ve güçler dengesinde, Tayyip Erdoğan yukarıdaki paragrafın içerdiği gerekleri, öyle düşünse ve istese bile, yerine getiremez denecektir. Dönem, ‘milliyetçi söylem’i canlandırmak ve konuyu başta asker, güvenlik güçlerine havale etmektir. ‘Gerçekçi’ bakış açısı budur. Böyle denecektir. Bu söylem ve yöntem, 1980’lerde ve 1990’larda cari idi. Kaç Başbakan gitti, sorun orta yerde ve ‘kangrenleşerek’ sürüyor. Aynı söylem ve yöntemin kendisini nereye taşıyabileceğini Tayyip Erdoğan, seleflerinin akıbetine bakarak görebilir. Belki... |
Dersim'in Kayıp Kızları'nın Gözyaşları
Bölünürsek kim, kaybeder?
Tabi ki yüz yıldır hep bizi düşünen, kendisi yemeyip bizi yediren, kendisi giymeyip, bizi giydiren Türk ağabeylerimiz şimdide eşiğine geldiğimiz şu zararlı ve tehlikeli vartadan bizim zarar görmememiz için ellerinden gelen her şeyi cana başla yapmaktadırlar! Bölünürsek kim, kaybeder? Yakup Özbey Türk medyası tarafından ısrarla Kürt beyinlerine empoze edilmek istenircesine işlenen bir konu var. Eger bölünürsek, bunun her iki topluma da daha çok da Kürt halkına zarar vereceği konusu. Tabi ki yüz yıldır hep bizi düşünen, kendisi yemeyip bizi yediren, kendisi giymeyip, bizi giydiren Türk ağabeylerimiz şimdide eşiğine geldiğimiz şu zararlı ve tehlikeli vartadan bizim zarar görmememiz için ellerinden gelen her şeyi cana başla yapmaktadırlar! Tabi ben bu hikmetli olayın sırlarını ve tılsımlarını hemencecik anlayamayacağım için, bilginin anahtarı olan sorularla anlamaya çalışacağım. Bence burada temel soru şu: Bölünürsek biz Kürtler ne kaybederiz? Şöyle bir tarih kitaplarına baktığımda ne gibi kayıplarımızın olabileceğini kabaca bir tarif edeyim isterseniz: Bir, Tc anayasası tarafından temel bir hak olarak korunma altına alınmış Kürt varlığı tehlikeye düşecektir. İki, TC'nin kuruluşundan beri ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim gördüğümüz ve hayatın her alanında uygulayabildiğimiz, yüzbinlerce edebi yapıtımızın olduğu anadilimiz Kürtçe bölünmeyle gelişme zeminini kaybedip gerileyecektir. Üçüncüsü, uluslararası arenadaki siyasi statülerimizin tamamı elimizden çıkacaktır. Dördüncüsü, TC'nin kuruluşundan beri içinde bulunduğumuz ekonomik refahtan yoksun kalacağız. Beşincisi, sahip olduğumuz merkezi ve yerel Kürt parlamentoları, ve yine sahip olduğumuz düzenli Kürt ordusu çıkması olası anarşi sonucunda çözülecek ve yok olacaktır. Diyarbakır'daki metro şebekeleri, gökdelenler, borsa merkezi, Van gölündeki 5 yıldızlı turizm otelleri, Mardin'deki tarih turizmi gelirleri, her tarafa ulaşan otoyollar, Dersim'deki uluslararası hava alanı, Urfa'daki modern çiftçilik, tarım ve hayvancılık, Hakkari'deki maden çıkarma tesisleri vs. vs. Evet eğer bölünürsek, Kürt halkı olarak bütün bunları ve daha fazlasını yitireceğiz! Yahu siz bizlerle dalga mı geçiyorsunuz? Sizden ayrıldığımızda ne yitireceğiz, ne kaybedeceğiz? İnsanlık namına, bize ne sundunuz ne değeriniz var ki, sizden ayrıldığımızda bir kaybımız olsun. Siz değimlisiniz, Tc'yi anayasal düzeyde biz Kürtlerin inkarı üzerine kuran. Her şeyi Türkleştiren. Her şeyi tekleyen. Kendisi dışındaki bütün değerleri yok sayan ve yok eden! Siz değimlisiniz, Tc'nin kuruluşundan beri kendi dilini ilkokuldan üniversitelere kadar eğitim dili yaparken Kürt dilini inkar ederek yok olmanın eşiğine getiren! Siz değimlisiniz, NATO'dan BM'ye kadar bütün uluslararası arenada siyasi statü sahibiyken, Kürt halkına en ufak bir statüyü dahi çok gören! Siz deği lmisiniz, parlamento ve ordu sahibiyken, Kürt halkına aynı şeyleri layık görmeyin! Neymiş efendim, yüzyıldır berabermişiz. Evet yüzyıldır beraberiz ama nasıl biliyor musunuz? Yüzyıldır topraklarımızı çiğnediniz. yüzyıldır topraklarımızda kullandığımız adları değiştirdiniz. yüzyıldır bizim topraklarımız üzerinde yüzbinlere varacak sayılarda kanımızı döktünüz. cinayet işlediniz. evlerimizi gasp ettiniz. yüzyıldır o güzelim doğamızı harap ettiniz. Kürt halkını yoksullukla rezil rüsva ettiniz. yüzyıldır topraklarımıza atadığınız vali, polis ve askerlerinizle milyonlarca Kürt halkına kendi Türkçenizi dayattınız. Yüzyıldır okullarınızda, kurumlarınızda yaşamın bütün alanlarında Kürtçeyi inkar ettiniz. Yüzyıldır topraklarımız üzerinde bize Türküm doğruyum dedirttiniz. Daha sayayım mı?... Yoksa bunlar utanmanız için yeter mi, tabi utanacak bir yüzünüz varsa? Evet işte bizim tanıdığımız Türklük bu. Ve bölündüğümüzde, çok şey kaybedeceğimiz yalanlarınızı kendinize saklayın ve o yalanlarınız sizin sonunuz olsun! Siz kötülükle o kadar özdeşleştiniz ki sizden ayrılan ancak iyiye ulaşacaktır. Sizden ayrıldığımızda o bütün inkarlarınızdan, imhalarınızdan, cinayetlerinizden, yalanlarınızdan kurtulmuş ve kuracağımız kendi devletimizle yeni, demokratik, ferah ve evrensel değerlere uygun bir hayata adım atmış olacağız. Bölünürsek biz Kürtler hiçbir şey kaybetmeyeceğimizi, aksine bunun kendisinin bile biz Kürtler için bir kazanım olduğunu bir asra yakın tecrübelerimizle çok ama çok iyi biliyor durumdayız. Peki bölünürsek Türklerin elinde ne kalır acaba? İstanbul'dan Sivas'a kadar dar sınırlara sıkışmış olan bir ülke. Ermeni katliamı, Kürt katliamı gibi geçmiş günahların bedelleri ve tazminatları. Menfaate, yalana dayalı Türk siyasetin oluşturacağı bir iç kargaşa -ki bu iç kargaşa polisiyle, askeriyle, siyasetçisiyle, profesörleriyle herkesin bir diğerine darbe yapmak istediği günümüzde bile hala mevuttur.. Ve özet olarak bitik bir Türkiye... İşte tam burada benim aklıma şu soru geliyor: Bu kadar bölünmek istemeyişinizin sebebi, yoksa bunun sizin son bulmanız anlamına geleceği için olmasın? yakup_oezbey@hotmail.de Yakup Özbey |
Herkesin bildiği sır: DERSIM
“Herkesin Bildiği Sır: Dersim” Harika bir isim, kim bulduysa tebrik ederim. Kürtçede bir söz vardır “sağırları kulaklı etmeyin” diye. Oysa bu meselede tersine herkesin kulağı vardı uzunca bir zamandır duymamış gibi yapıyorlardı. Sonra bir gün “Allah şaşırttı” derler ya, aynen öyle oldu ve meclis kürsüsünden Onur Öymen o malum konuşmayı yaptı. Prof. Dr. Ahmet Özer-SDÜ. Sosyolog “Herkesin Bildiği Sır: Dersim” Harika bir isim, kim bulduysa tebrik ederim. Kürtçede bir söz vardır “sağırları kulaklı etmeyin” diye. Oysa bu meselede tersine herkesin kulağı vardı uzunca bir zamandır duymamış gibi yapıyorlardı. Sonra bir gün “Allah şaşırttı” derler ya, aynen öyle oldu ve meclis kürsüsünden Onur Öymen o malum konuşmayı yaptı. Birden herkesin kulakları duyar oldu ve sır kulaktan kulağa yayıldı, yeni bir şey keşfedilmiş gibi herkes bu sırrın gizeminin peşine düşer oldu ya da öyle görünmeye çalıştı. Neydi bu sırrını yıllarca Laç Dersine, Harçike, Ali Boğazına fısıldıysan 38 vakası. İşte sevgili Şükrü Aslan herkesin bildiği ama dile getirmediği bu sırrı bir kez daha yüksek sesle ifşa etmeye soyunmuş. Çok da güzel etmiş. Çünkü tarihsel gerçekleri yerli yerine oturtmazsak düzgün bir gelecek de yaratamayız. Resmi ideolojinin tersyüz ettiği bu tarihsel gerçek yıllardır düzeltilmiş biçimiyle kamunun huzuruna çıkmayı bekliyordu: “Öyle değil ey ahali” böyleydi deyip haykırarak… Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olan ve iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir. Fakat resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir, asıl amaç “resmi ideoloji” oluşturmaktır. Resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarihi oluşturmak gerekiyor. Resmi tarihi oluşturmak, toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin (kolektif hafızanın) yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, egemenlerin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün olur. Çünkü toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapı unsurudur; bu yüzden olsa, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Çünkü hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır.1 İşte Şükrü Aslan burada önemli bir işe soyunuyor, “artık yeter” diyor, gerçekle, “imal edilen gerçeği” yer değiştiriyor bir bilim insanı olarak. Bu çerçevede hazırlanan kitap 1938’den iki yöne doğru yapılan yolculuğun izini sürüyor. Biri, Dersimin tarihine, diline, müziğine, inanç pratiklerine, mücadelelerine, başarılarına, yenilgilerine doğru bizi götürüyor. Öbürü ise bölgenin bugününü tasvir eden, anlatan yazılara yer veriyor. Ve olan biteni özetleyen, “Dersim hadisesinden Naklaen Gelen” yazılı mezar taşlarından, “aç kalayım ama memleketimde kalayım” diyenlerin yürek burkan hikayelerine yer veriyor. Ben de bir süreydi “Tarihteki Önemli Beş Kavşakta Türkler ve Kürtler” diye bir kitap hazırlıyordum. Kitapta bahsi geçen önemli kavşaklardan biri de “Erzurum: Mustafa Kemal ve Kürtler” adını taşıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere bu bölüm Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını ve uygulamalarını konu ediniyor ve doğal olarak bunun içinde Cumhuriyet Dönemi Kürt İsyanları da yer alıyordu: Şeyh Said, Ağrı ve Dersim. Bu sırada Şükrü Aslanın o güzel çalışması elime gelince hem bunun için hem de sonbaharda Aslanın da organizatörlüğünü yaptığı ve Tunceli Üniversitesi tarafından düzenlenen, benim de katılacağım “Tunceli/ Dersim Uluslararası Sempozyumu”na hazırlanmak için eşsiz bir kaynak teşkil ediyordu, hemen alıp incelemeye başladım. Bir sosyal bilimci olan ve bu yöresel damarlardan beslenerek süzülüp gelen Aslan Dersimi hemen hemen bütün yönleriyle irdeleyen bir çalışmayı bize sunuyor. Tarihten kültüre, kimlikten inanca, müzikten doğaya, politikaya ve diasporaya kadar hemen her konu yer alıyor bu güzel eserde. Üstelik konun uzmanlarından, o engin coğrafyayı bilenlerden, yaşayanların dilinden, belleğinden, duygu ve düşüncelerinden aktarıyor. Adeta bir büyük tarih ve kültür bilincinin süzgecinden damıtılmış bir sunu yapıyor, hem de en çok bunların tartışıldığı ve toplumun en çok bunları bilmeye ihtiyaç duyduğu bir zamanda bunu yapıyor. Kimler yok ki bu anlatının köşe taşlarında; her zaman siyaset adamı olmanın ötesinde bir Kürt bilgesi olarak gördüğüm Kemal Burkay yaşadığı soğuk sürgün memleketinden insanın içini ısıtan bir sıcaklıkla Dersimin eşsiz doğasını, tarihini ve insanını anlatıyor. Mazgirti, Çarsancak’ı, Dırbanı, Munzuru, Harçiki anlatıyor. Şimdilerde adeta 38’leri çağrıştıran operasyonlarla anılan Gelinpınarından, Ali Boğazından bahsediyor. Ve o engin birikim ve deneyimiyle ve şair ruhuyla ekliyor “insan olarak yalnızca kendi özgürlüğümüzü değil, doğamızın; ırmağın, vadinin, kuşun, ağacın, çakıl taşının da özgürlüğünü savunmak gerek” diyor a Munzurun çığlığı gibi. Kitapta 38 olayı da enine boyuna tartışılıyor. 1938’deki Dersim kıyımından sonra Kürt Hareketi, sindirme sonucu, uzun bir suskunluk dönemine girmiş, ta 1960’lara kadar kimsenin ciddi biçimde sesi soluğu çıkmamış, &9’larda DDKO’larla başlayan süreç 70’lerde fraksiyonlarla sürmüş, bazı sırlar bu dönemde gün yüzüne vurmuş ama 80 darbesi gelip her şeyi gene karanlığa boğmuştu. Darbe kendini meşrulaştırmak için gene isyan demişti.. Bu konuda önemli olan husus şudur ki, kimi zaman bir isyan olmadığı halde askerin kışkırtması, ya da bir namus meselesi yüzünden halk toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde galeyana, provokasyona getirilerek isyan süsü verilmiş, sonrada kanlı bir biçimde (geride kalanlara aba altından sopa gösterme politikası ile) bastırılmıştır. Şükrü Aslan derlediği kitabın önsözünde bu husuta şöyle diyor: “Dersimli’lerin inanç pratikleri dili ve diğer nitelikleri problem edilmiş; özellikle kültürel kimliği bir muhalif dinamik gibi algılanmış ve dönüştürülmesi hedeflenmiştir.” İşte Dersime yapılan seferin asıl nedeni de budur. “Böylece Dersim onu kontrol altına almak isteyen hakim siyasetler için daima bir ‘tatbikat alanı’ olmak durumunda kalmıştır. Bu tatbikat aracılığıyla modern tarihin en vahşi saldırılarına tanıklık eden Dersim ile kurulan temas ve onu tarif etme biçimi hemen her zaman iktidarların siyasal çizgisine ve sistemin beklentilerine göre gerçekleşmiştir.”2 Dersimi bekleyen akıbet daha Ağrı İsyanını bastırılırken, olaylara müdahale eden güvenlik güçlerinin 1930 tarih ve 1850 sayılı yasanın ilk maddesiyle işledikleri savaş ve insanlık suçlarından bu yasayla muaf tutulması sonrasında yapacaklarının da adeta teminatı olmuştur. “20 Haziran 1930 dan 10 Aralık 1930 kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da koruyucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti’nde ki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dâhil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir.” Yani atış serbesttir! Nitekim üçüncü ayaklanmayı izlemek üzere bölgeye giden (yarı resmi sayılan) Cumhuriyet Gazetesi yazarı Yusuf Mahzar, 16 Temmuz tarihli haberinde müjdeyi verir: “…Zilan Harekâtı’nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur...” Zilan Deresi’ni cesetlerle doldurursa sorunu çözeceğini düşünen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt baklayı ağzından çıkarır: “… Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) İşte bir süre sonra Dersim dağlarında bu sesin uygulaması yankılar. Yıllarca bölgenin sosyo ekonomik bakımdan geri bıraktırılmasının kontrolü için daha münasip olacağına karar veren dönemin muktedirlerine “Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı” yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, “ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz” demişti. Bu sözler 1932-1948 arasında emniyet teşkilatında görevler alan, 1965-1978 arasında ise aralıklarla dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’e ait.3 Dönemin Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmağın “o bölge” dediği yer ise şimdiki adı Tunceli olan Dersimdir. İşte o zaman bölgeye sığınmış Koçgiri isyancılarını teslim etmeleri için sıkıştırılan Dersimliler Naşit Hakkı’nın deyimiyle “kapılarını misilsiz bir inatla içerden kilitleyince”, asırlık kilidi ne pahasına olursa olsun açmaya yeminli olan devletin aklına dâhiyane (!) bir fikir gelir: Aralık 1935’te Tunceli Kanunu çıkarılır ve Dersimin adı Tunceli olarak değiştirilir. Ocak 1936 da Elazığ, Tunceli, Bingöl, Erzincan, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ Merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur ve başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, “Koçgiri şahini” Sakallı Nurettin Paşanın damadı Abdullah Alpdoğan atanır. Tunceli yasak bölge ilan edilir, giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur. Ve görünen köy kılavuz istemez, baskı ve gerginlikler sonucu çıkan büyük çatışmalar, Koçgiri isyanının lideri Alişer Bey ile aynı aşiretten olan Şeyit Rıza liderliğindeki kalkışma izler. Diyarbakır’dan kalkan uçaklar (Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan biridir) yöreye bombalar yağdırır. 31 Ağustos 1938’e kadar isyanın liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle boşaltılır.4 Kasım 1937'de yakalan Seyyid Rıza, iki oğlu ve bazı aşiret liderleri göstermelik bir yargılamadan sonra ve idama mahkûm edildiler. Çağlayangil anılarında, “Elazığ’da bekleyen beyaz donlu 6000 Doğulu Pertek’teki Singeç köprüsünün açılışına giden Mustafa Kemal’den Seyid Rızanın hayatını bağışlamasını istemesin diye” her türlü hukuk ilkesini çiğneyerek, tatil günü, gece demeden, otomobil farlarının ışığı altında isyancıların davasını alelacele nasıl sonuçlandırdığını anlatır. Mahkemenin verdiği 11 idam cezası dördü yaşlılık gerekçesiyle 30 yıla çevrilmiş, Said Rıza ve altı yandaşının idam hükmü 18 Kasım 1937 de Elazığ Buğday Meydanı’nda infaz edilmiştir. Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın diye” yakılır. Yıllardır resmi tarihçilerce tekrarlanan, Seyid Rızanın idama giderken “Yaşasın Kürdistan!” dediği meselesine Çağlayangil şöyle açıklık getirir: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu.(.) Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağıyla tekme vurdu infazını gerçekleştirdi”. Başbakan İsmet İnönü idamdan sonra “Dersim müşkülesinden kurtulduk” der. Tahminlere göre 110 bin nüfuslu olan Dersimin ölülerden geriye kalan 72 bin kişisi ülkenin değişik bölgelerine sürülür ve Dersim defteri bir sır olarak uzunca yıllar kapatılır. Şükrü Aslanaın kitaba adını verdiği deyimiyle “38 vakası uygulayıcıların da mağdurlarında belleklerine bile ‘ulusal sır’ gibi böyle nakşedildi. Ama gene de “Dersim kırımı bir fısıltı olarak kulaktan kulağa yayılıyor fakat kamuya bir ses vermek gerektiğinde ‘ulusal devlet inşasının zorunlu sonuçlarından biri’ denilerek olan bitenler meşrulaştırılıyor ve konu kapanıyor. Böylece Dersimde devletin başvurduğu fiziki tasfiye süreci herkesin bildiği ama konuşmadığı ‘ulusal bir sır’ olarak kalmaya devam ediyor.” İşte Şükrü Aslan Derlediği bu kapsamlı kitapta bu sırrı alanının saygın ve yetkin kalemleriyle ifşa ediyor adeta. Kimler yok ki bu sırrı deşifre etme “suçuna” ortaklık eden: Tam kırk kişi, kırklar cemi gibi. Hepsini kitapta bulmak ve her birinin Dersimin bir yönünü anlattığı o güzel yazıları okumak gerek. Ben bura da sadece bir kaçının adını vermekle yetineceğim: K. Burkay’dan başka, Muzaffer Oruçoğlu, kadir bilir dağlarına sığındığı Dersimli mücadele yıllarını gittiği uzak diyarda yazdığı romanların diliyle anlatıyor. ‘Bu dağlar kadrin bilir utandırmaz evellah adamı’ diyerek. Hüsyin Ağuiçenoğlu Alavilik-inanaç-etnik kimlik üzerine bir yazı kaleme almış. Dilek Soıleu Koçgiriden Dersime uzanan hareketliği anlatmış. Murat Yüksel, Ulusal devletin Dersimle marazı temasını analiz ederken, Şükrü Aslan Dersimdeki kayıp nüfusun izini sürüyor. Beyza Üstün tarih ve doğa bilincinin merceğinden Munzura Vurulmak istenen kelepçenin boğmaya çalıştığı suyun ve doğanın çığlığını dile getiriyor. Hıdır Eren Dersim diasporasını aktarıyor ve daha birçok değerli kalem değerli bir çok yazıya imza atmış. Bütün hepsini aktarmamamın nedeni biraz da okuyucunun merakına bırakmaktır gerisini. İşte bu kitapta bu kalemler aracılığıyla herkesin bildiği ama kimsenin bir süre önceye kadar dile getirmediği sır ifşa ediliyor. Zaten bugün yaşadığımız sorunlar Cumhuriyet'in bir sır perdesinin arkasına gizlenerek Kürtler'i Türkleştirmek, Alevileri Sünnileştirmek, Sünnileri de laiklik sopası ile terbiye etme politikalarından kaynaklanmıyor mu? Bu sorunların çözümü için iki şey gerekir, birincisi tarihle yüzleşmek ve barışmak, ikincisi de farklılıkları teke indirgemekten vazgeçip, zenginlik olarak görerek toplumsal barışı sağlamaktır. Herkesin Bildiği Sır: Dersim bizi yüzleştiriyor ve daha özgür, eşit ve onurlu bir dünyanın inşası için önerileri tartışıyor.. Prof. Dr. Ahmet Özer SDÜ. Sosyolog |
Topal Osman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)