24 Haziran 2010 Perşembe

Herkesin bildiği sır: DERSIM


“Herkesin Bildiği Sır: Dersim” Harika bir isim, kim bulduysa tebrik ederim. Kürtçede bir söz vardır “sağırları kulaklı etmeyin” diye. Oysa bu meselede tersine herkesin kulağı vardı uzunca bir zamandır duymamış gibi yapıyorlardı. Sonra bir gün “Allah şaşırttı” derler ya, aynen öyle oldu ve meclis kürsüsünden Onur Öymen o malum konuşmayı yaptı.
Prof. Dr. Ahmet Özer-SDÜ. Sosyolog

“Herkesin Bildiği Sır: Dersim” Harika bir isim, kim bulduysa tebrik ederim. Kürtçede bir söz vardır “sağırları kulaklı etmeyin” diye. Oysa bu meselede tersine herkesin kulağı vardı uzunca bir zamandır duymamış gibi yapıyorlardı. Sonra bir gün “Allah şaşırttı” derler ya, aynen öyle oldu ve meclis kürsüsünden Onur Öymen o malum konuşmayı yaptı. Birden herkesin kulakları duyar oldu ve sır kulaktan kulağa yayıldı, yeni bir şey keşfedilmiş gibi herkes bu sırrın gizeminin peşine düşer oldu ya da öyle görünmeye çalıştı. Neydi bu sırrını yıllarca Laç Dersine, Harçike, Ali Boğazına fısıldıysan 38 vakası.
       İşte sevgili Şükrü Aslan herkesin bildiği ama dile getirmediği bu sırrı bir kez daha yüksek sesle ifşa etmeye soyunmuş. Çok da güzel etmiş. Çünkü tarihsel gerçekleri yerli yerine oturtmazsak düzgün bir gelecek de yaratamayız. Resmi ideolojinin tersyüz ettiği bu tarihsel gerçek yıllardır düzeltilmiş biçimiyle kamunun huzuruna çıkmayı bekliyordu: “Öyle değil ey ahali” böyleydi deyip haykırarak…
     Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olan ve iktidar sahiplerinin ihtiyaçları  doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir. Fakat resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir, asıl amaç “resmi ideoloji” oluşturmaktır. Resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarihi oluşturmak gerekiyor. Resmi tarihi oluşturmak, toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin (kolektif hafızanın) yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, egemenlerin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün olur. Çünkü toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapı unsurudur; bu yüzden olsa, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Çünkü hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır.1
     İşte Şükrü Aslan burada önemli bir işe soyunuyor, “artık yeter” diyor, gerçekle, “imal edilen gerçeği” yer değiştiriyor bir bilim insanı olarak. Bu çerçevede hazırlanan kitap 1938’den iki yöne doğru yapılan yolculuğun izini sürüyor. Biri, Dersimin tarihine, diline, müziğine, inanç pratiklerine, mücadelelerine, başarılarına, yenilgilerine doğru bizi götürüyor. Öbürü ise bölgenin bugününü tasvir eden, anlatan yazılara yer veriyor. Ve olan biteni özetleyen, “Dersim hadisesinden Naklaen Gelen” yazılı mezar taşlarından, “aç kalayım ama memleketimde kalayım” diyenlerin yürek burkan hikayelerine yer veriyor.
     Ben de bir süreydi “Tarihteki Önemli Beş Kavşakta Türkler ve Kürtler” diye bir kitap hazırlıyordum. Kitapta bahsi geçen önemli kavşaklardan biri de “Erzurum: Mustafa Kemal ve Kürtler” adını taşıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere bu bölüm Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını ve uygulamalarını konu ediniyor ve doğal olarak bunun içinde Cumhuriyet Dönemi Kürt İsyanları da yer alıyordu: Şeyh Said, Ağrı ve Dersim. Bu sırada Şükrü Aslanın o güzel çalışması elime gelince hem bunun için hem de sonbaharda Aslanın da organizatörlüğünü yaptığı ve Tunceli Üniversitesi tarafından düzenlenen, benim de katılacağım “Tunceli/ Dersim Uluslararası Sempozyumu”na hazırlanmak için eşsiz bir kaynak teşkil ediyordu, hemen alıp incelemeye başladım.
     Bir sosyal bilimci olan ve bu yöresel damarlardan beslenerek süzülüp gelen Aslan Dersimi hemen hemen bütün yönleriyle irdeleyen bir çalışmayı bize sunuyor. Tarihten kültüre, kimlikten inanca, müzikten doğaya, politikaya ve diasporaya kadar hemen her konu yer alıyor bu güzel eserde. Üstelik konun uzmanlarından, o engin coğrafyayı bilenlerden, yaşayanların dilinden, belleğinden, duygu ve düşüncelerinden aktarıyor. Adeta bir büyük tarih ve kültür bilincinin süzgecinden damıtılmış bir sunu yapıyor, hem de en çok bunların tartışıldığı ve toplumun en çok bunları bilmeye ihtiyaç duyduğu bir zamanda bunu yapıyor.  Kimler yok ki bu anlatının köşe taşlarında; her zaman siyaset adamı olmanın ötesinde bir Kürt bilgesi olarak gördüğüm Kemal Burkay yaşadığı soğuk sürgün memleketinden insanın içini ısıtan bir sıcaklıkla Dersimin eşsiz doğasını, tarihini ve insanını anlatıyor. Mazgirti, Çarsancak’ı, Dırbanı, Munzuru, Harçiki anlatıyor. Şimdilerde adeta 38’leri çağrıştıran operasyonlarla anılan  Gelinpınarından, Ali Boğazından bahsediyor. Ve o engin birikim ve deneyimiyle ve şair ruhuyla  ekliyor “insan olarak yalnızca kendi özgürlüğümüzü değil, doğamızın; ırmağın, vadinin, kuşun, ağacın, çakıl taşının da özgürlüğünü savunmak gerek” diyor a Munzurun çığlığı gibi. Kitapta 38 olayı da enine boyuna tartışılıyor.
     1938’deki Dersim kıyımından sonra Kürt Hareketi, sindirme sonucu, uzun bir suskunluk dönemine girmiş, ta 1960’lara kadar kimsenin ciddi biçimde sesi soluğu çıkmamış, &9’larda DDKO’larla başlayan süreç 70’lerde fraksiyonlarla sürmüş, bazı sırlar bu dönemde gün yüzüne vurmuş ama 80 darbesi gelip her şeyi gene karanlığa boğmuştu. Darbe kendini meşrulaştırmak için gene isyan demişti.. Bu konuda önemli olan husus şudur ki, kimi zaman bir isyan olmadığı halde askerin kışkırtması, ya da bir namus meselesi yüzünden halk toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde galeyana, provokasyona getirilerek isyan süsü verilmiş, sonrada kanlı bir biçimde (geride kalanlara aba altından sopa gösterme politikası ile) bastırılmıştır. Şükrü Aslan derlediği kitabın önsözünde bu husuta  şöyle diyor: “Dersimli’lerin inanç pratikleri dili ve diğer nitelikleri problem edilmiş; özellikle kültürel kimliği bir muhalif dinamik gibi algılanmış ve dönüştürülmesi hedeflenmiştir.” İşte Dersime yapılan seferin asıl nedeni de budur. “Böylece Dersim onu kontrol altına almak isteyen hakim siyasetler için daima bir ‘tatbikat alanı’ olmak durumunda kalmıştır. Bu tatbikat aracılığıyla modern tarihin en vahşi saldırılarına tanıklık eden Dersim ile kurulan temas ve onu tarif etme biçimi hemen her zaman iktidarların siyasal çizgisine ve sistemin beklentilerine göre gerçekleşmiştir.”2
      Dersimi bekleyen akıbet daha Ağrı İsyanını bastırılırken, olaylara müdahale eden güvenlik güçlerinin 1930 tarih ve 1850 sayılı yasanın ilk maddesiyle işledikleri savaş ve insanlık suçlarından  bu yasayla muaf tutulması sonrasında yapacaklarının da adeta teminatı olmuştur. “20 Haziran 1930 dan 10 Aralık 1930 kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da koruyucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti’nde ki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dâhil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir.” Yani atış serbesttir! Nitekim üçüncü ayaklanmayı izlemek üzere bölgeye giden (yarı resmi sayılan) Cumhuriyet Gazetesi yazarı Yusuf Mahzar, 16 Temmuz tarihli haberinde müjdeyi verir: “…Zilan Harekâtı’nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur...” Zilan Deresi’ni cesetlerle doldurursa sorunu çözeceğini düşünen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt baklayı ağzından çıkarır: “… Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) İşte bir süre sonra Dersim dağlarında bu sesin uygulaması yankılar.
      Yıllarca bölgenin sosyo ekonomik bakımdan geri bıraktırılmasının kontrolü için daha münasip olacağına karar veren dönemin muktedirlerine “Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı” yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, “ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz” demişti. Bu sözler 1932-1948 arasında emniyet teşkilatında görevler alan, 1965-1978 arasında ise aralıklarla dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’e ait.3 Dönemin Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmağın “o bölge” dediği yer ise şimdiki adı Tunceli olan Dersimdir.
     İşte o zaman bölgeye sığınmış Koçgiri isyancılarını teslim etmeleri için sıkıştırılan Dersimliler Naşit Hakkı’nın deyimiyle “kapılarını misilsiz bir inatla içerden kilitleyince”, asırlık kilidi ne pahasına olursa olsun açmaya yeminli olan devletin aklına dâhiyane (!) bir fikir gelir: Aralık 1935’te Tunceli Kanunu çıkarılır ve Dersimin adı Tunceli olarak değiştirilir. Ocak 1936 da Elazığ, Tunceli, Bingöl, Erzincan, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ Merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur ve başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, “Koçgiri şahini” Sakallı Nurettin Paşanın damadı Abdullah Alpdoğan atanır. Tunceli yasak bölge ilan edilir, giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur. Ve görünen köy kılavuz istemez, baskı ve gerginlikler sonucu çıkan büyük çatışmalar, Koçgiri isyanının lideri Alişer Bey ile aynı aşiretten olan Şeyit Rıza liderliğindeki kalkışma izler. Diyarbakır’dan kalkan uçaklar (Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan biridir) yöreye bombalar yağdırır. 31 Ağustos 1938’e kadar isyanın liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle boşaltılır.4 Kasım 1937'de yakalan Seyyid Rıza, iki oğlu ve bazı aşiret liderleri göstermelik bir yargılamadan sonra ve idama mahkûm edildiler.
     Çağlayangil anılarında, “Elazığ’da bekleyen beyaz donlu 6000 Doğulu Pertek’teki Singeç köprüsünün açılışına giden Mustafa Kemal’den Seyid Rızanın hayatını bağışlamasını istemesin diye” her türlü hukuk ilkesini çiğneyerek, tatil günü, gece demeden, otomobil farlarının ışığı altında isyancıların davasını alelacele nasıl sonuçlandırdığını anlatır. Mahkemenin verdiği 11 idam cezası dördü yaşlılık gerekçesiyle 30 yıla çevrilmiş, Said Rıza ve altı yandaşının idam hükmü 18 Kasım 1937 de Elazığ Buğday Meydanı’nda infaz edilmiştir. Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın diye” yakılır. Yıllardır resmi tarihçilerce tekrarlanan, Seyid Rızanın idama giderken “Yaşasın Kürdistan!” dediği meselesine Çağlayangil şöyle açıklık getirir: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu.(.) Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağıyla tekme vurdu infazını gerçekleştirdi”. Başbakan İsmet İnönü idamdan sonra “Dersim müşkülesinden kurtulduk” der. Tahminlere göre 110 bin nüfuslu olan Dersimin ölülerden geriye kalan 72 bin kişisi ülkenin değişik bölgelerine sürülür ve Dersim defteri bir sır olarak uzunca yıllar kapatılır.
     Şükrü Aslanaın kitaba adını verdiği deyimiyle “38 vakası uygulayıcıların da mağdurlarında  belleklerine bile ‘ulusal sır’ gibi böyle nakşedildi. Ama gene de “Dersim kırımı bir fısıltı olarak kulaktan kulağa yayılıyor fakat kamuya bir ses vermek gerektiğinde ‘ulusal devlet inşasının zorunlu sonuçlarından biri’ denilerek  olan bitenler meşrulaştırılıyor ve konu kapanıyor. Böylece Dersimde devletin başvurduğu fiziki tasfiye süreci herkesin bildiği  ama konuşmadığı ‘ulusal bir sır’ olarak kalmaya devam ediyor.” İşte Şükrü Aslan Derlediği bu kapsamlı kitapta bu sırrı alanının saygın ve yetkin kalemleriyle ifşa ediyor adeta. Kimler yok ki bu sırrı deşifre etme “suçuna” ortaklık eden: Tam kırk kişi, kırklar cemi gibi. Hepsini kitapta bulmak ve her birinin Dersimin bir yönünü anlattığı o güzel yazıları okumak gerek. Ben bura da sadece bir kaçının adını vermekle yetineceğim: K. Burkay’dan başka, Muzaffer Oruçoğlu, kadir bilir dağlarına sığındığı Dersimli mücadele yıllarını gittiği uzak diyarda yazdığı romanların diliyle anlatıyor. ‘Bu dağlar kadrin bilir utandırmaz evellah adamı’ diyerek. Hüsyin Ağuiçenoğlu Alavilik-inanaç-etnik kimlik üzerine bir yazı kaleme almış. Dilek Soıleu Koçgiriden Dersime uzanan hareketliği anlatmış. Murat Yüksel, Ulusal devletin Dersimle marazı temasını analiz ederken, Şükrü Aslan  Dersimdeki kayıp nüfusun izini sürüyor. Beyza Üstün tarih ve doğa bilincinin merceğinden Munzura Vurulmak istenen kelepçenin boğmaya çalıştığı suyun ve doğanın çığlığını dile getiriyor. Hıdır Eren Dersim diasporasını aktarıyor ve daha birçok değerli kalem değerli bir çok yazıya imza atmış. Bütün hepsini aktarmamamın nedeni biraz da okuyucunun merakına bırakmaktır gerisini. İşte bu kitapta bu kalemler aracılığıyla herkesin bildiği ama kimsenin bir süre önceye kadar dile getirmediği sır ifşa ediliyor.
     Zaten bugün yaşadığımız sorunlar Cumhuriyet'in bir sır perdesinin arkasına gizlenerek Kürtler'i Türkleştirmek, Alevileri Sünnileştirmek, Sünnileri de laiklik sopası ile terbiye etme politikalarından kaynaklanmıyor mu? Bu sorunların çözümü için iki şey gerekir, birincisi tarihle yüzleşmek ve barışmak, ikincisi de farklılıkları teke indirgemekten vazgeçip, zenginlik olarak görerek toplumsal barışı sağlamaktır. Herkesin Bildiği Sır: Dersim bizi yüzleştiriyor ve daha özgür, eşit ve onurlu bir dünyanın inşası için önerileri tartışıyor.. 


Prof. Dr. Ahmet Özer

SDÜ. Sosyolog

Hiç yorum yok: