- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
11 Ocak 2010 Pazartesi
Kozmik odanın kapısında
Soğuk Savaş bitince Batı’nın Türkiye’ye olan ihtiyacı da sona erdi. Ülkeyi on yıllarca ‘ileri karakol’ , ordusunu ‘bekçi’, halkını da ’çöpçü’ olarak kullanan emperyalizmin işi bitince Türkiye’yi kaderine terk etti.
Hal böyle olunca ilk olarak içerideki ‘meşruiyet’ krizi derinleşti.
Batı çekildi ve görüldü ki Batı’dan apartılan ‘ulus-devlet’ modeli yürümemiş; Osmanlı bakiyesi çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü toplumu ‘Türk ve Sunni’ potasında eritme politikası iflas etmişti.
Kürt direnişi yükselmiş, İslamcılar iktidarı ele geçirmiş, Aleviler atağa geçmiş, Türkiye ‘muassır medeniyet’ iddiasını yitirmiş,Türk halkı açlık sınırlarına kadar gerilemiş, ülke yüz milyarca doları bulan iç ve dış borçların altında ezilip tükenmişti.
Emperyalizmin - çıkarları gereği- ite kaka 1990’lı yılların sonuna kadar getirebildiği Türk devletinin mevcut haliyle içerde ayakta kalması, dışarıda ise kendine yeni bir güvence bulması artık mümkün değildi.
Ya değişecek; demokratikleşecek normal bir hukuk devletine dönüşecekti ya da kanlı bir ‘iç savaş’ sonrası tarih sahnesinden silinip gidecekti. Başka bir seçenek mümkün değildi.
Bazı okurlara abartılı gelebilir ancak TC gerçek manada bir devlet değildi. Türk devleti kurulurken ‚ulus-devlet‘
modelini Batı‘dan almıştı ancak, Batı’daki ulus devletlerde olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru süzülüp gelen,nesnel ve öznel süreçlerin hazırladığı bir olgu olarak ortaya çıkmamıştı.
Aksine ‘kurtuluş savaşına’ komuta eden ekibin “dayatması” sonucu yaratılmıştı. O dönem Anadolu topraklarında Türklerin sahip olduğu birikimle ‘ulus-devlet’ yaratılamazdı.
Batı’da burjuva demokratik karakterli bir sistem için yeterli olan -iç birikim- Türklerde olmadığı için ‘ulus yaratma’ projesi tepeden inme yöntemlerle, dahası aşırı şiddetle hayata geçirilmeye çalışıldı.
Osmanlı’dan geriye kalan çoklu topluma tepeden inme yöntemlerle müdahale eden kurucu elitin kuruluş felsefesi şiddete dayanmaktaydı. Yeni ulus devlet zoruyla yaratılacaktı.
Farklı toplumsal kesimler; Anadolu’daki Kürt, Alevi, Yezidi, Ermeni, Rum, Asuri Süryani gibi kadim kimlikler her türlü yol ve yöntem kullanılarak ‘Türk ve Sunni’ yapılacaktı.
Bu bir kuruluş politikasıydı. Buna uygun plan ve uygulamalar da çift kapılı demir parmaklıklı kozmik odalarda koruma altına alınmıştı. Kozmik odalarda ‚Türk ve Sunni‘ olmayan ‚iç düşmanların‘ nasıl yok edileceğine dair planlar vardı. İnkar ve imha politikaları kozmik oda kriterleri olarak halkların karşısındaydı.
1920’de kurulan ve emperyalizmin sayesinde 1990’’lara kadar taşınan aparat ‘devlet’ değil ‘özel savaş örgütü’ olduğu içindir ki eşit ve özgür olması gereken vatandaş ‘iç düşman’ sayılmış, kuruluşla birlikte ‘devlet-millet çatışması’ yaşanmaya başlamıştı.
Türk devletini kuran elit, ‘ulus-devlet’ gibi ‘vatandaşlık’ kavramını da Batı’dan almış ancak amacından saptırmıştı.
Zira Batı’da, ‘vatandaşlık’ özgürlük ve eşitlik kavramları temelinde üretilmiş bir sivil toplumun projesiydi ve ‘hukuksal’ çerçevede tanımlanmıştı.
Ayrıca Batı’da devletle vatandaşı birbirine bağlayan ve herkesin ortak paydası olan güçlü bir ‘hukuki’ zemin vardı. Bu temelde vatandaşların ülke yönetimine katılımı için gerekli olan bütün araçlar yaratılmıştı.
Türk devletinin kuruluşunda ise tam tersi bir durum yaşanmıştı. TC’nin kurucu eliti vatandaşlığı Türk olmakla eşdeğer tutmuş, herkesi ‘Türk’ olmaya mecbur bırakmış, bu amaçla ‘hukuk’u ortadan kaldırmıştı.
‘Türk ve Sunni’ olmayı kabul etmeyen her kimse ‘hukuki’ güvence altına olan ‘vatandaş’ değil, yok edilmesi gereken ‘iç düşman’ olarak algılanmıştı.
1920’den günümüze uzanan ‘devlet- millet çatışmasının’ altında bu anlayış yatmaktaydı. Vu bu anlayış emperyalizmin desteği sayesinde her defasında bu çatışmayı kazanmıştı.
Emperyalizm işbirlikçisi Türk devletinin yenilmesine geçmişte razı olmadı. Onu 1990’lı yılların sonuna kadar da ite kaka taşıdı. Fakat Soğuk Savaş’tan sonra yıllar ayrıldı. Türk devleti kullanıldıktan sonra ortada bırakıldı.
Bu haliyle ayakta kalması ve kendine yeni bir güvence bulması mümkün görünmüyordu. Ya değişecek ya da silinip gidecekti.
Türkiye on yılı aşkın bir süredir bunun sancısını çekiyor. Bir yanıyla değişmeye çalışıyor, diğer yanıyla değişime karşı direniyor. Ancak zaman da giderek daralıyor.
Hayatın başlangıç noktasına; kozmik odanın kapısına taşıdığı Türkiye’nin bir karar vermesi gerekiyor. Kozmik odayı kapatması, oradaki suç dosyalarını bir bir açıklaması zorunlu hale gelmiş bulunuyor.
Türkiye’nin başta yapmadığını şimdi yapması, Anadolu ve Kürdistan’ın kadim kimlikleriyle barışması, devlet olmayan devletini çağın değerleri ekseninde yeniden yapılandırması, ‘iç düşmanın’ yerini ‘eşit ve özgür vatandaşın’ alacağı hukuk devletine geçmesi gerekiyor...
Atakürt/Ahmet Altan
Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı...
Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı...
“Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi...
Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.
Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...
Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı...
Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...
Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...
“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.
12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...
Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...
Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?
Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?
Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.
Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:
- Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği?
Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.
Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?
Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.
Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?
Türklerin geninden Türklük çıkmadı!
İsviçre merkezli iGenea şirketinin yaptığı araştırmaya göre, Avrupa'da yaşayan halklar arasında genetik anlamda “en karışık ve en az safkan” olan topluluk Türkiye halkı
Türkiye’de “safkan Türk” tartışması yaratacak araştırma için Avrupa’nın dört bir yanından DNA örnekleri toplayan ve bunlar üzerinde analizler yapan bilim adamları Türkiye’de yaşayan Türkler’in sekiz farklı etnik gruba ait genleri taşıdığını belirledi. Çalışmada Avrupa’da “safkan” olmaya en yakın halkın ise Ruslar olduğu ortaya çıktı. Aryan ırk için İkinci Dünya Savaşı’nı çıkaran Almanların genetik yapısında ise sadece yüzde 25 Cermen genleri bulunduğu ve hatta genlerinin yüzde 10’luk bir kısmının da Yahudi ırkından geldiği belirlendi. iGenea yetkililerinin araştırmanın “en büyük sürprizi” olarak açıkladığı Türkiye sonuçlarına göre Türkiye’de yaşayan insanların genetik yapısı incelendiğinde sekiz farklı etnik gruba ait izler bulunuyor. Avrupa ve Türkiye’nin çevresindeki bölgede bu kadar karmaşık bir genetiğe sahip olan başka bir millet daha yok.
Türklerin taşıdığı genler ise şöyle:
1) Türk
2) Berberi
3) Hellenik
4) Cermen
5) Slav
6) Arap
7) Yahudi
8) İlirya
(Vatan)
Diyarbakır Cezaevi Vahşeti
-Diyarbakır 5 Nolu Zindani denince aklıma; inasnlık düşmanı, çağın en gerici ve en barbar vahşeti ve bu vahşetle yok edilmek istenen insanlığın çığlıkları gelir .
-Cemal`in iradesi kırılmadı ama bünyesi kaldıramadı. Cemal yataklara düştü. İşkenceci celatlar, hasta vucuduna da işkence yaptılar. Ve Cemal fenalaştı. 35. Koğuştan hastaneye kaldırıldığında artık çok geçti. Cemal Kılıç 1981`de ölümsüzler kervanına katıldı-Ne kadar ulusalcı olursan ol, ne kadar milliyetçi olursan ol; dünyaya kafa tutarak bu amaca ulaşamazsın. Hani derler ya astarı yüzünden pahalı olur. PKK direniyor. Mevzilerini korumaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bu durumda bağımsız bir Kürdistan`ın zor olduğu bilincinde. Ama bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. PKK
, bu bağlamda; hiç bir milliyetçi ve burjuva gücün yapamayacağı bir yurtseverlik ve irade gösteriyor.
-Burada bir çarpıtma var. Kürtler şiddete başladığı için özgürlükleri ellerinden alınmadı. Tam tersi Kürtler özgürlüklerinden yoksun olduğundan ve özgürlüklerini demokratik veya barışçıl bir yolla alamadıklarından haklı bir savunmaya giriştiler. Bu haklı savunma pozisyonunda Kürtleri zor ve silahla bastırma komseptiye sömürgeciler hep saldırıda oldular.
HAMİT BALDEMİR DİYARBAKIR ZİNDAN VAHŞETİNİ ANLATIYOR/RÖPORTAJ
-Diyarbakır Cezaevi deyince aklınıza ne geliyor?-Birinci soru zor ve birden çok durumları çağrıştıran bir soru. Karmaşık bir süreci bir iki cümle ile anlatmak zor5 zaanat. Bunu başaracağımı sanmıyorum. Bir tarihsel süreci bir cümle veya paragrafa sığdırma veya bir cümle veya paragrafla anlatmak olası değildir. Ciltlerle ifadesi zor olan bir süreci birkaç cümle ile ifade etmek benim için imkansız gibi birşey. Ama röportajın sınırları çerçevesinde birşeyler ifade etmeye çalışacağım. Umarım az da olsa bu anlatımlarım bir yanıt olur.
Diyarbakır Cezaevi, aslında bir dönemin başlangıcı ile bir dönemin sonunu ifade ediyor. Bunu açarsak, 12 Eylül Askeri Yönetimin, başka bir anlatımla: 12 Eylül Faşist Yönetimin başlangıcı ve sonunu ifade ediyor. K. Kürdistan`da 5 Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevi faşist askeri yönetimin baskı, işkence ve katliam politikası ile özdeşleşen bir yerdir. Buranın resmi adı ise, Diyarbakır Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Cezaevi`dir. Sömürgeci egemenler, burada tutsaklar şahsında tüm insani değerleri yok etmek istediler. Tabi ki, bununla Kürt halkının başta olmak üzere tüm halkların devrimci dinamiklerini bir daha filizlenmemek üzer oratadan kaldırmak hedeflenmişti.
Kısacası, Diyarbakır 5 Nolu Zindani denince aklıma; inasnlık düşmanı, çağın en gerici ve en barbar vahşeti ve bu vahşetle yok edilmek istenen insanlığın çığlıkları gelir .Özgürlük ve onur kavgası verenlerin ; ezilenlerin ve mazlumların insan çığlıkları ile bu mücadelede ölümsüzleşenler gelir. Tarihsel bir momente, bir kuşağın şahsında; insanlığın bitirilmek istenmesi ve buna karşı destanlar yaratan ilerici insanlığın kendini bu koşullarda yeniden yaratması; herşeyin tam bittiğinin düşünüldüğü anda yeni bir çığırın nasıl açıldığı aklıma gelir. Ve yine hiçbir baskı ve işkencenin, yani vahşet boytundaki işkence ve baskılarla insanlığın ideallerinin yokedilemeyeceğini; insanlığın kararlılığı ve onur mücadelesinin her koşulda kendi zaferinin önünü açacağını bu mekan ve süreçte kendini yine üretebileceğini ...
-14 Temmuz Direnişi ( ölüm orucu) ile ilgili bugüne kadar anlatılmayan yönler var mı?
-Elbette anlatılmayan pek çok şey var. Bu eylemin birçok boyutu var. Düşmana karşı direniş boyutu. Tutsaklar boyutu. Direnişçi bireyin kendi irade boyutu ve kendi iç çatışması gibi boyutları var. Ve bu boyutları her yazım biçimi bir bütünselik içinde ifade edemez. Bundan ayrı olarak şehit ve kahramanlaşan insanlarımızın şahsında pek çok şey dile getirilir. Belki de bu insanların duymak istedikleridir. Bazı anlatımlar hayal ürünü olabilmektedir. En önemlisi, eylemin bizzat içinde olan arkadaşların anlatımlarıdır. Ne var ki, daha çok “kulaktan dolma” veya “kulaktan duyma” sözler ve anlatımlar dilden dile dolaşmaktadır. Sanırım bu da bütün efsaneleşmiş insanlar için geçerli bir durumdur. Öyle ki, gerçekle gerçek olmayan anlatım ve sözleri ayırtetmek, olayı yaşayan için bile zor ve karmaşık olabiliyor. Hatta gerçek ile gerçek olmayanı ayırmaya çalışmak ölümsüzleşenlere karşı bir saygısızlık durumu yaratabiliyor. Ama işin ilginci, ölüm orucu şehitleri için özel bir tanıtım ve belgeselin yapılmamasıdır. Bu büyük bir eksiklik. Bir de işin başka boyutları üzerinde duruluyor. Mesela, Hayri veya Kemal; hangi halk türküsünü severlerdi ? Bu daha çok işleniyor gibi... Elbette sevdikleri müziği de bilmeye halkımızın ve gelecek kuşakların hakkı var. Ölüm orucuna başladıklarında söyledikleri ve mahkemede yaptıkları savunmalar derlenip onların anısına yayınlanabilir. Bence savunmaları ve mahkemdeki duruşları anlatılmayan yönleridir. Elbette orada konuşulanlar önemlidir. Arada yıllar geçti. Sözlerini ya da konuşmalarını orjinal biçimde yeniden anlatmak imkansız gibi. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri anısına yazdığım makalede kısaca aramızdaki diyaloglara değinmiştim. Onları burada tekrarlamk 14temmuz111istemiyorum.
-Dörtler, Mazlum Doğan ve Büyük Ölüm Orucu Şehitlerinin son konuşmalarından bize yansımayanlar varmı?
-Dörtlerin son mesajı, Adanan Yılmaz ( Futbolcu Adnan) tarafından bize ulaştırıldı. Bu önemli bir mesajdı. Mazlum`un böyle bir mesaj ulaştırma olanağı olmadı malesef. Mahkemede de son mesaj niteliğinde bir açıklaması olmadı. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri`nin böyle bir olanakları oldu. Mahkemede eylem ile ilgili açıklamaları son mesajları olarak değerlendirilmelidir. Eylemin sonlarında kendileriyle buluşmamızdan hastaneye kaldırıldıklarına dek sohbetlerimiz oldu. Ama bu öyle hazırlanmış ve dışarıya çıkarılması için planlanmış mesajlar değildi. Elbette her sözleri bizim için bir mesajdı. Bu işin başka bir boyutu. Konuşulanlar daha çok cezaevi ile ve tutsak arkadaşlarla ilgiliydi.Bu konuşmaların bazılarını onların anısına yazdığım makalede ( 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu) anlatmaya çalışmıştım. Şehit düşen tüm arkadaşların davanın zaferle taçlanacağına olan inançları tamdı. Zaman zaman bu yönlü sohbetler oluyordu. Yine bazı arkadaşlarla ilgili beklenti ve güvenlerini dile getiriyorlardı. Bazen de, tutsak bulunanlar arasında eyleme katılmasını umdukları insanlara sitem ve beklentilerini dillendirme vardı. Bunu daha çok Kemal Pir dile getirirdi. Ama Hayri, Kemal`ı bu tür konuşmalarla ilgili uyarırdı. Eyleme yeni katılım ve destek istenen düzeyin çok ama çok gerisindeydi. Eleştirel bir biçimde konuyla ilgili, Ali Çiçek; bana seslenerek, “ Cemal (Cemal Kılıç) yaşasaydı, o da bizimle olacaktı;" dedi. Ben de , sadece “ evet Ali, haklısın Cemal sağolsaydı şimdi bizimle ocalaktı” diyebildim. Cemal Kılıç, Hilvanlı bir arkadaştı. Cemal yoksul ve Gergerli olarak tanımlanan bir ailenin çocuğu idi. Köydeki gençler, feodal-işbirlikçi çetelere karşı gelişen mücadelede devrimci saflarda yerini alınca, Cemal de devrimci saflarda yerini alıyor. Cemal`in diğerlerinden farklı bir özgünlüğü vardı. Çocuk yaşta “ raşitizm” denen bir hastalık geçiriyor. Cemal`ın kemikleri yeterince gelişmiyor ve çarpık bir iskelete sahipti. Sadece fiziksel olarak değil, beyinsel olarak da gelişmemişti. Kocaman adam 7-8 Yaşındaki bir çocuğun beynine sahipti ama iradesi ve inancı pekçok önder ve militanınkinden kat kat güçlüydü. Tabii ki, onun ki safça bir inanç ve bağlılıktı. Bütün direnişlerde direnişçilerle omuz omuzaydı. O zayıf ve çelimsiz bünyesine göre insanı hayran bırakan bir direniş ve dayanıklıklılığa sahiptri. Esat Oktay ve Celatları; bu durumundan faydalanmak istediler. Yani onu çabuk düşüreceklerini sandılar. Ama yanıldılar. Özel olarak ek dayak ve işkenceye tabi tuttular. Cemal`in iradesi kırılmadı ama bünyesi kaldıramadı. Cemal yataklara düştü. İşkenceci celatlar, hasta vucuduna da işkence yaptılar. Ve Cemal fenalaştı. 35. Koğuştan hastaneye kaldırıldığında artık çok geçti. Cemal Kılıç 1981`de ölümsüzler kervanına katıldı.
Eylem sırasındaki sohbetler, genelde duygusal anlarla yüklü idi ve duygusal çağrışımlar yapabiliyordu. Çünkü biliyorduk ki, bir süre sonra; sohbet ettiğimiz arkadaşlarımız aramızda olmayacaklardır.
-Birazda günümüze gelelim. Sizce PKK Kürt halkının ulusal taleplerini doğru temelde sahiplenebiliyor mu?
-Bu soru, aslında PKK`ye eleştirel bakan herkesin kafasını kurcalayan ve meşgul eden bir soru. Bununla, PKK`ye karşı tavır alanları kast etmyiorum. PKK çevresinde olup eleştiriel bakan insanların kafasında da bu gibi sorular var. Bununla kastedilen ne ? Milliyetçi temelde denirse, bu bir sınıfsal yaklaşım olur. Her sınıfın kendi dünya görüşü ve ideolojisine göre farklılık kazanır, ulusal talepleri sahiplenme. Ben PKK`nin halkının ulusal taleplerine doğru yaklaştığını söyleyenlerdenim. PKK herhangi bir burjuva ulusal hareket değildir. PKK kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir harekettir. Ama günümüz dünyasında, reel sosyalizmin veya çağdaşlarının sosyalist anlayışı ile bizim coğrafyamızda ulusal sorunu çözmek olası değildir. Hatta sadece bizim coğrafyada değil, dünyada artık mümkün değildir. Bu ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur. Burjuva temelde ise, zaten burjuvazi artık bağımsız ulusal devletler kurmayı düşünmez. Bu artık tarihsel sürecini doldurmuştur. Bu öylesine söylenen bir laf değil. Bağımsızlık emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilir. Günümüzde hiçbir sömürge ülkenin anti-sömürgeci mücadele verecek burjuvazisi olabileceğine inanmıyorum ve bilimsel göremiyorum. Böyle bir mücadele verecek ne güçleri vardır ve ne de böyle bir mücadelede çıkarı vardır. Küçük burjuvazinin pkk_silahgücü olursa verir ama, bugünün dünya konjönktüründe bunun dış dayanakları eksik.
PKK `80 öncesi, dünya koşullarında şekillendi ve ona uygun bir mücadele strateji taktik ve hedeflerini belirledi. Ama dünya tersine döndü. Dünya birinci paylaşın savaşı “öncesine” gitti. Elbette aynısı değil ama emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımı düzeyinde bir benzerlik oluştu. Ama elbette köprülerin altında çok sular akmıştı. Ve tarih tekrar etmez. Veya bir akarsuda iki kez aynı yerde yıkanamaz. Dünya farklı bir dünya idi. Üstelik aktörler yer değişmişti. Sosyalist ve anti emperyalist hareketlerin en önemli dayanak ve destekleri olan sosyalist sistem yıkıldı. Bu durum dünyayı adeta alabora etti. Bundan herkes payını olumlu veya olumsuz aldı ve almaya devam ediyor. PKK gibi hareketlerin payına yalnızlık ve emperyalizme karşı tek başına kalmak düştü. Reel sosyalizmi beğensek de beğenmezsek de dünyada denge unsuru idi. Ulusal hareketleri yeterli düzeyde desteklemesede, önemli bir caydırı güçtü, emperyalizme karşı. Ama artık o caydırıcı güç yok. Devleti olmayan biz Kürtler emperyalizme tek başına PKK önderliğinde kafa tutuyoruz. Bu onurlu bir duruştur. Halkının gücü ile birşeyler yapılmak isteniyor.
Ama gerçekçi de, bağımsız bir Kürdistan; özellikle Kuzey Kürdistan için zor bir hedef. Hatta mevcut koşullarda imkansız. Buna ne emperyalizm ve ne de bölge devletleri destek veriyor. Destek vermedikleri gibi T.C ile ittifak halinde hareketi bittirmek istiyor. Ne kadar ulusalcı olursan ol, ne kadar milliyetçi olursan ol; dünyaya kafa tutarak bu amaca ulaşamazsın. Hani derler ya astarı yüzünden pahalı olur. PKK direniyor. Mevzilerini korumaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bu durumda bağımsız bir Kürdistan`ın zor olduğu bilincinde. Ama bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. PKK, bu bağlamda; hiç bir milliyetçi ve burjuva gücün yapamayacağı bir yurtseverlik ve irade gösteriyor. Güney Kürdistan`ın mevcut durumundan esinlenen bazı kimseler, işte PKK ulusal taleplere cevap vermiyor diyorsa; bu insanın başını ellerinin arasına koyup derin derin düşünmesini tavsiye ederim. Çünkü politika nesnel gerçeklikler üzerinde yapılır. Koşullar elvermezse, devrim yapmak veya bağımsız bir devlet kurmak doğaüstü bir güç gerektirir. Ben diyalektik materyalist bir dünya görüşüne sahibim. Maddi koşulları en az düşünceler kadar önemserim. Birileri yok, ben bu koşullarda da Kuzey Kürdistan`da bağımsız bir devlet kurabilirim diyorsa; buyursun halkı örgütlesin. Hepimizi yanıltsın.
Yok ben ABD ile yapacağım derse, bu da bir hamhayal. Çünkü ABD şu an Kuzey Kürdisan`da bağımsız bir devlete karşıdır. Güney Kürdistan`da bile bağımsız bir devlete ABD hazır değildir. Kerkük sorununda bile Kürtlere taviz verdirtmeye çalıyor- Kimlerle dans ettiğimizi bilmeliyiz. PKK`nin değerini anlayalım. Gerilalar kahramanca direniyor. Kimse demogoji yapmasın; gerila savaşıyor ama PKK istemiyor demesin. PKK gerilayı savaştırıyor. Halk hem gerilayı ve hem de PKK`yi destekliyor. Kof ajitatif milliyetçi demogojilere Kürt halkı ilgi göstermiyor. Yurtsever ve ayakta olan halk PKK`nin yanında. PKK iyi politika yapıyor ve iyi önderlik ediyor. Halkının ulusal taleplerine usa-uygun en iyi şekilde sahip çıkıyor.
-PKK Kürt ulusal mücadelesi önünde engeldir diyenler neyi amaçlıyor?
-Bunlar PKK karşıtı birey ve grupların dillendirdiği bir söylem. Aslında kendileri alternatif üretemeyen ve ulusal mücadeleye katkı sunamayanlardır. Kendi durumlarının sorumlusu olarak PKK`yi görmektedirler. Oysa PKK`nin olmadığı dönemlerde bunlar vardılar ama güç olamadılar. Çünkü Kürt halkının ulusal gerçekliğini ya kavrayamamışlardı ya da sınıfsal çıkarlarına uymadığından gereklerini yapmadılar. Veya güç getiremediler. Şimdi Güney Kürdistan, ABD müdahalesiyle belli mevziler kazandı. Bu moral değerlerle beslenen bu çevreler, acaba ABD Türkiye için de birşeyler yapamaz mı ? diye kıvranıyorlar. ABD, PKK`yi terörist ilan etmiş; Güney Yönetimi PKK`ye eleştirel bakıyor ve Talabani ise ABD ve Türkiye`ye çanak tutuyor. Halkımızın güç haline getirmedikleri, bu güçlerden meddet umarak güç olmak ve PKK`yi tasfiye edip önderliği ele geçirme hayallerini kuruyorlar. Bu konuma gelmeleri önünde tek engel PKK`yi görüyorlar. Ama bindikleri dalı kestiklerinin ya farkında değiller ya da gaflat içindeler. Daha önceki soruda da benzer sözler sarf etmiştim, yine ediyorum; PKK olmasa da K. Kürdistan`daki hareketi ABD desteklemez. Böyle bir durum ancak ABD ve T.C. çatışmasıyla ortaya çıkabilir. Ufukta böyle bir gelişme görünmüyor. Bu bir hamhayal ve bunu böyle dillendirmek ise gerçek anlamda bir demogojidir. Yine Özgürlük hareketi olmasa kimse bunları ciddiye almaz. Çünkü güç değildirler ve Kürt halkı onları desteklemiyor ve tanımıyor. Sadece bazı küçük-burjuva adydın çevrelerin bunlardan haberi var. PKK`nin tasfiyesini istemek ve onu mücalenin önünde en görmek; Kürt halkının çıkarlarına değil, emperyelizmin ve sömürgecilerin işini kolaylaştırmaktır. Kısacası bunlar PKK`yi tasfiye etmek ve önderliği ele geçirmek istiyorlar. Bu aynı zamanda Kürdistan Özgürlük Mücadelesini de tasviyedir. Amaç bu. Bu tür söylemlere ve anlayışlara dikkat etmek gerekir. Bunlar masum milliyetçi söylemler değildir.
-Kürtler şiddetten vazgeçerse Kürtlerin özgürlüğü sözkonusu olabilirmi ?
-Burada bir çapıtma var. Kürtler şiddete başladığı için özgürlükleri ellerinden alınmadı. Tam tersi Kürtler özgürlüklerinden yoksun olduğundan ve özgürlüklerini demokratik veya barışçıl bir yolla alamadıklarından haklı bir savunmaya giriştiler. Bu haklı savunma pozisyonunda Kürtleri zor ve silahla bastırma komseptiye sömürgeciler hep saldırıda oldular. Ama silahla, artık bu halk hareketini yokedemeyeceklerini anlayan egemen ve sömürgeci, emperyalist çevreler bu kez söylem değiştirdiler. Ve diyorlar ki, eğer; “ Kürtler, silahlı mücadelede vazgeçerse, demokratik yollarla hakkını elde etme ortamına kavuşur.” Ama bunun bir yalan ve demogoji olduğunu biliyoruz. Özgürlük Hareketi kaç kez ateşkes ilan etti ama karşılığı, imha ve yoketmeyi dayatmak oldu. Ne PKK, ne Apo ve ne de silahlı mücadele sorunun çözümünü tıkıyor. Bunun tersini iddia etmek abesle iştigaldır. İyi niyet ürünü değildir. Mevcut silahlı güç ve kurumlar; otuziki yıldan bu yana geliştirilen ve kazanılan mevzilerin hem yaratıcıs ve hemde koruyucusudur. Çözüme gidilmeden bu güçlerin tasfiyesini istemek ve bu aracı kullanmayı saf dışı bırakmayı istemek ulusal harekerin tasfiyesini istemekle eş anlamlıdır. Silahlı mücadele veya şiddet mücadeleyi tek başına yeni bir aşamaya taşıyamıyor. Bir pat durumu var. Burada yeni mekanizmaların devrey girmesi gerekiyor. Demokratik ve kitlesel barışçıl mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Özgürlük hareketi bunu zaten yapmaya çalışıyor. Yetersizlikler ve eksiklikler elbette var. Bunu dostça dillendirmek ayrı bir durum. Kabul etmelyiz ki, barışçıl veya demokratik mücadelenin yolları kırmızı halı ile de döşeli değildir. Tam tersine; baskı, işkence, tutuklma, hapis ve ölümle dolu bir yoldur. Kürt halkının ulusal demokratik talepleri hukuksal ve yasal bir çerçeveya kavuşturulmadıkça, Kürt halkının kendini savunma hakkı vardır. Bunun için başkaldırı ve şiddet en temel ve meşru hakkıdır. Mesela bazı demokratik burjuva devletleri bile kendi halkına; dyönetim sizin çıkarlarınıza ters düştüyse, buna demokratik yollarda çözüm bulamıyorsanız, başkaldırı hakkınız var, diyor. Oysa biz sömürge ve tüm hakları zorla gaspedilmiş bir halkız: bu durumda meşru savunma hakkımız bin kart daha artıyor. Kuşkusuz, demokratik yollarda sorunu çözme kanalları açılırsa, Kürtler00186156 neden şiddete başvursun? Elbette başvurmaz. Savaş kadar yıkıcı ve tahrip edici birşey olamaz halklar için. Ama kaçınılmazsa ve dayatılıyorsa, yapılacak başka birşey yoktur. Yok edilmenin dayatıldığı bir ortamda şiddet kaçınılmaz ve meşru bir hak olur. Kısacası, mevcut koşullarda; Kürtler şiddetten vazgeçerse, özgürlüğü sözkonusu olamaz. Tasfiyesi sözkonusu olur.
-Son dönemde ortaya atılan ‘Kardeşlik’ ‘Kürdleri kazanma’ ve ‘Çatı Partisi’ hakında ne düşünyorsunuz?
-Ben birey olarak her zaman halkların kardeşliğinden yanayım. Halkları düşman yapan yönetenlerdir. Egemenlerdir. Sınıfsal bir olaydır. Egemenler, kendi halkını bile düşman kamplara bölmüştür. Bu tarihsel, toplumsal ve ekonomik bir olaydır. Sınıfları da ekonomik ve toplumsal yasalar yaratmıştır. Bu yasalar ise, sınıf ve bireylere rağmen vardır. Yani iradi değildir. Ama bu gelişmelerin sonucu yaratılan sınıflar kendi çıkarları doğrultusunda topluma egemen olma mücadelesi verir ve toplumu bu doğrultuda çatıştırırlar. Ama ezilenler ve sömürülenler her zaman kardeşlikten yana olmuştur. Çünkü onların çıkarı düşmanlıkta yoktur. Mesela sınıfsız ve ömürüsüz bir dünya için mücadelelr aynı zamanda kardeşlik mücadelesi ya da savaşıdır.
Elbette sömürgeci egemenlerin “Kürtler” ve Türkler” kardeştir söylemleri sömürgeci ve asimlasyoncu bir demogojiden ibarettir. Yalandır ve aldatmacadır. Kazanma istekleri de bu amaçlıdır. Ciddiye bile alınmaz. Ama bu, bizim kardeşliğe karşı çıkmamızı gerektirmez veya kardeşliğe karşı çıkmamçzı haklı göstermez. Özgürlük hareketi her zaman kardeşliği savunmuştur. Bu hareketin çıkışında temel sloganı : “Yaşasın Proleterya Enternasyonalizmi” ; “Kahrolsun Sömürgecilik” ve “Yaşasın Bağımsızlık” tı. Bu şiarlar hale geçerli, savunulan ve uğruna mücadele verilen şiarlardır / hedeflerdir/ amaçlardır. Denebilir ki. Bağımsızlıktan vazgeçilmiş. Mevcut durumda bağımsız bir devletten vazgeçilmiş olsa da, bu bağımsızlıktan ve özgürlükten başgeçilmiş anlamına gelmez. Bağımsızlık ve özgürlük devleti aşan bir olaydır. Devletten vazgeçilmenin nedenleri ayrı bir tartışma konusudur.
Neyse, Özgürlük hatreketi her zaman kardeşliği savundu ve bu konuda hep samimi oldu. Bağımsız devlet hedeflendiği dönemlerde de kardeşlik hep amaçlandı ve savunuldu. Sömürgeci Askeri Mahkemelerde, idamımız istenirken; işkenceler altında kardeşlik savunuldu. Biz asla Türk halkına düşman değiliz, kardeşiz dendi. Bu bence anlamlı ve onurlu bur duruştur. Kürtler tüm halklarla kardeş olmak istiyor. Onlarla iyi geçinmek istiyor. Tek istediği kendi özgürlüğüdür. Bunun için bedel ödemekten kaçmıyor. Kardeşlik için de bedel ödemekten asla kaçınmaz. Bu hareketin kardeşlik hülyası yeni değildir. Bu hareketin mayasında kardeşlik vardır. Bu kardeşliğin en güzel ve en anlamlı ifadesi; Haki Karerler ve Kenal Pirler`dir. Bunlar Kürt ve Türk kardeşliğinin kopmaz bağlarıdır. Kürtler halkalra düşman olamaz. Bundan bir çıkarı da yoktur. Ama kardeşlik Kürtlerin doğasına daha iyi yakışır ve bundan çıkarı vardır. Hakların kardeşliğini istemeyenler; emperyalistler, sömürgeciler ve egemen güçlerdir. Halklar ancak kardeşliği savunur. Onların biliçlerini tersyüz edenler egemenlerdir. Halkları yanlış yönledirip savaştırarak kârlarına kâr katıyorlar. Dünyaya egemenliğini korumaya çalışıyorlar. Duygusal ve milliyetçi duyguların en ilkeline kapılarak halkların kardeşliğine karşı çıkmak; son tahlilde kendi halkının çıkarlarına karşı çıkmakla özdeştir.
Çatı partisine gellince, böyle bir oluşumun yaratılması bence harika olacak. Ulusal demokratik taleplerin veya ulusal özgülüklerin gelişimi için eksik olan en önemli unsur, Türkiye devrimci-demokrati ayağının eksik olmasıdır. Ya da kendini hissettirememesidir. Böyle bir oluşum eksik olan ayağı tamamlayabilir. Bundan başarılı olursa, Türkiye`de burjuva anlamda çağdaş demokratik devrimin önü açılır. Sistem barışçıl yöntenmkerle, ancak; o zaman dönüştürme öznesine kavuşur. Mevcut pat durumu veya tıkanma Türkiye halklarının çıkarına aşılır. Bence, oldukça anlamlı ve iddialı bir proje. Umarım başarılı olurlar. Başka türlü bu sitemi demokratikleştirmek zor bir durumdur. Sistemin dönüştürülmesi bir devrim sorunudur. Bunu da Türkiye halklarının birleşik devrimci güçleri ancak başarır. Aksi takirde savaş daha da tırmanır ve acımasızlaşabilir. Bu iki halkın kardeşliğini de yeniden eşit koşullarda üretir diye düşünüyorum. Ama bu çatı partisinin oluşumu ile herşey hal olur beklentisi yanlış. Bu epey emek, çaba ve kararlılık isteyen bir durumdur, Çünkü devlet böyle bir oluşuma daha çok yüklenecektir ve toplumu manipüle edecektir. Zor bir iş ama kaçınılmaz ve gereklidir.
-Güney Kürdistan’daki gelişmleri ve Kerkük sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Güney Kürdistan`daki gelişmelerin Kürtlerin ulusal talepleri doğrultusunda seyir etmesi sevindiricidir. Kendi yönetimlerini oluşturmaları ve kendi kendilerini yönetmeleri; biçim ne olursa olsun olumlu ve önemli kazanımlardır. Bu sadece Güney için değil, tüm Kürtler için önemli ve yaşamsaldır. Ben sosyalistim ve bakışımın ekseni sınİfsaldır. Ama bir halkın ulusal taleplerini hangi sınıfsal temelde olursa olsun kzanma çabalrını desteklerim. Bu anlamda Güneydeki oluşumu destekliyor ve olumluyorum. Aynı dünya görüşüne sahip olmazsak da, ulusların yeryüzünde tarih sahnesinde çekilmeye hazırlandığı bir momente Kürt halkının daha ulusal özgürlük ve haklarını elde edememiş olması insanlığın bir utancıdır. Bu halkın bu yöndeki talep ve özlemlerini anlamak ve saygı duymak gerek. Evet , bir sosyalistim ama aynı zamanda bir Kürt bireyiyim. Ve ben, bu halkın demokratik ulusal taleplerini koşulsuz desteklerim. Elbete eleştirilerim olacaktır. Bu ise bizim iç sorunumuzdur. Ama onlardan, yani Güneylilerden Kuzeye karşı sorumluluklarını da anımsatmak istiyorum.
Kuzeylilerin mücadele biçim ve taleplerine saygılı olmanın ötesinde destek olmaları gerekir. Bu bizim birbirimizden esigeyemeyeceğimiz sorumluluklarımızdır. Kendi temel ulusal talep ve isteklerinden asla geri adım atmamaları gerek. İşte Kerkük olayı.
Arap, Türk ve Şii`lerin bastırması ile ABD Kerkük sorunun Kürtlerin alehine bir çözümle bitirmek istiyor. Tabiri caizse, ABD fincancı katırlarını ürkütmek istemiyor. Bu durum da eski statükoya dönüş anlamına gelir. Kerkük`ü Kürdistan`dan koparmak Kürt ve Kürdistan sorununa bir darbedir. Elbette, orada yaşıyan tüm etnik-ulusal toplulukların kimlik ve haklarına saygı temelinde demokratik bir yönetim yaratılmalıdır ama ; Kürdistan`dan ayrı özerk ya da merkezi Irak yönetimine bağlı bir bölge olarak değil. Güney Kürdistam`ın bir kenti veya bölgesi olarak konumlanması gerek. Bu bir ulusal sorundur. Kerkük, olayı; Irak merkezi devletin ve bölge devletlerinin Kürt sorununa veya Kürtlere yaklaşımını bir kez daha açığa çıkarttı. Ve ABD `nin çıkarları gerektiğinde Kürtleri nasıl boşa çıkartacağını gösterdi. Kerkük sorunu adeta bir turnusol kağıtı rolünü oynuyor. Bölge ve devletlerin; Kürt ve Kürdistan sorunundaki tutumunu açığa çıkartıyor. Neyse ki, Güney Kürtlerin tepkisi geri adım atmalarında rol oynadı. Güneyliler sorunu daha fazla ertelemeden çözümü dayatmalılar. Böyle bir yaptırım güçleri var. Zamana yayıldıkça işler Kürtlerin alehine dönebilir. Uyanık olmakta yarar var. Barzani, diyor ki ; “ 45454_copyKerkük Kürdistan`ın kalbidir”. O zaman bu kalbin durmasına veya hastalanmasına fırsat verilmemelidir.
-Sizce Olası bir erken seçimde ve yerel seçimlerde DTP nasıl bir politika izlemeli?
-Türkiye`nin yasal zemininde, DTP politika yapıyor. Sistem tamamen demokratik güçlerin alehine bir zemin yaratmıştır. Türk toplum Kürt ve Kürdistan konusunda yalan ve yanlış bilgilerle manipüle edilmiştir. Yasalar zaten Kürt ve demokratik devrimci güçleri yok etmeyi amaçlayan bir içeriktedir. Zemin alabildiğine kaygandır. Bu zeminde yurtsever ve devrimci-demokrat insanlar politika yapıyor. Kelle koltukta mücadeleyi sürdürüyor.Yani onların işi zor. Bu konuda onlara fazla birşey söylemek durumunda olmadığımı düşünüyorum. Elbette halkın tercihlerine ve düşüncelerine saygı gösterilmelidir. Halkın düşünclerine her konuda başvurulmalıdır. Tabanın tercihlerine öneclik tanınmalıdır. Halkla dayanışma içinde kolektif projeler üretilmlidir ve buna uygun politika izlenmelidir. Demokrasiyi kendi içind tam uygulamalıdır. Gerek belediye başkanlığı ve gerekse milletvekili seçimlerinde halkın istediği adaylar belirlenmelidir. Halka bilgi ve hesap verilmelidir. Yani kendi tabanında demokrasiyi tam işletmelidir. Rant kavgalarına ortam yaratılmamalıdır. Rant ve koltuğun olduğu yerde; yağcılar, kariyeristler ve rantçılar ortalıkta cirit atar. Bunlara dikkat etmek ethik ve vicdani bir sorun olmalıdır. Ve elbette halkının ulusual ve demokratik talepleri için mücadeleye hizmet edecek; onu güçlendirecek bir çaba ve duruş sergilenmelidir.
-DTP ısrarla Türkiye partisine oynamakla doğru bir politika mı izliyor?
-Elbette, doğru bir politika izliyor. Türkiye`nin Ana Muhalefet Partisi DTP`dir. Milletvekili sayısına göre ana muhalefet değildir ama politikası ve misyonu ile tartışmasız ana muhalefet partisidir. Bu ana muhalefet partisi tüm ezilenlerin sesi olmak zorundadır. Böyle bir çaba anlamlı ve ilericidir. Hem onun varlık nedeni olan ulusal demokratik hakların mücadelesi, özelde Kürt halkının bir mücadelesi ve sorunu ise de; genelde tüm ezilen ve emekçi kesimlerin, toplulukların, inanç ve cinsiyetlerin sorunudur. Demokrasi mücadelesi Türkiye halklarının sorunudur. Ulusal demokratik haklar ve özgürlükler bir devrim sorunudur. Türkiye`nin temel sorunudur. Bu sorunun temel güçleri başta Kürt ve tüm Türkiye halklarıdır. Böyle bir sorun Türkiyenin diğer devrimci ve demokratik güçlerine maledilmedikçe bir ayağı eksik kalacak ve sorunu çözümü zorlaşacaktır. Bu nedenle sorunu, tüm Türkiye devrimci demokratik ve yurtsever birleşik güçlerle çözmek gerek. Sorunun çözümü buradan geçer.
Denebilir ki, Kürtlerin başka seçeneği yok mu? Elbette belirtiğimiz güçlere sorun maledilemezse, Kürt halkı başka seçenekler üretebilir. Ne var ki, bu seçenekle; öyle kolay sorunu çözecek bir yöntem üreteceği kanısında değilim. Daha açık bir söylemle, Kuzey Kürtleri; Türkiye halkı ile tümden köprüleri atar ve Kürdistan`ın diğer parçalardaki Kürtlerle birleşerek sorununu çözmeyi tek yol olarak önüne koyabilir. Ama Güney`de böyle bir eğlimin destekleneceğini kimse sanmasın. Türkiye ile Kuzeylileri pazalık konusu yaparlar. Destek vermezler. Olay öyle saf ulusal duygularla ifade edilemez. Araya çok farklı ilişkiler ve çıkarlar girer. Zaten güçlü olmayan ulusal bağlar bu tür prizmalarda rahatlıkla kırılabilir. Burada konuyu daha da açmak istemiyorum. Çünkü, bu konu bu röportajın sınırlarını aşar.
Mantıklı ve gerçekçi olan; tüm Türkiye yurtsever, demokratik, devrimci güçleri tek bir çatı altında birleştirip sorunun çözümünü dayatmaktır. Bu başarılırsa sorun çözüm sürecine girmiş demektir. Ama bunu başarmak zor ve uzun soluklu bir olaydır. Bunu başarmak Türkiye`de barışçıl demokratik devrimi gerçekleştirmekle eş anlamlıdır. Bunu DTP başarırsa, büyük bir başarıya imza atmış olacak ve Türkiye halklarına büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır. Bence doğru yoldadır.
-Sizce en çok gündemleştirilen Barış kavrama ne anlama geliyor ve Kürdler için nasıl bir barış?
-Savaşın olduğu yerde barış istemek kadar doğal ve masum birşey olamaz. Savaş kaçınılmaz da olsa, eski sitemin yerine yeni bir sistemi veya sömürge bir halkın bağımsız ve özgürlüğünü de hedeflese tahripkardır ve sevimsizdir. Ne var ki, özgürlük ve demokrasi istenince de verilmiyor. Genelde bu amaç için savaşlar kaçınılmaz oluyor. Amaç, haklı ve gerekli. Bu nedenle de böyle savaşlara haklı savaşlar deniyor; bu nedenle böyle savaşlara halklar katlanıyor ve destekliyor. Dahası kendisi, bu savaşa karar veriyor. Bu işin bir boyutu. Kürtler savaş istemedi ama başka seçenek de bırakılmadı. O da kendi bağımsızlık ve özgürlüğü için böyle bir savaşa karar verdi. Kendisi bu 24 veya 32 yıldır farklı araç ve yöntemlerle bir savaşın içinde. Buna şiddet araçları ile sürdürülen savaş dahil. Bu uzun, süre içinde önemli mevziler kazandı ve kendini yeniden üretti. Siyasal bir iradeye ve kurumlarına kavuştu. Sömürgeci sistem bile onu de fakto kabul etmek zorunda kaldı.
Buna rağmen, istenen hedeflere ve zafere henüz ulaşılamadı. Ama önemli bir maddi güç oldu. Buna dayanarak, barış talebini gündemleştirebilir ve sorunun çözümünü barış espirisiyle dayatabilir. Barış söylemiyle yapılan da zaten budur. Güç olmazsan kimse senin taleplerini ciddiy almaz. Ama özgürlük hareketi önemli bir güçtür. Kendini kanıtlamış ve ciddiye alınan bir güç. Ancak dünya dengeleri, bölgesel ve evrensel çıkarlara bağlı olarak soruna karşı duyarsız kalınıyor. Sorunu çözümsüz bırakıyorlar. Yani ulusal demokratik hareket, evrensel ve bölgesel çıkar ve çelişkiler girdabında kurtulma çabasındadır. Kuşkusuz, Kürt halkının ulusal demokratik talep ve kimliği tanınmadıkça ; yasal güvenceye alınmadıkça barışın olması mümkün değildir. Barışın olması için ilk ve son koşul budur. Bence bu koşul barışın olmazsa olamzıdır. Demokratik talep ve ulusul kimlik yasal güvenceye alınmadan yapılacak bir barış teslimiyet olacaktır. Barış gerekli. Dilendirilmesi ve dayatması da gerilla_1anlamlıdır. Barışın buaraki anlamı sorunun demokratik çözümü için yolların açılması; dahası Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin tanınması ve yasal güvenceya alınmasıdır. Bu açıklamaya çalıştığım barış, nasıl bir barışı da ifade ediyor sizce?
-Ulusal birlik önünde en büyük engel sizce nedir?
-Ulusal birlikte kasıt tüm parçaların birliğiyse, en başta ulusal birlik önündeki en büyük engel sömürgeci ve emperyalist güçlerdir.Onların Kürt halkının topraklarını dört parçaya bölüp sınırlar koymasıdır. Yine sömürgecilerin Kürdistanı geri bırakması ve ulusallaşmaını geciktirmesidir. Ayrıca, Kürt egemenlerinden işbirlikçiler yaratmasıdır. Egemen sınıfların ömrünü uzatması ve sosyal konumlarını korumalarını sağlamasıdır. Bu dış güçlerden kaynaklı engeller. Içteki engellere gelince, bunlar dış güçlerden bağımsız ele alınamaz. Mesela içteki en büyük engellerden biri; Kürdistan sosyal yapısında varolan aşiretçi ilişki ve parçalanmışlıktır. Sömürgeci baskı ve asimlasyon Kürt halkınıi tarih sahnesinde silmeyi veya başka bir ulus içinde eritmeyi hedefliyordur. Hal bu olunca, ulusal gelişmeler çok cılız oldu. Dahası varlığı ve yokluğu tartışılır bir uluslaşma niveleri oluşabildi. Bu nedenle de ulusal bilinç gelişmedi. Feodalizm-aşiretçi toplumsal yapı kendini korudu. Kapitalizmle tanışınca da onunla işbirliğine girmeyi çıkarına daha uygun gördü. Böylece feodal ve aşiretçi ilişkiler kapitalizmle buluşarak feodal-komprador bir burjuvalaşma yarattı. Bu burjuva ilişkilerde aşiretçi-feodal ilişkiler yaşamaya devam etti. Onunla çatışmadı, onunla isteyerek uzlaştı. Bu istek hem sömürgecilerin ve hem de işbirlikçi egemen sınıfların çakışan ortak istekleriydi. Böylece ulusal olmayan bir sınıf yaratıldı. Bilinen bir ifadeyle, uluslaşma önünde en büyük engel aşiretçi ve feodal sosyal yapıdır. Yok eğer, ulusal birlikte kasıt farklı siyasi grup ve çevrelerin birliği ya da ayrılığı ise ; bu başka bir konu ve boyuttur. Bilindiği gibi, ulus homojen bir insanlar topluluğu değildir. Farklı sınıf ve tabakalardan meydena gelir. Her sınıf ve tabakanın farklı sınıfsal çıkar ve duruşları vardır. Bu farklılık kendini politik alanda da ifade etmek ister ve farklı formasyonlar alır. Bunların varlığı ulusal birlik önünde engel değildir. Kürt toplumunda, özelikle Kuzey Kürdistan`da bu sınıfların politik temsilleri güçlü poltik örgütlenmeler veya kendini politik arenada hissettirecek durumda değildir. Bu sınıfların bir anlamda yeteri kadar mevzilenemedikleri veya sınıfsal ayrışmaların güçlü olmadığının politik yansımasıdır. Kuzey`de, bilindiği gibi; PKK ulusal bir güç olabilidi. Bunu başardı. Ve aynı zamanda, Kuzey`de, ulusal birlik PKK önderliğinde gerçekleşebildi. Kuzey`de, ulusal bağlamda tabanda bir birlik oluştu. Bunun politik önderi ve mimarı PKK`dir. PKK ile bir cephede veya bir ulusal oluşumda bir olamayan / olmayan parti, grup ve kişilerin varlığı, Kuzey`de ulusal birliği engelleyemedi. Elbette, bu oluşumlarla PKK; bir ulusal kurumda buluşabilseydi yararlı ve olumlu olacaktı ama olmuyor. Bu ise farklı bir tartışma. Ancak gerçek şu ki, kabul edelim ya da etmeyelim; PKK, Kuzey`de; ulusal birliği tabanda gerçekleştirebilmiştir.Çünkü ulusal bilinçte ve ulusal dava için ayakkta olan kesim; PKK`nin etrafında kenetlenmiştir. Kalan kesimler ise, bir kısmı ilgisiz ve ulusallıktan uzak bir duruş içindeler. Bir kısmı da işbirlikçi ve ihanet içindeler. Köy koruculari ile sömürgeci partiler ( AKP; CHP; MHP v.s) etrafında toplananlar gibi.
PKK diğer parçlarda da önemli bir ulusal güç olmayı başarmmıştır. Doğu Kürdistan`da neredeyse merkezi bir güç olmuştur. Diğer parçalarda önderlik, özellikle Büyük Güney`de aşiret sınırlarını aşamamıştır. Bu aşiretçi çitler orada aşiret dışı siyasi yapıların güçlenmesini engelledikleri gibi, ulusal birliğe de engel olmaktadır. Mesela, hala Güney`de ulusal bir merkezi yapı oluşturmak aşiretçi ve bölgeci iki partinin engeline takılmaktadır. Devletleşmeye bile iki aşiret olarak gidilmektedir ve onlar arasında nüfuz çatışmaları görülmektedir. ABD, bunlar arasındakı çatışmayı belli sınırlar içine aldı. Sosyolojik ve politik olarak durum bu olduğu halde, bu iki Güneyli güç ( KDP; YNK) elbette bu durumlarıyla da ulusal bir güç ve partidirler. Yine Güney`deki kazanımalar ulusal kazanımlardır ve desteklenmelidir. Bu da işin ayrı bir boyut. Bu durmun, kuşkusuz; tarihsel, ekonomik ve sosyolojik bir boyutu ve açıklaması vardır. Konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Kısacası, ulusal birlik önündeki en büyük engel. Dışta emperyalistler ve sömürgeci güçlerdir; içte feodal ve aşiretçi yapıdır.
Hamit Baldemir kimdir?
Resmi kayıtlarda 04.02.1959 tarihinde, Siverek`in Kavalık köyünde dünyaya gelmişim. Urfa-Hilvan Karacurun Mahallesi nufunua kayıtlıyım. Baban Siverekli ve Zaza. Annem Suriye Araplarından. Ben Hilvan`a bağlı köylerde büyüdüm. Kürmançların içinde büyüdüm. Bu nedenle bizim evde ne ana dil ve ne de baba dil konuşulurdu. Bizim evde Kürmanci konuşulur. Benim yaşadığım köylerin en büyük özeliği ağa köyleri olması idi. Ben, ağaların baskı ve sömürüsünü yaşayarak gördüm. Bu nedenle, olacak ki; ağalığa ve feodalizme hep tepkili ve karşı oldum. Benim baba da feodal-ağa bir aileden geldiğinden genelde ağaların nezdinde ayrıcalıklı bir yere sahiptik ama ben hep nefret ettim bu sistemden.
Köylü ve yoksul bir ailenin 6. çocuğuyum. İlkokullu Siverek Yatılı Bölge Okulunda okudum. Okulu birincilikle bitirdim. Parasız yatlı okul sınavlarına girdim, Urafa pansiyon bölümü ile öğretmenokulunu kazandım. Ben öğretmenokuluna gitmeyi tercih ettim ve oraya 1973`te (okula) başladım.
Ağa ve feodal sisteme olan doğal tepkim giderek kapitalist sisteme bir tepkiye dönüştü. 1974`te solculukla buluştum ve 1975`te ise; sosyalist düşüncelerle buluştum ve kaynaklarından / temel kitaplarından teorisini öğrenmeye çalıştım. Ancak, ulusal sorunun varlığını 1976`bilince çıkarabildim. Aynı yıl, henüz bir adı olmayan; şimdi ki PKK`nin embiryonu ile tanıştım. Bunlarla organik bağımı Hilvan`daki devrimci grup adına Fuat Çavgum sağladı. Böylece, bireysel çaptaki devrimci/ sosyalit mücadelem örgütlü bir ortama kavuştu. Okulda faşitlerle mücadeleden dolayı okuldan uzaklaştırıldım ve sürgün oldum. 1977`de profeyonel anlamda Kürdistan Devrimcileri saflarında mücadeleye başladım.
Örgütün hemen her kademesinde görevler aldım. Çalışma alanım genelde Diyarbakır ve ilçeleriydi. Bu ilçelerin başında, Ergani gelir. Çünkü benim okuduğum öğretmenokulu Ergani`deydi. O zaman ki adı; Dicle İlköğretmenokulu idi. 1980`nin Nisan ayının sonuda, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak görev yaptığım sırada yakalandım. Sıkıyönetim Askeri Cezaevi`ne konuldum. Sonra tüm devrimci ve yurtsever tutsaklar; 12 Eylül 1980 askeri darbeden kısa bir süre sonra 5 Nolu Sıkıyönetim Cezaevi`ne toplatıldı. 1980 yılın Aralık ayında bir notun yakalanması sonucu bizim koğuş olduğu gibi hücreye / tecrite (35. Koğuş) konuldu. Ve bir daha oradan çıkamadım. Ta, 1987`nin Ekimi`ne kadar.
Diyarbakır grubu PKK (Apocular) ana davasında yargılandım. Örgüt içindeki sorumluğumu kabul ederek, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak siyasi savunma yaptım. Ve PKK tarihinde, mahkemede ilk siyasi savunma yapma onuruna kavuştum. İdam cezası aldım.
1986`da Diyarbakır Cezaevi yönetimine bir grup arkadaşla birlikte tavır aldık. Bu tavır, farklı bir sürecin başlangıcı oldu. 1987`nin Aralık`ında idam cezam yargıtayca onaylandığından; Eskişehir L Tipi Özel Cezaevi`ne sevk edildim. Sevk ile birlikte, “Ölüme Yolculuk” adı ile kitap olarak yayınlanan günceyi yazmaya başladım. 1989`un Temmuz`unda, kaldığım blokta tünel bulununca; cezaevindeki tutsaklar birlikte Aydın Özel E Tipi Cezaevi`ne sürgün edildik. Kamuoyunda “Kanlı Sürgün” olarak bilinen bu sürgünde iki arkadaşımız şehit oldu. Mehemet Yalçınkaya ile H. Eroğlu. 1990`da PKK`nin Beka`da gerçekleştirdiği Zindan Konferansı`nda Diyarbakır Cezaevi tutsakların yönetimine karşı tavırımız haklı göründü ve aklandık. Birlikte hareket ettiğjm arkadaşların çoğu Zindan Konferansı`ndan önce tekrar yapıya katılmışlardı. Bir kısmı da Konferans`tan sonra katıldı. Ben, yapıya geri dönmedim. TKP /B adlı yapıyla hareket etmeye başladım. Bu parti 1994`ten sonra TDP adını aldı. Çizgisi PKK çizgisine yakın ve kendisini PKK`nin kardeş Türkiye partisi olarak görüyordu.
1990`dan sonra çıkan bir yasa ile ( anti-terör yasası) idam cezamızın infazı kaldırlıdı ve bizzat 20 yıl yatacak şekilde düzenleme yapıldı. Ben , 1990`dan sonra artık kitap yazmaya başladım. Yaklaşık 12 kitap yazdım. Bunların yedi tanesi basıldı. Yani kitap olarak piyasaya çıktı. Bazılarını yayınlatamadım. Bunlardan biri Diyarbakır pnyykaafsroCezaevi sürecini anlatan iki ciltlik kitaptır. Ne var ki, nüshası bile kayboldu. Yine 1994-2000 arası Hedef dergisine düzenli yazılar gönderdim. Bu yazılarımın hemen hepsi dergide yayınlandı.
1 Mayıs 2000`de tahliye oldum. Ancak saflarında çalıştığım yapı ile uyum sağlayamadım. Ayrıldım. Türkiye`de 2003`te yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Şu an İsviçre`de yaşıyorum. Mevcut devrimci demokratik hareketi olumlu ve gerçekçi buluyorum. Bu harekete karşı olmayı, niyet ne olursa olsun; karşı devrimciliğe hizmet ve yurtsever bir duruş olarak görmüyorum. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Birbirimizi farklılıklarımızla kabul etmeliyiz. Eleştirmesini bilmeliyz ama dost olmalıyız.
Kasımlo/Bir Kürt Liderin Kısa Hayatı
Dr.Kasımlo 1930 yılında, Ormiye ili ( Rızaiye ) Kasımlo kasabasında doğdu. Yüksek öğrenimini Prag ve Pariste tamamladı. Fransua Miterand ile aynı sınıflarda okudu, yakın dostlukları vardı ve aileleri hala da görüşmektedir. 1961-1976 yılları arasında Prag Ekonomi Fakültesinde, öğretim üyeliği yaptı.Daha sonraki yıllarda ise ( 1078 e dek ) Pariste de, çeşitli dersler verdi.
Dr. Qasimlo, çok genç yaşlarda, İKDP : İran Kürdistanı Demokrat Partisi'ne girdi. Mahabad Kürt Cumhuriyeti' sırasında genç bir delikanlı olarak görevler üstlendi.
1946 yılında Mahabad Kürt Cumhuriyetinin yıkılışının ardından Rusya’ya gitti.
Dr.Abdurrahman Kasımlo , 1970 yılında İKDP yönetimine girdi. Kısa bir süre sonra parti'nin Genel Sekreterliğine getirildi. Bu görevini, öldürüldüğü güne kadar sürdürdü.
Dr. Qasimlo'nun Kürtler ve Kürdistan adında, çeşitli dillere çevrilmiş bir araştırma kitabı ve çok sayıda bilimsel araştırma ve incelemeye imza atmıştır. Türkçe de dahil olmak üzere altı yabancı dil bilen Kasımlo Çek asıllı Nesrin hanımla ( Nesrin sonradan aldığı adıdır.) evliliğinden iki kız çocuğuna sahipti. Ailesi halen Pariste kalmaktadır.
1979 İran devrimi ile birlikte Partisini Şahlığın yıkılması doğrultusunda üstün bir biçimde mücadeleye sokmuştu. Şahlık rejimi devrildikten sonra , ne yazık ki, Humeyni yönetimi de Kürdistana Otonomi vermeyerek statüyü sürdürmüştür.
Bunun üzerine İKDP Humeyni rejimine karşı da silahlı mücadelesini sürdürmüştür. Başta Halkın Mücahitleri olmak üzer diğer rejim karşıtı demokratik güçlerle birlikte,” İrana demokrasi, Kürdistana otonomi “ şiarı ile ülke genelinde “Şurayi Mukavemeti Milli” ( Ulusal Direniş Konseyi ) ve Kürdistanda da “ Hézi Bergıri Milli “ ( Ulusal Korunma Güçleri ) adında geniş demokratik cephelerin oluşmasında büyük rol oynamıştır.
Ancak Dr. Kasımlo, barış ve diyalog yanlısı tutumu ile tanınan bir kişiydi. Ne yazık ki, 13 Temmuz 1989 yılında İranlı hükümet yetkilileri ile görüşme yapmak üzere gittiği Viyana kentinde ,aralarında bu günkü İran Devlet Başkanı AHMEDİNECAD ın da bulunduğu İran ajanlarınca pusuya düşürülerek öldürüldü.. Dr. Kasımlo, 20 Temmuz günü, Paris'te düzenlenen bir törenle, Pere Lachaise Devrim Şehitleri Mezarlığı'nda toprağa verildi.
1970’li yıllarda birkaç kez Türkiye’ye de gelen Dr. Kasımlo ile, 1980 -84 yılları arasında, birlikte üç yıl aynı ortamda, çalışma şansı yakalamış olduğum için kendimi şanslı ad ediyorum.Onun aydın kişiliği ve hoşgörüsü ile soğukkanlı tutumu çevresine esin kaynağı olmaktaydı. Kürt Halkı, onu yitirmekle büyük bir değerini yitirmiştir.
KATİL BİR DEVLET BAŞKANI : AHMEDİNECAD
“
Ahmedinejad'ın Kürdistan dosyası oldukça kabarıktır.
Ahmedinejad'ın 23 yaşında genç bir Pastar dı. (Devrim Muhafızı) . 80'li yılların başında Kürdistan'a Şeriat Hakimi Sadiki Xelxali yetkili olarak geliyor. O sırada Xelxali'ye Humeyni tarafından Kürdistan sorununu her türlü yöntemi kullanmak koşuluyla bitirmesi için sınırsız bir yetki tanınmıştı. Ahmedinejad, Xelxali ile birlikte doğu Kürdistan'ın tamamını dolaşıyor. Geçen birkaç yıl içinde Xelxali yüzlerce Kürdün infaz talimatını verirken bu infazları yerine getiren Genç Komutan Ahmedinejad'dır. Bu infazlarda en önemli görev olan son kurşunu sıkma görevi Humeyni çizgisinin sürdürücüsü olan Xelxali'nin en sadık adamı olan Ahmedinejad'a veriliyor.
DR. KASIMLO, ÇAĞDAŞ, AYDIN VE DEMOKRAT BİR KÜRT LİDERDİ
Dr. Kasımlo, Tahran’da liseyi bitirdi. 1948 yılında Fransa’ya ve arkasından Çekoslovakya’ya gitti. Dr. Kasımlo, Fransa ve Çekoslovakya’daki eğitimini tamamladıktan sonra, 1961-1976 yılları arasında Çekoslovakya’nın başkenti Prag’da Ekonomi Enstitüsü’nde ve 1976-1978 yılları arasında Sorbon
Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı.
Dr. Kasımlo, Kürtler ve Kürdistan üzerine birçok kitap yazdı. Onun bilimsel eserleri, birçok yabancı dile çevrildi.
Dr. Kasımlo, çağdaş, entelektüel, sivil ve askeri olamayan bir liderdi.
Dr. Kasımlo, kendi ana dili dışında, 7 dil, Farsça, Türkçe, Arapça, İngilizce, Fransızca, Rusça ve Çekçeyi ana dili gibi konuşup, yazıyordu.
Dr. Kasımlo, bütün diktatörlük biçimlerine karşıydı.
O,sosyal-demokrat bir liderdi. O ve partisi Sosyalist/Sosyal-Demokrat Enternasyonal’de önemli bir yere sahipti. Çekoslovakya’da bulunduğu zaman,
O, 1968’de S. Birliği’nin işgaline karşı durdu. Çekoslovakya’daki Bahar
Hareketi ve Onun liderleri Dubçek ve Havel’le yakın dosttular.
Dr. Kasımlo çağdaş bir liderdi. Bundan dolayı, Ortadoğu ve Fars siyasi entrikaları karşısında kendisini koruyamadı, bu entrikalara kurban oldu.
Dr. Kasımlo, sivil bir liderdi. O, Mehabad Kürt Cumhuriyeti lideri Kadı Mihemed’in medresesinden geliyordu. Bundan dolayı, silahlı mücadele döneminde de İran KDP önderliğinin bulunduğu alanda, büyük silahlarla dolaşmak yasaktı.
Dr. Kasımlo, bu çağdaş, sivil ve entelektüel yapısından dolayı, komşu sömürgeci devletlerle ilişkilerinde dengeli ve diğer parçalardaki Kürt Hareketlerine zarar vermeyen bir çizgi ve siyaset izledi.
Dr. Kasımlo, kapalı kapı artlarında savunduklarını kapı önlerinde de savunan bir liderdi. Dr. Kasımlo, sözlerinin arkasında duran bir aydındı.
DR. KASIMLO ŞAHLIK REJİMİNİN YIKILMASINDA ÇOK ETKİLİ OLMUŞTU.
Dr. Kasımlo, 1979’da Paris’te yaşıyordu. İran KDP ve Komela,
İran’daki Şah Rejimine karşı muhalefetin içinde önemli bir role sahipti. Dr.
Kasımlo da, Şah Rejimine karşı olan aktif Kürt liderlerinden biriydi. Şah
Rejimi, Kürt ve Fars Ulusunun ittifakıyla yıkıldı. Çünkü Avrupa
Devletlerinin ve özellikle de Fransa’nın İran Muhalefetine destek olması
için, Dr. Kasımlo önemli bir rol oynadı. İran Şah Rejiminin yıkılmasından
sonra, Dr. Kasımlo da diğer muhalif liderler gibi İran’a ve Kürdistana
döndü.
İran’da, Şah Rejimi yıkıldıktan ve de, Kürdistan’ın sivil ve siyasi
örgüt liderleri Kürdistan’a döndükten sonra, Kürdistan’da yönetimi ellerine
aldılar ve Kürdistan, Mahabad Dönemi gibi İran KDP, Komela ve Şeyh İzzeddin Huseyni tarafından yönetilmeye başlandı.
Ne yazık ki, Fars Merkezi Devleti ayaklarını yere bastıktan sonra,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde olduğu gibi, Kürtlere ihanet
yaptılar; Kürt Ulusunin haklarını kabul etmediler. Kürt Ulusu, Örgüt ve
liderlerinin devlete itaat etmelerini istedi: Kürtlerin liderleri ve
örgütleri teslim olmadıkları için, Merkezi Devlet, Askeri saldırısını 1979
Eylül’ünde başlattı. Kürt Ulusu, Onun örgütleri ve liderleri, Kürdistan’ı
korumak ve özgürleştirmek için silahlı mücadeleye yapmaya karar verdiler.
TEOKRATİK REJİM ÇOK GEÇMEDEN ANTİ DEMOKRATİK YÜZÜNÜ GÖSTERDİ
Kürt Ulusu, kendi meşru ulusal hakları için ayağa kalkmaya karar verdikten sonra, Devlet zulüm, işkence ve kitlesel terör konusunda bir sınır tanımadı. Kürt Ulusunun ortadan kaldırılması için, büyük, insani olmayan askeri bir saldırı başlattı. İran’da resmi olarak her gün 35-40 kişi idam edildi, resmi olmayan bir tarzda Pasdarlar ve Devrim Muhafızları tarafından onlarca insan öldürüldü ve toplu ölümler gerçekleştirildi.
Kürt Ulusu da, yiğitçe ve uluslar arası hukuk kuralları çerçevesinde Kürdistan’ı korudular ve Kürdistan’ın bir çok bölgesini Doğu Kürdistan’da “kurtarılmış bölge” halinde kontrolleri altında tuttular.
İran devleti, zor ve askeri saldırılarla, Kürt Ulusunu ve Onun Ulusal Kurtuluş Hareketini yenemeyeceklerini anladıkları zaman, tarihte bilinen ve meşhur Fars siyasi entrikalarına baş vurmaya başladılar. Kürt Hareketine yumuşak yaklaşımlar göstermeye başladılar. 1989 yılında İran KDP ile antlaşma yapmak için öneri yaptılar. Dr. Kasımlo’da Ortadoğu’nun entrikacı liderlerinden biri olmadığından, İran Devleti’nin siyasetine kandı ve İran Devleti ile uluslar arası bir garanti olmadan antlaşma masasına oturmaya karar verdi: Büyük felaket bu kararla gündeme geldi.
BU GÜNKÜ İRAN CUMHURBAŞKANI DA DAHİL, BİR ÇOK YETKİLİ, DR. KASIMLO’NUN ÖLDÜRÜLMESİNDE ETKİN GÖREV ALDI.
İran İslamcı Teokratik Devleti, bir yandan İran KDP ve lideriyle barış masasına oturmaya karar verirken , diğer yandan da Kürt liderlerini ortadan kaldırmak için kirli planlar yaptılar. Bu kirli planın sonucunda, Dr. Kasımlo ve iki arkadaşı, yukarıdaki satırlarda belirttiğimiz gibi, 13 Temmuz 1989’da Avusturya’nın Viyana şehrinde, kalleşçe katledildiler.
İran Devleti, insani olmayan, kirli ve kalleşçe terörünü durdurmadı. Kasımlo’dan sonra, İran KDP Genel Sekreteri olan değerli insan ,Dr. Mihemed Sadiq ŞEREFKENDİ ve 3 arkadaşı Berlin’de; Qazî Mihemed’in gelini ve Emir Qazî’nin eşi ve İran KDP’nin İskandinavya sorumlusu Kamûran da İsveç’te katledildiler.
İRAN SORUMLULARININ, ULUSLAR ARASI MAHKEMELERDE, YARGILAMALARI GEREKİR
Hiç şüphe yoktur ki, Doğu Kürdistan liderleri ve Dr. Kasımlo İran Devleti tarafından katledildiler. Bu son günlerde, Avusturya Emniyet Güçlerinin tespitine göre, şimdiki İran Cumhurbaşkanı, Dr. Kasımlo ve iki arkadaşının öldürülmesini organize edenlerden biridir. Bundan dolayı, İran Cumhurbaşkanı hakkında tutuklama kararı verilmeli ve Mahmut Ahmedinecad da Miloseviç gibi yargılanmalıdır. (..)
RMMK : KASIMLO CİNAYETİ AYDINLATILSIN
Doğu Kürdistan İnsan Hakları Örgütü (RMMK), 1989’da Viyana’da uğradığı suikast sonucu katledilen Kürt siyasetçi Dr. Abdurrahman Kasımlo cinayetinin aydınlatılmasını istedi.
RMMK, yayımladığı bildiride, Kürt siyasetçi Dr. Abdurrahman Kasımlo’yu anarak, cinayetin sorumlularının halen cezalandırılmadığına dikkat çekti. Hiçbir sorununun ‘’şiddet ve terörle’’ bastırılamayacağını belirten RMMK, İran devletini Kürt sorununa barışçıl bir çözüm bulunması için diyaloğa davet etti.
Dr. Qasimlo, 1989’da Viyana’da uğradığı bir suikast sonucu katledildi. Cinayetin arkasında çok sayıda İranlı üst düzey yetkililerin olduğu iddia edildi. Geçen yıl İran Ulusal Direniş Konseyi bir bildiri yayınlayarak İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinecad hakkında uluslararası tutuklama kararı çıkarılmasını istemişti. Ahmedinecad hakkında Kürt siyasetçi Abdurahman Kasımlo ve arkadaşlarının öldürülmesi olayı dahil birçok iddianın yer aldığı (ŞURAYİ MUKAVEMETİ MİLLİ ) İran Ulusal Direniş Konseyi imzalı bildiri, Temmuz 2005’te yayımlanmıştı.
İran’da Ayetullah Humeyni’nin üst düzey temsilcilerinden Eski Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti de İran’ın dış ülkelerde terörist saldırılarda bulunduklarını itiraf etmişti. Velayeti, itiraflarında, A. Kasımlo, Şapur BAHTİYAR ve Berlin’deki Mykanos adlı restoranda suikasta uğrayan 4 İran muhalifi Kürdün öldürülmesinde İran’ın parmağı olduğuna dikkat çekmişti.
Geçtiğimiz yıl Temmuz ayının ilk haftasında Avusturya Adalet Bakanlığı Kasımlo ile ilgili yeni bir soruşturma başlatacaklarını açıklayarak, Kasımlo dosyasını yeniden açmıştı. Avusturya Yeşiller Milletvekili Peter Pilz, Ahmedinejad’ın Kasımlo cinayetine karıştığı ile ilgili elinde önemli bilgiler olduğunu söylemişti.
İKDP ‘NİN KASIMLO’DAN SONRAKİ GENEL SEKRETERİ DE, İRAN GİZLİ ÖRGÜTÜNCE ÖLDÜRÜLDÜ.
Dr. Mihemed Sadiq Şerefkendî (1937-1992) bir kimya doktoruydu. Ünlü şair ve dilbilimci Hejarın kardeşidir. 1937 yılında Bokan ilçesinde doğdu. 1959 yılında Tahran Üniverisitesi Kimya fakültesinden mezun oldu. 1965 yılında Ormiye ve Mahabad’ta çeşitli kurumlarda öğretim görevlisi olarak çalışır.
1972 yılında Fransa’ya gider. Dört yıl boyunca analitik kimya branşında lisans yapar. 1976 da tekrar tahrana döner. Dr. Kasımlo ile 1973 te tanışır ve ( İKDP ) partiye dahil olur. 1979 yılında Partinin merkez komitesine, daha sonra da polit büroya seçildi.1986 yılında Dr. Kasımlo’nu yardımcılığı görevine atandı. Daha sonra, Kasımlo’nun öldürülmesinden sonra, Partinin genel sekreteri oldu. Ölümüne dek de bu görevde kaldı.
Dr. Şerefkendi de, 17 Eylül 1992 yılında İran ajanlarınca, Berlinde, öldürüldü. Bu cinayetle birlikte İKDP nin üç önderi öldürülmüş oldu. Kadi, Kasımlo ve Şerefkendi..
Dr. Saidle de, 80 li yıllarda tanışma fırsatı bulmuştum. Kendisi de, tıpkı Kasımlo gibi son derece nazik ve hoşgörülü bir kişiydi. Bu Önemli iki olaydan sonra İKDP zor dönemler geçirdi,güç kaybına uğradı. Son dönemlere kadar toparlanma sürecine giren Parti, hala İran Kürtlerinin en güçlü örgütüdür.
Etiketler:
Ahmedinejad,
CIA,
İran,
Kasımlo,
Kürdistan,
Kürt Özgürlük Hareketi,
Kürt Sorunu,
Mizhê Dimoqratî Kurd (Kürdistan Demokrat Partisi),
Mustafa Barzanî,
Ortadoğu,
PKK
'Kürdü kendi diliyle zehirlemek istiyorlar’
devlet tarafından çeşitli bahaneler mesnetiyle ‘haram’ edilen, yasaklığına karşı duran diğer ulus aydınlarını bile ‘bölücü’ diye yaftalatan bir dil;
Kürtçe. Ülkenin neredeyse yarı nüfusunu kapsayan, Anayasa’da kurucu öğe statüsünde yer alan bir halkın dili... Ama başa bela! Bugüne kadar iktidara gelen veya Meclis’te temsil hakkı kazanan gerek sağ gerek sosyal demokrat hiçbir partinin programında yer vermediği bir ha(l)k gaspı olan anadil yasağının, şimdilerde ise TRT’ye ait bir televizyon kanalının Kürtçe yayın için tasarlanmasıyla çözüme kavuşup kavuşmayacağı tartışılıyor. Bu tartışmada kuşkusuz en fazla söz hakkını da Demokratik Toplum Partisi (DTP) hak ediyor. Zira Kürt siyasi geleneğinden gelenlerin, aynı zamanda geçmişte de anadil yasakçılığıyla mücadelede en yoğun bedel ödeyen taraf olduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu nedenle sayfamızı özellikle DTP’li Kürt parlamenterlerin ve onlarla birlikte, birçok noktada ortak tutum aldıkları sosyalist parti yöneticilerinin konu hakkındaki yorumlarına ayırdık. DTP ve sosyalist partiler, Kürtçe yayını da içine alan TRT Kanunu’ndaki değişiklik hakkındaki düşüncelerini gazetemizle paylaştılar. Genel olarak ‘AKP’ye güvensizlik’ fikrinde buluşan partililer, hükümetin niyetini değerlendirirken ise farklı bakış açıları getirdiler.
‘Hedef Ortadoğu’
DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, Türkiye’deki Kürtlerin taleplerinden ziyade, tasarının Ortadoğu’ya yönelik bir politikanın ürünü olduğu düşüncesinde… Kaplan, devlet tarafından Ortadoğu’daki Türkçe bilmeyen kitlenin hedeflendiğini; bölgeye ekonomik ve siyasal konularda ülkenin bu yolla tanıtılmasının planlanmış olabileceğine dikkat çekti. Hasip Kaplan, devletin değişiklik için çok iddialı konuştuğunu da hatırlatarak, konu hakkındaki görüşlerini şöyle paylaştı: “Roj TV’ye alternatif olacağından bahsediliyor. Kürtler arasında en fazla izlenen Kürt televizyon kanalı Roj TV’dir. Alternatif olacağım diyor ama, o zaman halkın kültürünü de işlemelisin. Ahmedê Xanî’yi, Mem û Zin’i işlesin… Bizim Kürt sanatçıları konuk etsin.. Tiyatroda, sanatta Kürtçe emek harcayanları… Dediğim gibi bir şey söylemek erken ama devletin dili tektir. Özellikle habercilikte bunun dışına çıkmayacağını biliyoruz. Yani bu kez de Kürdün kendi dilinde ‘vatan bölünmez’ diyecekler…”
‘Kürtler yine ‘terörist’ ilan edilecek’
DTP Batman Milletvekili Bengi Yıldız da değişiklikten pek umutlu değil. Yıldız, Türkiye’deki değişikliklerin iç dinamiklerin gözetilerek yapılmadığını ve böylece samimiyet taşımadığını ifade etti. Bengi Yıldız’a göre bu tür reformlarda AB sürecini tehlikeye atmama kaygıları da yer ediyor. Yıldız, “Çağın gerekleri değişimi ve dönüşümü sağlıyor. Türkiye’deki değişim ise iç dinamikleri gözetmek, önemsemek yerine; dış dinamiklerle, AB sürecini tehlikeye atmamak adına vs. sağlanmış oluyor. Böyle olunca da devletin Kürtçe yayın için hazırlık yapması halkın özlemlerini karşılamak amaçlı değil, formalite icabıdır” diyerek, şu soruları yöneltti: “Önemli olan o televizyon kanalı açıldığında Kürt dilinin gelişimi adına ne adımlar atılacak, eğitimi verilecek mi, görev alacaklar objektif kriterlere göre mi alınacaklar, Kürtler bu kanallarda yine terörist mi ilan edilecek ve öyle olursa Türkçe terörist demek yerine, Kürdün kendi dilinde terörist denilmesi neyi değiştirecek? Kısaca bu televizyonlar onlarca televizyon kanalının Kürtçeleştirilmiş hali mi olacak?” Yıldız, gözlemlerine dayanarak da sorduklarını tek kelimeyle yanıtladı; “Maalesef!” “AKP’nin yasayı tasarı haline getirmeden Kürtlerden yoğun oy almış bir parti olarak bizimle ve sivil toplum örgütleriyle görüşmeler yapmasını beklerdik” siteminde bulunan Bengi Yıldız, “En önemlisi ise Kürt halkına giderek onların özlemlerinin sorulması gerekirdi” diye devam etti.
Yıldız, RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın, yeni kanalın ‘alternatif’ olacağını dillendirmesini ise şu sözlerle eleştirdi: “Kürt televizyonlarına alternatif gösterilmesini ise çeşitliliği yok etmeye yönelik bir yaklaşım olarak görüyorum. Alternatiflik, özlemlere daha iyi karşılık olabilecek bir yayın gerektirir. Oysa, keşke devlet Kürtleri Roj TV’den daha çok korusa...”
‘Türkçe’ye sunulan Kürtçe’ye de sunulsun’
DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, “1925’ten sonra Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte neredeyse 80 yılı aşkın bir süredir Kürt dili yasaklıydı. Yasaklığı bir yana, varlığı inkar ediliyor ve bu resmi tez olarak savunuluyordu. 2000 sonrası fiili olarak Kürt dilinin inkarı konusunda değişiklik oldu. Ancak yasal olarak güvence altına alınmadı” hatırlatmasında bulunduktan sonra, 2008’deki bu değişikliği ise “fiili ama resmi değil” diye özetledi. Demirtaş bu söylemini de yasada somut olarak Kürtçe yayından bahsedilmemesine bağlayarak, devam etti: “Yasada Kürtçe yayın telaffuz bile edilmemiştir. Türkçe dışı yayın izni söz konusudur. Dolayısıyla bu maddeyi Kürtçe yayın başlığıyla algılamamak gerekir. TRT Çince de, Fransızca da yayın yapabilir. Özel olarak Kürtçe üzerine bir düzenleme yok. Yani TRT Kürtçe yayına başlamazsa kimse çıkıp hesap soramaz.” Hükümetin Kürtçe konusunda dürüst davranmadığını dile getiren Demirtaş, Kürtçe yayının halen güvence altında olmadığını deklare etti. Demirtaş, söz konusu değişiklik için de görüşlerini şöyle özetledi: “Hükümetin planını göz boyamaya yönelik görüyoruz. Kürtlerin taleplerini önemsediğinden değil, biz de Kürt sorunu konusunda bir şey yaptık demek içindir. Dolayısıyla niyet, hükümetin elinin güçlenmesidir. Özellikle de DTP ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin bölgedeki etkinliğini kırmak ve kendi ideolojisini yaymak amaçlı siyasi bir yaklaşımı da söz konusudur.” TRT’den, Kürtçe yayına başlasa dahi resmi ideoloji kapsamının dışında bir şey beklemenin hayal olabileceğini belirten Selahattin Demirtaş, devamında ise “Zaten TRT’nin resmi ideolojiyi yayma gibi bir konsepti bulunuyor. Bunu şimdi de Kürtçe olarak yapmasının esas itibariyle bir manası olmayacak. Değişiklik, Kürtçe’ye dair tabuların yıkılması nezdinde fayda verir ama başka da bir şey ifade etmez. Söz konusu kanalda da devletin belirlediği ilkeler doğrultusunda aynen resmi ideoloji pompalanmaya devam edilecek. Diğer bölgelerin resmi ideolojiyi tanımasının da böylece yolu açılmış olacak” açıklamasında bulundu.
Değişikliğin sadece AKP’nin rantçı zihniyetine bağlı gelişmediğini de aktaran Demirtaş, bu evrelere gelinmesinde Kürt halkının ve Kürt siyasi geleneğinin mücadeleci azmiyle, ısrarcı tutumunun büyük rolü olduğunu söyledi. Değişikliğe bu açıdan sahip çıkılmasına tam anlamıyla karşı olmadığını belirten Demirtaş, şunları ekledi: “Tabii sahiplenmek ve küçümsememek gerekir ama asla yetinilmemelidir. TRT Kürtçe yayına başlarsa, bir aşama kabul eder ve ön açıcı görürüz. Ancak asla yetinmeyeceğimiz de bilinsin. Tüm sınırlar ve engeller, Türkçe’ye sunulanlar Kürtçe’ye de sunulana dek mücadelemizi sürdürmeliyiz, sürdüreceğiz.”
‘Özerk olmalı’
DTP Mardin Milletvekili Ahmet Türk de, Kürt dilinin bugüne kadar asimilasyon politikalarıyla unutturulmaya çalışıldığını ancak başarılı olunamadığını hatırlattı ve TRT’deki değişiklik için, Demirtaş’a katılarak “Resmi bir kanalda yayın yapılacak olmasını sadece Kürtçe üzerindeki tabuların yıkılıyor olduğu için kabul edebiliriz” ifadelerini kullandı. Demokratik ülkelerde bu tür televizyon kanallarının özerklik taşıdığını ve DTP olarak da özlemlerinin bu yönde olduğunu duyuran Türk, Türkiye’de yapılan reformların pratikte uygulamaya alınmadığına da dikkat çekti. Reformların AB sürecinin etkisinde gerçekleştiğini bildiren Ahmet Türk, “Birilerine, bakın ben bu imkanları yarattım demek mantığıyla hareket ediliyor” dedi. Konuyla ilgili olarak geçen günlerde gazetemizin ortaya çıkardığı bir haberdeki Welat isimli 7 yaşındaki çocuğun isminden dolayı Türkiye’ye alınmaması olayına da değinen Türk, “Bu antidemokratik durumdan da anlaşılacağı gibi Kürtçe üzerindeki baskılar aynı ilkellikte devam ediyor. Kürtçe üzerindeki baskıların devam ettiğini kimse inkar edemez. Ayrıca bu gibi halka uygulanan baskılar dışında, Kürtçe yasağının halen siyasi partiler yasasında ve birçok Kürt aydının önünde engel yarattığı da biliniyor” diye konuştu. Ahmet Türk, TRT’nin Kürtçe yayını üzerine kaygılarını ise kısaca şöyle paylaştı: “Adeta Kürtlerin taleplerine ters düşecek ve onları aşağılayacak, hassasiyetlerini dikkate almayacak, inkarda diretecek bir yayın yapılması kabul edilemez.” Toplumsal barış ve birlikte yaşama kültürü mantığı içinde hareket edilmesini savunan Türk, bunun dışında bir yayın anlayışının Kürtler tarafından yoğun tepkilere neden olacağı uyarısında bulundu. ‘Roj TV’ye alternatif’ söylemine de değinen Türk, “Roj TV’ye alternatif olarak düşünülüyorsa planlı ve bir kapıyı kapatmaya yönelik çalışma şeklinde değerlendiririz, samimi bulmayız” diye konuştu. Türk, AKP’nin değişiklikteki amacının yerel seçimlere yatırım olduğu yönündeki tartışmaları ise Kürt halkına güvenlerinin tam olduğunu açıklayan şu sözlerle değerlendirdi: “Biz halka değişikliklerin hangi niyetlerle yapıldığını anlatıyoruz. Kürt halkı da artık bu mantaliteyi tanıyor. Kürtler sığınacak liman gibi gördüğü partilerin böyle olmadığını öğrendi. Bu yüzden değişikliğin yerel seçimlere etkisi olmayacağına eminiz.”
‘Köklü anayasal düzenlemelere ihtiyaç var’
Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ender İmrek de, parti olarak AKP’nin politikalarını inandırıcı bulmadıklarını açıklayarak, şunları dile getirdi: “TRT Kanunu’nda yapılan yeni değişikliğin Kürt sorununda kapsamlı bir rahatlama sağlaması beklenemez. Bir kere, yasanın mantığı ve kurgusu Kürt halkının ihtiyaçları üzerinden kurulmuş değil. Bu halkı rahatlatacak bir düzenleme değil. Kürtçe yayın yapan yerel televizyonların, Kürtçe gazetelerin baskıdan kurtulamadığını, kapatmaların ve baskınların sürdüğünü biliyoruz. Yasakların ortadan kalkması için köklü anayasal düzenlemelere ihtiyaç bulunuyor. Demokratik bir atılım gerekiyor.” İmrek, demokratik atılımlar konusunda ise AKP’nin sınıfta kaldığını vurgulayarak, bu düşüncesini Sur Belediye Başkanı’nın çok dilli hizmet adına çıkardığı yayınlar sonrası görevden alınması örneğiyle destekledi. EMEP Genel Başkan Yardımcısı İmrek, ‘göz boyama’ olarak nitelediği değişiklik için, “Amaç Kürdü kendi diliyle zehirlemektir” yorumunu yaptı. İmrek sözlerini şöyle sürdürdü: “TRT Kanunu’yla amaçlanan, kara propagandayı Kürtçe yapmaktır. Herhalde DTP’li milletvekillerini, yerel yöneticileri, Kürt aydınlarını, şair ve edebiyatçılarını, halkın temsilcilerini, demokrasi güçlerini konuşturmak, halka kürsü açmak için kanun yapmıyorlar. Kürt sorununu, halkın demokratikleşme mücadelesini karalamak ve terörizm diye mahkum etmek için kendilerine yeni olanaklar açıyorlar.
Kürt sorununun çözümüne kapı aralayacak, yasakları ortadan kaldıracak bir uygulama yerine, Farsça, Arapça gibi diğer bölge dillerinin arasına sıkıştırılan bir yayın politikası var. Uygurca’ya yapılan muamele, konuşulmayan Sümer diline sunulan olanaklar bile milyonlarca yurttaşın anadiline tanınmıyor.” Bu mantıkla yapılan düzenlemelerin kazanım getiremeyeceğini belirten İmrek, sözlerini şöyle tamamladı: “Yapılması gereken Kürt sorununu çözecek kapsamlı demokratik adımlar atmaktır. Kürt dili, kültürü, kimliği üzerindeki yasakları ve baskıyı tamamen kaldırmaktır. Kürtçe eğitim ve öğrenime imkan tanımak, desteklemektir. Biz bu güne kadar bunları savunduk ve bunun için mücadele ettik. Bu tutumumuzu sürdüreceğiz.”
ALİ BARIŞ KURT
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)