11 Mayıs 2010 Salı

Statükonun turnusol kağıdı: KÜRT sorunu-1

Statükonun değiştirilmesi teklif dahi edilemez!


Kendi anayasa paketine destek vermeyen herkesi statükoculukla suçlayan AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan, 1921 Anayasası'nın bile gerisine düştü ve askerlerin hazırladığı 1982 Anayasası'nın 'Değiştirilmesi dahi teklif edilemez' maddelerini 'müzakere etmeyeceklerini' duyurdu.

Statükonun turnusol kağıdı: KÜRT sorunu

Türkiye'de önemli sorunların kaynağında statükoculuk bulunuyor. Statükoculuk, Cumhuriyet'in kuruluşunda var olan politik ve ideolojik yaklaşımları günümüzde de temel sorunlara karşı dayatıyor. Çözüm olarak dayatılan statükocu yaklaşımlar, defalarca denenmesine rağmen esasında çözümsüzlüğü ifade ettiği artık gün gibi ortada duruyor.

Statükoculuğun en bariz bir şekilde dayatıldığı temel sorunların başında ise Kürt sorunu geliyor. Kürt sorununun kronik bir hal almasında ve Cumhuriyet ile yaşıt olmasında statükoculuğun belirleyici bir etkisi bulunuyor. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümünün statükoculuğun çözümü anlamına geleceği gibi, aynı zamanda çözümsüzlüğü de statükoculuğun sürdürülmesi anlamına geliyor.

Kürt sorunu bir turnusol kağıdı işlevini görüyor. Kimin ne olduğu, hangi yaklaşımın neye hizmet ettiği, çözüm ya da çözümsüzlüğün nasıl geliştiği / gelişeceği, demokrasi ve demokratlığın sınırlarının ne olduğu vs. bütün hususlarda Kürt sorunu çok açıklayıcı bir unsurdur.

Statükoculuğun anlaşılması açısından da Kürt sorunu temel bir test niteliğini taşıyor. Statükoculuğun ne olduğu, nasıl sürdürüldüğü, statükocunun kim olduğu gibi konular, Kürt sorunu ele alınarak rahatlıkla analiz edilebilir.

Türkiye'nin bir değişim yaşadığı, statükoyla değişimciler arasında kıyasıya bir mücadelenin verildiği yönünde önemli tartışmalar yaşanıyor. Politik gelişmelere bakıldığında da bu konuda önemli emareler bulmak mümkündür.

Ancak değişim yanlıları ile statükocular arasındaki farkların hala belirginleşmediğini belirtmekte de fayda var. Bunun birkaç nedeni olduğu ileri sürülebilir: Birincisi, statükocuların karakteri 80 yıllık Cumhuriyet deneyimi ile net bir şekilde ortadayken; değişimcilerin nasıl bir mücadele verecekleri, ne tür argümanlarla ortaya çıkacakları ve dolayısıyla nasıl bir politik hat izleyecekleri konularında hala netleşmedikleri söylenebilir. İkincisi, değişimcilerin gerçekten nasıl bir değişim talep ettikleriyle ilgilidir. Dolayısıyla statükodan gerçekten bir kopuşu esas alıp almadıkları hususu son derece önemlidir. Bu durumun netleşmesi için değişimci olduklarını ileri sürenlerin argümanlarının statükocu parametrelerle test edilmesi net sonuçlara varılmasına imkan sağlayacaktır.

Türkiye'de gerçekten statükonun değiştirilmesini isteyen, bunun için yıllardır bedel ödeyen ve mücadele eden ciddi bir demokrat kesimin olduğuna şüphe yoktur. Bugün statükoculuğun aşılması veya statükocu politikalarda ciddi çatırdamaların yaşanması da bunun en iyi kanıtıdır.

Bununla birlikte statükonun eski haliyle sürdürülmesine imkan kalmadığı için, başka yol ve yöntemlerin arandığını söylemek de gerekiyor. Aslında statükonun makyajlanarak sürdürülmesi çabasının yoğun olduğuna dikkat çekmek istiyor. Bunun da daha çok değişim söylemleri üzerinden şekillendirildiği görülüyor. İşin esası şu; değişimci gibi görünüp esasında hiçbir değişim yapmadan statükocu argümanları ve politikaları yeni kılıflarla sürdürmek...

Söz konusu durumun daha net anlaşılması açısından gerçekten Kürt sorununa yaklaşım temel bir belirleyen niteliğindedir. Hangi söylemin geçmişten beri uygulananlardan farklı olduğu ya da statükodan ayrıştığı Kürt sorununda kat edilen gelişmeler üzerinden değerlendirilebilir.

Son dönemlerde anayasanın değiştirilmesi gündemiyle birlikte tekrardan statükocular ve değişimciler diye bir tartışma yaşandı. AKP hükümeti, hiç kimsenin görüş ve önerilerini dikkate almayarak hazırladığı paketi değişimcilerin bir tavrı olarak sunarken, bu pakete doğrudan karşı çıkan CHP ve MHP'yi de statükocu ilan etti. Diyalog ve uzlaşma çabalarına esas aldığı halde yanıt vermediği BDP'yi de, kendisine destek vermediği gerekçesiyle CHP ve MHP ile aynı safta yer almakla suçladı.

Peki, gerçekler böyle mi? Anayasa tartışması ve Kürt sorunu bağlamında bu sorunun yanıtını arayacağız ve esasında 'kimin statükocu olduğunu' ortaya koymaya çalışacağız. Bunun için de bugünden itibaren anayasada yapılan temel değişiklikleri ve bir Kürt Raporu'nu irdeleyeceğiz...

Anayasal statükocular

Türkiye'nin anayasa tarihine bakıldığında statükoculuğun en belirgin şekilde şekillendiği alanların başında Kürt sorunu geliyor. Üstelik statükoculuğun sürekli ve sistematik bir şekilde geliştirildiği görülüyor.

Cumhuriyet'in ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye'den günümüze kadar anayasada yapılan değişiklikler, Kürt sorununa karşı statükoculuğun nasıl geliştiğini gözler önüne seriyor.

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 1. maddesi şöyledir: 'Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.'

Bu maddede dikkat çeken husus şudur: Herhangi bir milletten söz edilmez, bir bakıma Türkiye'deki bütün halkları kapsayan nötr bir tanımı görmek mümkündür.

1924: Statükoculuğa ilk adım

Aradan 3 yıl geçtikten sonra söz konusu maddede yapılan değişiklik, statükoculuğun geliştirilmesi yolunda ilk adımın nasıl atıldığını gözler önüne seriyor. Bu çerçevede, 9 Mart 1924 günü kabul edilen 1924 Anayasası'nda 'Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir' maddesine şöyle bir gerekçe konulması 'ihtiyacı' duyuluyor: 'Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk'ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.'

1961: Statükoculuk derinleştirildi

1924 Anayasası'nda yapılan değişiklik yeterli bulunmadı, statükonun daha da derinleştirilmesi gündeme alındı. Hala birçok sözde solcu tarafından ilerici bulunan 1961 Anayasası'nda statükoculuk yolunda bir adım daha ileri gidildi. 27 Mayıs Darbesi sonrasında hazırlanan 1961 Anayasası'nın 4. maddesinde bu kez daha açık bir ifade kullanılır: 'Hakimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir.'

1982: Statükoculuğun zirvesi

Anayasada yapılan ve statükoculuğun günümüze kadar derin bir şekilde yansımasına zemin hazırlayan değişiklik, 12 Eylül Darbesi sonrasında hazırlanan 1982 Anayasası'nda yapıldı. 'Değiştirilmesi dahi teklif edilemez' maddesiyle anayasanın statükoyu koruyan maddeleri açıktan korumaya alındı ve değişim yönündeki bütün tartışmalara böylece son nokta konuldu. Bu nedenle Anayasa'nın ilk 4 maddesinin değiştirilmesi imkansız derecesine getirildi.

Söz konusu ilk 4 madde şöyledir:

1) Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

2) Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

3) Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir.

Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı 'İstiklal Marşı'dır.

Başkenti Ankara'dır.

4) Anayasanın 1 nci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 ncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

<

Günümüzde Kürt sorununun çözümünü isteyen geniş bir çevre, aslında 1982 Anayasası'nın bu ilk 4 maddesinden bazı hususlarının değiştirilmesini istemiyor. Örneğin devletin Cumhuriyet olması, bayrağının şekli, başkentinin neresi olduğu gibi hususlar... İstedikleri şeylerden bir tanesi, Kur'an hükmünde belirtilen 'Değişmesi dahi teklif edilemez' maddesinin değiştirilmesidir. Bunun yanı sıra 'Devletin dili Türkçe'dir, Hakimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir' gibi son derece milliyetçi ve dışlayıcı hükümlerin değiştirilmesi ve 1921 Anayasası'nda olduğu gibi nötr tanımların kullanılması isteniyor.

Bu çerçevede, anayasada yapılması istenen toptan değişiklik kapsamında korunması gereken maddeler olduğu gibi, esasında başlangıç ilkeleriyle milliyetçi ve dışlayıcı bir hüviyet kazanan anayasanın demokratikleştirilmesi talep ediliyor.

Peki, AKP hükümetinin gündeme getirdiği ve 'Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı anayasa değişikliğini içeren anayasa paketi' olarak değerlendirilen paket, gerçekten ileri sürüldüğü gibi mi? Buna yine Kürt sorunu bağlamında bakıldığında sonuçlar daha iyi görülecektir.

BDP, Meclis'te anayasanın toptan değiştirilmesini, başlangıç ilkelerinin nötr bir hale getirilmesini ve değişimin böylece bütün toplumu kapsar halde olmasını istedi. AKP'lilerin yanıtı çok açık ve net bir şekilde statükoculuğun sürdürülmesinden yana oldu.

Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, 22 Mart 2010'da AKP'nin anayasa paketine yönelik hazırlıklarını anlatırken, şunları söylüyordu: 'Şüphesiz parti olarak 5 madde dışında, 1. 2. 3. maddeleri ve 174. maddenin, onların değiştirilemeyeceğini teminat altına alan 4. maddeler dışındaki maddelerin bütünlük içinde ele alınsın istedik.'

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da 30 Mart 2010'da Çiçek'in sözlerine daha da açıklık getirdi ve BDP'nin anayasanın tümden değiştirilmesi ve nötr hale getirilmesi önerisine şu yanıtı verdi: 'Yeni anayasa yapılırken 1, 2 ve 3. maddeleri ile bunların değiştirilemezliğini öngören 4. madde ve 174. madde hariç, tüm maddeleri konuşmaya hazırız. Değişmez maddelerle ilgili teklifleri müzakereye açık olmadığımızı her zaman ifade ettik.'

Hazırlayan: Abdulselam GÜLSEVDİ

DENIZLERI DOĞRU ANLATMAK-4

6 Mayıs'ta ölümsüzleşenlere mektup

Deniz'lerin mücadele arkadaşı ve o dönemin canlı tanıklarından Teslim Töre'yle de bir söyleşi yapmayı planlamıştık. Bize Deniz'leri anlatacağını, sorulamıza yanıt olacağını düşüyorduk. Ancak Teslim Töre, bize daha anlamlı bir paylaşımda bulundu. Teslim Töre, bize Deniz'lere daha önce mektup yazmadığını bu sene ilkez bir mektup kaleme aldığını söyledi. Mektubu okuyunca, soracağımız soruların tümünü, mektup satırlarına ilişen duygularda bulmuştuk. Yazı dizimizin finalini de Teslim Töre'nin Deniz'lere yazdığı mektubuyla yapıyoruz.

Bu size ilk mektubum. Nasıl yazacağımı bilmiyorum. Şimdiye kadar anmalarınızda hep, bildiriler, makaleler yazdım. Aslında mektup yazmak içimden çok geçti, neden yazmadığım konusunda bir fikrim yok, belki de aşırı duygusal olur diye yazmadım. Ama artık sadece düşüncelerimi değil duygularımı da ifade etmek istiyorum. Aslında, silahlı mücadeleye ilk başladığımızda sizden sonraya kalıp size mektup yazacağımı hiç düşünmüyordum. Zaten dağa ilk çıktığımızda, (bölgeyi bilen ben olduğum için) mermi azalınca mermi bulmaya, ekmek, yemek bitince ekmek, yemek almaya, katır lazım olunca katır almaya vb. gidip gelirken Sinan, 'Teslim galiba ilk gidenlerden biri sen olursun' diyerek ilk öleceğin ya da ilk ölenlerden birinin ben olacağımı belirtiyordu. (Tabi ki bazı yerlere yalnız gitsem de genellikle yanımda bir kaç yoldaşla birlikte giderdim.)

BAKTIM SAÇIM BEMBEYAZ

Sinan'ın sandığının tersine ben en geriye kalan ya da kalanlardan birisi oldum. İnanılmaz acılar çektim. Sinanlar Nurhak'ta ölümsüzleştikten bir süre sonra o bölge asker doldu. Kaçan cip şoförü beni deşifre etti. Yakalanan günlükte benim için yazan 'mucize' sözcüğü jandarma komutanının kafatasını attırmış, 'yakalayıp o mucizenin anasınıÖ' diyerek köyleri basıyor. O nedenle bir süre köylere inemedim. Ortalık biraz sakinleyince bir gece Kilise köyünde babamın teyzesinin oğlunun evine gittim. Ağlayarak 'sen Teslim değilsin' dedi. Tutup beni aynanın karşısına götürdü. Baktım saçım sakalım bembeyaz olmuş. Çok korktum, sonra öğrendim, büyük bir acı ve korku yaşayanların saçı sakalı ağarıyormuş. Onlarca yıl acılarla korkularla illegal yaşadım, cezaevinde kaldım. Ama, o gün bu gün ölümsüzleşmiş olan yoldaşların ölüm günlerinde, konuşuyorum, yazıyorum, acılarımı yeniliyorum, geçmişi bir film şeridi gibi gözümün önüne getiriyorum...

ÇOK ÖZLEDİM SİZİ...

Çok özledim sizleri. Deniz'le şakalaşmayı, boğuşmayı, Hüseyin'in tunç bir abide gibi hiç kıpırdamadan oturmasını, elindeki çakmağı evire çevire dizine vurmasını, Yusuf'un sedirin üzerinde uyumasını, Hüseyin'in Yusuf'u göstererek, 'siz gittikten beri işte böyle uyuyor' demesini hiç unutamadım. Nasıl seviyorduk bir birimizi, 'sanki doğduk bir anadan' gibi. O sevgi harmanı içinden siz gittiniz ben kaldım. İlk dönemlerde sizin kurtulmanızı sağlamak için bütün yoldaşlarla uğraştık. Hasan Ataol, Ergun Adaklı, Ahmet Niyazi Yıldızhan; Karşılığından sizin serbest bırakılmanız için Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Ekeni kaçırma eylemi yaptılar. Niyazi eylem yerinde ölümsüzleşti, Hasan Ataol yaralandı dolaysıyla eylem başarılı olamadı. Sonra Ergun'la Hasan'ı Suriye'ye götürdük. Sefer Şimşek'in yönetimindeki bir ekip, Bulgaristan'a uçak kaçırdı. Karşılığında bırakılmanızı istediler. Eylem başarılıydı ama Bulgaristan yönetimi hile ile Sefer Şimşek ve ekibini etkisizleştirip, eylemin sonuçsuz kalmasına neden oldu.

ÖLÜMSÜZLEŞENLER

Yine sizin kurtuluşunuzu sağlamak için benim de başkasının da yapmadığını belki de yapamayacağını Mahir ve onunla birlikte Kızıldere'de ölümsüzleşen yoldaşlar yaptılar. Deniz'in Mahir'e 'o sadece konuşur 'dediğini Mahir'in bunları duyduğunu biliyordum. O nedenle, Ömer'den önerinin iyice netleştirmesini talep ettim. 'Çok net' dedi. Bizden yani THKO'dan Cihan Alptekin ile Ömer Ayna eyleme katılacaktı. Eylemi radyoda takip ediyorduk. Çok kısa bir süre sonra izlerini hemen buldular ve hepsini imha ettiler. İçlerinde sadece Ertuğrul Kürkçü sağ kurtuldu. Bu eylemden çok etkilendim, benim için bir dönüm noktası olmuştu. Bizim yani THKO'luların yaptıkları bana doğal bir görev gibi geliyordu. O nedenle eylemin başarılı, başarısız, eksik, gedik yanlarını düşünüp tartışıyorduk, ama Kızıldere eylemi ideolojik dünyamı çok etkiledi. Çünkü biz THKO'lular eylemleri örgütümüz ve liderlerimizi kurtarmak için yapıyorduk. Bu da zaten varlık nedenimizdi.

İNSANI DEĞERLERİN ZİRVESİ

Peki, Mahir ve yoldaşları bu eylemi neden yapmışlardı? Sadece ve sadece insani nedenlerle... Üstelik ikisi de silahlı mücadeleyi savunan, (THKO ve THKP/C) rakip örgütün liderlerini faşizmin ölüm cezasından kurtarmak için. Bildiğiniz gibi, Mahir bir örgütün (THKP/C) lideriydi. Yanında eyleme katılan yoldaşları örgütün yönetici kadrolarıydı. Bu sadece kişilerin değil bir örgütünde imhası anlamına geliyordu. Ama Mahir ve yoldaşları insani değerler bütününün zirvesine çıkmışlardı. Bu tümüyle insani boyutlu, insan değerli, insan gibi insan Mahir ve yoldaşlarının etiksel eylemine karşı: emperyalizm ve Gladyo, özel harpçı, Ergenekoncu uşakları, insan düşmanı, ahlak dışı, faşist mayalarını ortaya koydular. Bir köy evine sıkışmış, kaçma, kurtulma şansı asla kalmamış, bir bayıltıcı gaz bombası atarak bile yakalanabilecek olan o insan güzellerinin tümünü imha ettiler.

6 MAYIS'TA SİZE KIYDILAR

Bütün bu eylemler emperyalizmi ve iş birlikçilerini cinayet işleme niyetinden vazgeçirmeye yetmemişti. 6 Mayıs'ta, ölüm işkencesi yaparak, size kıydılar. Benim gibi birçok insanın içinde fırtınalar koptu. Dünyamız karardı, kendimizi yalnız hissettik, ama Mahir'in başını çekmiş olduğu, tümüyle insani nedenlerle yapılmış, tümüyle insani değer taşıyan Kızıldere eylemi beni, Türkiye soluna insani bir boyut kazandıracağı, her şeye daha insani amaçlarla yaklaşmamıza ivme kazandıracağı konusunda çok umutlandırmıştı. Hiçbir şey beklediğim gibi olmadı. Tam tersi oldu. Biz emperyalizme ve iş birilikçilerine, baş kaldırmış, hayır demiş, silahımıza sarılmıştık. Siz ölümsüzleştikten sonra, emperyalizm ve işbirlikçilerinden çok bir birimizi vurduk. Çok sayıda devrimci kanı döküldü. Onlarca parçaya ayrıldık ve birbirimize girdik. Bir biri ile kapışın her fraksiyon bir diğerini karşı devrimci ilan etti. O nedenle de at izi ile it izi bir birine karıştı. Mahir'in kadroları ile birlikte, canlarıyla göstermiş oldukları insanı özne yapma, bu temelde birleşme öğretisi, hiç birimiz tarafından özümsenmedi. Yaratılmış olan ve 20. yy'ın devrim tarihinin en insancıl, en hümanist, en etik değer taşıyan Kızıldere eylemi gerçek değerinde algılanıp, içselleştirilip, mücadelenin geleceği bu fenomen üzerine oturtulamadı.

Kan, can pahasına yaratılmış olan o yüce değer, yaşanan harcı merç içerisinde kaybolup gitti. Bir eylem kılavuzu, yöntem modeli, yeni bir sürecin miladı, uğruna mücadele etmiş olduğumuz sosyalizmin gerçek insancıl yüzü olarak değil, bir anma günü olarak değerlendirip, her yıl anarak geçip gittik. Anlayacağınız, kanınızla, canınızla üretmiş olduğunuz o devasa değerleri, toplumsal ilerlemenin bir lokomotifi, bir kutup yıldızı, bir pusulası haline getiremedik. Üretmiş olduğunuz o yüce değerleri, ancak kendimizi tatmin eden, bir fraksiyon liderliği vasfı kazandıran, birer fraksiyon yaratma malzemesi olarak kullandık. Öyle çok fraksiyon öyle çok lider yarattık ki, örgütte, liderlikte bütün değerini kaybetti.

GEÇMİŞ TANIMIYORLAR

Sizden sonra 12 Eylül 1980'de bir faşist cunta daha yaptılar. Bu cunta eliyle, emperyalizm solu bitirme noktasına getirdi, toplumun dokusunu değiştirdi. Ondan sonra her şey daha da komikleşti. Bazıları sol adına, yayınlarının logosuna Deniz'in resmini koyarak, Deniz'in idam sehpasının altında, 'Yaşasın Kürt ve Türk halkının kardeşliği' şiarına rağmen Kürt düşmanlığı yapıp, 'Kürt bakkalından alış veriş yapmayın' diyerek, Deniz adına ırkçı, faşist söylem ve politikalar geliştirdiler. 12 Eylül'ün yetiştirmiş olduğu bazı, kendine 'Solcu, Marksist, sosyalist' deyip, en ufak bir devrimci değer bile üretmeden, sadece laf ebeliği yaparak sizi,'milliyetçi, küçük burjuva, Kemalist, şoven' olarak nitelediler. Devrimcilik adına öyle sefiller türedi ki ne değer, ne geçmiş, ne tarih tanıyorlar. Bütün bunlar büyük bir talihsizlik oldu. M. Ali Aybar, Behice Boran, gibi kadrolarla, sol sosyalist politikaya başladık, sizinle devam ettik, gele gele dokusu bozulmuş, hormonlu, özel ve tüzel kişiliğini, ileriye yönelik perspektifini oluşturamamış, bir kısmı sizin katilleriniz Ergenekoncuları destekleyen, bir kısmı sol, sosyalist tarihini kanıyla yazmış olan sizlere eleştiri adına küfreden, tarihi kendisiyle başlatan, kimisi de İslam dinini bile emperyalizme pazarlamış, gelmiş geçmiş en simsar, satılık işbirlikçi olan AKP'yi destekleyen insan tipleri ile yan yana geldik.

KIZILDERE'Yİ TARTIŞMAK

Neyse ki, benim bu son belirtmiş olduğum üç tarakların hiç birisinde bezim olmadı. Ama fraksiyonculuk kervanına ben de katıldım. Belli bir süre sonra fraksiyonculuktan uzaklaştım fakat çorbada benim de tuzum olmuş oldu. Şimdi en geniş güçlerin birliği için çalışıyorum ama henüz bir şey yapılabilmiş değil. Buna rağmen devam ediyorum. Sizler neler yaptınız oralarda. Duyduğum kadarıyla Mahir, Kızıldere etiğini tanrıyla tartışmış. Ona 'insanların ruhunu almak için Azrail isminde bir melek yaratmışsın, neden zalimin öldürmek istediği mazlumları kurtarmak için de bir melek yaratmamışsın' diye sıkıştırıyormuş. Çok sıkışmış olmalı ki, Mahir'e, 'Sınır tanımayan insan hakları savunucularını, sınır tanımayan doktorları, sınır tanımayan hukukçuları, idam karşıtı sınır tanımayanları kim yarattı?' diye kaçamak yanıtlar veriyormuş.

O DA BOĞULDU

Deniz, sen idam yargılamaları sırasında, üzülen arkadaşları teskin etmek için 'üzülmeyin Yusuf'un babası cami yaptırma derneği başkanı o bize öbür dünyada yerimizi hazırlar' diyormuşsun. Peki oldu mu öyle bir şey, yerinizi hazırlamış mıydı? Ha unutmadan, size hukuk dışı bir şekilde, emir komuta zinciri içinde ölüm cezası veren, bu ceza gereği sizi, asarak ölümsüzleştirirken, büyük sadist, faşist bir hazla, ölümsüzleşmenizi seyreden, onun o faşist hazına karşı Yusuf'un 'ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum! Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz' dediği Ali Elverdi: şerefsizce yaşadı ama gerçekten de onursuzca boğuldu. Siz de dahil, o kadar çok insanın hakkını, hukukunu yedi ki yediği boğazında kaldı ve boğularak öldü. Bu mektubumu ihbar kabul edip, Ali Elverdi'yi karşılayarak, yargılayıp, onun adaletsizliğini, ahlaksızlığını, etik düşmanlığını, hukuksuzluğunu teşhir ve mahkum etmeyi düşünürseniz, Mahir'e de haber vermeyi unutmayın. Bence mahkeme başkanlığını Mahir'e verirseniz daha adil bir davranış olur.

UNUTULMAYACAKSINIZ

Hüseyin'in idam sehpasının altında, 'bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım bundan sonra bu bayrağı halka emanet ediyorum' dediği mücadele sembolü hala halka mal olamadı. Ya da yapamadık. Ben yanınıza eli boş gelmek istemiyorum. Hiç olmazsa, Hüseyin'in halka emanet etmek istediği bayrağın halkın eline geçmesi için çalışacağım. Bu amaçla, yanınıza gelmeden önce, Kürtlerin, Alevilerin solu ile, Türkiye sosyalistlerinin, sol sosyal demokratların birliğinin sağlanması, bir platform ya da koalisyon, altında organize olması için elimden geleni yapıyorum ve yapmaya devam edeceğim. Henüz somut bir şey yoktur fakat, bu konuda umutlu olduğumu belirtmek isterim. Sizleri çok özledim. Sizi hiç unutmamak, sürekli anmak için, isimlerinizi oluşturan bazı harfleri yan yana getirerek, Sidenur Yuçe diye bir isim üretip, kızıma taktım. Buna rağmen, yanınıza gelmek için hiç acele etmeyeceğim. Bırakmış olduğunuz değerleri gücüm oranında, insan toplumuna mal etmek için burada kalabildiğim kadar kalmaya çalışacağım. Hiç ama hiç unutulmayacaksınız. BİTTİ

Hazırlayan: Hacer PERSİDAT-Erdal ÖLMEZ

Resimler TÜSTAV arşivi ile ANF arşivinden alınmıştır.

DENIZLERI DOĞRU ANLATMAK-3

'Kaçar, gidiyoruz artık'

Denizler'in mücadele arkadaşı Mustafa Kemal Kaçaroğlu... Her zaman kavganın ön saflarında oldu. Kurtuluş Hareketi lideri olma suçlaması ile 12 Eylül döneminde idamla yargılandı. 1991 yılında dönemin şartlı salıverilme yasası ile serbest bırakıldı. Sosyalist Parti kurucu üyeliğini yaptı ve parti meclisi üyesi. Kaçaroğlu'yla o dönemi ve arkaşalarını konuştuk:

ONLAR KARANLIĞI YIRTTI

Kaçaroğlu sözlerine şöyle başlıyor: '1971 direnişçileri benim için, Marx'ın komünarlar için söylediği gibi 'göğü fethetmeye çıkan kahramanlar'dır. Denizler, Mahirler ve İbolar da çok kısa süren mücadele yaşamlarına rağmen Türkiye ölçeğinde işçi sınıfının ve ezilenlerin oligarşiye karşı mücadelesinde devrim hareketinde bir meşale olmayı becerdiler. Onlar Türkiye devrim hareketinde bir yol ayrımı yarattılar ve özgürlüğün sesi oldular. Onların önemi Türkiye'de devrim yolunda ölünebileceğinin, yoldaşları için ölüme gidilebileceğinin, yaşamlarını feda edebileceklerini ilk ortaya koyan olmalarıdır. 70'li yılların Kürt ve Türk devrimcileri 'Onlar karanlığı yırttı. Biz aydınlığı getireceğiz' diyerek özgürlükleri için yollara düştüler ve faşist kurşunlara göğüslerini siper ederek Türkiye'nin bir faşist işgal altına girmesini engellediler.

Deniz, 68 gençliğinin bir sembolüydü. O gerçek bir gençlik lideriydi. Bir gençlik liderinde bulunması gereken her şey onda vardı. Düzene karşı isyancılık, militanlık, kararlılık, ataklık, özveri... o bütün bu özellikleri taşıyordu. Yoldaşlığı, arkadaşlığı, paylaşımcılığı onun liderliğine daha fazla şeyler katıyordu. Deniz'in Filistin dönüşü gerilla giysileri, botları, beresi ve yakasında Mao rozetiyle siyasal bilgilerdeki Dev-Genç'in bir kitle toplantısında kürsüden heyecanlı konuşması hâlâ hatırımdadır.'

SESSİZ KALAMAZDIK

Kızıldere direnişinin bir pusula niteliği taşıdığını ifade eden Kaçaroğlu, 'İdamları engellemek için Maltepe Cezaevi'nden firar eden beş kişiden ikisi Cihan Alptekin ve Ömer Ayna THKO, diğer üç kişi Mahir Çayan, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı THKP-C Örgütü'ne mensuplardı. Firardaki bileşim aynı zamanda yakalanmalarla devrim cephesinde doğmuş olan moral anlamdaki olumsuz havanın dağılması açısından önem arz ediyordu. Örgütler arası işbirliği ve dayanışma mesajı içeriyordu. Bu mesaj propagandif anlamda, karşı devrime bir meydan okuma niteliğindeydi' dedi. 'İdam sehpasına gidecek olan yoldaşlarımızı sessizce seyredemezdik' diyen Mustafa Kemal Kaçaroğlu, '71 direnişinden bize miras kalmış en önemli derslerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle her zaman başımızı Kızıldere direnişçilerine çevirmeye devam edelim. Bize düşen görev ve sorumluluk bu pusulanın işaret ettiği yolu takip etmektir' diye konuştu.

KAÇAR, GİDİYORUZ ARTIK

Denizler'le ilgili anılarını da paylaşan Kaçaroğlu şunları anlattı: 'İlk aklıma gelen Mamak Cezaevi'nde Deniz'in, Hüseyin ve Yusuf'un idama götürüldükleri gecedir. İnfazdan kısa süre önce Deniz, Yusuf ve Hüseyin vedalaşmak için koğuşları gezmişlerdi. Bizim kaldığımız koğuşta Deniz ve Mahir Sayın üst ranzada karşılıklı bağdaş kurup oturmuşlardı. Ben de ranzada ayakta durup sohbetlerine katılmıştım. Ama zoraki bir sohbetti. İdama giden bir insanla ne konuşabilirdik ki! Bir ara Deniz bana döndü 'Kaçar, gidiyoruz artık' dedi. Ne söyleyeceğimi şaşırdım ve gayri ihtiyari 'nereye gidiyorsunuz, dur bakalım' dedim, söylediklerime kendim de inanmamıştım! Gözlerimin buğulandığını hissetmiştim. Denizleri de seven bir gardiyan beklenen haberi bize getirdi. Artık tüm hapishane tetikteydik. O gece saat bire doğru onların kaldığı arka hücrelerde bir hareketlilik yaşandı. Pranga seslerini duyduk. Hemen yataklarımızdan fırladık. Arka hücreler ve bizimkiyle birlikte birkaç koğuş koridora bakıyordu. Mahir Sayın hemen küçük aynamızı koridora tuttu. Evet, can parçalarımız sehpaya götürülüyordu. Gece üçe doğru uyumuşuz. Sabaha karşı uykudan irkilerek uyandım ve radyoyu açtım. Saat altı haberlerinde Denizler'in sabaha karşı idam edildiği haberi veriliyordu. Koğuştaki herkesi tek tek uyandırarak haber verdim. Tüm koğuşlar duymuştu. O günün sabahı karşılaştığım arkadaşların gözlerindeki hüznü ve çaresizliğin getirdiği isyankar bakışları hâlâ hatırlarım. Artık Deniz'den, o gür sesiyle bazı geceler 4-5 sayfayı bulan ve ezbere okuduğu tüm hapishanenin dinlediği Nazım'ın TANYA şiirini dinleyemeyecektik.'

BİZE DÜŞEN GÖREV

Bize düşen görev; oligarşiye karşı işçi sınıfı ve ezilenlerin ortak mücadelesinin örülmesi yolunda çabalarımızı yoğunlaştırmaktır. Tüm bunlar gerçekleştirilirse idam sehpasında söylenen sözler karşılığını bulmuş olur. Mahir Çayan'ın deyişiyle 'yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur.'

Onlar bir tarih yarattı

Marksist Bilimler Akademisi Koordinatörü ve yazar Mukaddes Çelik, Denizler'in idam edildiği tarihte üniversite ikinci sınıftaydı. Kendini 'kuşaksız' olarak tanımlayan Çelik, Denizler'le ilk tanışmasını, idam haberini nasıl karşıladıklarını ve sonraki süreçte nasıl bir değişime uğradığını anlattı.

Denizler'le ilk tanışmanız nasıl oldu?

Denizler'in somut hikayesiyle tanıştığımda lise sondaydım. Bir kız lisesinde yatılı okuyordum. Kız lisesindeki gündüzlüler, radyodan devrimci abi ve ablalarının hikayelerini gelip bize anlatırlardı. Tam Deniz Gezmiş'in İstanbul'da çokça eylem yaptığı bir dönemdi. O zaman çok ünlü bir işadamı olan Rahmi Duman'ın oğlunu kaçırmıştı. Gün gün, saat saat radyo bu haberi verirdi. İlk tanışmamız böyle oldu onlarla. Son sınıf arkadaşlarımızın abileri ve ablaları sayesinde 68 kuşağının üniversitelerdeki eylemlerinden haberdar oluyorduk. Kısa süre sonra ben de üniversiteye başladığımda 12 Mart devriminden sonra kendimi en devrimci kalmış ortamlardan birinde buldum. Mayam uygundu sanırım. Mahirler'in Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtıklarını hatırlıyorum. O gün okulumuzun abileri bizi okulun karşısındaki bakkalara götürüp bize şarap ısmarlamışlardı. Mahirler'in firarını böyle kutlamıştık. Lise sonda bir askeri hocamız, bizi Selimiye Kışlası'na askeri tatbikata götürmüştü. O zaman hem İlhan Selçuk'u hem de Ömer Ayna'yı hücrelerinde ziyaret etmiştik. Hâlâ Ömer Ayna'nın hücresindeki şilteyi, onun gülen yüzünü hatırlıyorum. Gözümün önünde hiç gitmiyor. Hem Ömer Ayna hem de hücresindekiler...

Anadolu'nun birçok yerini gezdim dediniz, halk, Denizleri nasıl tanırdı? Neydi gözlemleriniz?

Benim gördüğüm, şu tarihsel kesitte bulunduğum yer itibariye büyük bir ilginin olduğunu söyleyebilirim. Komşularımız ya da bizim akranlarımızdan aklımda kalan herkesin bir umut beslediği, umut bağladığı, yürünecek yolun ortaya çıktığı duygusuydu. Ve zaten Denizler ya da Mahirler ya da sonrasında İbrahim Kaypakkayalar 1971 devrimci çıkışı, yani bu topluma, bu halka genelde değişim isteyen herkese genelde bir umut kaynağı oldular. O yüzden de halkların kurtuluş davasına hem inandılar hem de inandırdılar. Bir de bu yola baş koyma konusunda çok seçkin örnektiler. Hani olur ya kahramanlık çağı. Ve 71 devrimci çıkışı kahramanlık çağıydı. O yüzden onların adları kısa zamanda binlerce, on binlerce belki sayısını çıkaramayız ama çocuklara ad oldu. O adlar dilden dile dolaştı.

İdam haberini nasıl aldınız?

Üniversite ikinci sınıftaydım. Zaten 6 Mayıs sabahı cumartesi günüydü. Benim okuduğum okulda bir tören olurdu. Haber, öğrenciler arasında sanki anlaşma yapılmışçasına sessiz bir protestoyla karşılandı. Herkes üzgündü. Tören başlamadan önce çok iyi hatırlıyorum, uzun boylu, beden eğitimi bölümünde okuyan bir öğrenci 'Arkadaşlar Denizleri idam ettiler, saygı duruşuna geçiyoruz' dedi. Ve bütün okul öğrencilerinin hepsi saygı duruşunda bulundu. Okul yöneticileri de hemen o öğrenciye saldırarak elini indirmeye, burayı dağıtmaya giriştiler. Başkalarını da yardıma çağırdılar ama kimse hareketlenmedi. Yemekhaneye de gitmedik. O gün öyle geçti.

Ondan sonra gençlik hareketi nasıl bir süreç yaşadı?

Denizler'in kendisi yalnızca gençlik önderleri değildi. Bir halk hareketinin önderleriydiler. Halkın şikayet ettikleri, değişmesini istedikleri durumlar, Deniz'in Mahir'in, İbo'nun ortaya koydukları görüşleri ve pratikleri ondan sonraki bütün kuşaklar için birinci derecede yol gösterici oldu. İdamlarından sonra yine 12 Mart faşist darbesi olmuştu. Egemenler bu darbeyle de dikiş tutturamayınca 74 yılından itibaren yeni bir yükseliş başladı. İşte halk hareketi yükseldi, işçi hareketi yükseldi, Anti-faşist hareket sonra Kürt hareketi... 12 Eylül'e kadar bütün bu dinamiklerin ayakta olduğu bir dönem yaşadık. Şimdi Denizler'in o hareketin içindeki rolleri hem görüşleriyle hem de pratikleriyle önderlikti. Hepsi de sevgi halesiydi, aynı zamanda umuttular, aynı zamanda kahramanlık örnekleriydiler. Etkisi bakımından dezavantaj olan bir şey; şimdi onların 60'ların ortasında yetişmiş o dönemin bütün ileri birikimlerini şahıslarında toplamışlardı ve ondan önceki 50 yıllık kaderden kopuşu temsil ediyorlardı. 68 hareketi nasıl ki kopuşsa, 71 devrimci hareketi de onun yarattığı birikimden kopuştu. Onlar devletin, burjuvazinin saldırısı sonucu katledilmişlerdi. Ama onlar kendi dönemlerinde rollerini oynadılar. Sınıf savaşı böyledir. Serttir... Mustafa Suphiler Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılmak için geldiler. Ama Kemalist-burjuvazi onların gelişinin Anadolu'da yeni bir hareketin mayası olacağını tespit etti ve onları imha ettiler. Deniz, Mahir ve İbrahim ve o kadronun yani değişen biçimlerde de olsa yok edilmeleri aynı görüş açısıdır.

Denizler'in son sözünü nasıl yorumaladınız?

Her şeyden önce bir şeye inandığınız zaman başınızı koyacaksınız. İkincisi, Denizler'in idam sehpasına giderkenki sözleri o kuşağın yaratmış olduğu devrimci değerlerin en üst düzeyi durumunda bir mesaja sahipti. Deniz her şeyden önce 'Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği' demiştir. Zaten 71 devrimci çıkışı anlatmış olduğum çıkışlara ek olarak, aynı zamanda bir ezilen ulus gerçeğinin görülmesinin başlangıcıdır. Yani Deniz'le, Mahir'le bir yere gelmiştir. İbrahim'le bu daha somut bir hale gelmiştir. Bu topraklarda bir de Kürt ulus gerçeğinin olduğunu ve bunun kendi kaderini tayin hakkından, bütün siyasal haklarının tanınmasına kadar bir dizi programatik düzlemde görüş oluşturmuşlardı. Ve bunu çok çarpıcı bir şekilde idam sehpasına çıkarken söyledi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği... Bu söz her şeyden önce kavganın bundan sonraki aşamalarını gösteriyor. Teorik görüşleri belki o kadar olgun değildi ama pratik duruşları ve siyasi pratikleri özellikle ölürkenki tutumları da önemli bir mesaj içeriyordu. Diğeri de sehpaya korkusuzca çıktılar. Şöyle bir edebiyat yapılır ya... 'Bunlar iyi çocuklardı niye asıldılar.' Bu doğru bir yorum değildir. Liberal bir yorumdur bu. Burjuvazi niye astığını çok iyi biliyor. Denizler niye asıldıklarını çok iyi biliyorlardı. Bu bir bedeldi. Bir dönem kapanmıştı, yeni bir dönem başlamıştı. Yeni bir çığır açılmıştı, bu çığırın bir bedeli vardı, bu bedeli de en önde göğüslediler. Mesela Mahir'in çok dile getirilmeyen bir pratiği vardır. Onlar Kızıldere'de kuşatılıp açılan ateş sonucu yaralandıklarında Mahir de kafasından vurulmuştur. O zaman ilk sözü İngilizler olmuştur. Yani orda eylemine sahip çıkan, o kararlılığını konuşturan ve İngilizleri cezalandırmak için oraya rehin olarak getirmişlerdir. Yani onların bütün eylemlerinde bir kararlılık var. Zaten bugünkü gençliğin tarihsel bağlar kurmaya çalışması tesadüf değildir. Bugün gençlik dünya çapında Che ile kurduğu bağı, bir sanatçı gibi tanındığı için Yılmaz Güney'le kurduğu bağı devrimci önderler olarak Deniz'le, Mahir'le, İbrahim'le, Hüseyin'le, Sinan Cemgil'le kuruyor. En öne çıkan özellik de bu. Bir tarih yarattılar çünkü onlar.

68 miras olarak ne bıraktı Türkiye'ye?

68 bir zirve. O zirveyi yalnızca o günkü haliyle yalnızca gençlik hareketi değil, genel bir halk hareketi olarak tarihteki kendi özgünlüğünü koruyor. Mesela biz genelde 68'i üniversite öğrencilerinin hareketi olarak biliriz. Oysa ki 68, 69, 70'in 15-16 Haziranı'na kadar bir direniş dönemidir. Türkiye'nin tarihinde en yaygın fabrika işgallerinin olduğu dönemdir. En yaygın toprak işgallerinin olduğu dönemdir. Sonra yoktur zaten, 70'lerde bir parça toprak işgali vardır, fabrika işgalleri sürmüştür. Günümüzde mücadele biçimleri değişti. Gençlik hareketinin de mücadele biçimleri değişti. Üzerinden darbeler geçti, 90'lı yılların kirli savaşı geçti. O zamanlar bir çağrıyla binlerce öğrenci yürüyebiliyordu. Günümüzde böyle bir hareket yok. O yüzden de o tarihsel kesitinin zirvesi olarak öyle duruyor. 40 yılı aşkın bir süredir ışık tutuyor. Henüz bir hareketin yaygınlığı üniversitelerde öğrenci hareketlerinin hakimiyeti, değer saydığı toplumsal kesimler bakımından bunu aşan bir yaygınlaşma olmadı.

Hazırlayan: Hacer PERSİDAT-Erdal ÖLMEZ

DENIZLERI DOĞRU ANLATMAK-2

Onlar bu halkın çocuklarıdır

MARE NOSTRUM

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Can YÜCEL

Aydın Çubukçu. Deniz'in çocukluk arkadaşı. Şimdi Hayat TV Genel Yayın Yönetmenliği yapıyor. Çubukçu'nun en büyük kaygısı Denizler'in içinin boşaltılarak sunması. Ancak bunun mümkün olmayacağı inancı kuvvetli Çubukçu'da ve diyor ki: 'Denizler'in son sözleri çelikten bir duvar gibi onların karşısında duruyor.'

Çubukçu'nun 'Denizler denildiğinde' ilk kurduğu cümle şu oluyor: 'Denizleri doğru anlatmak gerekiyor.' Çubukçu, 'Denizler, halkın muhalefetinin simgesiydi. Türkiye muhalet hareketinin yükselmesindeki en önemli isimlerinden biriydi. Gerek bilgisi, gerek zekası, gerekse de önderlik kimliğiyle öne çıkmış arkadaşlarımızdan biriydi' diyor.

KAVGADA ÖNDEYDİLER

O dönemlerde geniş çaplı bir muhalefet hareket olduğunu söyleyen Çubukçu, 'Öğrenci olmalarıyla beraber Denizler bu muhalif hareketin yani işçi, köylü hareketinin de simgesi haline geldi. Kavgada öndeydiler. Onlar her şeyde öndeydiler. Bir diğer ifadeyle halkın kendi iktidarını kendi elleriyle bir gün sağlayacaklarına inanıyorlardı' diye konuşuyor.

ÇELİKTEN DUVARDIR SÖZLERİ

Çubukçu, şöyle devam ediyor: 'Deniz'in son sözlerini de değerlendirdiğimizde, son sözleri bir manifesto niteliği taşımaktadır. Şimdi kendilerine Kemalist diyenler sahip çıkmaya çalışıyor. Ama gerçek kimliği ve Deniz'in gerçek siyaseti onun son sözlerinde gizlidir: 'Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun Emperyalizm!' Böyle sözleri söyleyen başka bir önder, başka bir lider o dönemde yoktur. Deniz'in son sözleri onu Kemalist, Atatürkçü geçinenlere karşı çelik bir duvar gibi koruyor. Bir kere şunu iyi bilmek gerekiyor: 'Deniz halkın çocuğudur.' Bunu unuttuğunuz zaman savunuculuğunuza kimse inanmaz. Deniz'in son sözlerinde hedef açıktır. Kürtlerin menfaatini kendi menfaatlerinle birleştirmediğin sürece inandırıcı olamazsın. Bütün bunları yerine getirmediğin zaman, bunu tanımadığın zaman halkın çıkarlarını savunamazsın. 'Bağımsızlık' dedi Deniz... 'Yaşasın Türk ve Kürk halklarının kardeşliği' dedi. bunu iyi anlayabilmek gerekiyor. Son dönemlerde Deniz'e sahip çıkmaya çalışanlar, onun düşüncelerini çarpıtmaya çalışanlar bunu iyi bilmeliler: Deniz bu halkın çocuğudur...'

Yüzümüzdeki bıçak yarası

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın idam edilişlerinin üzerinden 38 yıl geçti. Denizler'in idam kararı alınınca Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı bir tünel kazarak Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtılar. Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)'ndan 11 kişi, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Çıkan çatışmada Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı. Kızıldere'de tek hayatta kalan Ertuğrul Kürkçü, o dönemi, kararın alınış sürecini ve mücadele arkadaşlarını anlattı.

O dönemdeki politik süreçle ilgili neler söyleyeceksiniz?

Bir darbe ortamı. Her ne kadar ordu siyasi iktidara açıkça el koymuş değilse de görevde olan hükümeti istifa ettirmiş ve silah zoruyla başka bir hükümet kurdurmuştu. Türkiye'nin 6 büyük kentinde sıkıyönetim ilan edilmişti. Ne Denizler'in yargılanması adil bir ortamda gerçekleşmiş ne de kararların verilmesinde hukuki bir süreç izlenmişti. Aslında bu sürece bütün olarak baktığımızda sağın soldan intikam alma hareketi olarak özetleyebiliriz. Denizler'in idamı, evet, bir askeri mahkeme kararıylaydı. Ama bu askeri mahkeme kararı hem Askeri Yargıtay'da onaylanmıştı, yani silahlı kuvvetler bir bütün olarak bunun altına girmişti, hem de bu kararı onaylayan meclis çoğunluğu yani Süleyman Demirel'in Adalet Partisi... Demek ki Türkiye'deki gericiliğin bütün kolları Denizler'in idamı konusunda ittifak içindeydi. Dolayısıyla Türkiye'de bir darbe ikliminde sağın bütün güçlerinin sola yönelik silahlı kurumsal saldırısı koşullarında arkadaşlarımız idam edildi. Bugün bu idamların adaletsizliği, hukuken genel olarak paylaşılıyor. Ama ben bu idamları yalnızca suç-ceza ilişkisi içerisinde, adli bir sürecin parçası olarak değil aynı zamanda bir devrimci hareketi siyasi olarak felç etme süreci olarak görüyorum. Bu idam iklimi böyle bir şeydi.

Denizler'in idamını öngörüyor muydunuz?

Evet. Öngörüyordum. Zaten o nedenle Kızıldere'deki çatışmada pek çok arkadaşımızın hayatını kaybetmesini göze alarak Denizler'in kurtarılması için çaba gösterdik. Evet, rejimin bu konuda kararlı olduğu anlaşılıyordu, hissediliyordu ve askerlerin mutlaka ve mutlaka 'ordu' adını kullanarak bir silahlı örgüt kurmuş olan THKO'nun insanlarına Türkiye'de iki ordu olamayacağını göstermek isteyecekleri açıktı. Eğer güç ellerinde olursa bunu yapacakları açıktı ve nitekim güç ellerine geçmişti o yüzden bunu yapacaklarını hep düşündüm doğrusu.

Kızıldere kararı nasıl alındı?

30 Kasım 1971'de Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı bir tünel kazarak Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtılar. Kaçarken Denizler'in idamlarının önlenmesi için bir dizi faaliyete girişme konusunda bir karara varmışlardı. Biz dışarıdakiler de bu kararı paylaştık. Ancak onların kaçmasıyla çok sıkı bir takip, kovalamaca, tutuklama süreci başladı. Eylemi ilk gece başaramadık. O gece, 25 Mart 1971 gecesi yayınlanan sıkıyönetim bildirilerinde darağaçlarının hazırlandığının, infazların her an gerçekleşebileceğinin açıklanması üzerine harekete geçmiştik. Ertesi gün de Ankara'dan gelen birlikler Ünye ve Fatsa'yı bastılar. Bize kalan tek çıkış yolu NATO teknisyenlerini alarak eylemi gerçekleştirmek oldu. Ondan sonrası da bilinen durum: Kızıldere köyünde kıstırıldık. 30 Mart'ta çatışma oldu. Ben 31 Mart'ta yakalandım, Kontrgerilla sorgusundan sonra Selimiye Cezaevi'ne kondum. Denizler'in idam edildiği güne kadar hiç gazete vermemişlerdi. Denizler'in idam edildiği gün gazete verdiler. Oradan öğrendim.

Gazetede gördüğünüzde ne hissettiniz?

Benim en çok merak ettiğim şey, onları karalamak için neler yapacaklarıydı? Buldukları tek karalama gerekçesi şuydu: 'Ölürken Marksist-Leninist olduklarını söylediler.' Demek ki, söylemeleri gerekenleri söylemişler ve karşılarındakini çaresiz bırakmışlardı. Tabii bu, büyük kaybı hiçbir zaman telafi etmezdi ama onların cesaretle meydan okumaları geride kalanlara büyük bir direnme azmi verdi. Herkes o ayak izlerini takip etmek istedi. Nitekim askeri müdahalenin de ömrü uzun olmadı. 73'te son buldu. Çöktü aslında. Denizleri idam etmekle askeri yönetim kendi sonunu hazırladı. Ama onun bizim içimizde yarattığı acı h‰l‰ geçmedi. Ve geçmez de. Tıpkı yüzünüzdeki bıçak yarası gibi... Kalbinizde bu acı... Ve o acıyla yaşamayı öğreneceksiniz... Genç yaşta öğrendiğimiz derslerden birisi bu oldu. Şimdi geri dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Aradan bunca yıl geçti. Neredeyse 40 yıla yaklaştık ve Denizler'in adı her gün daha temiz ama onların ölümünü hazırlayan mahkeme başkanı geçenlerde boğularak öldü ve herkes 'Varsa bir ilahi adalet budur işte' diye karşıladı. Demek ki hiç kimse bunu benimsemedi. Belki Deniz'in ölümü yaşıyor olmasından daha ağır bir fatura oldu rejim için diye düşünülebilir ama ben pratikte öyle olduğunu düşünmüyorum. Kendimizi öyle teselli edemeyiz. Kaybettiklerimiz gerçekten çok büyük bir kayıp. Ölüm bir doğa yasası ama arkadaşlarımızın bugün aramızda olmayışı bir doğa emri değil bir düzen emri. Ve bu bizi yaralıyor.

Son dönemlerde Denizleri sahiplenişi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Devrimci hareket kendi tarihini toparlayıp özetleyip kendi bagajına kaldırmayınca buna başkaları da sahip çıkmaya uğraşıyorlar. Örneğin 'ulusalcı' denilenlerin Deniz'e sahip çıkıyor görünmesinin ardında bir öykü var. Deniz ilk mücadeleye atıldığı dönemlerde, bizim o zaman 'milliyetçi devrimci' dediğimiz akımın gençlik kesiminde bir dönem yer aldı. Bu onlara bir arka plan sağlarmış gibi görünüyor. Fakat Deniz 69-70'te bu bağlantılarından sıyrıldı Marksist sosyalist harekete bağlandı. O nedenle Deniz'in tarihsel sürecini doğrayıp parçalarına ayırınca bir tutanak noktası bulmuş sayıyorlar kendilerini. Türkiye'de mücadeleye hazır çok yaygın genç bir kesim var. Onları enternasyonalizmden değil ulusalcılıktan yana bir politik tavra taşımayabilmek açısından Deniz'in siyasi sürecindeki bu başlangıç noktasını onun hayatının sonrasından ayırarak tarihi yeniden yazmaya, gençlere böylece ulaşmaya çalışıyorlar. Deniz'in son sözlerini hiç hatırlamak istemiyorlar. Deniz'in hayatının muhasebesini yaptığında kendi hakkında söylediği son sözü sansürlüyorlar, böylece Deniz'e yönelik kamuoyu vicdanında oluşmuş sempatiyi kendi politik hareketlerine aktarmak amacıyla bunu yapıyorlar. Böyle yapmazlarsa gençlere yaklaşacakları bir bağ yok. Devrimci hareketten onun simgelerini aşırmaya çalışıyorlar. Mustafa Suphi'yi, Mahir Çayan'ı veya İbrahim Kaypakkaya'yı Deniz kadar önemsememelerinin nedeni Deniz imgesinin görece yaygın ve bileşik bir politik bir değeri olması. Onlar bu politik değeri kendi cephelerine tahvil etmek istiyorlar. Denizlere sahip çıkmak lazım, onların mirasına... Gençlere Deniz'in bir 'Cumhuriyet şehidi' değil bir sosyalizm savaşçısı olduğunu anlatmak gerekiyor.

Nasıl bir ortaklaşma zemini yaratılabilir?

deniz_huseyin_yusuf.jpgBizi ortaklaştıracak olan şeylerin başında mazlumun hakkının mazluma iade edilmesi geliyor. İkincisi bütün ezilenlerin birbiriyle dayanışması ve bu hakkın teslim edilmesi. Burada iki görev ortaya çıkıyor: Birincisi Türkiye sosyalisti ve Türkiye emekçisi Kürt halkının özgürlük ve kimlik hakkını savunacak. Kürt emekçileri ve devrimcileri de emeğin hakkını savunacak. Bu iki eksen birbiriyle örtüşmeye başladığı andan itibaren her iki kitlenin sözcüleri de zaten ortak dilden, toplumsal kurtuluşun dilinden başka bir dil kuramazlar. En önemli mesele bu. Türkiye Sosyalist Hareketi ile Kürdistan Sosyalist Hareketi'nin ayrışmasının sorumluluğu daha çok Türkiye Sosyalist Hareketi'nin omuzlarında. Hareket Kürtlerin ezilmişliğine, Kürtlerin kimliklerinin inkarına Deniz Gezmiş gibi sahip çıkamadığı, birincil siyasi meselesi haline getiremediği için bir ortak örgütlenme yolu açılamadı. O zaman Kürt halkı da dedi ki 'biz o öyleyse kendi davamızı kendimiz takip etmek zorundayız.' Bu ağabey, kardeş ilişkisi değil, başka bir şey. Onlar kendi haklarının peşine düşmek zorundaydı. Düştüler. Fakat yine de ulusal kimlik meselesinin çözümü bir sosyal devrimi şart koşmaz. Ama Kürt isyanı, Kürt devrimci hareketi sadece kimlik meselesinin çözümüyle yetinemeyecek kadar derine giden bir sosyal muhalefet köküne sahip. O yoksul köylülerin ve büyük kentlerde işçilerin hareketi. Bu hareket ister istemez işçi sınıfıyla buluşacak. Buluşması gerekiyor. Ben tabii bu yolun şimdi daha da kolaylaştığını düşünüyorum. Çünkü Kürdistan Devrimci Hareketi'nin öncüleri bugün ayrı bir yaşam kapısı da açabilirlerdi, ortak bir yaşam kapısı da... Benim gördüğüm çok büyük ölçüde ortak yaşam kapısı açmış görünüyorlar. O zaman buna uygun yeni bir siyasi dizilme söz konusu olacak. Tabii burada Kürdistan toplumunun da ne kadar çoğulcu, çok parçalı, çok kimlikli olduğunu göreceğiz. Bu ortaklaşmayı sosyal mücadelede bulacağımızı düşünüyorum. Bu noktada Türkiye'de ulusal hakların teslimi bakımından Türkiye emekçileri ve sosyalist hareketi üstüne düşeni yapacak ve Kürtlerin sözcüleri de sosyal kurtuluş davası için Türkiyeli muadilleriyle el birliği yapacaklar. Bunun için ortak örgütlenmeler olabilir; ayrı ayrı yürüyüp politik olarak konfederal, federal yapılar içinde bir araya gelinebilir. Bunların hepsini mücadele içerisinde tartışıp çıkartabiliriz. Ben 1970'lerde açılan parantezin kapanmakta olduğunu görüyorum. Bu da memnuniyet veriyor.

O an çok acı vericiydi

Denizler'in idamından şimdiki sürece kadar baktığımızda en çok canınızı acıtan ne oldu?

Sorgu aşaması... Her zaman en korkunç olan odur. Çünkü her zaman sizden itirafta bulunmanız istenir. Gücünüzün, nasıl sizden çok daha güçlü bir mekanizma tarafından sınırlandığını, bastırıldığını görmenin manevi azabı çok yakıcıdır. Ama daha da kötüsünü, asıl büyük kaybın tam ne demek olduğunu 1 - 2 ay sonra fark ettim. İnsan hemen fark edemiyor. Geri dönüşsüz bir biçimde bu mücadeleyi birlikte kurmuş olduğunuz insanların artık hayatınızda olmadığını, artık neredeyse yapayalnız olduğunuzu anlıyorsunuz. Tabii yüzlerce başka insan var ama kaybettikleriniz, birlikte büyüdüğünüz insanlar. Onlardan ebediyen yoksun kaldığınızı idrak ettiğiniz an, canınızın en çok yandığı an oluyor. O zaman fiziki acılar, tecrit olmak o kadar da önemli değilmiş, onu görüyorsunuz... Mesela ben yıllarca kimseyle görüştürülmeden hapis yattım. 14 yılın 5 yılı hücrede geçti. Ama bütün bunlar içinde en çok acıtan şey bu hakikati fark etmekti: Yani artık yalnızsınız, birlikte yola çıktıklarınız artık yok. Ve hayat böyle yaşanacak. Bunu bilmek... Bu çok acı....

Hazırlayan: Hacer PERSİDAT-Erdal ÖLMEZ

DENIZLERI DOĞRU ANLATMAK-1



Üç Fidan'ı unutmadık

6 Mayıs 1972 sabahı devrimci gençlik liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildi. Denizlerin idam sehpasında haykırdığı 'Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği' sözü aradan geçen 38 yıla rağmen sanki bugün için söylenmişti. Dava arkadaşları, Denizleri ve 68 kuşağını anlattı.

38. yılında Üç Fidan

Tarih yapraklarında ve halkın gönlünde 'Üç Fidan' olarak anılan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edilişlerinin üzerinden 38 yıl geçti. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun kurucu ve yöneticileri olan 'Üç Fidan' dönemin gençlik liderlerindendi. Her birinin kendine has özelliği olan devrimci önderlerden Deniz Gezmiş 16 Mart 1971'de Gemerek'te, Yusuf Aslan Şarkışla'da Hüseyin İnan ise Kayseri Pınarbaşı'nda yakalanmıştı. Ankara sıkıyönetim Mahkemesi'nde yapılan yargılama! sonucu üç gençlik lideri için idam kararı çıktı. İdama götürülürken bile görüşlerinden vazgeçmeyen 'Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Tam Bağımsızlığı' diye slogan atarak kendi taburelerini deviren, 'Üç Fidan'ın arkadaşlarıyla görüştük. Arkadaşları idamlarına kadar geçen süreci, eylemlerdeki duruşları, Mamak Cezaevi'nde idam gecesine kadar süren bekleyişlerini, kısacası bize 'Üç Fidan'ı anlattı.



Dosyamızın adını 'Onları doğru anlatmak' koyduk. Çünkü arkadaşlarından aldığımız görüşler doğrultusunda, gün yüzüne çıkan ortak mesaj buydu.

'Haydi eyvallah arkadaşlar'

Denizlerle birlikte Filistine gidip askeri eğitim alan, Kürecik NATO Üssünü basmaya giden 7 kişilik THKO ekibinde yer alan ve Nurhak'ta girdiği çatışmada yaralanan Mustafa Yalçıner, Denizlerle aynı cezaevindeydi. Denizlerin idamlarına 15 gün kalana kadar birlikte olan Yalçıner, anılarını ve Denizleri anlattı.

Deniz ile ilk karşılaşmanız nasıl oldu?

Deniz'le ilk tanışıklığım, Bursa Cezaevi'nden çıktıktan sonra Deniz, Ankara ODTÜ'ye geldiği an oldu. Ondan sonra benim dağa gittiğim döneme kadar hiç ayrılmadık. Sonra bir takip sonrasında yakalandılar. Sonra yine Mamak Cezaevi'nde buluştuk. Denizlerin idamından 15 gün öncesine kadar sürdü beraberliğimiz. Uzun süre TRT davası sürerken mahkemelere beraber gidip geldik. Aynı hücrelerde kaldık. 18 kişi idam cezası aldığımızda, yine bir ayrı gayrı yoktu aramızda. Ama yargıtay bir numaralı dairesi (tam emin değil) idam cezasını 9 kişiye indirdi. Ben de o dokuz kişinin içindeydim. Sonra daireler genel kurula gitti. Orada da idam edileceklerin sayısı üçe indirildi. Sonra da felaket bir durum olmuştu ben o üç kişinin içinde değildim. İdam edilecekler Deniz, Yusuf, Hüseyin'di. Yani Denizlerle geçirdiğimiz en kahredici süreyi o dakikadan sonra yaşamaya başladık. Ama durumumuzla da dalga geçiyorduk. İşte Deniz çıkıp bir sandaleyenin üzerine 'Şöyle vuracağız tabure' diye dalga geçiyordu. Asılmaya karşı hepimiz tiyatral oyunlar yapıyorduk. Asılmalarına 15 gün kala Deniz'leri yanımızdan alıp, arka taraftaki hücerelere götürdüler. Orada bir kere daha görüştük. Açlık grevine girdikleri zaman. Bizimle görüşmek istemişler, bir kerede böyle görüştüm. Vedalaştık... Sonra 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece onları hücrelerinden çıkarıp götürürlerken Deniz'in sesini duyduk. 'Hadi eyvallah arkadaşlar' diyip gitti.

Nasıl biriydi?

Müthiş hayat dolu... Ölümle biraz dalga geçen, ama gerçekten dalga geçen... Herşeyi alaya alan... Alaya aldığı konunun içeriğini eleştiren...Ama kendi davranışları ile de dalga geçen... Hayatı çok dolu dolu yaşayan... Hayatını zevk alarak yaşarken etrafındakini de bunu aşılayan bir kişiydi bir Deniz... Diğer arkadaşlarda böyleydi mesala... Hüseyin de öyle, Yusuf ta... Ama Deniz bu haliyle daha fazla fark edilen biriydi. Mesala Hüseyin idamcılık oyunu oynamazdı. Hüseyin'ler hiç oyun oynamadı... Ama sandalyesini de o tekmeledi. Yani farklı yapıları olmaları itibariyle birbirlerine üstünlükleri olan müthiş insalardı. Deniz konu ne olursa olsun, hemen hemen onbinkişiyi hemen toplayabilecek bir kişiydi. Yani bu söylemesi çok kolay bişeymiş gibi görünüyor ama yaygın ilişkilere sahip olmayan, arkadaşlarının ruh halini iyi bilmeyen, kalabalığı iyi tanıyamayan birinin hele tek başına birinin böyle bir işi yapması anlaşılır bir durum değildir. Ama yoktan eylemler var ettiğini işte onbin kişiyi sokağa döktüğü ben biliyorum.

Bir örnek verebilirmisiniz?

Bunlardan bir tanesi 6. Filo örneğidir. Şu Amerikalı denizcilerin denizlere döküldüğü eylem. Hiç kimsenin aklında Amerikalı askerlerin denize dökülmesi yoktur. Bir tek Deniz'in aklında vardır ama. Gümüşsuyu'nun orda başlar tartışma. 'İşte gidelim şimdiki adı basın açıklaması' olan şeyi yapalım, devrim andı içelim dağılalım. Bazıları eylemi engellemeye bile çalıştılar. Deniz'de güneşe akın var akın diyerek bir çağrı yaptı mı herkes ne yapacağını şaşırıyor. Şimdi burda Deniz'in gözlemlediği şey şudur, öğrencilerin ne yapmak istediklerini, neye özlem duyduğunu biliyordu. Onu yakalamıştı. Deniz o gençlerin gözlerindeki öfkeyi yakalıyor, tek başına da olsa bu çağrı yapıyordu. Deniz bu işte. Bize de Deniz türü adamlar gerekiyor. Eylemlerin içinde eylemin nerede nereye kadar gidebileceğini bilebilen, onu gözleyebilen, arkadaşları ile beraber soluk alıp verebilen, aynı havayı soluyabilen... Ancak Deniz gibileri bunu. Deniz o dönem yalnızca İstanbul'un da değil ayrıca Ankara'nın da önderlerinden. Deniz'i Deniz yapan özelliklerinden birisi neyi yapılabileceğini bildiği için nerede durması gerektiğini bilmesiydi. Mesala ben Ankara'daydım Deniz İstanbul'daydı. Biz Ankara'dayken genelde polisten dayak yerdik. Bizim kavgalarımızda polis üstün çıkardı. Ama onlar sürekli olarak polisi önlerine katıp kovalarlardı. Deniz şunun farkındaydı kazandığın başarılarla ilerlemek... Şimdi hep dayak ye kimse Deniz'in arkasında yürümezdi.

O dönem nasıl miras bıraktı?

68 devrimci bir miras bıraktı bize. Nedir miras.? Sağolsun Deniz mirası çok iyi özetliyor. Nasıl asılacağına hazırlanan Deniz, ne söyleceğini de hazırlamış. Kahrolsun Emperyalizm diyor mesala. Devrimci bir çağrı, işte emparyalizme karşı mücadeleden bahsediyor. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlığı diyor mesala. Nasıl bir bağımsızlık? işte emperyalizme karşı mücadelenin milliyetçi bir mücadele olmadığını söylüyor. Halkların mücadelesi olduğunu ve ancak halkların kardeşliği ile verilebilecek bir mücadele olduğunu söylüyor. Yaşasın İşçiler ve Köylüler diyor. Mesala Deniz yaşasın solculara demiyor. İşçilere ve köylülere sesleniyor. İşçi ve köylü onun malzemesi yani bir araya gelin diyor. Örneğin Deniz işçi evlerinde çok duraklamıştır. Dışarda olduğunda, ya bir işçinin evindeydi ya da bir sendikanın eğitim odasındaydı. Ya da işçi eylemlerinin direnişlerinin içindeydi. Deniz'i deniz yapan yüzünün halka dönük olmasıydı. Bu yüzden halk kendi için çabalayan, önderleri unutmuyor.

Deniz'in halkla ilişkisi nasıldı?

Deniz sadece üniversiteler de değil eylemlerle halkın içinde de yer alıyordu. Deniz artık ülkenin demokratikleşmesi için mücadele ediyordu. Ama gençlerle ilişkisini de kesmiş değildir. Çünkü o da gençlerle başladı. Hiçbir hareket ihtiyarla örgütlenmemiştir. Ama genel bir perspektifi vardır. Sadece gençlerin sorunlarına çözüm üretiyor yoksa bütün bir halkın sorunlarına mı çözüm üretmeye çalışıyor? İkincisini yapıyor tabi. Mesala köylülerin Deniz'i sevmesi burdan geliyor. Deniz'i kendilerinden biri olarak görmeleri, Deniz adı geçtiğinde gözlerinin yaşarmasının bir nedeni de budur. Kürt'ün de Türk'ün de ortak sevdiği çok az sayıdaki insanlardan biridir Deniz.

Deniz hakkında 'Milliyetçi-Kemalist' olduğu söyleniyor?

Şimdi Deniz Filistinli'ler ile ölmeyi göze alabilen birisi. Onlarla beraber savaşıyor. Şimdi başka bir halkla birlikte ölmeyi kabullenen birisi milliyetçi olabilir mi? Şu doğru Deniz başlangıçta azalmak üzere Kemalist fikirlere sahip. Sonraki açıklaması emperyalizme karşı bir savaş yürütme kararı ve bunu pratiğe döküyor. Sonra dönüp, tarihe bakıyor. Tarihte bunu yapan Mustafa Kemal var. Dolaysıyla yeni bir anti emperyalist mücadele vermeye girişen biri ister istemez tarihe bakıp, bunun yürütücülüğünü yapan biriyle etkileşim içerisine giriyor. Ondan etkileniyor. Ama yaşasın Kemalizm diyen bir Deniz yok, yaşasın Marksizm diyen bir Deniz var. Deniz bunun farkında değil mi? Şimdi Kemalist olacak ama kalkıp yaşasın Marksizm Leninizm diye bağıracak. Ha demek ki mücadele hem Deniz'i olgunlaştırıyor hem de Deniz'in perspektiflerinde bir takım değişimlere yol açıyor. Şimdi Kemalizm ile Kurtuluş Savaşı'nda Kürtlere dağıtmış olduğu mavi boncuk ötesinde bir olumlu ilişki kurmak mümkün mü? İşte Dersim, Şêx Said isyanı... Kemalist bir devlet hep Kürtlerin üzerine yürümüş bir devlet olarak bilinmiştir. Deniz ne diyor peki Yaşasın Türk ve Kürt halkının bağımsızlığı...

Peki ya diğerleri?

Şimdi ben Denizler dediğimde bir tek Deniz'i kastetmiyorum. O bir sembol. Mesala Che diyince diğerlerine haksızlık oluyor mu? ben olmadığını düşünüyorum. Yani o dönem Deniz'de sembolleşmiş. Yani bu ne Mahir'e ne Hüseyin'e ne Yusuf'a ne diğerlerine haksızlık değildir. Halk böyle diyor en azından. Böyle şeyler halkın vicdanıyla çözülür. Yani gidip ortalama birine sorarsanız o dönemde öne çıkan Deniz'dir. Mesala beni devrimci yapan Deniz değil, Hüseyin'dir. Şimdi ben Hüseyin Hüseyin demem mi gerekiyor. Hüseyin de çok önemli biridir. Örneğin THKO'nun kurulmasında en az Deniz kadar önemli biridir. Ama Deniz'in yeri başkadır. Ben eski bir arkadaşı olarak, beraber mücadele ettiğim bir olarak söylüyorum. Bir gün benim de üyesi olduğum bir islamcı mail grubundan biri Deniz'e laf söylemiş. Grubun diğer üyeleri ise Deniz'i sahipleniyor. Kendi kavram ve usluplarıyla tartışarak o adamı tutup attılar.

Bu miras nasıl yaşatılır?

Bir mirası yaşatması sorunu ve bir de mirası aşması sorunu var. Şimdi Deniz'lerin idamının üzerinden 38 yıl geçti. Örneğin Türkiye'nin sorunları katmerleşti. En azından şimdi daha fazlasını yapmamız gerekiyor. Geriye bir de mirası yaşatmak kalıyor. Ondan öğrenerek, ondan biriktirerek yürümemiz gerekiyor. Denizlerin dönemindeki kadar halklaşmamız lazım. Bu Kürtler açısından örtgülenmeleri bakımından böyle bir formül bulunduğu söylenebilir. Ama genel Türkiye halkları bakımından devrimin haklaştırılması, işte böyle bir problem var. Bu olabiliyordu, bunu biz geçmişte gördük. Bugün sağlam birlikler kurmak, sağlam örgütlülükler kurmak, Deniz'lerden miras olarak alıp ilerletmek gerek.

Nurhak'ta arkadaşlarınızı kaybettiniz...

Benim hayatımda iki tane başlıca zor vardır. Birincisi idamımım bozulmasıdır. Diğerleri idama giderken onların seyircisi olmak çok zordur. İkincisi de çatışmadır. Çatışmada ben vurulmadan iki arkadaşım vuruldu. Onlara mesala yardım etme şansımda yoktu. Geri çekilmeye çlaşıyorduk ve aramızda beşer metre vardı. Sinan bende sonra vuruldu. İşte ben onların iniltilerine tanık oldum. vurulurken bacağımın koptuğunu sandım. Mavzer mermisi felakettir yani. Aldığımız askeri eğitim ile çatışmanın felaketle sonuçlanabileceğini anlamıştık. Çünkü bulunduğumuz yer kuşatmaya çok müsait bir yerdi. Sabah ilk saatleriydi ve Mayıs ayıydı. Sürekli olarak takviye gelecekti. Anladık yani. Sonra beni Gölbaşı'na sağlık ocağına götürmüşlerdi. Beni cansız yatan arkadaşlarımın yanına götürdüler. En son orda gördüm onları. Orda iyice fena oldum. Sinan'ın üzerinde en yüztane delik vardı. Taramışlar düştükten sonra...

Her 6 Mayıs'ta yeniden doğuyorlar

Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan 23 yaşındaydılar idam edildiklerinde. Tarih 6 Mayıs 1972... 38 yıl geçti aradan şimdi kavga arkadaşları Üç Fidanı anlatıyor. Gençlere, gelecek kuşaklara onları daha doğru anlatabilmek için...

Mücadele arkadaşlarından şimdilerde Mersin'de 68'liler Derneği'nin başkanlığını yapan Selçuk Polat: 'Biz geçmişte köylere gittiğimizde camiden anons ediliyordu: DEV-GENÇ'li kardeşlerimiz gelmiştir 'Süleyman'ın kahvesinde saat altıda buluşalım diye'

MÜESSES NİZAMIN BEKÇİLERİ

Selçık Polat Denzileri şu cümllerle anlatıyor: 'Ben onları canavarların önüne atılan, onlara kafa tutan özgürlük savaşcıları olarak değerlendiriyorum. Denizler sadece asılan üç arkadaşımız değildir: Müesses nizamın bekçilerinin dişlerinin arasından bu üç fidanı almak için hayatlarını hiçe sayan Kızıldere Arslanlarını diğer öldürülen yoldaşları da bu tanımın içine almak gerekir.'

'O gün de bugün de toplumu korkular yönetiyor' diyen Selçuk Polat, 'Biz 70'lerde kokunun efendilerine karşı başkaldırdığımızda toplumun tüm kesimlerinden destek alabilmiştik. Belki bu desteği iyi değerlendiremedik. Fakat bugünleri etkileyen hatta belirleyen devrimci mücadeledeki tüm olumlu örnekleri sergiledik.' diye konuştu. Polat, 'Kızıldere nasıl devrimci dayanışma ve fedakarlık da en üst ve tartışılmaz bir örnekse aynı şekilde okullarda, köylerde, fabrikalarda ve kasabalarda ki çalışmalarımız kitle çizgisi açısından rakipsiz bir öneme sahiptir. Türkçü-İslamcı zehir 12 Mart'ta tüm topluma verilerek ve buna bir de devlet şiddeti yani Ergenekon (Kontr- gerilla) saldırısı eşlik edince bu bağlar tek tek koparılmıştır.'dedi.

CAMİDEN ANONS GEÇİLİRDİ

'Geçmişte köylere gittiğimizde camiden anons ediliyordu: DEV-GENÇ'li kardeşlerimiz gelmiştir Süleyman'ın kahvesinde saat altıda buluşalım diye. Daha da önemlisi İşçiler 15-16 Haziran 1970 de İstanbul Kömünü'nü kurmak üzereydiler.' şeklinde anlattı. Polat sözlerini şöyle sürdürdü: 'Bugün Milliyetçiler ile İslamcıların ayrı ayrı durduklarına ve ayrı kulvarlarda olduklarına bakmayın. Bu halkımıza karşı kurulmuş tuzakların en büyüğü ve en tehlikelisi. Tıpkı bağlanmamış bir kemer gibi düşünün bunu. Aynı kemerin tokası ve ucudur onlar. Kim ki onların etkisine girer bilinki o büyük projeye hizmet etmiş olur. Bizim projemiz ise insan temelli sosyal ve demokratik bir ülke yaratmaktır. ABD politikalarını hedef almamız işte bu yüzden anlamlıdır. Çünkü antiemperyalizmi, antifaşizm ve antişovenizmle birleştirmeyi başarmıştık. İşte bu açıdan Denizin ölüme giderken haykırdığı slogan tesadüf değildir ve Kürt sorununa bakışımızında bir ifadesidir.'

Polat son olarak, 'Arkadaşlarımızın asılması ve katledilmesinden bu yana bana acı veren en büyük olay veya gelişme onların asılmasında bizzat rol alanlar ile bunlarlarla aynı kafa yapısında olan devamcılarının bugün kendine sol diyenler tarafından topluma demokrat olarak sunulmasıdır. Yani Demireller; Özallar, Türkeşler, Yazıcıoğuları, Erdoğanlar ve diğerleri' dedi.

Hazırlayan: Hacer PERSİDAT - Erdal ÖLMEZ

Resmi tarihe direnen kadın;Halide Edib



İpek Çalışlar'ın 'Biyografisine Sığmayan Kadın'ı Halide Edib, bugüne kadar hakkında yapılmış tüm tarifleri alt üst eden; çekici, karizmatik, muhalif ve bunun bedelini ağır ödemiş bir kadın.

Halide Edib, başta Ermeni katliamı olmak üzere, devlet şiddetine sert muhalefet yapmasının yanı sıra, Ermenilerden özür dileyen ilk aydın olma özelliğini de taşıyor.

İstiklal Mahkemeleri'nin idamlarından sonra yazdığı bir mektupta yaşadığı derin üzüntüyü aktarırken 'hiç kimsenin haber alamadığı Kürdistan'daki kanlı gelişmeler'den de bahsediyor.

Ermenilerden özür dileyen ilk aydın

Gazeteci-Yazar İpek Çalışlar 'Latife'den sonra, bu kez de 'Biyografisine Sığmayan Kadın' Halide Edib'i bize tanıtıyor. Bunu yaparken de, bir kez daha resmi tarihin gizlediği ve çarpıttığı çok önemli gerçekleri kamuoyunun önüne seriyor. Çalışlar, daha kapağındaki Halide Edib ile bize sunulan fotoğraflardaki Halide Edib arasındaki farktan başlayarak, her sayfada; resmi tarihteki çirkin, sevimsiz ve hatta önemsiz Halide'ye karşı, muhalif, çekici, karizmatik ve demokrat bir aydının portresini çıkarıyor.

Ama bununla da bitmiyor. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir gibi Kurtuluş Savaşı'nın komutanlarının, Hüseyin Cahit Yalçın, Vedat Günyol gibi dönem aydınlarının portresini de yeniden çiziyor.

Atatürk'ü Koruma Kanunu'na 'İlahlaştırılacağı' için karşı çıkan, 'savaşta değil harita başında büyük bir komutan' olarak gördüğü Mustafa Kemal'i diktatörlükle suçlamaktan çekinmeyen Halide Edib, Mustafa Kemal'e 'Biz senin uşakların değiliz, Paşa' diyecek kadar cesur bir kadın.

Hem CHP'yle hem DP'yle arası açılan Halide Edib, dindar ama dinciliğe karşı, milliyetçi ama şovenizme karşı, komünizme karşı ama Nazım Hikmet, Mihri Belli gibi soldaki isimlere destek veren; yani h�l� çok ender rastlanan gerçek bir demokrat. Bunun bedelini de ağır ödemiş bir kadın.

Kuşkusuz epey tartışma yaratacak kitap; yakın tarihe kadın gözüyle ışık tutarken, iktidar olma reflekslerini, toplum-devlet ilişkisini, demokrasi ve kadın mücadelesini de sorguluyor.

İpek Çalışlar'ın dört yıllık emeğinin sonucunda oluşan ve 1 Mayıs'ta rafa çıkan Halide Edib ile cumhuriyetin kuruluş sürecine ilişkin bütün bildiklerinizi yeniden gözden geçireceksiniz.

  • Kitabı hazırlarken ulaşmak isteyip de ulaşamadığınız kaynaklar oldu mu?

    Kaynakların yarısı 1920'lerin İngilizcesi ile yazılmıştı, diğer yarısı da eski Türkçe'ydi, yani Arapça. İnsan kendi dilinden okuyamayınca arada bazı şeyler kaynıyor, bazı laflar gidiyor. Böyle olunca elbette ki konuyla ilgili değil ama araştırmayla ilgili sıkıntım oldu.

  • Dönemin gazetelerindeki Türkçe nedeniyle, doğru aktarma endişesi yaşadım.

    Konunun kendisiyle ilgili bir sıkıntı yaşamadım çünkü ben onu daha önce keşfetmiştim. Cumhuriyet gazetesi için üç aylık bir Halide Edib çalışması yapmıştım.

  • O keşfettiğiniz Halide Edib ile sonra karşılaştığınız Halide Edib farklı mıydı?

    Halide Edib'i o zaman da çok doğru görmüşüm. Hatta kitap bittikten sonra o yazıyı tekrar okuduğumda, çok beğendim. Çok doğru anlatmışım.

  • Daha önce Halide Edip sizin için nasıl bir kadındı, nasıl birine dönüştü?

    Bence klasik bir klişeydi. Klişenin böyle bir manası varmış; gerçekleri de örtebiliyor.

    Bir dönemin kahramanı, ya da anti kahramanı diye geçip gittiğim bir kadındı hep. Onun üzerine yaptığım uzun bir sohbeti bile hatırlamıyorum açıkçası. Fakat bir noktaya gelince, bir şeyleri biriktirince bütün insanlara farklı bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. 2000'li yılların başında bir Halide romanı okudum. Sadece bir roman. O romandan birden bire bu kadının çok enteresan bir hayat hikayesi olacağını düşündüm. Hemen anılarını okumaya giriştim. Anılarını okurken herkese anlatmaya başladım. Komşuma telefon edip, ya çok enterasan bir kadın diye okuduklarımı paylaşıyordum. Bir Halide Edib kitabı hakkında yazmaya girişmişken, Halide Edip yazısı yazmaya karar verdim. Neredeyse bütün bir yaz boyunca keyifle Halide Edib ile ilgilendim.

    Ama nedense o sırada onu kitap haline getirmek hiç düşündüğüm bir şey değildi.

  • Kitap yapmaya nasıl karar verdiniz?

    Latifeyi okurken dönemi çok iyi öğrendim. Artı Latifeyi okurken Halide'nin İngilizce kitaplarından yararlandım. O bana anahtar gibi oldu. Benim Latife kitabında bayağı bir Halide Edip anlatımı var.

    Hakikaten o tarihe ilişkin bir kadın yazmak gerekiyorsa, Latife hanım dışında, o benim kişisel merakımdı, Halide Edib olmalıydı. Ama çok fazla edebiyatla bağlantısı var diye gerçekten korkuyordum yazmaya. Bunun içinden nasıl çıkarım, diye düşünüyordum. O kadar romanı var, anıları var. Biyografisini yazmak çok zor geliyordu. Nasıl yerleşecek bunlar derken, baktım o romanlar kolaylıklar sağlıyor tersine.

    Siyasi kavganın da bir parçası olduğu için tam benim aradığım kadınmış gerçekten.

  • Latife ile Halide Edib arasında benzerlikler var mı?

    Var. Bence ikisi de muhalif ruhlu. İkisi de iyi eğitimli, aralarında 16-17 yaş fark var ama, tabi gelir farkı da var. Latife çok zengin bir ailenin kızı Halide normal bir ailenin kızı. Ve her ikisi de bir biçimde bağımsız bir kimlik olmayı becerebilmişler, çok itirazcı kadınlar. Sonunda da her ikisinin hayatında da Mustafa Kemal'in önemli rolü olmuş. Bu iki kadın nedeniyle Mustafa Kemal ile de çok yakından tanıştım. Onun da bir rolü var herhalde Halide Edib'e yönelmemde.

  • Bundan sonra bir de Mustafa Kemal yazmayı düşünüyor musunuz?

    Hayır, düşünmüyorum. (Gülüyoruz)

    Kitap bende umutsuzluk yarattı itiraf edeyim. Halide Edip'in verdiği kadın mücadelesi, demokrasi mücadelesi aynen sürüyor. Bir arpa boyu yol almışız...

    Evet. Ben de onun için, 1919 yılındaki seçimlerde adını koyduklarında, keşki gidip Ayan Meclisi'nden yorum alsaymış; parlamentoya girebilirsin diye. Ne şahane olacaktı. Bir kere yokuşun bir bölümü tırmanılmış olacaktı.

    Halide'ye kitapta bir de eleştiriniz var. Halide'nin 'Meclisteki kadın vekillerin niceliği değil niteliği önemli' dediği için...

    Doğru niteliği de önemli ama şöyle bir tecrübemiz var. KA-DER'de üç yıl çalıştım. Kadın vekillerden kendi cinsini korumak ve kollamak adına çok da istekli olmayanlar bile bir sonraki sene öğreniyorlar. Zaman içinde çok değişebiliyorlar. Ciddi bir dönüşüme neden oluyor. Bu bir farkındalık meselesi. Hepimiz bir süre sonunda görmeye başladık. Orada kafalarına öyle balyozlar iniyor ki, kadın olduklarını fark edip, görmeye başlıyorlar.

  • Bugün, Halide'nin konumundaki bir kadın, Halide'nin hem siyasi hayatta, hem özel hayatında gösterdiği cesareti gösterse başına neler gelir?

    Evet, çok tepki alır. Ama belki toplumdan almaz. Bazı kanaat önderlerinden alır. Şöyle bir şey var: Seçme seçilme hakları olmadığı halde Halide ve birkaç kadına oy çıkıyor sandıktan. Ama parlamento her zaman daha tutucu oluyor ve seçilmelerini sağlayacak kanunları çıkarmıyor. Toplumla o kadar büyük bir derdimiz olmadığını düşünüyorum. Seçilmişler, bizi yönetmekle görevli olanlar her zaman daha muhafazakar olmuşlardır. Her zaman bu böyle oluyor diye düşünüyorum.

    Halide Edib'in siyasi kavgası, tam bir demokrasi kavgası olmuş. Bir demokrat olarak hem CHP hem de DP iktidarı döneminde aynı hayal kırıklarını yaşamış...

    Halide, liberallerin durduğu yerde duruyordu. Liberaller de her zaman itilip-kakılan insanlar, az bir grup, sesleri yüksek çıktığı zaman iyi oluyor. Bir denge sağlayacak yazılar yazıyorlar, konuşmalar yapıyorlar. Bence Halide'nin siyaset yapma isteği var. Ama iktidarın otoriter tavrına çok itirazı var. O bakımdan hiçbir yerde barınamıyor.

    Halide'nin yıldızının yükseldiği zamanlar otoritenin parçalandığı zamanlar oluyor. İşte, Osmanlı İmparatorluğu dağılırken, 1909 yılında gene ihtilalden sonra, ayaklanmalardan sonra. Çok durmuş oturmuş dönemlerde Halide'yi eziyorlar.

  • Halide'yle birlikte siyasetle ilgili çok kadın olduğu anlaşılıyor kitaptan...

    Evet, bizi sevindirecek kadar çok. Konuşmacı olarak 5-6 tane kadının adı geçiyor. Ayrıca katılımcıların da yoğun olarak kadınlar olduğunu görüyoruz. Kadınların hitap etmesi kadınları sokağa çıkarıyor. Özellikle toplumsal gerginler sırasında kadın çok daha fazla eziliyor. Erkek savaşa gidiyor, ölüyor ya da kalıyor ama kadın, ona yasaklanmış iş dünyası içine girmek zorunda kalıyor ve hayatı omuzlayıp götürüyor. Yani ona yasaklanmış bir hayatı yaşamaya başlıyor, onu yeniden öğreniyor. Bütün duygusal ilişkileri bozuluyor, çocuğu askerde, kocası ölmüş, karşısında yaralılar... Yani, savaşlar sırasında kadınlara alan açılmış oluyor ve hızla değişiyorlar.

    Problem savaştan sonra ortaya çıkıyor. Onları cepheye ya da hastanelere çağıranlar, meclisin kapısını hemen kapatıveriyorlar. Bütün mücadelelerde böyle olmuş. Bütün milli mücadelelerde kadınlar önemli görevler omuzluyorlar, ondan sonra postları erkekler paylaşıyor. Kadınları da eve, ocak başına geri yollamaya çalışıyorlar.

  • Halide Ermenilerden özür dileyen ilk aydın mı?

    Belki ilk değildir. Ama benim elimdeki belgelerde açıktan özür dilediğini söyleyen o var. Belki 5 sene sonra bir başkası daha çıkabilir ama şu anda ilk olduğu görülüyor. İki tane şey yapıyor. Biri; 1909 Adana katliamından sonra yazılı olarak yapıyor, o yazıyı Ermeni basını da iktibas ediyor. Ve iki Ermeni kadın Halide'ye teşekkür ederek cevap yazıyorlar. Bir de; 1915'den sonra Türk Ocağı'nda 600-700 kişilik bir toplantıda açıktan görüşlerini dile getiriyor. Ondan sonra epey problem oluyor. Sürgün de denebilecek biçimde İstanbul'dan ayrılıyor, Suriye'ye Cemal Paşa'nın yanına gidiyor. Hiç hoş karşılanmıyor bu konuşma. Çünkü İttihat ve Terakki'nin ardında kalmış en kanlı eylem o gün sessizlikle ya da ufak eleştirilerle geçiştirilirken Halide'nin bir 'deli' kadın olarak, kendine güvenen bir kadın olarak açıktan toplantı yapması çok çarpıcı.

  • Şeyh Sait olayından sonraki şiddeti de eleştiriyor çekinmeden...

    Evet. Oradaki şiddeti de eleştiriyor. Halide'nin şiddete karşı ciddi bir tavrı var. Ben bunu aldığı eğitime bağlıyorum. Kendisi de şiddetle ve ölümle yüz yüze gelmiş bir kadın. Ülkesinden kaçmak zorunda kalmış. Dolayısıyla o konuda ısrarlı bir tavır içinde oluyor hep. Ama bir tek o değil ki ölümle yüz yüze gelen. Başkaları da var, ama sesleri çıkmıyor. Mesela Hüseyin Cahit Yalçın da ölüm tehlikesi geçiriyor. Yanlışlıkla o diye başkasını öldürüyorlar. Şiddete karşı bir yazısı var mı bilmiyorum. Muhtemelen yok. Ama şiddet kışkırtan yazısı olduğunu biliyoruz. Yani içinde var kadının bu duygu. Hakkaniyeti var. Bir de çok eleştirel bir kadın. Başkalarını nasıl eleştiriyorsa kendini de aynı ölçüde eleştirebiliyor. İyi bir aydın bence.

  • Halide bütün savaş yılları boyunca adeta bir elçi gibi çalışıyor ve Amerika'yla ilişkileri o yürütüyor. Hatta mücadele önderlerinin isimlerini ve kişilik özellikleri içeren bir liste veriyor. Halide bir istihbaratçı mı?

    Milli mücadeleye destek almak için bilgi veriyor onlara, bir miktar da yönlendirerek. Bunlar geleceğin, bunlar geçmişin, bunlar bugünün insanları gibi. Hani şunlar kalıcı olabilir, bunlar olmayacak gibi. Ama Halide örgütlü bir kadın. Yaptığı işlerin hiçbirini kendi başına yapmıyor. Kendi başına rapor hazırlayan biri değil. Bir rapor varsa, 'yap' dendiği için yapmış. Amerikalılarla ilişkisi zaten Milli Mücadele'ye hazırlanan insanları temsilen kurulan bir ilişki. Temsili bir ilişki. Bunlar zaten ülke yönetimiyle ilgili şeyler, tek başına yapabileceği şeyler değil.

    Sonraki yıllarda Mustafa Kemal'le arası neden açılıyor?

    Ankara'da siyasetin ötesinde bir savaş veriliyor. Halide Edib emir komuta zinciri içinde biri değil. Otoriteye çok itirazı olan bir kadın. Yani emre itaat edeceksiniz duygusu onu çıldırtmış olmalı. Zaten orada kopuyor Mustafa Kemal'le ilişkisi. Bunu da Cavit Bey'e yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz, anılarında yer verdiği. Zaten ben ona küstüm de demiyor anılarında. Sadece, bu kadarını anlatıyor. Başka bir ayrıntı vermiyor. Mümkün mertebe Mustafa Kemal'den uzak kaldığını, karargaha gitmediğini anlatıyor. Ankara'ya uzun ve ölümcül bir yolculuğu böyle bir hüsranla bitince, Halide doğayla, hayvanlarıyla, baş başa bir 4 ay geçiriyor. Sonra yeniden katılıyor mücadeleye.

  • Basının o gün de iktidara paralel olarak Halide'ye tavrını değiştirmesine bakınca bugün bir fark olduğunu düşünüyor musunuz?

    Aynı. Medya iktidarın yani otoritenin yanında yer alıyorsa bugün de aynı yöntemleri kullanıyor. Basın Halide'yi önce göklere çıkarıp sonra yerin dibine sokuyor. Aynı insan, 4 sene içinde basın tarafından bambaşka bir kimliğe sokulabiliyor. Bazı yılların gazetelerine göre bir hain, başka yıllara bakınca en vatansever kadını görüyorsunuz. Halide hangisi, o mu, bu mu diyorsunuz. Basın için üç ayrı Halide Edib var.

    Ermeni katliamı ve 'Kürdistan' üzerine

    Halide Edib, Türk Ocağı'nda yaptığı, olay yaratan konuşmada kan akıtılmasına karşı çıkıyor, bu olayda sorumluluğu olanların, incinen kurbanlardan daha ağır biçimde yaraalacakları inancını dile getiriyordu. Bu konuşmadan sonra ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Cemal Paşa ile Suriye'ye giden Edib 1916 mayısında da şunları söylüyordu:

    'Hiç kimse ülkesini benim sevdiğim kadar seveme,. A, hiç kimse ülkesini benim eleştirdiğim sertlikte eleştiremez. Bu katliamların lekesini de milletimin üstünden hiçbir şey temizleyemez.'

    İstiklal Mahkemeleri sürecinde, Columbia Üniversitesi profesörü Mead Earle'e yolladığı mektupta idamlara duyduğu üzüntüyü dile getiriyor ve Cavit Bey'in karısının üzüntüden delirdiğini anlatıyor, 'Abidin'in annesi darağacının ayağında düşüp ölmüş' dedikten sonra şöyle devam ediyordu:

    'Bu tek tük örneklerden bahsetmenin doğru olup olmadığından emin değilim, çünkü mahkemeler hiç kimsenin bir haber alamadığı Kürdistan'daki gelişmeleri saymazsak bile şimdiden binden fazla kişiyi mahvetti.'

    İnci HEKİMOĞLU

  • Bir Masal Kuşu: ALBATROS

    'Bir masal kuşu konar düşlerime Açılır kapısı çocuk yalnızlığımın...'

    Kahraman kardeşlerin 'Bir Masal Kuşu' adlı şarkısının bu dizelerinde söylendiği gibi, artık masal kuşları konmuyor düşlerimize bile. Eskilerde, o özlediğimiz uzak geçmişte kaldı efsaneler, masallar... Büyüdük ve 'gerçek' denilen o yabancılık ile tanıştık. Kayboldu, anlatıldıkça onulmaz mutluluk duyduğumuz efsaneler... Onlar değil de biz kaybolduk belki de, gerçeğin yanılgısında. Çocukluğun sisli anıları olarak kaldılar. Kirliliklerden uzak bir dünyanın öyküsüydü onlar.

    Sanki efsaneleri, masalları yadsımakla başlardı yaşam. Önce çocukluğumuzun masallarını yadsımamız öğretildi bu yüzden. Yadsıdığın kadar büyüyecek ve insan olacaksın! Oysa yadsıdıkça doğamızdan uzaklaştığımızın ayırdına varmadık, varamadık. Varoluşumuzun kaynağı doğadan koptukça, uzaklaştık kendimizden de. Kendini yitiren insan, yitirilen doğa, yitirilen güzellikler, yitirilen farklılıklar demekti, biz görmedik. HÂl görmediğimiz gibi.

    BİLGİ AĞACINDA YAŞAYAN SİMURG

    Bilirsiniz Simurg efsanesini... Pers masallarında anlatılır. Kuşların sultanı güzeller güzeli bir kuş vardır. Adı: Simurg. Uzun boynunda beyaz bir halkası, dinleyenleri hayran bırakan sesi, altın tüyleri olan kocaman bir kuş. Kaf Dağı'nın ardında görkemli sarayı olan Bilgi Ağacı'nda yaşar, her şeyi bilirmiş. Tüm kuşlar, bu çok merak ettikleri sultanlarını görmek için yanıp tutuşurlar. Kuşların tek umudu olur Simurg. Ve, kendilerini bekleyen zorlu yolculuğu göze almaya karar verirler. Kaf Dağı'na doğru yola çıkarlar. Tek amaçları, kusursuz güzelliğe sahip olan Simurg'a ulaşmaktır. Simurg'a ulaşmak için; İstek, Aşk, Marifet, İstisna, Tevhid, Hayret ve Yokluk adında yedi vadiyi aşmak zorundadırlar. İsteği az olanlar dönmüş önce, sonra aşk denizine kapılanlar, ayrılık vadisinde kopanlar, umutsuzluğa düşenler, öfkesine ve beşeri zaaflara yenilenler... Uzun ve bir o kadar da engellerle dolu yolu, inanç ve azimle uçan sadece otuz kuş aşabilmiştir. Ancak Kaf Dağı'na vardıklarında, görürler ki ne efsanevi kuş Simurg vardır ne de görkemli sarayı.

    EFSANELERİ GERÇEK KILANLAR VAR

    Sır sözlerdedir yine. Farsça'da 'Si'; 'otuz' demektir. 'Murg' da 'Kuş.' Simurg 'Otuz Kuş' anlamına gelmekte ve efsanevi sultan da o Kaf Dağı'nı aşma cesaretini kendinde bulan otuz kuşun ta kendisidir.

    Yadsımak en büyük yanılgımızdı, çünkü efsaneler hâlâ sürüyor, doğa ve insanlık var oldukça bitmeyecek de. Ufkumuz, diğer tüm canlıların varlığını sadece kendine hizmetin gerekçesi gören insan çıkarcılığının gidebildiği kadar. Bu yüzden, dünyadan yiten her bir şey ile kaybolduğumuzu görmüyoruz. Oysa efsaneleri gerçek kılanlar var.

    Yokediciliğini 'gerçek'in ardına gizleyen 'insanlar dünyasında', hâlâ Simurgların izini sürenler var. Biz insan olanlar farkına varmasa bile. Bilmediği Kaf Dağı'na doğru zorlu yolculuklara çıkan ve her yolculuğun kendine dönmek olduğunu bilen birileri... O birilerini, Latin Amerikalı yazar Eduardo Galleano, en sade sözlerle bakın ne güzel anlatmış:

    'Rüzgarda yaşıyor. Her zaman uçuyor, uçarak uyuyor. Rüzgar onu ne yoruyor ne tüketiyor. Uzun yaşıyor. Altmış yaşında bile dünyanın çevresinde tur üstüne tur atmayı sürdürüyor. Rüzgar ona fırtınanın nereden geleceğini haber veriyor. Ve kıyının nerede olduğunu söylüyor. O hiç kaybolmuyor, doğduğu yeri hiç unutmuyor ama toprak onun değil, deniz de. Kısa ayakları yerde kötü yürüyor, suda da canı sıkılıyor. Rüzgar onu terkettiğinde bekliyor bazen rüzgar gecikiyor ama her seferinde geri dönüyor. Onu arıyor, onu çağırıyor, onu götürüyor. O da bırakıyor götürsün, bırakıyor uçsun, kocaman kanatlarıyla havada süzülüyor.'

    ALBATROS SUDA UYUR SUDA BESLENİR

    Adından efsane diye bahsettiğimiz birileri, yine kuşlar... Dünyanın bilinen en uzun kanatlarına sahip fırtına kuşları Albatroslar. Onlar, Kaf Dağı'na doğru yolculuğa çıkan Simurglar gibidir. Hiç göremedim -fotoğraf ve görüntüler hariç- Albatros kuşlarını. Ama okuduğum, izini sürdüğüm her bilgi, beni Simurg efsanesine götürdü.

    Albatros, dünyanın bilinen en geniş kanatlı kuşu. Kanat uzunluğu, 3.50 metreye kadar ulaşıyor. Pek çok türü olan Albatrosların, kanatları hariç vücutları beyaz. Çok az gri ve kahverengi olanları var. Uzun zaman, kanat çırpmadan süzülerek uçabiliyorlar. Açık denizlerde ve okyanuslarda; saatlerce, günlerce, aylarca değil yıllarca uçuyorlar. Suda uyur, suda beslenirler. Söylenildiğine göre, 50 yaşına gelmiş bir Albatros, ortalama 6 milyon kilometre uçmuş oluyor. Uçmak için çok fazla kanat çırpmıyor, az enerji ile binlerce kilometre uçabiliyor. Bunu da kanatlarındaki kilit sistemi sayesinde başarıyor. Okyanus dalgaları ve rüzgarın estiği yönde ilerliyor. Hız kazanmak için, önce kanatlarını dev bir M şekline sokuyor, birden denize pike yapıyor. Suya dokunacak kadar yaklaştığında kanatlarını açıp, dalgalarla uyumlu bir şekilde ilerliyor. 70-80 yıl yaşadığı söyleniyor.

    Albatroslar, sadece yumurtlamak ve kuluçkaya yatmak için, Antartika kıtası yakınlarındaki adalara yani yurtlarına, koloniler halinde dönerler. Erkek Albatros önceden gelip yuvayı tamir ediyor, dişiler geldiğinde rahat bir yuva ile karşılanır. 80 günlük kuluçka devresinde dişi ve erkek sırasıyla tamamlar. Biri yumurtanın üzerinde iken, diğeri yiyecek bulmaya çıkar. Yumurtadan çıkan yavru, 9-10 ay boyunca sindirilmiş besinlerle beslenir.

    KENDİ İÇİNDEKİ KAF DAĞI'NA UÇUŞ

    On aydan sonra uçma vaktinin geldiğini anlar. Cinsinin her üyesi gibi onu da fırtınalar çeker. Ancak kanatları hantal bedenini taşıyamaz. Bu yüzden önce kayalıklarda yürümekle başlar yolculuğuna. Sonra karada koşar, kanat çırpmaya başlar. Hantal bedeni giderek uçuş kıvamına gelir. Derken yüksek bir yerden kendini denize bırakarak, yolculuğuna başlar. İlk uçuşunda biraz yalpalar ama çabuk aşar bunu.

    Uçma zamanına ulaşan her Albatros, yumurtadan çıktığı toprakları terkedip, kendi içindeki Kaf Dağı'na doğru yolculuğa çıkar. Hiçbir korku onu gitmekten alıkoymaz. Birçok canlının düşmanı olan okyanusun azgın dalgaları, fırtınaları, soğukları da onun Kaf Dağı'dır. Albatros, ancak bu yolculukla Albatros olabilir. Bilgilere göre bir Albatros, ilk kanat çırpmanın ardından en erken beş yılda döner yurduna. Ancak kimisi, en fazla da insanların neden olduğu engellerden dolayı yolculuğunu tamamlayamaz. Hayatta kalan genç Albatroslar, beş yıl ya da daha fazla zaman ardından doğduğu adalara, eş bulmak için dönerler. Yaşları geçkin olanlar da, tekrar eşleriyle buluşmak için doğdukları adalara dönerler. Albatroslar tek eşlidir, eşi öldüğünde bile hayatının geri kalanını tek başına geçirirler.

    ÇAĞRILAN DA, ÇAĞIRAN DA KENDİSİ

    Belki Simurglar gibi Albatrosların aşması gereken yedi vadi yok. Ancak bu masal kuşunun da parsellenmiş yeryüzünde birçoğu insandan kaynaklı zorluklarla mücadele edeceği uzun bir yaşamı var. Kirlilik, büyük balıkçı ağları vb... Arayışın, aşkın ve cesaretin simgesi Albatros, gerçek yolculuğun, varlığın kendi içine yaptığı yolculuk olduğuna işaret ediyor. Çağrılan da, çağıran da kendisi... Hissiyatını yitirmiş bir yeryüzünde, ruhunu arayana bir çağrı belki de...

    Tayfalar sık sık yakalar, iş olsun diye,
    Koca deniz kuşlarını, albatrosları,
    Keskin çukurlar üstünden kayan gemiye
    Eşlik eden o kaygı bilmez dostları.

    Ama bırakıldılar mı güvertelere,
    O gök kralları ne sünepe, ne sarsak
    Seriverir koca kanatlarını yere,
    Yanlarında sürünen
    kürekler gibi, ak.

    O kanatlı yolcu ne miskin, ne sümsüktür!
    Ne çirkin, ne gülünçtür o güzel kuş şimdi!
    Topallar kimi, uçan sakata öykünür,
    Bir pipoyla gagasını dürtükler kimi!

    O bulutlar prensine benzer Ozan da,
    Fırtınayla senlibenli, yaylara gülen;
    Yere sürülmüştür yuhalar arasında,
    Yürüyemez devce kanatları yüzünden.

     
    CHARLES BAUDELAIRE

    Deniz BİLGİN

    Mekanların evrensel uyumu, dili vardır

    Ekolojik toplumsal harmoni, büyük tarihsel birlikteliktir. Kutsal sözler, ahlak ve politikanın yanında, ölümsüz anıtlar ve mekanlar inşa edilmiştir. Bu yapıların her şeyden önce evrensel bir dili vardır. Hâlâ günümüzde, bu soy anıtları görmek için uzak yerlerden insanlar gelmekte, onları hayranlıkla izlemektedir. Hem anıtları görmek ve kendilerine bir pay çıkarmak, hem de esas evrensel kuralları öğrenmek, belki de bazı sorulara yanıt bulmak için de. Öyle dil bilmeye de gerek yoktur, zaten bunun için yapılmışlardır.

    Ortadoğu Aydınlanması'nda, kadim halkların bu muhteşem mekan yaratımlarının toplumsallık üzerindeki etkilerini incelemek önemlidir; zira gerçekte keşfedilmeyi bekleyen yeni bir alandır. Sıradan bazı araştırma ve incelemeler muhakkak ki vardır, bazı 'tanıtım kataloglarının' hazırlandığı da doğrudur. Ama yeterli değildir. Anlamlı çalışmalar olmadığı da ortaya çıkmaya başlamıştır. En önemlisi halkların toplumsal hafızalarını yansıtmaktan uzaktır. Bu görkemli yapıtların aynı zamanda, coğrafyamızda, 'birliktelik' geleneği ve 'bütünlük' felsefesini içermekten, anlamaktan ve ruhunu yansıtmaktan, gerçekte niçin yapıldığına dair olan evrensel ilkeden habersizdirler.

    Dünyamızda değer verilen mekanların seçimi, yaratımı ve yönetimi uzun tarihsel birikimlerin, deneyimlerin, süreçlerin ve en önemlisi ortak inançların bir sonucudur. Bu anlamda farklı toplumların uyumunu kalıcılaştırmak ve sessiz bir kurala bağlamaktır. Özellikle bu anıtların, mekanları çeşitliliği, farklılığı insanların önemli bir bölümü tarafından kutsal görülmektedir. Muhakkak ki en doğal olanı kutsal 'Ganj Nehri'dir. Ve etrafındaki yüzlerce tapınaktır. Arınmanın, yeni başlangıçların ve uyumun suları burada yaşayanlar için akmakta ve cömertçe davranmaya devam etmektedir.

    Mekke-Kabe ve Kudüs halen birçok topluluk nezdinde tövbe etmenin, arınma ve uyumun merkezi durumundadır. Çünkü bu kutsal olan mekanların güzelliklerinde, göze görünenden ve bilinenlerden çok fazlası vardır. Kutsal olan ve değer verilen bu yerlerde duran bir insan, her şeyi daha önce görmediği ve bir daha göremeyeceği kadar bütün, gerçek ve büyük sevgiyle görür. Evrensel olanın, çeşitliliğin, farklılığın ve doğal olanın yönetimini ve ruhların huzur içinde olduğu yerleri de.

    Bu mekanların en önemlisi, islam aleminin de 'Beşinci Harem-i Şerifi sayılan Diyarbakır'daki Ulu Camii'dir. Bu mabet, toplumsal uyumun, dengenin, halkların kardeşliğinin ve burada yaşamış toplumların dehalarının ortak bileşkesidir. Bütünüdür. Büyük hoşgörünün, tahamülün ve dostluğun harmonisidir. Tek kelime ile toplumsal olanın, doğal olanın uyumudur.

    Ulu Camii doğal olanın uyumudur

    Eski Amida'nın surlarla çevrili kale şehrinin merkesinde yer alan Ulu Camii, ilk önce 'Bakireler Tapınağı'dır. Esas olan bu bölüm, günümüzde tamamiyle yeraltında kalmıştır. Ancak batı kapısında (Zinciriye Kapısı) bulunan gizli geçit ile girilebilir. Yeraltında, caminin iç avlu bölümüne denk gelen kısımda, halen onlarca sütun bulunmakta ve karanlık sular bir göl oluşturmaktadır. Orijinal yapı 'Ana Tanrıça Tapınağı'dır. Bazı efsanelere göre, 'Bakireler Tapınağı' olması itibariyle, Aramiler buraya 'Diyarbıkr' veya 'Diyarbakr' demişlerdir. Bugün kullanılan isim 'Bakireler Kenti' anlamına gelen bir kökten gelmektedir. Bu kentte oturan tüm inançlardaki insanların eski evlerinde, saçaklarda, ön cephelerin iki yanında 'Ay Tanrıçası Sin'i temsil eden 'ay' ve sekiz köşeli 'Zerdüşt Güneşi' bulunmaktadır. Derler ki Ay Tanrıçası Sin, her gece Fırat Nehri'nde yıkanır ve Amida'nın evlerini kutsadıktan sonra Dicle Nehri'nde su içer ve sabaha karşı ulu dağların arkasına çekilirmiş.

    Ulu Camii'nin doğu kapısında, dış cephede, karşılıklı simetrik bir şekilde iki tane rölyef bulunmaktadır. Bu tapınağı ve kenti ilk kuran Horitli (Hurri) iki kabilenin birleşik totemi olan ve sanki duvardan fırlayacakmış gibi duran 'aslan' ve 'boğa' figürleri yer almaktadır. İlk kuruluş simgeleri oldukça anlamlıdır: Aslan (erildir), gücü ve asaleti temsil eder, boğa (Tanrıça sembolü) hayvanların atası sayılır ve kanı 'yaşam suyu', eti 'yaşam yiyeceği' olarak kabul edilen bir döneme aittir.

    Doğu kapısının geçidinin ortasında, tavanda, Yahudi halkının en görkemli işçiliğini simgeleyen ve belki de kusursuz ölçüleriyle bir 'Siyon Yıldızı' parlamaktadır. Belki 1300 yıl önce, üçüncü aşamada bu bölümün 'Havra' olarak kullanıldığı söylenebilir. Ama bu görüşe katılan bir tarihçi bulunmamaktadır. Ancak tapınağın zemindeki doğu bölümü ve güney bölümü bariz bir şekilde Yahudi işçiliğinin bir eseridir. Neredeyse 'sıfır derz'lerle ve dev blok bazalt taşı ile adeta ölümsüz bir eser yaratılmıştır. O zamanın yiyemediği eserlerden!

    Zemin kat güney bölümü (Hanifiler kısmı) iç avlu duvarı, Mittaniler, Urartular, Persler, Romalılar, Sassaniler, Selefkoflar, Emeviler, Abbasiler, Mervaniler, Nisanoğulları, Artuklular, Selçuklular ve Osmanlı dönemlerine ait rölyefler, rûnlar, yazıtlarla süslenmiştir. Bu uygarlıkların hatıraları, katkıları ve saygıları nakşedilmiştir. Bu duvarda, kadim zamanlarda kalma ve beş kareden oluşan harika bir rölyef bulunmaktadır. Bu rölyefler bazılarına göre hâlâ çözülemeyen bir bulmaca, bazılarına göre önemli bir inanç ve kimlik belgesidir. Künyedir.

    Bu rölyeflerin birinci karesinde 'doğum kapısı', ikinci karede 'meşe yaprağı', üçüncü karede 'yüzük' (belki de taç), dördüncü karede 'Tapınak diyagramı' ve beşinci karede 'ölüm kapısı' bulunmaktadır. Aidiyet konusunda net olan şudur: 'Meşe yaprağı' Kürt coğrafyasının sembolüdür. Grekli yazar-tarihçi Ksenophon 'Onbinlerin dönüşü' adlı eserinde 'Karduk Ağacı' olarak meşeden bahseder. Zaten meşe ağacının Latincesi 'Cardicus'tur. Ayrıca 'yüzük' Kürt mitolojisinde 'birlik' ve 'beraberliği' ifade etmektedir. 'Diyagram' ise bütün önemli yapılarda bulunmaktadır.

    Romalılar da bu tapınağa büyük önem vermişlerdir. İç avluya 43 sütun dikmişlerdir. Her sütunun başlığı farklıdır. Roma tarzı sütun başlıklarının tüm örneklerini adeta burada sergilemiş ve 'bütünlük' felsefesine yeni bir anlam kazandırmışlardır. Ayrıca bu sütunların üzerine iç avluyu çepeçevre saran üzüm salkımları şeklinde rölyefler ile Jüpiter Tapınağı'nın rûnleri ile bezemişlerdir.

    Bu muhteşem yapı, Horit Ana Tanrıça Tapınağı, Bakireler Tapınağı, Şemsi Tapınak, Jüpiter Tapınağı, kilise ve en son cami olarak kullanılmıştır. Otuza yakın uygarlığın işaretlerini, kabartma ve rûnlerini, eklenen yeni ünite ve piyesleriyle inançların hatıralarını ve birliğini temsil etmektedir. Kuzey Mescidi (Şafiiler kısmı), avludaki iki şadırvanı (biri açık ve kare şeklinde, diğeri sekizgen konik ve kapalı), eşsiz güneş saati, Mesudiye ve Zinciriye Medreseleri, doğu kısmında halk kütüphanesi ve batı kısmında birinci kat yatılı bölümü ile kapalı havuzlu müştemilatıyla ruhani kültürün bir hazinesidir. Ve belki de toplumlar tarihinde, kök toplum, uygarlıkların işaretlerini, sırlarını kendi içinde taşıyan ve bütün inançlar için bir 'Ana Harem-i Şerif'tir.

    Doğa dostu evler

    Bu kadim kentin, özgürlük ve barış evinin, hâlâ yaşayan ve toplumsal uyumun işaretlerini taşıyan binlerce işaret bulunmaktadır. Verimli Hilal'in kadim sembollerinden olan Ulu Camii'deki 'boynuzlu yılan', Mardinkapı'daki 'Şemsiler Sokağı', uğursuz amaçlar için kullanılsa bile hâlâ varolan 'sator' (ki Romalılar'dan kalmadır ve Roma Kılıcı anlamına gelir), kervansaraylar, hanlar, hamamlar, şarkılar yaşamakta ve ayakta durmaktalar.

    Eski Amida evleri, kadim kentlerdeki evlerin mimarisi ile büyük benzerlikler gösterir. Kendine yeterlilik ve klimatik etkenler gözetilerek tasarlanmış ve mahremiyet gözetilerek inşa edilmişlerdir. Yerel yapı malzemesinin kullanılması esastır. Amida evleri istisnasız bazalt taşından yapılmıştır. Kapalı piyeslerin tasarımında klimatik etki göz önünde bulundurulmuştur. Her evde kesinlikle bir avlu bulunmaktadır. Daracık, gizemli ve labirent gibi sokaklardan eve girildiğinde, iç açıcı, gül kokulu bir ferahlık ile karşılaşılır. Her evin kapısı özel ve kimliklidir. Kapı tokmağının üzerinde 'haç' işateri varsa Hıristiyan, 'siyon yıldızı' varsa Musevi, 'ay' varsa Müslüman evidir.

    Avluda en az bir kuyu ve 'eyvan' denilen ön cephesi açık yazlığın önünde havuz bulunmaktadır. Meyve ağaçları (incir, nar, asma, dut) ve büyük avlulu evlerde bazen çınar, selvi ağaçları da göğe yükselmektedir. Duvar diplerinde, kapıların sağında ve solunda bazalt taşından saksılar, seramikten yapılmış çiçeklikler bulunur. Renk renk güller, çiçekler sadece görsel bir şölen için değil, ama belki de ruhu dinlendirmek içindir. Bazen bu bahçelerin varlıkları ile uğraşmak, sulamak, budamak, dokunmak, çiçeklerle ve güllerle konuşmak; bazen de damda oymalı ceviz pinlerde (güvercinlik) güvercinleri yemlemek, gökte dönenmelerini seyretmek yorgunluğu atmak içindir. Sabır ve sükunet içindir de.

    Ulu Camii'den belki de yüz metre mesafeden hâlâ böyle bir ev vardır. BDP İlçe Binası olarak kullanılan bu evin avlu girişinde bulunan sütun başlığı kulpludur. Bazalt taşından kulplu sütun başlığı yapmak neredeyse imkansızdır. Ve benzeri bulunmamaktadır. Yahudi sanatının, taş işçiliğinin doruk noktasıdır. Ünlü 'siyon yıldızı' ile damgalanmıştır. Halen bu evlerden 280 adet bulunmaktadır.

    Eski Amida kenti, zekanın ve ortak aklın, yüce ruhların yarattığı en önemli ve belki de eşsiz ekokentlerinden biriydi. Geleceğin gerçek kentlerine her anlamda model teşkil edebilecek özelliklere sahiptir. Kutsal Dicle Nehri'nin kenarında, yarım ay gibi surları çevreleyen Hevsel Bahçeleri ve batıda, bugün koskoca bir ilçenin otuz yılda bitiverdiği eski üzüm bağları, su havzaları ile kendi kendine yeterliliğin sembolü idi.

    Burçlar Evlibeden, Yedikardeş...

    Amida'ın etrafında beş kilometre uzunluğunda surlar ve seksen iki burç ile çevrilmiştir. Burçların büyük çoğunluğu birbirine benzememektedir. Bu burçların duvarları eşsiz güzellikte bezemeler, rölyefler ve sırlarla dolu yazılarla süslenmiştir. Öyle sıradan burçlar değil, birer sanat eseridirler. En ünlüleri 'Evlibeden' ve 'Yedikardeş' burçlarıdır. Bu iki burcun dış bezemeleri emsalsizdir. Özgündür.

    Çiftbaşlı kartal: Kadim zamanlarda göğün ve evrensel güçlerin simgesidir. Dünyanın en eski özel imgesidir. Koruyucu ruhları da temsil eder; yerin ve göğün koruyucu ruhlarını. Tanrı'ya yakınlığın da işaretidir, bundan dolayıdır ki adaletin de sembolüdürler. O herkese ait olan adaletin!

    Bu iki burcun en müstesna rölyefleri, karşılıklı duran ve birliğin güçlerini temsil eden, 'ejderha kuyruklu, aslan gövdeli ve insan (belki de bilge rahip) başlı 'kabartmalardır. Aşağı Mezopotamya uygarlıklarının' aslan gövdeli, kartal kanatlı ve kral başlı 'imdigud kuş'larını çağrıştırırlar.

    Bu rölyefi çözümlersek:

    Ejderha: Kadim zamanlara ait, insanlıktan çok eski varlıklardır. Rüya gibidirler. Bazen de rüyanın kendisi; o bilinmeyen zamanlardan kalma belki de ilk rüya! Kanlarının soğuk ve zehirli olduğu rivayet edilir: Bu bakımdan hırslı, açgözlü, acımasız, vicdansız oldukları söylenir. Ancak ışığı olan insanların dostu olabilirlermiş. Ve kesinlikle ejderhaların gözlerine bakılmaması öğütlenirmiş. Med ve Pers krallarının gözlerine bakmanın cezası ölümdü. Ancak onların soyundan gelenler baktıklarında bağışlanırmış.

    Aslan: Tüm zamanların varlığıdır. Güçlüdür. Kendine güveni tamdır. Avlanmadığında bir kaya gibi sakindir. Avını kovaladığında yıldırım gibidir. O da gaddar ve acımasızdır.

    İnsan (Bilge-rahip): Zekidir. Yaratıcıdır. Hem bağışlayıcı, hem de kıyıcıdır. Bu rölyeflerdeki esas imge, ihtişamlı bir kral tasviridir. İktidarın, hükmetmenin sırlarını anlatır. 'En öldürücü zehir, en acı kadehte sunulur' Tabii ki bu çözümleme biçimi, burçların yapıldığı zamana (M.S. 16.yy) göredir. Kök toplumda bu varlıklar farklı yorumlanır: Belki de ideal insanı anlatır.

    Ayrıca bu iki burcun kavisli tepesini süsleyen dış konsoller, içkaledeki kadim St. George (M.S. 300.yy) Kilisesi'nin iç avlu konsolleri ile birdir, aynıdır. Tarihi dokuyu taşımanın ve ortaklaşmanın görkemli örneğidirler. Burçların tacıdırlar. Kardeşliğin de.

    Ulu Camii avlusunda, havanın yağışsız olduğu zamanlarda, çarşamba günleri ve ikindi namazından sonra, gözleri görmeyen ve erbani çalan dengbêjler kaside okurlar. Hazreti Eyyüp'ü anlatan kasideler. Ve bu kasidelerdeki tüm peygamberler ve evliyalar her zaman ondört yaşındadır ve kesinlikle kılıçları vardır. Bence anlatılan sadece Amida'dır. Amidalıların rüyalarıdır.

    Fethi SUVARİ