- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Tarihten Kareler...
1960 Yasushi Nagao, Japonya
12 Ocak 1960. Sağcı öğrenci, Japon Sosyalist Parti lideri Asanuma'yı öldürmeden saliseler önce...
1963 Malcolm W. Browne, ABD
Budist rahip Thich Quang Duc, Güney Vietnam Hükümeti'nin din adamlarına eziyet etmesini kendini yakarak protesto ediyor. Rahip yanarak ölürken hiç ses çıkarmadı ve kıpırdamadı..
1965 Kyoichi Sawada, Japonya
Güney Vietnam'da anne ve çocukları ABD bombalarından kaçmak için nehri geçmeye çalışıyor..
1966 Kyoichi Sawada, Japonya
ABD birlikleri Güney Vietnam'da Vietkong'lu ölü bir askeri sürüklerken... Ödülü 2 yıl üstüste kazanan Japon fotoğrafçı Swada'yı, tanık olduğu görüntüler onu o kadar yıprattı ki aldığı ödüllere hiç sevinemedi. Kamboçya'da bir görevdeyken 1970'de öldürüldü..
1968 Eddie Adams, ABD
1 Şubat 1968. Güney Vietnam Polis Şefi Nguyen Ngoc Loan, Viet Kong'lu olduğundan şüphelendiği genci öldürürken...
1992 James Nachtwey, ABD
Somali'de bir anne, kıtlık sonucu ölen çocuğunun cansız bedenini kaldırıyor...
1985 Frank Fournier, Fransa
Kolombiya'da 12 yaşındaki Omayra Sanchez, Nevado del Ruiz Yanardağı'nın faaliyete geçmesiyle oluşan enkazın altında kaldı. Onu ayık tutmaya çalışan fotoğrafçının çabalarına rağmen 60 saat sonra bilincini kaybeden genç kız öldü...
1973 Fotoğrafı kimin çektiği bilinmiyor..
Şili'de demokratik seçimle gelen Başkan Salvador Allende'nin askeri darbe sırasında ölümünden birkaç saniye öncesi. Fotoğrafı çeken kişinin "kişisel güvenliği" için adının açıklanmasını istemediği sanılıyor...
İdam Edilen Önemli Kürt Liderlerinin Son Sözleri
ŞEYH SAİD: Dünya
yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık
duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup
bırakmasınlar.
HINISLI XALİD CİBRİ BEY: Karşınızda yalnız değilim.
Arkamda İran, Mezapotamya ve Türkiye'de muazzam bir Kürt ulusu bulunmaktadır.
Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız de
sizleri yok edeceklerdir.
ŞEYH ABDÜLKADİR(SENATÖR): Zaten sizler yakma
ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burasını da Kerbela'ya
çevirdiniz. Şunu biliniz ki dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref
kazanılmaz. Yok olsun Türkler!...
YUSUF ZİYA BEY(Bitlis Milletvekili):
Bize mevki ve rütbe bahşetmek suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişesi
içindeydim. Şükür Allah'a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı
biz hiç pişman değiliz. Verdiğiniz ders sayesinde torunlarımız öcümüzü
alacaklardır.
DOKTOR FUAD BEY (Diyarbekir'li): Vatanım için yiğitçe
kurban olmayı daima düşünürdüm. Şüphesiz ki asılmakta olduğumuz bu toprağa
bağımsızlık bayrağı dikilecektir.
AVUKAT TEVFİK BEY (Diyarbekir'li):
Cesedimi bütün dünyaya gesteriniz ve herkes bilsin ki kişisel haklar için değil,
ulusal haklar için savaşıyorum. Yaşasın Kürdistan!...
KOÇZADE ALİ RIZA
BEY (Bitlis'li): Elimdeki silahı ulusuma karşı kullanmayıp düşmanımız Türk'e
karşı yöneltmiş olduğumdan dolayı mutluyum. İşte şimdi hayatımı Kürtlük için
kurban ediyorum.
ŞAİR MOLLA ABDURRAHMAN (Siirt): Sefiller!... Sizi
ayağımızın altında çok alçak ve küçük görüyorum. Biliniz ki Kürt bir ağaç
değildir, ölür fakat eğilmez!..
HANİZADE ŞAİR KEMAL FEVZİ (Bitlis'li):
Cennet Kürdistan bizimdir. Ev sahibi biziz ve kim ne derse desin biz yine içeri
gireceğiz, buna hiç bir güç engel olamaz, çünkü O bizimdir....
yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık
duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup
bırakmasınlar.
HINISLI XALİD CİBRİ BEY: Karşınızda yalnız değilim.
Arkamda İran, Mezapotamya ve Türkiye'de muazzam bir Kürt ulusu bulunmaktadır.
Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız de
sizleri yok edeceklerdir.
ŞEYH ABDÜLKADİR(SENATÖR): Zaten sizler yakma
ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burasını da Kerbela'ya
çevirdiniz. Şunu biliniz ki dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref
kazanılmaz. Yok olsun Türkler!...
YUSUF ZİYA BEY(Bitlis Milletvekili):
Bize mevki ve rütbe bahşetmek suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişesi
içindeydim. Şükür Allah'a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı
biz hiç pişman değiliz. Verdiğiniz ders sayesinde torunlarımız öcümüzü
alacaklardır.
DOKTOR FUAD BEY (Diyarbekir'li): Vatanım için yiğitçe
kurban olmayı daima düşünürdüm. Şüphesiz ki asılmakta olduğumuz bu toprağa
bağımsızlık bayrağı dikilecektir.
AVUKAT TEVFİK BEY (Diyarbekir'li):
Cesedimi bütün dünyaya gesteriniz ve herkes bilsin ki kişisel haklar için değil,
ulusal haklar için savaşıyorum. Yaşasın Kürdistan!...
KOÇZADE ALİ RIZA
BEY (Bitlis'li): Elimdeki silahı ulusuma karşı kullanmayıp düşmanımız Türk'e
karşı yöneltmiş olduğumdan dolayı mutluyum. İşte şimdi hayatımı Kürtlük için
kurban ediyorum.
ŞAİR MOLLA ABDURRAHMAN (Siirt): Sefiller!... Sizi
ayağımızın altında çok alçak ve küçük görüyorum. Biliniz ki Kürt bir ağaç
değildir, ölür fakat eğilmez!..
HANİZADE ŞAİR KEMAL FEVZİ (Bitlis'li):
Cennet Kürdistan bizimdir. Ev sahibi biziz ve kim ne derse desin biz yine içeri
gireceğiz, buna hiç bir güç engel olamaz, çünkü O bizimdir....
Fethullah Gülen Cemaati Kürt Gençlerini Polis Olmaya Zorluyor
İstanbul’da yaklaşık 5 ay boyunca Işık Evleri’nde kalan üniversitesi öğrencisi M.B, Gülen cemaatinin Kürt gençlerini polis olmaları yönünde zorladıklarını söyledi.
Türk-islam sentezi ile Türk milliyetçiliğinin farklı bir versiyonu olan Fethullah Gülen cemaatinin içerisinde kalan ve daha sonra özellikle Kürt kimliğinden kaynaklı cemaat içersinde uğradığı baskılardan dolayı kendi deyimiyle ‘gerçek yüzlerini görüp ayrılan Marmara Üniversitesi öğrencisi M.B, cemaatin özellikle Kürt öğrencilere yönelik örgütlenme ağı hakkında çarpıcı bilgiler verdi.
Cemaatin hangi metotları kullandığını ve öğrencileri nasıl baskı altına alarak kendine bağladığını ayrıntıları ile anlatan M.B, taşradan büyük kentlere okumaya gelen yoksul gençlere cemaatin kalacak imkân sağlayarak ve burs vererek yanına çekmeye çalıştığını aktardı. İstanbul'da cemaate ait Işık Evleri’nde 5 ay kaldığını anlatan M.B, 2006 yılında Marmara Üniversitesi’ni kazanınca memleketi Van’dan İstanbul’a geldiğini anlatarak, ‘’Kayıt yapmak için gittiği üniversite de ÖSYM kayıtlarına bakarak Gülen cemaatinden görevliler beni karşıladı. Kayıt yaptıktan sonra bana ‘kira ve bursunu karşılayacağız’ diyerek Maltepe İdeatepe’deki Işık evlerinden birine beni yerleştirdiler. Doğrusu yoksulluğun da etkisi ile hiç sorgulamadan bu duruma sevindim. ‘İyi insanlar da varmış bu dünyada’ dedim. İlk hafta bir sorun yoktu. Evde ilk önce tek kişi kalıyordum. Sonra yanıma cemaat tarafından kendi görevlileri olan bir genç yerleştirildi” dedi.
BDP’YE ÜYELİK YASAK
M.B cemaatine eline düştükten sonra bu kez kendisine tutulan eve ‘Büyük abiler’ denilen cemaatin örgütleyicilerinin gelip gitmeye başladıklarını ve Fethullah Gülen’in kasetlerini kendisine izlettirildiğini söyledi. Yaşadığı eve Zaman Gazatesi ile Sızıntı Dergisi dışında gazetenin girmesinin cemaat tarafından yasaklandığını aktaran M.B, yine cemaatin DTP ve BDP’yi kast ederek Kürt çizgisini savunan siyasi partiye üye olmayı yasakladığını ifade etti.
Van’da yaşayan ve Türkçe bilmeyen annesi ile Kürtçe görüştüğü sırada, evindeki cemaat üyesinin yanına gelerek ‘Sen nece konuşuyorsun?’ diye sorduğunu bunun üzerine ‘Annemle Kürtçe konuşuyorum’ dediği anda ‘Burada Kürtçe yasak, kapat hemen şu telefonu’ denildiğini söyledi.
Bu olaydan sonra cemaati sorgulamaya başlayan M.B, cemaat içersinde yaşanılan baskıları şöyle özetledi: “Yine bir gün DTP'nin organize ettiği bir konsere gitmiştim. Eve dönüşte beni yanlarına çağırdılar. Nasıl öğrenmişlerse artık beni karşılarına oturtarak evden atma tehdidinde bulundular. Ben ise İstanbul'u bilmediğim için bu tehditlere boyun eğip eve döndüm. Daha sonra evde Kürtçe bir CD dinlerken evdeki cemaat görevlisi gelip bana 'Ne dinliyorsun. Sana demedim mi Kürtçe yasak' diye çıkıştı. Ben karşılık verince CD'yi alarak odadan çıktı'' diye belirti. Günlük Gazetesi’nin okunmasının bile yasak olduğunu ifade eden M.B, eve getirdiği Günlük gazetesinin ‘Bu gazete ayakkabıların altına bile serilmeyecek’ denilerek çöpe atıldığını kaydetti.
ABONE GETİREN CUMHURİYET ALTINI, GÜLEN’İN 3 KİTABI BİTİREN HEDİYE ÇEKİ
Gülen’in kasetlerini izletmeye gelen 'Büyük abilerin' bir hafta sonu evde bir toplantı gerçekleştirdiklerini anlatan M.B, ''Bizi karşılarına oturttular ve okulda, çevremizde cemaate insan kazandırmamızı, Zaman Gazetesine ve Sızıntı Dergisine abone bulmamızı istediler. En çok üye ve abone bulana da bir Cumhuriyet altın ödülü, Fethullah Gülen’in 3 kitabını bitirene ise N.T mağazalarından 50 milyonluk hediye çeki vereceklerini söylediler'' diye anlattı.
‘BÖLGEDE CEMAAT KORUCU İŞBİRLİGİ İÇİNDE ‘
"Bu tecrübeyle dinin nasıl istismar edildiğini de görmüş oldum ve soğudum. Hangi dinde dil ayrımcılığı yapılır? Ne demek Kürtçe yasak? Bu bitmeyen baskı neyin nesi?’’ diyen M.B, özellikle Kürt illerinden gelenlerin önce yoksulluğu kullanılarak cemaate alındığı ve ardından baskı altında tutulduğunu söyledi.
ÖSYM’den içersindeki bağlantıları ile Kürt öğrencilerin bilgilerini aldıklarını ve aile yapılarını ekonomik, sosyal ve siyasal yönden araştırmaya tabi tuttuklarına dikkat çeken M.B, şunları söyledi: “Bölgede zaten dershaneleri var. Devlet yanlısı ailelerle ve korucularla irtibata geçerek onlar ve Valilik üzerinden örgütleniyorlar. Geliri olmayan ailelere imkân sunarak, öğrencilere burs ve evlere yerleştirerek insanların dini duygularını sömürüyorlar. Parayı da zaten kendilerine yakın olan esnaflardan topluyorlar.”
CEMAAT ‘POLİSLİK’ TEKLİF EDİYOR
Cemaatin önde gelenlerin üs kullandıkları bir merkez ev olduğunu da aktaran M.B, “Beni sık sık oraya sohbet etmek için çağırıyorlardı. Bir gün yine yanlarına gelmemi talep ettiler. Gittiğimde bana ‘Polis olmak istiyor musun?’ teklifinde bulundular. Bu teklif karşısında şaşırarak, bana zaten açılan siyasi bir soruşturma olduğunu, bu yüzden bunun imkânsız olduğunu söylediğimde ise, ‘Soruşturmayı boş ver sen. Biz o tarafını hallederiz’ dediler. Bayağı bir ısrar ettikten sonra bu teklife soğuk baktığımı anladıklarında üstüme varmadılar. Özellikle Kürt gençlerini polis olmaya zorluyorlar’ dedi. Bu teklifi reddettikten sonra cemaatle aram iyice açıldı. Sonra çantamı alarak ‘Alın eviniz de, paranız da, bursunuz da sizin olsun ben gidiyorum’ diyerek kapıyı çarptım. Geri dönmem için çok ısrar etseler de artık benim için o sayfa tamamen kapandı" dedi.
Türk-islam sentezi ile Türk milliyetçiliğinin farklı bir versiyonu olan Fethullah Gülen cemaatinin içerisinde kalan ve daha sonra özellikle Kürt kimliğinden kaynaklı cemaat içersinde uğradığı baskılardan dolayı kendi deyimiyle ‘gerçek yüzlerini görüp ayrılan Marmara Üniversitesi öğrencisi M.B, cemaatin özellikle Kürt öğrencilere yönelik örgütlenme ağı hakkında çarpıcı bilgiler verdi.
Cemaatin hangi metotları kullandığını ve öğrencileri nasıl baskı altına alarak kendine bağladığını ayrıntıları ile anlatan M.B, taşradan büyük kentlere okumaya gelen yoksul gençlere cemaatin kalacak imkân sağlayarak ve burs vererek yanına çekmeye çalıştığını aktardı. İstanbul'da cemaate ait Işık Evleri’nde 5 ay kaldığını anlatan M.B, 2006 yılında Marmara Üniversitesi’ni kazanınca memleketi Van’dan İstanbul’a geldiğini anlatarak, ‘’Kayıt yapmak için gittiği üniversite de ÖSYM kayıtlarına bakarak Gülen cemaatinden görevliler beni karşıladı. Kayıt yaptıktan sonra bana ‘kira ve bursunu karşılayacağız’ diyerek Maltepe İdeatepe’deki Işık evlerinden birine beni yerleştirdiler. Doğrusu yoksulluğun da etkisi ile hiç sorgulamadan bu duruma sevindim. ‘İyi insanlar da varmış bu dünyada’ dedim. İlk hafta bir sorun yoktu. Evde ilk önce tek kişi kalıyordum. Sonra yanıma cemaat tarafından kendi görevlileri olan bir genç yerleştirildi” dedi.
BDP’YE ÜYELİK YASAK
M.B cemaatine eline düştükten sonra bu kez kendisine tutulan eve ‘Büyük abiler’ denilen cemaatin örgütleyicilerinin gelip gitmeye başladıklarını ve Fethullah Gülen’in kasetlerini kendisine izlettirildiğini söyledi. Yaşadığı eve Zaman Gazatesi ile Sızıntı Dergisi dışında gazetenin girmesinin cemaat tarafından yasaklandığını aktaran M.B, yine cemaatin DTP ve BDP’yi kast ederek Kürt çizgisini savunan siyasi partiye üye olmayı yasakladığını ifade etti.
Van’da yaşayan ve Türkçe bilmeyen annesi ile Kürtçe görüştüğü sırada, evindeki cemaat üyesinin yanına gelerek ‘Sen nece konuşuyorsun?’ diye sorduğunu bunun üzerine ‘Annemle Kürtçe konuşuyorum’ dediği anda ‘Burada Kürtçe yasak, kapat hemen şu telefonu’ denildiğini söyledi.
Bu olaydan sonra cemaati sorgulamaya başlayan M.B, cemaat içersinde yaşanılan baskıları şöyle özetledi: “Yine bir gün DTP'nin organize ettiği bir konsere gitmiştim. Eve dönüşte beni yanlarına çağırdılar. Nasıl öğrenmişlerse artık beni karşılarına oturtarak evden atma tehdidinde bulundular. Ben ise İstanbul'u bilmediğim için bu tehditlere boyun eğip eve döndüm. Daha sonra evde Kürtçe bir CD dinlerken evdeki cemaat görevlisi gelip bana 'Ne dinliyorsun. Sana demedim mi Kürtçe yasak' diye çıkıştı. Ben karşılık verince CD'yi alarak odadan çıktı'' diye belirti. Günlük Gazetesi’nin okunmasının bile yasak olduğunu ifade eden M.B, eve getirdiği Günlük gazetesinin ‘Bu gazete ayakkabıların altına bile serilmeyecek’ denilerek çöpe atıldığını kaydetti.
ABONE GETİREN CUMHURİYET ALTINI, GÜLEN’İN 3 KİTABI BİTİREN HEDİYE ÇEKİ
Gülen’in kasetlerini izletmeye gelen 'Büyük abilerin' bir hafta sonu evde bir toplantı gerçekleştirdiklerini anlatan M.B, ''Bizi karşılarına oturttular ve okulda, çevremizde cemaate insan kazandırmamızı, Zaman Gazetesine ve Sızıntı Dergisine abone bulmamızı istediler. En çok üye ve abone bulana da bir Cumhuriyet altın ödülü, Fethullah Gülen’in 3 kitabını bitirene ise N.T mağazalarından 50 milyonluk hediye çeki vereceklerini söylediler'' diye anlattı.
‘BÖLGEDE CEMAAT KORUCU İŞBİRLİGİ İÇİNDE ‘
"Bu tecrübeyle dinin nasıl istismar edildiğini de görmüş oldum ve soğudum. Hangi dinde dil ayrımcılığı yapılır? Ne demek Kürtçe yasak? Bu bitmeyen baskı neyin nesi?’’ diyen M.B, özellikle Kürt illerinden gelenlerin önce yoksulluğu kullanılarak cemaate alındığı ve ardından baskı altında tutulduğunu söyledi.
ÖSYM’den içersindeki bağlantıları ile Kürt öğrencilerin bilgilerini aldıklarını ve aile yapılarını ekonomik, sosyal ve siyasal yönden araştırmaya tabi tuttuklarına dikkat çeken M.B, şunları söyledi: “Bölgede zaten dershaneleri var. Devlet yanlısı ailelerle ve korucularla irtibata geçerek onlar ve Valilik üzerinden örgütleniyorlar. Geliri olmayan ailelere imkân sunarak, öğrencilere burs ve evlere yerleştirerek insanların dini duygularını sömürüyorlar. Parayı da zaten kendilerine yakın olan esnaflardan topluyorlar.”
CEMAAT ‘POLİSLİK’ TEKLİF EDİYOR
Cemaatin önde gelenlerin üs kullandıkları bir merkez ev olduğunu da aktaran M.B, “Beni sık sık oraya sohbet etmek için çağırıyorlardı. Bir gün yine yanlarına gelmemi talep ettiler. Gittiğimde bana ‘Polis olmak istiyor musun?’ teklifinde bulundular. Bu teklif karşısında şaşırarak, bana zaten açılan siyasi bir soruşturma olduğunu, bu yüzden bunun imkânsız olduğunu söylediğimde ise, ‘Soruşturmayı boş ver sen. Biz o tarafını hallederiz’ dediler. Bayağı bir ısrar ettikten sonra bu teklife soğuk baktığımı anladıklarında üstüme varmadılar. Özellikle Kürt gençlerini polis olmaya zorluyorlar’ dedi. Bu teklifi reddettikten sonra cemaatle aram iyice açıldı. Sonra çantamı alarak ‘Alın eviniz de, paranız da, bursunuz da sizin olsun ben gidiyorum’ diyerek kapıyı çarptım. Geri dönmem için çok ısrar etseler de artık benim için o sayfa tamamen kapandı" dedi.
Musul İzlenimleri
İşgal edilmiş bir ülkenin ya da şehrin fotoğraflarını ya da çekimini göreniniz var mı bilemiyorum. Size işgal edilmiş bir yerin tarifini ya da resmini hayal gücünüzün sınırlarını zorlayarak çizin deselerdi acaba neyi çizebilirdiniz? Bana sorsalardı herhalde en fazla Sırbistan ile Kosova veya Bosna-Hersek savaşında televizyonlara yansıyan görüntülerini hayal ederdim. Ancak Musul, Tılefer ve Şengal bir bütün olarak Irak’ın durumu alışık olduğumuz bu işgal görüntülerinden çok farklı bir izlenim edindim. En son 2006 yılında Musul’a gitmiştim. O zaman Musul şehrinin güvenliğini ABD askerleri sağlıyordu. Askerler Musul’un en stratejik yerlerini işgal etmiş, Saddam saraylarını askeri karargâh kılarak bulundukları yerleri adeta kale haline getirmişlerdi. Karadan hareket alanları sınırlandırılmış ancak havadan helikopterlerle hareket edebiliyorlardı. Musul’un tüm mahallerine İslami direniş güçleri hâkimdi. Musul’da ki tüm alış- veriş fiyatlarını onlar belirliyorlardı. Gündüz ortası ABD askerinin kaldığı yerlere havan saldırısı yapılıyordu ve bu tür olaylar rutin olmuştu. Bunun yanı sıra Irak askerleri ya da Peşmerge güçleri Musul’un belirli noktalarına askeri kontrol noktaları kurmuşlardı. Bu noktalarda sanki iş olsun diye kurulmuş görüntüsü veriyordu. Her ne kadar Musul işgal edilmiş olsa da bu görüntü verilmiyordu. Ancak Musul giriş ve çıkışlarına kurulan askeri kontrol noktalarına denk geldiğinde bu durum fark ediliyordu.
Oysa bu sefer ki gidişimde tam anlamıyla klasik anlamda ki bir işgalin resmini gördüm. Musul’da attığın her adımda, aldığın her nefeste askeri işgali hissediyorsun. Adeta Musul karış karış deyim yerindeyse toprağın her metre karesi askeri işgal altındadır. Girdiğin her mahalle, döndüğün her köşe başı ve alış-veriş merkezlerinin hepsi askeri abluka altına alınmış.
Bu işgal resmini gördüğüm ve tanık olduğum kadarıyla tarif etmeye çalışacağım. Gördüklerimi tarif etmek belki zor olmayacaktır. Ama o görüntüler karşısında hissettiklerimi olduğu gibi ifade etmekte güçlük çekeceğim. Çünkü bazı şeyler ancak yaşanarak fark edilir. Musul’a hemen girerken dört beş metre yüksekliklerde oluşturulmuş beton bloklarla içi toprak durdurulmuş etrafı tellerle örülmüş her birisi altı metre karelik yeri kaplamış blokajlardan yaklaşık olarak beş yüz metre uzunlukta iki üç otoban genişliğinde ve birbirlerinden ayrılmış(giriş, çıkış, kırmızı alarm arama v.b)koridorlardan oluşan askeri kontrol noktası söz konusudur. Her bir yüz metrede bu toprak blokajlar üzerine kurulmuş biksi silahlarla mevzilenmiş askerler. Zaten beş yüz metre uzunlukta ve dört metre yükseklikte ki bu koridora girildi mi insan kendini bir tuhaf hissediyor. Böyle bir koridordan sonra Musul’a giriliyorsun. Şayet yolcu arabasıyla seyahat etmişsen ilk uğrayacağın yer garajdır. Her garajın giriş ve çıkışına sıkı bir askeri kontrol noktası kurulmuş. Garajda şehir içi çalışan tüm taksiciler her hangi bir kaçırma olayına tedbiren sicilleriyle birlikte oradaki askeri güçler tarafında kayıt altına alınıyor. Yani rast gele taksiciler orada çalışamaz ya da yolcu alamazlar. Garajdan çıkıp Musul içine seyahat ederken son dönemlerde orayı iyi bilen biriyle hareket etmeniz gerekiyor. Çünkü hangi yolun veya sokağın arabalara kapatılıp kapatılmadığını onlar daha iyi biliyor. Çünkü Musul’u çoğu sokağı arabalara kapatılmış. Musul’da ana caddelere açılan tüm sokaklar çimento blokajlarla arabalara kapatılmış. Yine pazarlar ve kalabalık alış-veriş merkezleri aynı şekilde kapatılmış. İstisnasız Musul’un tüm mahallerinin girişi ve çıkışlarına askeri kontrol noktası kurulmuş. İki yolun kesiştiği noktalara da betondan yapılmış dört metre uzunluğunda askeri gözetleme kuleler kurmuşlar. Bunun yanı sıra hemen hemen her tarafta dikenli tellere rastlamak mümkündür. Musul içinde Dicle nehri üzerine kurulan köprülerin her iki başına da askeri kontrol noktaları koymayı ihmal etmemişler. Şehir içinde kurulan askeri noktalardan kaynaklı arabalar ancak bir at arabası hızında ilerleyebilmektedirler. Yine trafik sadece ana caddeler üzerinde ilerlediğinden sürekli yoğunluğu söz konusudur. Eskide beş dakikalık bir yol şuan bir saati bulmaktadır. Ayrıca günün her saati Musul’un semalarında birkaç helikopter ve keşif uçağı bulabilirsin. Tüm bu tedbirler saldırıların önüne geçmek ve Musul’da kontrolü elde tutmak içindir.
Tabi diğer taraftan yedi yıldır bu alanda sürdürülen savaştan kaynaklı yıkık binalar, caddeler ve sokaklarda molozların yanı sıra çöp görüntüleri Musul’a terk edilmiş bir şehir görünümü vermektedir. Şehrin hemen hemen her yerinde güvenlik için vazgeçilmez olan dört beş metre yükseklikte ki beton blokajlar Musul’un asıl görünümünü yansıtıyor. Yanımda ki taksi şoförüne Musul’un güvenliği ne kadar askerle korunuyor? Diye sorduğumda gülerek ne güvenliği kendilerinin güvenliğini alabilseler ne ala onu bile almaktan acizler. Sayısı konusunda da vallahi bir buçuk milyonlu ve çok geniş bir arazi üzerinde kurulan bir şehri düşünün her mahallenin giriş ve çıkışları askeri kontrol altında olsunda sence ne kadar asker olur diye cevap veriyor. Sonra da yani en az yüz elli bin asker vardır diyor.
Bu yoğun tedbirler bir nebze de olsa arabalı intihar saldırılarının önüne geçmiş ama bu sefer direnişçiler susturucu silahlar kullanmaya başlamışlar. Son dönemlerde en fazla eylem susturucu silahlarla yapılmaktadır. Yani yakın mesafede suikastlar yapılmaktadır.
Musul’da mevcut durumda kadın, erkek, yaşlı ve çocuklar için günün her saati işkencedir. Musul şehir olarak tümden açık cezaevi görünümü vermektedir. İnsanlar sanki esir kamplarına alınmış her davranışı ve hareketi kontrol altında tutulmaktadır. Dışarıda kuşkulu ya da tedirginlik yaratacak bir davranışta bulunmak kurşuna dizilmek için bir sebeptir. Onun için hareket ve davranışların üzerinde kontrol sağlamalısın.
Musul’da halk çoktan kaybedilmiş zaten bu kadar tedbirde halka karşı alınmış durumdadır. Mevcut rejim için en büyük tehdit halkın kendisi olmuştur. ABD’nin neden Irak’ta askerlerini çektiğini anlamak için Musul’da bir tur atmak yeterlidir. ABD hiçbir zaman bu savaşı kazanmayacaktır. Çoktan kaybedilmiş bir savaşın uzatmalarını oynuyor. Gördüklerimi kameraya çekebilseydim dünya kamuoyuna ABD’nin yenilgili yüzünü gösterebilirdim. Maalesef buralarda kamera ve fotoğraf makinesi kullanmak oldukça riskli ve tehlikelidir. Ama ona rağmen yanımda ki taksiciye fazladan para vererek hareket halinde birkaç resim çektim. Bu resimler belki de ABD’nin yenilgili yüzünün küçük bir kesiti olacaktır.
Oysa bu sefer ki gidişimde tam anlamıyla klasik anlamda ki bir işgalin resmini gördüm. Musul’da attığın her adımda, aldığın her nefeste askeri işgali hissediyorsun. Adeta Musul karış karış deyim yerindeyse toprağın her metre karesi askeri işgal altındadır. Girdiğin her mahalle, döndüğün her köşe başı ve alış-veriş merkezlerinin hepsi askeri abluka altına alınmış.
Bu işgal resmini gördüğüm ve tanık olduğum kadarıyla tarif etmeye çalışacağım. Gördüklerimi tarif etmek belki zor olmayacaktır. Ama o görüntüler karşısında hissettiklerimi olduğu gibi ifade etmekte güçlük çekeceğim. Çünkü bazı şeyler ancak yaşanarak fark edilir. Musul’a hemen girerken dört beş metre yüksekliklerde oluşturulmuş beton bloklarla içi toprak durdurulmuş etrafı tellerle örülmüş her birisi altı metre karelik yeri kaplamış blokajlardan yaklaşık olarak beş yüz metre uzunlukta iki üç otoban genişliğinde ve birbirlerinden ayrılmış(giriş, çıkış, kırmızı alarm arama v.b)koridorlardan oluşan askeri kontrol noktası söz konusudur. Her bir yüz metrede bu toprak blokajlar üzerine kurulmuş biksi silahlarla mevzilenmiş askerler. Zaten beş yüz metre uzunlukta ve dört metre yükseklikte ki bu koridora girildi mi insan kendini bir tuhaf hissediyor. Böyle bir koridordan sonra Musul’a giriliyorsun. Şayet yolcu arabasıyla seyahat etmişsen ilk uğrayacağın yer garajdır. Her garajın giriş ve çıkışına sıkı bir askeri kontrol noktası kurulmuş. Garajda şehir içi çalışan tüm taksiciler her hangi bir kaçırma olayına tedbiren sicilleriyle birlikte oradaki askeri güçler tarafında kayıt altına alınıyor. Yani rast gele taksiciler orada çalışamaz ya da yolcu alamazlar. Garajdan çıkıp Musul içine seyahat ederken son dönemlerde orayı iyi bilen biriyle hareket etmeniz gerekiyor. Çünkü hangi yolun veya sokağın arabalara kapatılıp kapatılmadığını onlar daha iyi biliyor. Çünkü Musul’u çoğu sokağı arabalara kapatılmış. Musul’da ana caddelere açılan tüm sokaklar çimento blokajlarla arabalara kapatılmış. Yine pazarlar ve kalabalık alış-veriş merkezleri aynı şekilde kapatılmış. İstisnasız Musul’un tüm mahallerinin girişi ve çıkışlarına askeri kontrol noktası kurulmuş. İki yolun kesiştiği noktalara da betondan yapılmış dört metre uzunluğunda askeri gözetleme kuleler kurmuşlar. Bunun yanı sıra hemen hemen her tarafta dikenli tellere rastlamak mümkündür. Musul içinde Dicle nehri üzerine kurulan köprülerin her iki başına da askeri kontrol noktaları koymayı ihmal etmemişler. Şehir içinde kurulan askeri noktalardan kaynaklı arabalar ancak bir at arabası hızında ilerleyebilmektedirler. Yine trafik sadece ana caddeler üzerinde ilerlediğinden sürekli yoğunluğu söz konusudur. Eskide beş dakikalık bir yol şuan bir saati bulmaktadır. Ayrıca günün her saati Musul’un semalarında birkaç helikopter ve keşif uçağı bulabilirsin. Tüm bu tedbirler saldırıların önüne geçmek ve Musul’da kontrolü elde tutmak içindir.
Tabi diğer taraftan yedi yıldır bu alanda sürdürülen savaştan kaynaklı yıkık binalar, caddeler ve sokaklarda molozların yanı sıra çöp görüntüleri Musul’a terk edilmiş bir şehir görünümü vermektedir. Şehrin hemen hemen her yerinde güvenlik için vazgeçilmez olan dört beş metre yükseklikte ki beton blokajlar Musul’un asıl görünümünü yansıtıyor. Yanımda ki taksi şoförüne Musul’un güvenliği ne kadar askerle korunuyor? Diye sorduğumda gülerek ne güvenliği kendilerinin güvenliğini alabilseler ne ala onu bile almaktan acizler. Sayısı konusunda da vallahi bir buçuk milyonlu ve çok geniş bir arazi üzerinde kurulan bir şehri düşünün her mahallenin giriş ve çıkışları askeri kontrol altında olsunda sence ne kadar asker olur diye cevap veriyor. Sonra da yani en az yüz elli bin asker vardır diyor.
Bu yoğun tedbirler bir nebze de olsa arabalı intihar saldırılarının önüne geçmiş ama bu sefer direnişçiler susturucu silahlar kullanmaya başlamışlar. Son dönemlerde en fazla eylem susturucu silahlarla yapılmaktadır. Yani yakın mesafede suikastlar yapılmaktadır.
Musul’da mevcut durumda kadın, erkek, yaşlı ve çocuklar için günün her saati işkencedir. Musul şehir olarak tümden açık cezaevi görünümü vermektedir. İnsanlar sanki esir kamplarına alınmış her davranışı ve hareketi kontrol altında tutulmaktadır. Dışarıda kuşkulu ya da tedirginlik yaratacak bir davranışta bulunmak kurşuna dizilmek için bir sebeptir. Onun için hareket ve davranışların üzerinde kontrol sağlamalısın.
Musul’da halk çoktan kaybedilmiş zaten bu kadar tedbirde halka karşı alınmış durumdadır. Mevcut rejim için en büyük tehdit halkın kendisi olmuştur. ABD’nin neden Irak’ta askerlerini çektiğini anlamak için Musul’da bir tur atmak yeterlidir. ABD hiçbir zaman bu savaşı kazanmayacaktır. Çoktan kaybedilmiş bir savaşın uzatmalarını oynuyor. Gördüklerimi kameraya çekebilseydim dünya kamuoyuna ABD’nin yenilgili yüzünü gösterebilirdim. Maalesef buralarda kamera ve fotoğraf makinesi kullanmak oldukça riskli ve tehlikelidir. Ama ona rağmen yanımda ki taksiciye fazladan para vererek hareket halinde birkaç resim çektim. Bu resimler belki de ABD’nin yenilgili yüzünün küçük bir kesiti olacaktır.
Yusuf Ziyad
Yerelin Merkez Karşısında Yeniden Düzenlenmesi -1
KCK operasyonu kapsamında cezaevinde tutuklu bulunan Hatip Dicle’nin geçen yıl kaleme aldığı Demokratik Özerklik Projesi ile ilgili hazırladığı yazıdır.
MERKEZDEN YÖNETİM VE YERİNDEN YÖNETİM
Açıktır ki hiçbir toplum homojen değildir. Değişik kimliklerin birleşiminden oluşmuştur. Böylesi bir topluma tek bir ulusal kimlik, değer ve normları temelinde bir yaşam dayatılamaz, dayatılmamalıdır. Sosyal, siyasal yaşam tek renge mahkûm edilemez, edilmemelidir.
Bilindiği gibi, YÖNETİM olayı toplumsal yaşamın vazgeçilmez bir gereği olarak şekillenen sosyal ve siyasal bir kavramdır. Toplumsal yeniden üretimin devamı için gereken tüm ilişki, denetim, planlama ve işleyişi içeren YÖNETİM kavramı; özünde bir yön verme ve düzenleme işidir. Geniş anlamda yönetim olgusu, merkezi şekliyle devlet erkinde somutlaşır. Tarihten günümüze her devlet oluşumu, biçimi ne olursa olsun bir yürütme kurulu işlevini görmüştür. Değişen toplumsal koşullara göre birçok değişim geçiren yönetim olgusu, günümüzde de bu değişimini sürdürmektedir. Ne var ki özünde siyasal bir içerik taşıyan yönetim olgusunun tarihsel gelişimi, genel olarak merkezileşme yönünde olmuştur.
Başlangıçtan günümüze kendi öz çıkarlarını düşünsel olarak en iyi sistematize eden, onu politik çizgiye dönüştürüp, örgütlü zor gücüne kavuşturan, yönetimin de sahibi olmuştur. Egemenlerin tarih içinde bunu en iyi yapanlar olduğu biliniyor. Bu nedenle toplumsal yaşamın idare edilmesi, düzenlenmesi ve yeniden üretilmesi, adeta egemenlerin doğuştan gelen hakkı gibi algılanmıştır. Daha da kötüsü, bu durum günümüzde de bilinçaltına hükmedecek derecede etkisini sürdürmektedir. Kendi öz çıkarlarını sağlam bir düşünsel zemine, politik çizgiye, örgüt ve eylem gücüne kavuşturamayan; kavuşturduğunda ise sürekli kılamayan ya da yozlaşıp zıddına dönüşmesini engelleyemeyen, ulusal, sınıfsal veya cinsel anlamda ezilenler, tarih boyunca yönetim nesnesi olmanın ötesine geçememişlerdir.
Bu tarihsel temel üzerinde şekillenen ve günümüzde de geçerli olan yönetim biçim ve anlayışları, her toplumun yapısı, çelişkileri ve özgünlüklerine göre değişiklikler içerse de, temelde iki başlık altında toplanabilecek niteliktedir: Tüm yönetim gücünün tek bir merkezde toplandığı ve yürütüldüğü 'Merkezden Yönetim' sistemi bunun birincisi olmaktadır. Diğeri ise yönetim erkinin çeşitli merkezler arasında paylaşılması ve ayrı kurumlarca yürütülmesini sağlayan 'Yerinden Yönetim' sistemidir.
Bir ülkenin tek bir yasama organı ve tek bir yargı sisteminin bulunması ve yasaların her yerde tek biçimde uygulanması durumunda siyasal bir 'Merkezden Yönetim' söz konusudur. Bu tekçi, üniter bir sistemdir. Öte yandan, yine bir ülkenin ayrı bölgelerinde yasalar ve yargı uygulaması bakımından farklılık varsa, o ülkede siyasal anlamda bir 'Yerinden Yönetim', başka bir ifadeyle 'Özerk Yönetim' ya da Federal Sistem yürürlüktedir.
KİTLELERİN ÖZ YÖNETİM GÜCÜ
Bilindiği gibi, feodal dönemde derebeylikler ve beylikler, nispi anlamda bir ÖZERK yönetim gücü olmuşlardır. Bunların ÖZERK konumu, belli yönleriyle yerel yönetim örgütlenmelerine benzemektedir. Çünkü merkezle olan ilişkileri oldukça sınırlıdır ve özünde merkezi otoriteye asker ve vergi vererek kendisini korumaya, himaye altına almaya dayanan bir sistemdi. Ne var ki demokratik değildi ve halk tebaa durumundaydı.
Günümüzdeki demokratik, özerk yerel yönetim kavramının doğuşu ise halk kitlelerinin iktidarı paylaşma mücadelelerinin ürünüdür. Zaten yerel yönetimlere meşruiyet kazandıran, onu tercih edilen yönetim tarzı olarak gündemleştiren de, temeldeki bu özelliğidir. Bu nedenle demokratik, özerk yerel veya bölgesel yönetimler, kitlelerin öz yönetim gücünü açığa çıkarabildikleri, demokrasinin beşiği ve okulu olabildikleri ölçüde gerçek tanımlarına ulaşırlar. Bu yönetimlerin dünyadaki uygulamalarından çıkan olumlu sonuçları şöyle sıralayabiliriz:
* Yönetime yabancılaşmayı ortadan kaldırır, halkın siyasi iradesini geliştirir.
* Bürokratik, hantal, masraflı, anti-demokratik işleyişin aşılmasını sağlar.
* Dengeli gelir ve kaynak kullanımına yol açarak, daha verimli bir hizmete olanak sunar.
* Etnik, kültürel, dini çok renkliliğin korunup geliştirilmesine imkân verir.
* Militarist, ırkçı, baskıcı merkezi yapıların ortaya çıkmasını engeller.
Bu olumlu sonuçlarından dolayı, günümüzde tüm dünyada ağırlıklı olarak uygulanan yönetim modeli, yerel yönetimle bağdaştırılmış merkezi yönetim modelleridir. Her ülkenin kendi koşullarına göre bu iki sistemin değişik ölçülerde sentezlenmesinden oluşan yönetim modelleri mevcuttur. Dünyadaki eğilim, bu sentezlemede demokratik, özerk yerel veya bölgesel yönetimlerin ağırlığının giderek artırılması yönündedir. Türkiye gibi katı üniter devlet yapıları ise hızla çözülmeye devam etmektedirler.
Açıktır ki hiçbir toplum homojen değildir. Değişik kimliklerin birleşiminden oluşmuştur. Böylesi bir topluma tek bir ulusal kimlik, değer ve normları temelinde bir yaşam dayatılamaz, dayatılmamalıdır. Sosyal, siyasal yaşam tek renge mahkûm edilemez, edilmemelidir. Nihayet farklılıkları reddeden, yok sayan, imha ve asimilasyona tabi tutan yönetimlerin tümü de katı üniter devletler olmaktadır. Bu zihniyetleriyle, bırakalım farklı kimlik ve kültürleri eritmeyi ve daha üst bir senteze ulaştırmayı, tam tersine toplumsal çelişki ve çatışmaları körükleyici bir işlev görmektedir. Bu ve daha birçok nedenden dolayı, katı üniter devlet yapısı, günümüzde çağın gerisinde kalan ve miadını doldurmuş bir yönetim modeli durumundadır.
MERKEZ VE ÇEVRE DENKLEMİ
Bilindiği gibi akademik çevreler, günümüzdeki mevcut devletleri ve siyasal örgütlenmeleri; Üniter devlet, federal devlet, konfederasyon ve üniter devlet ile federal devletten izler taşıyan ama özünde üniter devlet biçimine yakın duran Bölgesel Devlet şeklinde sınıflandırmaktadırlar. Hatta birçok akademisyen, özellikleri nedeniyle Bölgesel Devletleri de üniter devlet kapsamında incelemektedirler. Bütün bu devlet biçimleri esas olarak merkez ile çevre bağlamında değerlendirilmelidir. Federal devlet, değişik merkezlerin kendileri dışında ve belirli bir anlamda kendilerinin de tabi olduğu bir merkez oluşturmaları yönündeki ortak iradenin ürünüdür. ABD, Almanya, Kanada, Hindistan ve Rusya'da olduğu gibi... Oysa üniter veya Bölgesel devletlerde önce merkez vardır. Bu nedenle hukuk planında ilk olan tek anayasanın varlığıdır. Bu anayasa bütün ülke için geçerlidir ve bütün ülkede kurulan iktidarların temel çerçevesini gösterir. Türkiye'de tekil devlet diye de anılır ve 'devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü' formülü ile tanımlanır. Bölgeselleşme ya da ÖZERK BÖLGELER ise, merkezi yönetimin altında ama illerin üstünde yeni bir idari-siyasal birimin yönetim aygıtına monte edilmesidir. Başka bir anlatımla yerelin merkez karşısında yeniden düzenlenmesidir.
ÖZERKLİK VE KİMİ ÖRNEKLERİ
ÖZERKLİK, esas olarak Arapça Muhtariyet, Yunanca Otonomi kavramlarının Türkçesi'dir ve kendi kendini idare etme durumunu anlatır. Üniter devletlerde geçerli Özerklik ilkesi ile Federasyonlarda geçerli Özerklik ilkesi arasında temel bir fark vardır: Üniter devletlerde, egemen merkez kendi altındaki birimleri özerkleştirir; Federasyonlarda ise egemen siyasi otoriteler özerkliklerini koruyarak bütünleşirler. Esas olarak günümüzde ÖZERKLİK kavramı, üniter devletin ulus altı bir bölgeye, kendi organlarıyla kendi işlerini yönetme yetkisini tanımasıdır.
Genel çizgileriyle öğreti, idari bölgelere sahip Portekiz ve Fransa gibi, Siyasi Bölgelere sahip İtalya ve İspanya'yı da Üniter Devlet içinde görme eğilimindedir. Kimileri Bölgesel Devlet adını vererek İtalya ve İspanya modelini yine de Üniter devlet kapsamında incelemektedirler. Kimileri ise bu devletleri üniter devlet içinde Yerinden Yönetimin üst bir aşamada gerçekleşmesi biçiminde değerlendirmektedir. Hem İtalya, hem de İspanya'da siyasal merkeziyetçilik, Siyasal Yerinden Yönetim ilkesiyle yumuşatılmıştır. Danimarka, Fransa, Finlandiya ve Portekiz'de siyasal bölgeselleşme istisnaidir; Fransa'da idari bölgeselleşme yaygındır; İtalya ve İspanya'da ise siyasal bölgeselleşme... Birleşik Krallıkta daha zayıf bir Siyasal Özerklik vardır. İskoçya, Kuzey İrlanda, Galler özerkliğe sahip olan bölgelerdir. Ülkede yasama organı tektir. Ama geleneksel hukuktan doğan yarı-idari, yarı-siyasi özerklik söz konusudur. İspanya Anayasa Mahkemesi, İspanya'yı 'Özerklikler Devleti' olarak tanımlamaktadır. İtalya'da ise 'Bölgesel Devlet' tanımı geçerlidir.
OSMANLI’DA AYRICALIKLI EYALETLER
Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilen coğrafyada bazı sancaklarda yurtluk-ocaklık ve hükümet adı altında ÖZERK yönetim biçimleri vardır. Bu birimlerin merkeze bağlılığı daha gevşekti. Yıllık vergi ve savaş zamanında asker göndermenin dışında içişlerinde tamamen ÖZERK idiler.
Bölgesel Devletlerin günümüz dışındaki tarihsel örnekleri, çokuluslu imparatorluklardaki ÖZERK memleket yönetimleridir. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ayrıcalıklı Eyaletlerle, Bölgesel Devletlerin statüleri önemli benzerlikler gösterirler. Bu nedenle Osmanlı'nın bu yapısına genel hatlarıyla da olsa bir göz atmak gerekir. Esas olarak Osmanlı bir üniter devlet değildi. Ayrıcalıklı Eyaletler adı verilen ve yasama yetkileri de olan 'Siyasal Bölgeler' ile dinsel temelde kurulu 'Millet' örgütlenmeleri vardı. Hatta 1876 Anayasası ile Ayrıcalıklı Eyaletler anayasal bir statüye kavuşmuşlardır. Bu eyaletler, idari yerinden yönetim birimleri olmaktan çok, siyasal yerinden yönetim birimlerine yakındırlar. Çoğunun kendi güvenlik güçleri vardır.
1906 tarihli resmi yıllığa göre; bunlardan Mısır ve Sisam, idari muhtariyet olarak adlandırılan bir statüye sahiptir. Kimileri ise siyasal yerinden yönetime yakındır: Girit, Cebeli Lübnan, Tunus, Doğu Rumeli Vilayeti gibi... Bulgaristan ise adeta ayrı bir devlet gibidir. Örneğin Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilen coğrafyada bazı sancaklarda yurtluk-ocaklık ve hükümet adı altında ÖZERK yönetim biçimleri vardır. Bu birimlerin merkeze bağlılığı daha gevşekti. Yıllık vergi ve savaş zamanında asker göndermenin dışında içişlerinde tamamen ÖZERK idiler. Ama bunlar federe devletlere benzemez. Zira bu ÖZERK statüyü onlara Osmanlı Devleti bahşetmiştir.
İmparatorluktaki 'Millet Sistemi' adı verilen dinsel topluluk örgütlenmesinin kökeni ise İslam hukukuna dayanmaktadır. Geçmişteki anlamında 'Rum' sözcüğü bir etniğin adı değil, Ortodoks kilisesine bağlı değişik etnik grupları ifade eder. Bunlar kendilerini yönetirler, Osmanlı'ya cizye adlı vergiyi öderler. Sınırlı hukuki ve idari özerklikleri vardır. Daha sonra Musevi ve Ermeni milletleri de oluşturulmuştur. Bütün bu tespitlerden sonra Osmanlı Devleti'nin üniter bir devlet biçimine sahip olmadığı, Bölgesel Devlete benzediği söylenebilir. Ne var ki Osmanlı dinamikleri, bu yapıyı modern bir çokulusluluk modeline taşıyamamış, federal bir oluşumu gerçekleştirememiştir. Örnek olarak 1908 - 2. Meşrutiyet dönemi partilerinden Hürriyet ve İtilaf Fırkası Programı, Osmanlı'nın bu tarihsel özelliklerinden esinlenerek, siyasal yerinden yönetime yakın yönleriyle ilginç bir belgedir. Ayrıca programında yerel dillere tamamen serbestlik tanımaktadır. Diğer parti İttihat ve Terakki Cemiyeti ise katı merkeziyetçi bir eğilimi benimsemiştir ki, bu zihniyet daha sonra Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasası'nın da ruhunu oluşturmuştur.
MERKEZDEN YÖNETİM VE YERİNDEN YÖNETİM
Açıktır ki hiçbir toplum homojen değildir. Değişik kimliklerin birleşiminden oluşmuştur. Böylesi bir topluma tek bir ulusal kimlik, değer ve normları temelinde bir yaşam dayatılamaz, dayatılmamalıdır. Sosyal, siyasal yaşam tek renge mahkûm edilemez, edilmemelidir.
Bilindiği gibi, YÖNETİM olayı toplumsal yaşamın vazgeçilmez bir gereği olarak şekillenen sosyal ve siyasal bir kavramdır. Toplumsal yeniden üretimin devamı için gereken tüm ilişki, denetim, planlama ve işleyişi içeren YÖNETİM kavramı; özünde bir yön verme ve düzenleme işidir. Geniş anlamda yönetim olgusu, merkezi şekliyle devlet erkinde somutlaşır. Tarihten günümüze her devlet oluşumu, biçimi ne olursa olsun bir yürütme kurulu işlevini görmüştür. Değişen toplumsal koşullara göre birçok değişim geçiren yönetim olgusu, günümüzde de bu değişimini sürdürmektedir. Ne var ki özünde siyasal bir içerik taşıyan yönetim olgusunun tarihsel gelişimi, genel olarak merkezileşme yönünde olmuştur.
Başlangıçtan günümüze kendi öz çıkarlarını düşünsel olarak en iyi sistematize eden, onu politik çizgiye dönüştürüp, örgütlü zor gücüne kavuşturan, yönetimin de sahibi olmuştur. Egemenlerin tarih içinde bunu en iyi yapanlar olduğu biliniyor. Bu nedenle toplumsal yaşamın idare edilmesi, düzenlenmesi ve yeniden üretilmesi, adeta egemenlerin doğuştan gelen hakkı gibi algılanmıştır. Daha da kötüsü, bu durum günümüzde de bilinçaltına hükmedecek derecede etkisini sürdürmektedir. Kendi öz çıkarlarını sağlam bir düşünsel zemine, politik çizgiye, örgüt ve eylem gücüne kavuşturamayan; kavuşturduğunda ise sürekli kılamayan ya da yozlaşıp zıddına dönüşmesini engelleyemeyen, ulusal, sınıfsal veya cinsel anlamda ezilenler, tarih boyunca yönetim nesnesi olmanın ötesine geçememişlerdir.
Bu tarihsel temel üzerinde şekillenen ve günümüzde de geçerli olan yönetim biçim ve anlayışları, her toplumun yapısı, çelişkileri ve özgünlüklerine göre değişiklikler içerse de, temelde iki başlık altında toplanabilecek niteliktedir: Tüm yönetim gücünün tek bir merkezde toplandığı ve yürütüldüğü 'Merkezden Yönetim' sistemi bunun birincisi olmaktadır. Diğeri ise yönetim erkinin çeşitli merkezler arasında paylaşılması ve ayrı kurumlarca yürütülmesini sağlayan 'Yerinden Yönetim' sistemidir.
Bir ülkenin tek bir yasama organı ve tek bir yargı sisteminin bulunması ve yasaların her yerde tek biçimde uygulanması durumunda siyasal bir 'Merkezden Yönetim' söz konusudur. Bu tekçi, üniter bir sistemdir. Öte yandan, yine bir ülkenin ayrı bölgelerinde yasalar ve yargı uygulaması bakımından farklılık varsa, o ülkede siyasal anlamda bir 'Yerinden Yönetim', başka bir ifadeyle 'Özerk Yönetim' ya da Federal Sistem yürürlüktedir.
KİTLELERİN ÖZ YÖNETİM GÜCÜ
Bilindiği gibi, feodal dönemde derebeylikler ve beylikler, nispi anlamda bir ÖZERK yönetim gücü olmuşlardır. Bunların ÖZERK konumu, belli yönleriyle yerel yönetim örgütlenmelerine benzemektedir. Çünkü merkezle olan ilişkileri oldukça sınırlıdır ve özünde merkezi otoriteye asker ve vergi vererek kendisini korumaya, himaye altına almaya dayanan bir sistemdi. Ne var ki demokratik değildi ve halk tebaa durumundaydı.
Günümüzdeki demokratik, özerk yerel yönetim kavramının doğuşu ise halk kitlelerinin iktidarı paylaşma mücadelelerinin ürünüdür. Zaten yerel yönetimlere meşruiyet kazandıran, onu tercih edilen yönetim tarzı olarak gündemleştiren de, temeldeki bu özelliğidir. Bu nedenle demokratik, özerk yerel veya bölgesel yönetimler, kitlelerin öz yönetim gücünü açığa çıkarabildikleri, demokrasinin beşiği ve okulu olabildikleri ölçüde gerçek tanımlarına ulaşırlar. Bu yönetimlerin dünyadaki uygulamalarından çıkan olumlu sonuçları şöyle sıralayabiliriz:
* Yönetime yabancılaşmayı ortadan kaldırır, halkın siyasi iradesini geliştirir.
* Bürokratik, hantal, masraflı, anti-demokratik işleyişin aşılmasını sağlar.
* Dengeli gelir ve kaynak kullanımına yol açarak, daha verimli bir hizmete olanak sunar.
* Etnik, kültürel, dini çok renkliliğin korunup geliştirilmesine imkân verir.
* Militarist, ırkçı, baskıcı merkezi yapıların ortaya çıkmasını engeller.
Bu olumlu sonuçlarından dolayı, günümüzde tüm dünyada ağırlıklı olarak uygulanan yönetim modeli, yerel yönetimle bağdaştırılmış merkezi yönetim modelleridir. Her ülkenin kendi koşullarına göre bu iki sistemin değişik ölçülerde sentezlenmesinden oluşan yönetim modelleri mevcuttur. Dünyadaki eğilim, bu sentezlemede demokratik, özerk yerel veya bölgesel yönetimlerin ağırlığının giderek artırılması yönündedir. Türkiye gibi katı üniter devlet yapıları ise hızla çözülmeye devam etmektedirler.
Açıktır ki hiçbir toplum homojen değildir. Değişik kimliklerin birleşiminden oluşmuştur. Böylesi bir topluma tek bir ulusal kimlik, değer ve normları temelinde bir yaşam dayatılamaz, dayatılmamalıdır. Sosyal, siyasal yaşam tek renge mahkûm edilemez, edilmemelidir. Nihayet farklılıkları reddeden, yok sayan, imha ve asimilasyona tabi tutan yönetimlerin tümü de katı üniter devletler olmaktadır. Bu zihniyetleriyle, bırakalım farklı kimlik ve kültürleri eritmeyi ve daha üst bir senteze ulaştırmayı, tam tersine toplumsal çelişki ve çatışmaları körükleyici bir işlev görmektedir. Bu ve daha birçok nedenden dolayı, katı üniter devlet yapısı, günümüzde çağın gerisinde kalan ve miadını doldurmuş bir yönetim modeli durumundadır.
MERKEZ VE ÇEVRE DENKLEMİ
Bilindiği gibi akademik çevreler, günümüzdeki mevcut devletleri ve siyasal örgütlenmeleri; Üniter devlet, federal devlet, konfederasyon ve üniter devlet ile federal devletten izler taşıyan ama özünde üniter devlet biçimine yakın duran Bölgesel Devlet şeklinde sınıflandırmaktadırlar. Hatta birçok akademisyen, özellikleri nedeniyle Bölgesel Devletleri de üniter devlet kapsamında incelemektedirler. Bütün bu devlet biçimleri esas olarak merkez ile çevre bağlamında değerlendirilmelidir. Federal devlet, değişik merkezlerin kendileri dışında ve belirli bir anlamda kendilerinin de tabi olduğu bir merkez oluşturmaları yönündeki ortak iradenin ürünüdür. ABD, Almanya, Kanada, Hindistan ve Rusya'da olduğu gibi... Oysa üniter veya Bölgesel devletlerde önce merkez vardır. Bu nedenle hukuk planında ilk olan tek anayasanın varlığıdır. Bu anayasa bütün ülke için geçerlidir ve bütün ülkede kurulan iktidarların temel çerçevesini gösterir. Türkiye'de tekil devlet diye de anılır ve 'devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü' formülü ile tanımlanır. Bölgeselleşme ya da ÖZERK BÖLGELER ise, merkezi yönetimin altında ama illerin üstünde yeni bir idari-siyasal birimin yönetim aygıtına monte edilmesidir. Başka bir anlatımla yerelin merkez karşısında yeniden düzenlenmesidir.
ÖZERKLİK VE KİMİ ÖRNEKLERİ
ÖZERKLİK, esas olarak Arapça Muhtariyet, Yunanca Otonomi kavramlarının Türkçesi'dir ve kendi kendini idare etme durumunu anlatır. Üniter devletlerde geçerli Özerklik ilkesi ile Federasyonlarda geçerli Özerklik ilkesi arasında temel bir fark vardır: Üniter devletlerde, egemen merkez kendi altındaki birimleri özerkleştirir; Federasyonlarda ise egemen siyasi otoriteler özerkliklerini koruyarak bütünleşirler. Esas olarak günümüzde ÖZERKLİK kavramı, üniter devletin ulus altı bir bölgeye, kendi organlarıyla kendi işlerini yönetme yetkisini tanımasıdır.
Genel çizgileriyle öğreti, idari bölgelere sahip Portekiz ve Fransa gibi, Siyasi Bölgelere sahip İtalya ve İspanya'yı da Üniter Devlet içinde görme eğilimindedir. Kimileri Bölgesel Devlet adını vererek İtalya ve İspanya modelini yine de Üniter devlet kapsamında incelemektedirler. Kimileri ise bu devletleri üniter devlet içinde Yerinden Yönetimin üst bir aşamada gerçekleşmesi biçiminde değerlendirmektedir. Hem İtalya, hem de İspanya'da siyasal merkeziyetçilik, Siyasal Yerinden Yönetim ilkesiyle yumuşatılmıştır. Danimarka, Fransa, Finlandiya ve Portekiz'de siyasal bölgeselleşme istisnaidir; Fransa'da idari bölgeselleşme yaygındır; İtalya ve İspanya'da ise siyasal bölgeselleşme... Birleşik Krallıkta daha zayıf bir Siyasal Özerklik vardır. İskoçya, Kuzey İrlanda, Galler özerkliğe sahip olan bölgelerdir. Ülkede yasama organı tektir. Ama geleneksel hukuktan doğan yarı-idari, yarı-siyasi özerklik söz konusudur. İspanya Anayasa Mahkemesi, İspanya'yı 'Özerklikler Devleti' olarak tanımlamaktadır. İtalya'da ise 'Bölgesel Devlet' tanımı geçerlidir.
OSMANLI’DA AYRICALIKLI EYALETLER
Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilen coğrafyada bazı sancaklarda yurtluk-ocaklık ve hükümet adı altında ÖZERK yönetim biçimleri vardır. Bu birimlerin merkeze bağlılığı daha gevşekti. Yıllık vergi ve savaş zamanında asker göndermenin dışında içişlerinde tamamen ÖZERK idiler.
Bölgesel Devletlerin günümüz dışındaki tarihsel örnekleri, çokuluslu imparatorluklardaki ÖZERK memleket yönetimleridir. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ayrıcalıklı Eyaletlerle, Bölgesel Devletlerin statüleri önemli benzerlikler gösterirler. Bu nedenle Osmanlı'nın bu yapısına genel hatlarıyla da olsa bir göz atmak gerekir. Esas olarak Osmanlı bir üniter devlet değildi. Ayrıcalıklı Eyaletler adı verilen ve yasama yetkileri de olan 'Siyasal Bölgeler' ile dinsel temelde kurulu 'Millet' örgütlenmeleri vardı. Hatta 1876 Anayasası ile Ayrıcalıklı Eyaletler anayasal bir statüye kavuşmuşlardır. Bu eyaletler, idari yerinden yönetim birimleri olmaktan çok, siyasal yerinden yönetim birimlerine yakındırlar. Çoğunun kendi güvenlik güçleri vardır.
1906 tarihli resmi yıllığa göre; bunlardan Mısır ve Sisam, idari muhtariyet olarak adlandırılan bir statüye sahiptir. Kimileri ise siyasal yerinden yönetime yakındır: Girit, Cebeli Lübnan, Tunus, Doğu Rumeli Vilayeti gibi... Bulgaristan ise adeta ayrı bir devlet gibidir. Örneğin Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilen coğrafyada bazı sancaklarda yurtluk-ocaklık ve hükümet adı altında ÖZERK yönetim biçimleri vardır. Bu birimlerin merkeze bağlılığı daha gevşekti. Yıllık vergi ve savaş zamanında asker göndermenin dışında içişlerinde tamamen ÖZERK idiler. Ama bunlar federe devletlere benzemez. Zira bu ÖZERK statüyü onlara Osmanlı Devleti bahşetmiştir.
İmparatorluktaki 'Millet Sistemi' adı verilen dinsel topluluk örgütlenmesinin kökeni ise İslam hukukuna dayanmaktadır. Geçmişteki anlamında 'Rum' sözcüğü bir etniğin adı değil, Ortodoks kilisesine bağlı değişik etnik grupları ifade eder. Bunlar kendilerini yönetirler, Osmanlı'ya cizye adlı vergiyi öderler. Sınırlı hukuki ve idari özerklikleri vardır. Daha sonra Musevi ve Ermeni milletleri de oluşturulmuştur. Bütün bu tespitlerden sonra Osmanlı Devleti'nin üniter bir devlet biçimine sahip olmadığı, Bölgesel Devlete benzediği söylenebilir. Ne var ki Osmanlı dinamikleri, bu yapıyı modern bir çokulusluluk modeline taşıyamamış, federal bir oluşumu gerçekleştirememiştir. Örnek olarak 1908 - 2. Meşrutiyet dönemi partilerinden Hürriyet ve İtilaf Fırkası Programı, Osmanlı'nın bu tarihsel özelliklerinden esinlenerek, siyasal yerinden yönetime yakın yönleriyle ilginç bir belgedir. Ayrıca programında yerel dillere tamamen serbestlik tanımaktadır. Diğer parti İttihat ve Terakki Cemiyeti ise katı merkeziyetçi bir eğilimi benimsemiştir ki, bu zihniyet daha sonra Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasası'nın da ruhunu oluşturmuştur.
Hatip Dicle
Demokratik Özerklik, toplumun tabandan örgütlenmesidir
Yazıya başlamadan önce değerli mücadele arkadaşım, sevgili yoldaşım Sevil Erol'u ölüm yıldönümünde, saygıyla minnetle anmak istiyorum.
Sevil KESK'i en zor süreçlerini omuzlayıp bu günlere taşıyan bir emek yoldaşıydı. Yaşamı boyunca demokrasi ve emek mücadelesinin yılmaz savunucusuydu.
Yıllar geçse de Sevil'in, yeri zor doldurulacaktır. Onu bizler asla unutmayacak, unutturmayacağız.
***
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) sonrası açıklanan, Demokratik Özerklik projesi gündemi belirliyor.
Her kesim bu projeyi konuşuyor. Kürt halkı bu projeyle devasa bir adım attı. Devletin Kürtlere yönelik seksen yıllık ret ve ink‰r sistemini tersine çevirdiler.
Nitekim 'tanrı-devlet' düzeni karşısında, emekçiler, kadın, gençlik ve ezilen doğanın, halkların dayatılmış yaşama boyun eğmeden, kendi özgürlük çizgilerini ortaya koymaları devrimsel bir gelişmedir.
Hatta böyle bir adımın atılmasında geç kalındığını bile söyleyebiliriz..Toplumu kölece bir yaşamın içine hapseden devlet zihniyeti, elbette kendiliğinden değişmeyecektir. Dipten gelen bir dalganın yaratılması gereklidir.
Kürt halkı da böylesi tarihi bir adım attı.
Kuşkusuz demokratik özerklikten anlaşılan yada benim anladığım, yerellerin güçlendirilmesi demokrasinin derinleşmesidir. Öyleyse bu model sadece Kürt illerine özgü bir model (proje) değildir.
Böyle anlaşılmamalıdır. Bu proje Türkiye'nin demokratikleşme projesidir.Tüm demokrasi özgürlük beklentisi olanların katı merkeziyetçilikten bıkan her kesimin ortak talebi olmalıdır. Her zaman teba kültüründen, örgütsüzlükten yakınırız.
Demokratik Özerklik toplumu örgütsüzlükten kurtaracak ve kılcal damarlarına kadar örgütleyecek yeni bir yaşam anlayışıdır.
Türkiyede emekçiler, kadınlar, işçiler, issizler, emekliler ve esnaf vb. çok sayıda toplumsal kesim, kesimsel çıkarları için federasyon yada konfederasyon tarzında örgütlenerek bir araya gelirler.
Ancak her şeyin merkeze havale edildiği bugünkü devlet yapısı, toplumun sorunlarına, demokrasi ve özgürlük taleplerine çözüm olanağı sunmaktan yoksundur. Yani mevcut sistem, Kürtlerin emekçilerin, kadınların, işçilerin, issizlerin, emeklilerin taleplerini karşılamamaktadır.
Demokratik özerk yapı (yerel meclisleşme) merkezin sorunlara çözüm bulamadığı oranda yerelde, yerel meclisler aracılığı ile ekonomik, sosyal, kültürel, dilsel alandaki sorunlara çözüm üretmesidir. Yani tüm yereller, en küçük idari birim olan köyden başlayarak sokaktan, mahalleden giderek kentlerin kendi karar mekanizmalarını oluşturmaları ve toplumun ekonomik, sosyal, kültürel vb sorunlarını her yerelin çözüme kavuşturmasıdır.
Yerelleşme aynı zamanda emekçiler açısından, devletin vesayetinden kurtulmaktır.
Devlet yıllardır emekçilere haklarını vermiyor. Hep oyalıyor, beklenti yaratıyor. Zaman, zaman emekçilerin ağzına bir kaşık bal çalarak tepkiyi bir noktada tutuyor.
Oysa son yıllarda yerel yönetim alanında sendikalar artık devlete rağmen Belediyelerle, fiili toplu sözleşmeler düzenliyor. Ne var ki devlet sürekli, belediyelere baskı yapıyor zimmet çıkarıyor. Devlet belediyelere 'çalışanına insanca ücret verme' diyor.
Bunun en çarpıcı örneği 1992 yılında Antep Belediyesi ile Tüm Bel-Sen arasında imzalanan sözleşmedir. Antep Belediyesi ile Tüm Bel Sen arasında emekçilerin ekonomik sosyal haklarının iyileştirilmesi ile ilgili yapılan toplu sözleşmeyi, dönemin hükümeti yok sayarak taraflara zimmet çıkarmıştı.
Daha sonra konuyu Tüm Bel-Sen AİHM taşıdı.
Mahkeme Belediyenin sendikayla yaptığı sözleşmenin haklılığına karar verdi ve hükümeti tazminat ödemeye mahkum etti. Demek ki pekala devlet işin içine sokulmadan halklar, emekçiler kendi yerellerinde, insanca yaşayabilecekleri ücret ekonomik, sosyal, kültürel, dilsel vb. sorunlarına rahatlıkla çözüm bulabilirler. Topluma yeni ufuklar açacak olan yerelleşme hamlesi, hem devletin hem de sivil toplumun önünü açacaktır.
Sermayenin bile yerleşmeye çalıştığı çağımızda, demokratik özerklikten korkulması anlamsızdır.
Sonuç olarak devletin küçülmesi, öz örgütlülüğün yani sivil toplumun gelişmesini sağlayacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)