Prof.Dr Korkut Boratav ile hem Türkiye ekonomisinin
güncel meselelerini hem de neoliberal dönüşümün tarihini konuştuk. 12
Eylül’den sonra Türkiye kapitalizminin gelişimini üç döneme ayırarak ele
alan Boratav dönüşümün tarihsel gelişimi açısından belleğimizi
tazeliyor. Boratav önümüzdeki üç yıllık seçim sürecinde AKP’nin günü
kurtarmaya odaklandığına işaret ediyor
2012 ikinci çeyrek sonuçları itibariyle görüyoruz ki iç talep büyümezken Türkiye ekonomisi ihracata dayalı bir büyüme performansı sergiliyor. 24 Ocak 1980 kararları ile ekonomi dışa açılmaya çalışılmıştı. Geldiğimiz nokta itibariyle hedeflenen ekonomik yapıya ulaşıldı mı sizce?
Neoliberal dönüşüm Türkiye’ye özgü değildir. Üçüncü Dünya’da Latin Amerika’da bizden önce, hatta ABD ve Avrupa’nın neoliberalizme geçmelerinden önce denenmiş bir modeldir. Şili, Brezilya ve Arjantin’de askeri rejimler altında uygulanmış bir dönüşümden bahsediyoruz. Türkiye, Latin Amerika’dan sonra bu modele geçen ilk ülkelerden birisi oldu.
Dönüşümün ana özelliği, sermayenin tüm dünya üzerindeki sınırsız tahakkümünü yeniden oluşturma girişimi olmasıdır. Çünkü daha önceki 30-35 yıl, sermayenin tahakkümünü frenleyen öğelerin sisteme yerleştiği dönemdir. Bu frenler, sınıf mücadelelerinin dünya çapında elde ettiği sonuçlardır. Bahsettiğimiz dönem yaklaşık olarak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen 30-35 yıllık süreci kapsar. “Kapitalizmin Atın Çağı” olarak da nitelendiren bu dönem, her topluma, inişli-çıkışlı doğrultuda, farklı biçim ve boyutlarda yansımıştır. Türkiye de bu “Altın Çağ”dan etkilenmiş; 1960’ı izleyen 20 yıl boyunca, araya giren 12 Mart kesintisine rağmen, emek ile sermaye arasındaki ilişkilerin adeta karşılıklı bir uzlaşma modelinde biçimlendiği bir dönemden geçmiştir. Ben bu döneme “popülizm” diyorum. Yani, sermaye partileri iktidardadır. Ancak, seçmen olarak halk kitlelerine dayandıkları için bir yandan onların taleplerine duyarlı olma zaruretini hissederler; bir yandan da bu kitlelerin sınıfsal olarak siyasi örgütlenmelerini frenlemeye çalışırlar. Bu ödünü büyük ölçüde elde ederler; ama bunun karşılığında da hem kentli-ücretli işçi sınıfına hem de kalabalık köylülüğe dönük paylaşım düzenlemelerini müzakere konusu yaparlar. 12 Mart 1971 dönüşümünden sonraki aşamada emekçi katmanların siyasette ağırlığı daha fazla hissedilir oldu. Çünkü CHP’nin içinde halk sınıflarına yönelik bir politika kayması oldu ve CHP uzun yıllardan sonra ilk defa 1973-1977 seçimlerinde ve ara seçimlerde birinci parti olarak sağ partilerin önüne geçti. Bu sayede kendi solunun da gelişmesine isteyerek veya istemeyerek yol açtı.
Darbeden sonra üç aşamalı dönüşüm
12 Eylül 1980 bunun rövanşıdır. 24 Ocak kararları eksikti; çünkü emeğin kontrolü öğelerinden yoksundu. 12 Eylül bu eksikliği giderdi. Darbeyle gerçekleşen bu ilk eksen kaymasını üç aşama izliyor. Bütün aşamalarda sermayenin ana talepleri belirleyici oluyor.
Birinci aşama askeri rejim ve ANAP’ın tek parti iktidarı dönemidir. 1970’li yıllarda emeğin kazanımları, bu dönemde fazlasıyla geri alınmıştır. 1970’li yılların sonu ile 1988 arasını karşılaştıralım. İşçi sınıfının göreli durumunu reel ücretler ve ücret payı göstergeleri bakımından izleyelim. Köylülüğün göreli durumunu da tarımın ticaret hadleri ile (yani çiftçinin eline geçen fiyatlarla, ödediği fiyatlar arasındaki makasın açılıp açılmadığına bakarak) belirleyelim. Her iki gösterge de ortaya koymaktadır ki, emekçi sınıfların göreli durumları, bu 8-9 yıl içinde Cumhuriyet tarihinde hiçbir döneminde olmadığı boyutlarda çökmüştür. Bu birinci aşamada bölüşüm ilişkileri iç piyasa üzerinde kontrol sağlanarak biçimlendirilmiştir. Sıkıyönetimli yılların baskıları, yeni anayasa düzeni, onun türevi olan iş yasaları ile sosyal güvenlik sistemindeki değişiklikler ve tarıma dönük destekleme politikalarının kısıtlanması, bu kontrolü sağlamıştır.
Bu model 1989 yılında işçi sınıfı tabanından başlayan büyük bahar eylemleri dalgası sonunda tökezledi ve tıkandı. Yaklaşık 4 yıllık bir dönemde emekçi kesimlerin 8-9 yıllık kayıpları geri alındı. Bu yeni problemi siyasi iktidarların ve sermayenin çözmesi gerekiyordu. Böylece neoliberal dönüşümün ikinci aşamasına geçildi. Problemin çözümünü ilginç bir şekilde neoliberal modele bir adım daha açılma kolaylaştırdı. 1989’da Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, emeğin taleplerinin büyük ölçüde kamu kesiminin dış piyasalardan sağladığı borçlanma yoluyla karşılanmasını mümkün kıldı. 1989-1993’te emeğin kazanımlarının yol açtığı talep patlaması, öncelikle kamu kesimini büyük açıklara sürükledi ve bu açıkların finansmanı ana problem oldu. Çözüm, kamu kesimi açıklarının dış tasarruflarla, dış borçlarla kapanması ile arandı. Bankalar dışarıdan borçlanıyor ve devlet borçlarını bu fonlarla satın alıyorlar. Böylece bütçe açığı, bankalar sisteminin dış borçlanması sayesinde kapatılmış oluyor. Bankalar ve rantiyeler de yüksek iç borç faizleriyle, dış borç faizleri arasındaki fark, ucuz tutulan döviz fiyatlarıyla desteklendiği için yüksek kazançlar elde ediyorlar.
Öte yandan emeğin kazanımlarının aşındırılması da gerekiyordu. 1994 krizi bu problemi geçici olarak çözdü. 1994 krizinde, o yıl için yapılan toplu sözleşmelerin uygulanması, Danıştay kararıyla bir yıl ertelendi. Yüksek enflasyon ortamında toplu sözleşmenin bir sonraki döneme taşınması, 1994’te ücretlerde esaslı bir aşınmaya yol açtı. O yıl, IMF ile imzalanan anlaşma sadece bir yıl kadar, 1995’e kadar sürdü. 1995’ten 1998’e kadar uzanan süre içinde, kriz öncesindeki modele, yani kamu açıklarının dış açıklarla finansmanına dönüldü.
Bu dönemdeki yüksek enflasyona uyum sağlanıyor. Genellikle ücret ve maaşlar enflasyona endeksleniyor. Tarıma dönük taban fiyatlar, destekleme politikaları, şu veya bu şekilde siyasi partiler arasında pazarlık konusu yapılarak bir nevi “al gülüm ver gülüm” yaklaşımı devam ediyor. Popülizm, 1980 öncesi dönemdeki gibi emekçi sınıfların ciddi aktörler olarak yer aldıkları bir düzenlemeye göre bir miktar bozularak, yozlaşarak devam ediyor. Ancak sermaye sınıfında da ileriyi görememenin ve yüksek enflasyonun patlayıp, kontrolden çıkma endişesi de var. Yüksek enflasyon özellikle rantiyelere ve finans kapitale büyük kazanç sağlıyor. Ancak kredi faizlerinin yüksekliği de üretken, yatırımcı sermaye çevrelerini tedirgin ediyor. Dolayısıyla, bu modelin terk edilmesi; popülizmin son bulması yönünde baskılar oluşuyor.
1998 sonunda IMF ile imzalanan bir yakın izleme anlaşması ve 1999 yılındaki stand-by anlaşması ile yeni aşama (üçüncü aşama) başlıyor. Peş peşe imzalanan, stand-by anlaşmaları 2008’in Mayısına kadar sürüyor. Ve bu yeni aşama önce koalisyonlar altında; sonra da AKP hükümetleri tarafından kesintisiz sürdürülüyor. Bu dönemin temel hedefi, bölüşüm alanının ilke olarak piyasalara teslim edilmesidir. Bu hedef, “devlet ekonomiden elini çeksin” sloganıyla pazarlanıyor. Bu sloganla asıl kastedilen, bölüşüme dönük popülist politikaların terkedilmesidir. Yani sendikalara teslimiyet son bulacak; köylü taleplerinin piyasa dışı olanaklarla karşılanmasından vazgeçilecek; 1980 öncesinden devralınan ve 12 Eylül rejimine rağmen izleri tamamen silinememiş olan sosyal devlet uygulamalarının neoliberal modele uyarlanması sağlanacaktır.
Bölüşüm öncelikleri Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla yürütülür ve makroekonomik politikalar da IMF tarafından denetlenir. Enflasyon hedeflemesi esas alınır ve Merkez Bankası’nın uzunca bir süre tek hedefi enflasyon olur. 1990’ların sonuna kadar uygulanan reel döviz kuru hedeflenmesi terk edilir. Serbest sermaye hareketleri de devam eder. Kamu kesimi açıkları, mali disiplin ve faiz dışı fazla hedefleri ile adım adım indirilir; kontrol edilir; AB kriterlerine uygun hale getirilir. Buna mukabil özel sektör açığı tırmanır gider. Çünkü bu dönem, enflasyon hedeflemesinin gerektirdiği parasal daralma yüzünden kredi faizlerinin reel olarak yüksek olduğu ve sermaye hareketlerinin girişi sayesinde döviz fiyatlarının düşük kaldığı bir ortamdır. Bu koşullar, iç piyasada çalışan sermaye grupları için dış borçlanmanın çok çekici olmasına yol açar. Böylece bu dönemde özel kesimin açığı dış açıklara yol açar. Bir önceki dönemde dış kaynaklar (yani cari işlem açığı) kamu açıklarının; bu dönemde ise özel sektörün açıklarının finansmanını sağlamıştır.
Önceki dönemde, cari açık fazla değildir. Cari açığı fazlasıyla aşan düzeyde yabancı sermaye girişi vardır. Aradaki fark, yerli sermayenin dış dünyaya taşmasına ve rezerv birikimine tahsis edilir. 1994 devalüasyonundan sonra, 1995 ile 1998 arasında döviz kuru kontrol edildiği için, özellikle üçüncü ülkelere karşı AB Gümrük Birliği rejimini uygulama yükümlülüğü dış ticaret açığını henüz fazla pompalamaz. 2001 krizinin yol açtığı devalüasyon ise bir yandan sermaye girişleri nedeniyle; bir yandan da Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine geçerek döviz kurunu denetleme önceliğini terk ettiği için hızla aşınır. Böylece dış açık, sonraki yıllarda kronikleşerek hızla artar. Bu dönemde dünyada ABD, İngiltere, İspanya gibi yüksek dış açık veren Batı ülkelerinden sonra en fazla cari açık veren ülke Türkiye olmuştur.
Özel sektör açıklarının finansmanını üstlenen IMF programının ilk meyvesi 2001 krizi ile alınır. IMF yönetimi altında kriz, çok ciddi bir halk tepkisi yaratır. Bu halk tepkisinin nemasını da AKP toplamıştır.
Bu noktada sermaye 2001 krizini fırsata çevirdi diyebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz. İlk olarak, neoliberal düzenin kalıcı olarak yerleşmesine vesile olmuştur. Aynı tarihlerde krize giren Arjantin, Türkiye’den farklı bir model uygulayarak dış borçları reddetmiş; IMF ile anlaşma yapmadan ve sola yaslanan bir siyasetle bunalımla cebelleşmiştir. Bizde ise Kemal Derviş ithal edildi ve IMF’nin acımasız krizle mücadele programı uygulamaya konuldu. Bu uygulama da 2002 seçimlerine yansıdı. Krizin sosyal etkilerinin en ağır olduğu dönemde yapılan seçim AKP’yi iktidara getirdi.
AKP’li yıllarda sermaye, tek parti iktidarı nedeniyle rahatladı. IMF programı ve yapısal uyum reformları kesintisiz sürdürüldü. Tarım kesiminin büyük ölçüde piyasaya teslimiyeti, eğitim ve sağlığın adım adım ticarileşmesi, sosyal güvenliğin yine adım adım Dünya Bankası reçetelerine göre oluşturulması, işgücü piyasasının esnekliğinin adım adım artırılması gerçekleşti.
AKP döneminde sermaye ile ilişkilerinde gel-gitler olduğu görüşüne ne dersiniz?
TUSİAD Başkanlarının sızlanmalarına rağmen sermaye AKP’ye kesin ve tam desteğini vermiştir. Bunun ana göstergelerinden birisi borsadır. Borsa sermayenin kolektif iradesini gösterir. Seçim, referandum, ABD’nin talepleriyle ilgili belirsizliklerin olduğu tüm süreçlerde AKP’nin başarıları borsadaki yükselişleriyle çakışmıştır.
Borsa endeksini bir başarı göstergesi olarak Başbakan zaten sürekli kullanıyor
Anayasa referandumuna “evet” diyen iş dünyasının listesini yaptığımızda, büyük sermayenin liderlerinin ezici çoğunluğunun evet oyu verdiğini görüyoruz. AKP politikalarının sermayenin genel çıkarları lehine olduğuna hiç şüphe yok. Temel mesele olan emek ve sermaye arasındaki problemlerde sermaye lehine kesin tavır almıştır. Öte yandan, AKP’nin iş çevreleriyle ilişkilerinin kendine has özellikleri de vardır. Sermaye çevrelerinin iç paylaşım gerilimlerini olduğu her konjonktürde manivelaları kontrol etmeye büyük önem vermiştir. Yani “ihsan dağıtıcı ve cezalandırıcı” yöntemlerin ustası olmuştur. Bu tabii tek tek sermaye gruplarını, örneğin Koç’u ya da Aydın Doğan’ı tedirgin etmiştir. Temel kazanımlar sermaye açısından daha önemli, belirleyici olduğu için, sözü geçen ayrımcı uygulamaların yarattığı sıkıntılar sineye çekilir. Sermaye ile kurulan bu ilişki çeşitlenmesi, sadece içeriye karşı değil, dış sermaye için de geçerlidir. Yani, Arap ve İslam dünyasından gelen kaynak akımlarına karşı gösterdiği ayrıcalıkları, Batı sermayesinden herkese karşı açmamıştır.
Bu uygulamalardan şu sonuç çıkıyor ki neoliberal dönem, siyasi iktidarların rant dağıtma, ihya etme ya da cezalandırma araçlarını ortadan kaldırmaz; bilakis bunları geliştirir ve çeşitlendirir.
AKP’nin sermaye ile ilişkilerinden süregelen krize dönersek; geçen hafta Amerikan Merkez Bankası (FED)’in açıkladığı aylık 40 milyar dolarlık tahvil alım kararı halkın ekonomisini nasıl etkiler? Gördük ki borsalar, ekonomik haber sunucuları memnuniyetle karşıladılar.
Krize çözüm olarak uygulanan bu kararlar, finans-kapitalin hegemonyasının belgelenmesidir. Hem İngiltere ve Almanya’nın liderliğinde Avrupa siyasileri, hem de ABD Kongresi, bütçe açıklarının daraltılması ve iç borçların eritilmesi politikalarında hemfikirdir. Kriz ortamında bütçe açıklarının artmasına yol açan mali politikalar yerine parasal genişlemenin uygulanması, finans kapitalin gözetilip, Amerika ve Avrupa emekçilerinin göz ardı edilmesi anlamına gelir. Her parasal genişleme belli ölçülerde finansal sisteme kurtarma operasyonları getiriyor. Mesela son yapılan aylık 40 milyar dolarlık ipoteğe dayalı menkul kıymet alımı kararı, değeri düşmüş, belki de batık tahvillerin elden çıkarılmasına, değerlenmesine imkân veriyor. Bu adımın ipotek ve kredi kartı faizlerini aşağı çekerek tüketicilerin borçlarını hafifletmeyi hedeflediği de ileri sürülüyor. Ne var ki, şimdiye kadar yapılan tüm parasal genişleme furyalarına rağmen, ABD’de şu anda kredi kartı faizlerinin yüzde 12’lerin altına düşmediği söyleniyor. Hâlbuki Merkez Bankasının uyguladığı faiz sıfıra yakın. Yani parasal genişlemeler kredi kartı faizlerini aşağıya çekmiyor. Bankalar sistemi kâr marjlarını korumada ısrar ediyorlar.
Peki, bu parasal genişleme kararlarının alınmas¬ıyla ne oluyor? Sorunlar çözülüyor mu?
Bir kere çürük menkul varlıkları tutanlara ve bu arada riskli bankalara yeniden likidite sağlanıyor ve bunlar ihya ediliyor. Bu parasal genişlemeye rağmen bankalar ellerindeki likiditeyi krediye dönüştürmüyorlar. Avrupa iki, ABD ise üç furyada parasal genişleme yapmasına rağmen toplam talep kısıtlı kalıyor. Avrupa hâlâ daralıyor. ABD’de ise büyüme yüzde 2’nin altında seyrediyor. Ucuz likidite, getirisi daha yüksek alanlara akmaya başlıyor. Finans çevrelerinin gözde terminolojisi ile “risk iştahı” artıyor ve bu iştah bizim gibi çevre ülkelere taşıyor. Önceki dönemlerde de böyle oldu. Örneğin, uluslararası krizin ilk dalgası çevre ülkelerinde 2008’in sonlarında hissedilir; sermaye kaçışları 2009’da hızlanır; Türkiye gibi kırılgan ekonomiler küçülür. Aynı dönemde FED parasal pompalamaya başlar ve bu fonlar, birkaç ay arayla çevre ülkelerine (bu arada Türkiye’ye) kayar. Çevre ekonomilerine akan sıcak para, eğer bu ekonomiler dengede ise, yani dış açık vermiyor ise baş ağrısı yaratır. Sermaye girişleri dövizi ucuzlatır; iç talebi pompalar; rekabet gücü aşındığı için ithalatı artırır; cari fazlaların aşınmasına, bazı ülkelerde dış açıkların oluşmasına neden olur. Brezilya böyle bir ülke olduğu için, ABD’de parasal genişleme başlayınca hep ağlaşmıştır; hatta “kur savaşları” terimini Brezilya Maliye Bakanı gündeme sokmuştur. Döviz kurunu kontrol edebilen Çin gibi ülkeler, bu ortamdan yararlanırlar.
Bu politikaların Türkiye’ye etkileri nelerdir?
Türkiye’de ise zaten dış açık olduğu; krize rağmen kapatılamadığı için parasal genişleme dış finansman darboğazının aşılmasına katkı yapıyor. Dış açık sorunu Türkiye’de zaman içinde ağırlaşmıştır. 1990’larda Türkiye yüzde 8-9 büyürken yüzde 2’ler seviyesinde cari açık veriyor. 2000’ler sonrasında dış açıktaki yükselme eğilimi, son krizden sonra iyice artıyor. Yüzde 8,5 büyüdüğümüz 2011’de milli gelirin yüzde 10’una ulaşan cari açık veriliyor. AKP günü kurtarıyor, seçim kazanıyor ama yapısal problemler sürekli erteleniyor. “Para gelsin iyi, ama bu açık ne olacak? Cari açığı vermek iyi mi kötü mü?” soruları bir türlü doğru dürüst yanıtlanamıyor. Cevap olarak önce, “finansmanı karşılandığı sürece problem yoktur”; sonra da “finansmanın kaliteli olup olmadığına bakalım” deniyordu. Daha sonraları, “cari açığa karşı tedbir alıyoruz” açıklamaları yapılıyordu. Son dönemde cari açık azalıyor, baktığımız zaman tek nedenin büyüme hızının düşmesi olduğu ortaya çıkıyor. Bunun adına “yumuşak iniş” deniliyor.
Büyüme hızının düşüşü neden “yumuşak” olarak nitelendiriliyor?
Önceki iki yılda hızlı büyüdüğümüz için, bu yavaşlamaya “yumuşak” deniliyor. AKP ekonominin temel sorunlarını hiçbir şekilde göğüslemeden, daima yeni bir finansal genişleme beklentisiyle “komşuda pişen bize de düşsün” anlayışına teslim oluyor. Ancak komşuda bayat balık pişiyorsa, zehirlenmek de söz konusu olabilir. Avro Bölgesi’nde belirsizliklerin arttığı zaman, Ali Babacan çıkıp “dışarıda fırtına var, bizim hafif geçiştirmemiz lazım” açıklaması yapıyor. Merkez Bankası Başkanı, önce, “döviz fiyatlarında bir tırmanma olduğunda, rezervleri kullanırım” demeye getiriyor. AB iki furya parasal genişleme kararı alınca önceki söylemini değiştiriyor; “bu sene Türk lirası doları yenecek” açıklamasını yapıyor. Demek ki, AB’de genişleyen likiditenin krediye dönüşmemesi, çevre ekonomilerine taşması umuyor. Türkiye’de döviz fiyatlarının artmasını önleyeceğimizi belirttiğimiz için, Avrupa’daki likidite fazlasının bir bölümü, yüzde 8’lik 9’luk hazine bonolarımıza gelecek. Giren döviz iç piyasaları, talebi destekleyecek; ekonomideki durgunluk son bulacak; yerel seçimlere kadar durumu idare edeceğiz. Hükümetin ve Merkez Bankası’nın yaklaşımları böylece özetlenebilir.
Merkez Bankası politikalarındaki tek değişme, Batı Merkez Bankaları’ndaki değişmelere de ayak uydurarak, enflasyon hedeflemesine ek olarak finansal istikrarı para politikasının amaçlarına eklemesi oldu. Bu, finansal bunalımlara, öncelikle bankaların çökme riskine karşı yeni bir duyarlılığın oluşması anlamına gelir. Bizde, döviz fiyatlarındaki hızlı, kontrolsüz artışlar, yüksek döviz borçlusu banka ve şirketleri tehdit edeceği için, Merkez Bankası’nın zaman zaman (örneğin 2011 sonlarında yaptığı gibi) rezervleri harcayarak döviz fiyatlarını frenlemesi, bu çerçevede bir davranıştır. Ancak bu yaklaşım, 1995-1998’de olduğu gibi rekabet gücünü gözeten (yani dövizin aşırı ucuzlamasını önleyen) reel döviz kuru hedeflemesi değildir. Tam aksine, dövizlerin pahalılaşmasını frenleyerek sıcak parayı çekme yaklaşımıdır. Ve finans kapitale çağrı çıkararak, üretken kesimlerin, sanayinin, ihracatçıların rekabet gücünün aşınması anlamına gelir. Bu yeni yaklaşım, enflasyon hedeflemesiyle birlikte; ona ek olarak uygulanmaya çalışılıyor.
Peki, enflasyonun yüzde 2 ya da 5 olmasının emek açısından anlamı ne?
Yüzde 2, yüzde 6 ya da yüzde 10 enflasyon arasındaki tartışmanın, eğer çeşitli grupların reel gelirlerini savunma mekanizmaları oluşmuşsa, toplum refahıyla ilgili hiçbir ilgisi yoktur. 1989 sonrasında yüzde 50’yi aşan enflasyon dönemlerinde emeğin göreli durumunun korunduğu aşamalardan geçtik. Dolayısıyla hem enflasyonun hem de kamu dengesinin toplum refahıyla doğrudan ilgisi yoktur. Bilakis kamu açıkları artıyor, azalıyor söylemleri asıl problemin göz ardı edilmesine neden oluyor.
AKP ekonomi politikasının odağına kamu bütçesinin denkliğini koyarken, eleştirilerini sürekli kamu bütçesinin durumundan ya da enflasyonun artıp azalmasından hareketle yapan iktisatçılar AKP’nin tuzağına mı düşüyor?
Bu egemen iktisat dilinin Türkiye’ye taşınmış biçimidir. Ama egemen iktisat dilinin içinde bile bu söyleme kafa tutmaya başlayan insanlar vardır. IMF’nin baş iktisatçısı Blanchard, Fransız meslektaşının IMF direktörü olduğu dönemde açıkça söyledi; “enflasyon hedeflemesini bu kadar dar bir makasa sığdırmanın anlamı yok, yükseltilebilir” dedi. Geçenlerde Paul Krugman (Nobel İktisat Ödülü Sahibi) da söyledi; “enflasyon hedefini biraz yükselterek, borç yükünü hafifletmek meşru bir politikadır” dedi. Aykırı sesler var ama egemen söylem hâlâ aynı; “düşük enflasyon ve mali disiplin.” Bu finans-kapitalin temel söylemidir. Yani emperyalist sistemde finansın egemenliğinin iktisat diline taşınmış hali.
Son büyüme sonuçlarını ve artan bütçe açığını nasıl değerlendirmeliyiz?
“Keşke bütçe daha fazla bozulsa” diyeceğiz. Bütçe açığının artması, ekonominin genişlemesine yol açıyorsa savunulmalı. 2011’in ilk altı ayında büyümenin sıfıra inmemesini sağlayan ana ögelerden biri kamunun cari harcamalarında belli bir artışın olmasıdır. Bunu, Mustafa Sönmez arkadaşımız memurların maaşlarındaki artıştan ziyade kadro doldurmaya bağlıyor. AKP kadrolaşıyor, eski çalışanları atamadığı için bütçeyi gevşetiyor. Öte yandan, bütçe açığını kapatmak için, adaletsiz vergi sisteminin kullanarak, tüketim mallarında, petrolde, doğal gazda, elektrikte vergileri, fiyatları artırma yolunu izliyor. Türkiye’de kamu harcamalarının artması, sosyal devlet kurumlarındaki kayıpların telafisi için gereklidir. Buna karşılık bütçe açıklarının emniyet, polis ve Suriye’deki isyancılara destek harcamaları nedeniyle artmasına karşı çıkmamız gerekir. Vergi sisteminin dolaysız vergileri yukarı çekerek, yeniden müterakki, artan oranlı yapısına yaklaştırarak değişmesi gereklidir. Maliye sisteminin bu temel öğelerini dışlayarak sadece bütçe açıkları ve iç borç yükü üzerinde bir tartışmaya girmek istemiyorum.
2012’nin ilk altı ayındaki milli gelir hareketlerine baktığımızda, iç talep daralıyor; ihracat artışı ve ithalattaki daralma ile telafi ediliyor. Milli gelirdeki yüzde 3,1’lik artışın 0,5’lik ögesi hayali altın ihracatından kaynaklanıyor. Onu düşersek, yüzde 2,6’lık bir büyüme sağlanıyor. Dış kaynak girişlerinin daralması büyümeyi aşağıya çekiyor; ancak şimdilik küçülmeye, krize yol açmıyor.
Ekonomide önümüzdeki dönem için neler bekleyebiliriz?
Türkiye ekonomisi 1980’dan beri ortalama yüzde 4–4,5 civarında bir potansiyel büyüme hızının sınırları içinde kalıyor. Dış kaynak girişleri, bu eşiği aşan sıçramalara yol açıyor; ancak, ithalattaki ve dış açıklardaki tırmanma, bu ivmeyi frenliyor. Bu yalpalama içinde ekonominin hiçbir uzun vadeli problemi çözülmüyor, bütün mesele günü gün edelim ve önümüzdeki seçimleri geçiştirelim. Daha önce açıkladım; bugünlerde de aynı perspektif geçerli: “Erken yerel seçimler, hızlı para girişleriyle geçiştirilsin, sonrası Allah kerim...”
İLERİCİ İKTİSATÇILAR ÜZERİNE
1985 yılında Zimbabwe Üniversite’sinde yaptığınız bir konuşmada “ilerici iktisatçı” tanımınız vardı. Üç ana konudaki bakış açılarına göre yani bölüşüm ilişkileri, dış ekonomik bağlantılar ve üretim güçlerinin gelişimi değerlendirmiştiniz. Bu çerçevede düşünürsek, iktisada giriş aşamasında ilerici diyebileceğimiz düşüncelere sahip genç iktisatçıların zamanla egemen iktisat diline kaydığı yönünde gözleminiz var mı?
Var tabii, bu söylediğiniz kriterlerden üçüncüsünün, “büyüme; yani üretim güçlerinin geliştirilmesi” önceliğinin, Zimbabwe’de yani Afrika’daki bir Üçüncü Dünya ülkesinde söylendiğini dikkate alalım. Bu çerçeve içinde her üç kriterin de ilerici iktisatçılar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama biraz daraltarak, “sosyalist iktisatçı” olarak bakarsak, bu öncelikleri biraz daha açmak lazım. Bölüşüm önceliği, emekten yana (olumsuz ifadeyle sermayenin tahakkümüne karşı) tavır almak olarak taşır. Bağımsızlık önceliği de, emperyalizme dayanan bir kapitalist dünya içinde yaşadığımıza göre, sistemin sömürdüğü, ezdiği, bağımlı kıldığı mazlum halklardan, “ülkeler”den yana; emperyalizmin hegemonik güçlerine, metropollere ve onları temsil eden sermaye öğelerinin (örneğin finans kapitalin) sınırsız tahakkümüne karşı tavır almak anlamına gelir. Enternasyonalist bir çerçevede, bu yaklaşımı, mazlum halkların emperyalizmin hegemonyasına karşı dayanışması olarak yorumlayabiliriz. Ancak daha tartışmalı bir yorum da söz konusu olabilir: Ülke ekonomisinin bağımsızlığı, yani emperyalizme karşı ayakta durmasını, direnmesini de savunmamız söz konusu olabilir. Enternasyonalist bir dünyada yaşıyor olsaydık birinci söylem egemen olurdu, ama Üçüncü Dünya’nın dağınık ortamında konuşuyorsak, enternasyonalizm özlemini koruyalım; kendi ülkemizin sınırları içinde kalarak da emperyalizmin hegemonik programına karşı duyarlı olalım.
Egemen iktisat söylemi bu yaklaşımla çatışma içindedir. Solcu genç iktisatçılarımız, akreditasyon gerekleri nedeniyle ve lisansüstü öğrenim için yurt dışına gitmeleri söz konusu olduğunda, büyük ölçüde egemen iktisat dilini sineye çekmek zorunda kalıyorlar. Aykırı düşünen öğretim üyeleri bile, ister istemez, bu gereksinimleri dikkate alıyorlar. Bunun değiştirilmesinin mücadelesi var. Sayıları on bine ulaşan muhalif iktisatçılar, bir Dünya İktisatçılar Birliği kurdular. Hepsi ana akım neo-klasik iktisatla kavgalı insanlardan oluşuyor. Neo-klasik iktisat, sermayenin ana iktisat öğretisidir. Bununla kavgalı olmak henüz Batı’daki iktisat programların değişmesine yol açmıyor. Batı’daki kriz ortamında izlenen politikalara en eleştirel yaklaşan iki Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz ve Krugman bile, neo-klasik iktisadın özüne yönelik saldırılar geldiği zaman birden bire kirpileşiyor; dikenlerini çıkarıyorlar.
Boratav: “Marksist akım ayakta kalmıştır”
1968 yılındaki öğrenci ayaklanmaları, iktisat programlarına da taşındı. Muhalif söylem lisans programlarına girer; lisansüstü öğretime taşınır. Programlardaki değişim tarihindeki öğrencilerin, akademik mesleğe girerek, hoca olmaları; yeni ve eleştirel yaklaşımları kendi öğrencilerine taşımaya başlamaları 12–13 yıl alır. 1968’e 12 yıl eklersek, 1980’de, yani neoliberal karşı devrimin başladığı yılda solcu iktisatçılar öğretilerini yeni kuşaklara taşımak için hazırdırlar. Ne var ki, tam da o tarihte, neoliberal karşı devrim bu kadroların önünü tıkar; yetişen kuşağın hızla tasfiyesi başlar. Şu anda muhalefet bayrağını neo-klasik iktisada da meydan okuyarak kaldıran az sayıda iktisatçı, o dönem yetişen radikal kuşağın ayakta kalanlarından oluşuyor.
Marksist akım kendisine karşı uygulanan olağanüstü tecride rağmen ayakta kalmıştır. Marksizm’in çekirdeği ve analiz araçları o kadar güçlüdür ki, bu handikaplara rağmen örneğin son krizle ilgili en ciddi katkı, eleştiri ve değerlendirmeler bir avuç insandan oluşan bu ekipten gelmiştir.
Son dönemde bir çok iktisatçı bir araya gelip bildiriler yayınlıyorlar; Bu bildirilerde de dönüp dolaşıp Keynesyen politikaları ve düzen içi arayışları öne çıkarıyorlar. Bu noktada, arayışların düzen içi kalması, 1980 dönüşümü sırasında Thatcher’ın söylediği “Başka Alternatif Yok” sloganının egemenliğini sürdürmesi anlamına mı geliyor?
Devrimci bir pozisyon olmayınca düzen içi çözüm arıyorsun. Zaten Keynes’in parlak fakat tutucu bir burjuva iktisatçısı olduğunu biliyoruz. Parlaklığını şurada görüyorsun: finans-kapitalden nefret ediyor, bunu bir parazit öge olarak görüyor. Yatırımcı ve üretken sermayenin sözcüsü adeta. Keynes’in bir sözü vardır; sınıflar arası bir savaşın barikatları kurulursa elbette burjuvazinin saflarında yer alacağını açıkça ifade eder. Ama Keynes’in sola açılan takipçileri de vardır. Keynes kuramını aynı tarihlerde, ancak ondan bağımsız olarak keşfeden Kalecky kendisini Marksist olarak da görür, sınıf analizine önem verir. Sistem karşıtı analizlerin temeli Marksizm’dedir. Ama Marksizm, çağındaki bütün eleştirel düşünce akımlarıyla iletişim içinde olarak gelişmiştir. Bir yandan Batı’da Marksizm’e karşı uygulanan ağır izolasyon nedeniyle, bir yandan da Sovyet Marksizm’inin dogmatik ve ölü karakteri nedeniyle bu parlak geleneği günümüze taşıyan insanların sayısı çok azdır. O yüzden, bu akımın takipçileri bütün eleştirel akımlarla fikir alışverişinde olacak; ama kendi öğretilerinin özünü, çekirdeğini koruyarak...
Egemen iktisat söylemi, yakın bir gelecekte de iktisat eğitimini biçimlendirmeye devam edecektir. Bu ortamda, eleştirel, devrimci sosyal bilim ve politik iktisat disiplinlerinin gelişmesine da olabildiğince önem vermek; katkı yapmak öncelik taşıyor. Sermayenin sınırsız tahakkümü, akademi dünyasına da damgasını vurmaktadır. Buna temelden karşı çıkmak da devrimci bir mücadeledir.
Söyleşi: Engin Duran/Sendika.Org
2012 ikinci çeyrek sonuçları itibariyle görüyoruz ki iç talep büyümezken Türkiye ekonomisi ihracata dayalı bir büyüme performansı sergiliyor. 24 Ocak 1980 kararları ile ekonomi dışa açılmaya çalışılmıştı. Geldiğimiz nokta itibariyle hedeflenen ekonomik yapıya ulaşıldı mı sizce?
Neoliberal dönüşüm Türkiye’ye özgü değildir. Üçüncü Dünya’da Latin Amerika’da bizden önce, hatta ABD ve Avrupa’nın neoliberalizme geçmelerinden önce denenmiş bir modeldir. Şili, Brezilya ve Arjantin’de askeri rejimler altında uygulanmış bir dönüşümden bahsediyoruz. Türkiye, Latin Amerika’dan sonra bu modele geçen ilk ülkelerden birisi oldu.
Dönüşümün ana özelliği, sermayenin tüm dünya üzerindeki sınırsız tahakkümünü yeniden oluşturma girişimi olmasıdır. Çünkü daha önceki 30-35 yıl, sermayenin tahakkümünü frenleyen öğelerin sisteme yerleştiği dönemdir. Bu frenler, sınıf mücadelelerinin dünya çapında elde ettiği sonuçlardır. Bahsettiğimiz dönem yaklaşık olarak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen 30-35 yıllık süreci kapsar. “Kapitalizmin Atın Çağı” olarak da nitelendiren bu dönem, her topluma, inişli-çıkışlı doğrultuda, farklı biçim ve boyutlarda yansımıştır. Türkiye de bu “Altın Çağ”dan etkilenmiş; 1960’ı izleyen 20 yıl boyunca, araya giren 12 Mart kesintisine rağmen, emek ile sermaye arasındaki ilişkilerin adeta karşılıklı bir uzlaşma modelinde biçimlendiği bir dönemden geçmiştir. Ben bu döneme “popülizm” diyorum. Yani, sermaye partileri iktidardadır. Ancak, seçmen olarak halk kitlelerine dayandıkları için bir yandan onların taleplerine duyarlı olma zaruretini hissederler; bir yandan da bu kitlelerin sınıfsal olarak siyasi örgütlenmelerini frenlemeye çalışırlar. Bu ödünü büyük ölçüde elde ederler; ama bunun karşılığında da hem kentli-ücretli işçi sınıfına hem de kalabalık köylülüğe dönük paylaşım düzenlemelerini müzakere konusu yaparlar. 12 Mart 1971 dönüşümünden sonraki aşamada emekçi katmanların siyasette ağırlığı daha fazla hissedilir oldu. Çünkü CHP’nin içinde halk sınıflarına yönelik bir politika kayması oldu ve CHP uzun yıllardan sonra ilk defa 1973-1977 seçimlerinde ve ara seçimlerde birinci parti olarak sağ partilerin önüne geçti. Bu sayede kendi solunun da gelişmesine isteyerek veya istemeyerek yol açtı.
Darbeden sonra üç aşamalı dönüşüm
12 Eylül 1980 bunun rövanşıdır. 24 Ocak kararları eksikti; çünkü emeğin kontrolü öğelerinden yoksundu. 12 Eylül bu eksikliği giderdi. Darbeyle gerçekleşen bu ilk eksen kaymasını üç aşama izliyor. Bütün aşamalarda sermayenin ana talepleri belirleyici oluyor.
Birinci aşama askeri rejim ve ANAP’ın tek parti iktidarı dönemidir. 1970’li yıllarda emeğin kazanımları, bu dönemde fazlasıyla geri alınmıştır. 1970’li yılların sonu ile 1988 arasını karşılaştıralım. İşçi sınıfının göreli durumunu reel ücretler ve ücret payı göstergeleri bakımından izleyelim. Köylülüğün göreli durumunu da tarımın ticaret hadleri ile (yani çiftçinin eline geçen fiyatlarla, ödediği fiyatlar arasındaki makasın açılıp açılmadığına bakarak) belirleyelim. Her iki gösterge de ortaya koymaktadır ki, emekçi sınıfların göreli durumları, bu 8-9 yıl içinde Cumhuriyet tarihinde hiçbir döneminde olmadığı boyutlarda çökmüştür. Bu birinci aşamada bölüşüm ilişkileri iç piyasa üzerinde kontrol sağlanarak biçimlendirilmiştir. Sıkıyönetimli yılların baskıları, yeni anayasa düzeni, onun türevi olan iş yasaları ile sosyal güvenlik sistemindeki değişiklikler ve tarıma dönük destekleme politikalarının kısıtlanması, bu kontrolü sağlamıştır.
Bu model 1989 yılında işçi sınıfı tabanından başlayan büyük bahar eylemleri dalgası sonunda tökezledi ve tıkandı. Yaklaşık 4 yıllık bir dönemde emekçi kesimlerin 8-9 yıllık kayıpları geri alındı. Bu yeni problemi siyasi iktidarların ve sermayenin çözmesi gerekiyordu. Böylece neoliberal dönüşümün ikinci aşamasına geçildi. Problemin çözümünü ilginç bir şekilde neoliberal modele bir adım daha açılma kolaylaştırdı. 1989’da Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, emeğin taleplerinin büyük ölçüde kamu kesiminin dış piyasalardan sağladığı borçlanma yoluyla karşılanmasını mümkün kıldı. 1989-1993’te emeğin kazanımlarının yol açtığı talep patlaması, öncelikle kamu kesimini büyük açıklara sürükledi ve bu açıkların finansmanı ana problem oldu. Çözüm, kamu kesimi açıklarının dış tasarruflarla, dış borçlarla kapanması ile arandı. Bankalar dışarıdan borçlanıyor ve devlet borçlarını bu fonlarla satın alıyorlar. Böylece bütçe açığı, bankalar sisteminin dış borçlanması sayesinde kapatılmış oluyor. Bankalar ve rantiyeler de yüksek iç borç faizleriyle, dış borç faizleri arasındaki fark, ucuz tutulan döviz fiyatlarıyla desteklendiği için yüksek kazançlar elde ediyorlar.
Öte yandan emeğin kazanımlarının aşındırılması da gerekiyordu. 1994 krizi bu problemi geçici olarak çözdü. 1994 krizinde, o yıl için yapılan toplu sözleşmelerin uygulanması, Danıştay kararıyla bir yıl ertelendi. Yüksek enflasyon ortamında toplu sözleşmenin bir sonraki döneme taşınması, 1994’te ücretlerde esaslı bir aşınmaya yol açtı. O yıl, IMF ile imzalanan anlaşma sadece bir yıl kadar, 1995’e kadar sürdü. 1995’ten 1998’e kadar uzanan süre içinde, kriz öncesindeki modele, yani kamu açıklarının dış açıklarla finansmanına dönüldü.
Bu dönemdeki yüksek enflasyona uyum sağlanıyor. Genellikle ücret ve maaşlar enflasyona endeksleniyor. Tarıma dönük taban fiyatlar, destekleme politikaları, şu veya bu şekilde siyasi partiler arasında pazarlık konusu yapılarak bir nevi “al gülüm ver gülüm” yaklaşımı devam ediyor. Popülizm, 1980 öncesi dönemdeki gibi emekçi sınıfların ciddi aktörler olarak yer aldıkları bir düzenlemeye göre bir miktar bozularak, yozlaşarak devam ediyor. Ancak sermaye sınıfında da ileriyi görememenin ve yüksek enflasyonun patlayıp, kontrolden çıkma endişesi de var. Yüksek enflasyon özellikle rantiyelere ve finans kapitale büyük kazanç sağlıyor. Ancak kredi faizlerinin yüksekliği de üretken, yatırımcı sermaye çevrelerini tedirgin ediyor. Dolayısıyla, bu modelin terk edilmesi; popülizmin son bulması yönünde baskılar oluşuyor.
1998 sonunda IMF ile imzalanan bir yakın izleme anlaşması ve 1999 yılındaki stand-by anlaşması ile yeni aşama (üçüncü aşama) başlıyor. Peş peşe imzalanan, stand-by anlaşmaları 2008’in Mayısına kadar sürüyor. Ve bu yeni aşama önce koalisyonlar altında; sonra da AKP hükümetleri tarafından kesintisiz sürdürülüyor. Bu dönemin temel hedefi, bölüşüm alanının ilke olarak piyasalara teslim edilmesidir. Bu hedef, “devlet ekonomiden elini çeksin” sloganıyla pazarlanıyor. Bu sloganla asıl kastedilen, bölüşüme dönük popülist politikaların terkedilmesidir. Yani sendikalara teslimiyet son bulacak; köylü taleplerinin piyasa dışı olanaklarla karşılanmasından vazgeçilecek; 1980 öncesinden devralınan ve 12 Eylül rejimine rağmen izleri tamamen silinememiş olan sosyal devlet uygulamalarının neoliberal modele uyarlanması sağlanacaktır.
Bölüşüm öncelikleri Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla yürütülür ve makroekonomik politikalar da IMF tarafından denetlenir. Enflasyon hedeflemesi esas alınır ve Merkez Bankası’nın uzunca bir süre tek hedefi enflasyon olur. 1990’ların sonuna kadar uygulanan reel döviz kuru hedeflenmesi terk edilir. Serbest sermaye hareketleri de devam eder. Kamu kesimi açıkları, mali disiplin ve faiz dışı fazla hedefleri ile adım adım indirilir; kontrol edilir; AB kriterlerine uygun hale getirilir. Buna mukabil özel sektör açığı tırmanır gider. Çünkü bu dönem, enflasyon hedeflemesinin gerektirdiği parasal daralma yüzünden kredi faizlerinin reel olarak yüksek olduğu ve sermaye hareketlerinin girişi sayesinde döviz fiyatlarının düşük kaldığı bir ortamdır. Bu koşullar, iç piyasada çalışan sermaye grupları için dış borçlanmanın çok çekici olmasına yol açar. Böylece bu dönemde özel kesimin açığı dış açıklara yol açar. Bir önceki dönemde dış kaynaklar (yani cari işlem açığı) kamu açıklarının; bu dönemde ise özel sektörün açıklarının finansmanını sağlamıştır.
Önceki dönemde, cari açık fazla değildir. Cari açığı fazlasıyla aşan düzeyde yabancı sermaye girişi vardır. Aradaki fark, yerli sermayenin dış dünyaya taşmasına ve rezerv birikimine tahsis edilir. 1994 devalüasyonundan sonra, 1995 ile 1998 arasında döviz kuru kontrol edildiği için, özellikle üçüncü ülkelere karşı AB Gümrük Birliği rejimini uygulama yükümlülüğü dış ticaret açığını henüz fazla pompalamaz. 2001 krizinin yol açtığı devalüasyon ise bir yandan sermaye girişleri nedeniyle; bir yandan da Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine geçerek döviz kurunu denetleme önceliğini terk ettiği için hızla aşınır. Böylece dış açık, sonraki yıllarda kronikleşerek hızla artar. Bu dönemde dünyada ABD, İngiltere, İspanya gibi yüksek dış açık veren Batı ülkelerinden sonra en fazla cari açık veren ülke Türkiye olmuştur.
Özel sektör açıklarının finansmanını üstlenen IMF programının ilk meyvesi 2001 krizi ile alınır. IMF yönetimi altında kriz, çok ciddi bir halk tepkisi yaratır. Bu halk tepkisinin nemasını da AKP toplamıştır.
Bu noktada sermaye 2001 krizini fırsata çevirdi diyebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz. İlk olarak, neoliberal düzenin kalıcı olarak yerleşmesine vesile olmuştur. Aynı tarihlerde krize giren Arjantin, Türkiye’den farklı bir model uygulayarak dış borçları reddetmiş; IMF ile anlaşma yapmadan ve sola yaslanan bir siyasetle bunalımla cebelleşmiştir. Bizde ise Kemal Derviş ithal edildi ve IMF’nin acımasız krizle mücadele programı uygulamaya konuldu. Bu uygulama da 2002 seçimlerine yansıdı. Krizin sosyal etkilerinin en ağır olduğu dönemde yapılan seçim AKP’yi iktidara getirdi.
AKP’li yıllarda sermaye, tek parti iktidarı nedeniyle rahatladı. IMF programı ve yapısal uyum reformları kesintisiz sürdürüldü. Tarım kesiminin büyük ölçüde piyasaya teslimiyeti, eğitim ve sağlığın adım adım ticarileşmesi, sosyal güvenliğin yine adım adım Dünya Bankası reçetelerine göre oluşturulması, işgücü piyasasının esnekliğinin adım adım artırılması gerçekleşti.
AKP döneminde sermaye ile ilişkilerinde gel-gitler olduğu görüşüne ne dersiniz?
TUSİAD Başkanlarının sızlanmalarına rağmen sermaye AKP’ye kesin ve tam desteğini vermiştir. Bunun ana göstergelerinden birisi borsadır. Borsa sermayenin kolektif iradesini gösterir. Seçim, referandum, ABD’nin talepleriyle ilgili belirsizliklerin olduğu tüm süreçlerde AKP’nin başarıları borsadaki yükselişleriyle çakışmıştır.
Borsa endeksini bir başarı göstergesi olarak Başbakan zaten sürekli kullanıyor
Anayasa referandumuna “evet” diyen iş dünyasının listesini yaptığımızda, büyük sermayenin liderlerinin ezici çoğunluğunun evet oyu verdiğini görüyoruz. AKP politikalarının sermayenin genel çıkarları lehine olduğuna hiç şüphe yok. Temel mesele olan emek ve sermaye arasındaki problemlerde sermaye lehine kesin tavır almıştır. Öte yandan, AKP’nin iş çevreleriyle ilişkilerinin kendine has özellikleri de vardır. Sermaye çevrelerinin iç paylaşım gerilimlerini olduğu her konjonktürde manivelaları kontrol etmeye büyük önem vermiştir. Yani “ihsan dağıtıcı ve cezalandırıcı” yöntemlerin ustası olmuştur. Bu tabii tek tek sermaye gruplarını, örneğin Koç’u ya da Aydın Doğan’ı tedirgin etmiştir. Temel kazanımlar sermaye açısından daha önemli, belirleyici olduğu için, sözü geçen ayrımcı uygulamaların yarattığı sıkıntılar sineye çekilir. Sermaye ile kurulan bu ilişki çeşitlenmesi, sadece içeriye karşı değil, dış sermaye için de geçerlidir. Yani, Arap ve İslam dünyasından gelen kaynak akımlarına karşı gösterdiği ayrıcalıkları, Batı sermayesinden herkese karşı açmamıştır.
Bu uygulamalardan şu sonuç çıkıyor ki neoliberal dönem, siyasi iktidarların rant dağıtma, ihya etme ya da cezalandırma araçlarını ortadan kaldırmaz; bilakis bunları geliştirir ve çeşitlendirir.
AKP’nin sermaye ile ilişkilerinden süregelen krize dönersek; geçen hafta Amerikan Merkez Bankası (FED)’in açıkladığı aylık 40 milyar dolarlık tahvil alım kararı halkın ekonomisini nasıl etkiler? Gördük ki borsalar, ekonomik haber sunucuları memnuniyetle karşıladılar.
Krize çözüm olarak uygulanan bu kararlar, finans-kapitalin hegemonyasının belgelenmesidir. Hem İngiltere ve Almanya’nın liderliğinde Avrupa siyasileri, hem de ABD Kongresi, bütçe açıklarının daraltılması ve iç borçların eritilmesi politikalarında hemfikirdir. Kriz ortamında bütçe açıklarının artmasına yol açan mali politikalar yerine parasal genişlemenin uygulanması, finans kapitalin gözetilip, Amerika ve Avrupa emekçilerinin göz ardı edilmesi anlamına gelir. Her parasal genişleme belli ölçülerde finansal sisteme kurtarma operasyonları getiriyor. Mesela son yapılan aylık 40 milyar dolarlık ipoteğe dayalı menkul kıymet alımı kararı, değeri düşmüş, belki de batık tahvillerin elden çıkarılmasına, değerlenmesine imkân veriyor. Bu adımın ipotek ve kredi kartı faizlerini aşağı çekerek tüketicilerin borçlarını hafifletmeyi hedeflediği de ileri sürülüyor. Ne var ki, şimdiye kadar yapılan tüm parasal genişleme furyalarına rağmen, ABD’de şu anda kredi kartı faizlerinin yüzde 12’lerin altına düşmediği söyleniyor. Hâlbuki Merkez Bankasının uyguladığı faiz sıfıra yakın. Yani parasal genişlemeler kredi kartı faizlerini aşağıya çekmiyor. Bankalar sistemi kâr marjlarını korumada ısrar ediyorlar.
Peki, bu parasal genişleme kararlarının alınmas¬ıyla ne oluyor? Sorunlar çözülüyor mu?
Bir kere çürük menkul varlıkları tutanlara ve bu arada riskli bankalara yeniden likidite sağlanıyor ve bunlar ihya ediliyor. Bu parasal genişlemeye rağmen bankalar ellerindeki likiditeyi krediye dönüştürmüyorlar. Avrupa iki, ABD ise üç furyada parasal genişleme yapmasına rağmen toplam talep kısıtlı kalıyor. Avrupa hâlâ daralıyor. ABD’de ise büyüme yüzde 2’nin altında seyrediyor. Ucuz likidite, getirisi daha yüksek alanlara akmaya başlıyor. Finans çevrelerinin gözde terminolojisi ile “risk iştahı” artıyor ve bu iştah bizim gibi çevre ülkelere taşıyor. Önceki dönemlerde de böyle oldu. Örneğin, uluslararası krizin ilk dalgası çevre ülkelerinde 2008’in sonlarında hissedilir; sermaye kaçışları 2009’da hızlanır; Türkiye gibi kırılgan ekonomiler küçülür. Aynı dönemde FED parasal pompalamaya başlar ve bu fonlar, birkaç ay arayla çevre ülkelerine (bu arada Türkiye’ye) kayar. Çevre ekonomilerine akan sıcak para, eğer bu ekonomiler dengede ise, yani dış açık vermiyor ise baş ağrısı yaratır. Sermaye girişleri dövizi ucuzlatır; iç talebi pompalar; rekabet gücü aşındığı için ithalatı artırır; cari fazlaların aşınmasına, bazı ülkelerde dış açıkların oluşmasına neden olur. Brezilya böyle bir ülke olduğu için, ABD’de parasal genişleme başlayınca hep ağlaşmıştır; hatta “kur savaşları” terimini Brezilya Maliye Bakanı gündeme sokmuştur. Döviz kurunu kontrol edebilen Çin gibi ülkeler, bu ortamdan yararlanırlar.
Bu politikaların Türkiye’ye etkileri nelerdir?
Türkiye’de ise zaten dış açık olduğu; krize rağmen kapatılamadığı için parasal genişleme dış finansman darboğazının aşılmasına katkı yapıyor. Dış açık sorunu Türkiye’de zaman içinde ağırlaşmıştır. 1990’larda Türkiye yüzde 8-9 büyürken yüzde 2’ler seviyesinde cari açık veriyor. 2000’ler sonrasında dış açıktaki yükselme eğilimi, son krizden sonra iyice artıyor. Yüzde 8,5 büyüdüğümüz 2011’de milli gelirin yüzde 10’una ulaşan cari açık veriliyor. AKP günü kurtarıyor, seçim kazanıyor ama yapısal problemler sürekli erteleniyor. “Para gelsin iyi, ama bu açık ne olacak? Cari açığı vermek iyi mi kötü mü?” soruları bir türlü doğru dürüst yanıtlanamıyor. Cevap olarak önce, “finansmanı karşılandığı sürece problem yoktur”; sonra da “finansmanın kaliteli olup olmadığına bakalım” deniyordu. Daha sonraları, “cari açığa karşı tedbir alıyoruz” açıklamaları yapılıyordu. Son dönemde cari açık azalıyor, baktığımız zaman tek nedenin büyüme hızının düşmesi olduğu ortaya çıkıyor. Bunun adına “yumuşak iniş” deniliyor.
Büyüme hızının düşüşü neden “yumuşak” olarak nitelendiriliyor?
Önceki iki yılda hızlı büyüdüğümüz için, bu yavaşlamaya “yumuşak” deniliyor. AKP ekonominin temel sorunlarını hiçbir şekilde göğüslemeden, daima yeni bir finansal genişleme beklentisiyle “komşuda pişen bize de düşsün” anlayışına teslim oluyor. Ancak komşuda bayat balık pişiyorsa, zehirlenmek de söz konusu olabilir. Avro Bölgesi’nde belirsizliklerin arttığı zaman, Ali Babacan çıkıp “dışarıda fırtına var, bizim hafif geçiştirmemiz lazım” açıklaması yapıyor. Merkez Bankası Başkanı, önce, “döviz fiyatlarında bir tırmanma olduğunda, rezervleri kullanırım” demeye getiriyor. AB iki furya parasal genişleme kararı alınca önceki söylemini değiştiriyor; “bu sene Türk lirası doları yenecek” açıklamasını yapıyor. Demek ki, AB’de genişleyen likiditenin krediye dönüşmemesi, çevre ekonomilerine taşması umuyor. Türkiye’de döviz fiyatlarının artmasını önleyeceğimizi belirttiğimiz için, Avrupa’daki likidite fazlasının bir bölümü, yüzde 8’lik 9’luk hazine bonolarımıza gelecek. Giren döviz iç piyasaları, talebi destekleyecek; ekonomideki durgunluk son bulacak; yerel seçimlere kadar durumu idare edeceğiz. Hükümetin ve Merkez Bankası’nın yaklaşımları böylece özetlenebilir.
Merkez Bankası politikalarındaki tek değişme, Batı Merkez Bankaları’ndaki değişmelere de ayak uydurarak, enflasyon hedeflemesine ek olarak finansal istikrarı para politikasının amaçlarına eklemesi oldu. Bu, finansal bunalımlara, öncelikle bankaların çökme riskine karşı yeni bir duyarlılığın oluşması anlamına gelir. Bizde, döviz fiyatlarındaki hızlı, kontrolsüz artışlar, yüksek döviz borçlusu banka ve şirketleri tehdit edeceği için, Merkez Bankası’nın zaman zaman (örneğin 2011 sonlarında yaptığı gibi) rezervleri harcayarak döviz fiyatlarını frenlemesi, bu çerçevede bir davranıştır. Ancak bu yaklaşım, 1995-1998’de olduğu gibi rekabet gücünü gözeten (yani dövizin aşırı ucuzlamasını önleyen) reel döviz kuru hedeflemesi değildir. Tam aksine, dövizlerin pahalılaşmasını frenleyerek sıcak parayı çekme yaklaşımıdır. Ve finans kapitale çağrı çıkararak, üretken kesimlerin, sanayinin, ihracatçıların rekabet gücünün aşınması anlamına gelir. Bu yeni yaklaşım, enflasyon hedeflemesiyle birlikte; ona ek olarak uygulanmaya çalışılıyor.
Peki, enflasyonun yüzde 2 ya da 5 olmasının emek açısından anlamı ne?
Yüzde 2, yüzde 6 ya da yüzde 10 enflasyon arasındaki tartışmanın, eğer çeşitli grupların reel gelirlerini savunma mekanizmaları oluşmuşsa, toplum refahıyla ilgili hiçbir ilgisi yoktur. 1989 sonrasında yüzde 50’yi aşan enflasyon dönemlerinde emeğin göreli durumunun korunduğu aşamalardan geçtik. Dolayısıyla hem enflasyonun hem de kamu dengesinin toplum refahıyla doğrudan ilgisi yoktur. Bilakis kamu açıkları artıyor, azalıyor söylemleri asıl problemin göz ardı edilmesine neden oluyor.
AKP ekonomi politikasının odağına kamu bütçesinin denkliğini koyarken, eleştirilerini sürekli kamu bütçesinin durumundan ya da enflasyonun artıp azalmasından hareketle yapan iktisatçılar AKP’nin tuzağına mı düşüyor?
Bu egemen iktisat dilinin Türkiye’ye taşınmış biçimidir. Ama egemen iktisat dilinin içinde bile bu söyleme kafa tutmaya başlayan insanlar vardır. IMF’nin baş iktisatçısı Blanchard, Fransız meslektaşının IMF direktörü olduğu dönemde açıkça söyledi; “enflasyon hedeflemesini bu kadar dar bir makasa sığdırmanın anlamı yok, yükseltilebilir” dedi. Geçenlerde Paul Krugman (Nobel İktisat Ödülü Sahibi) da söyledi; “enflasyon hedefini biraz yükselterek, borç yükünü hafifletmek meşru bir politikadır” dedi. Aykırı sesler var ama egemen söylem hâlâ aynı; “düşük enflasyon ve mali disiplin.” Bu finans-kapitalin temel söylemidir. Yani emperyalist sistemde finansın egemenliğinin iktisat diline taşınmış hali.
Son büyüme sonuçlarını ve artan bütçe açığını nasıl değerlendirmeliyiz?
“Keşke bütçe daha fazla bozulsa” diyeceğiz. Bütçe açığının artması, ekonominin genişlemesine yol açıyorsa savunulmalı. 2011’in ilk altı ayında büyümenin sıfıra inmemesini sağlayan ana ögelerden biri kamunun cari harcamalarında belli bir artışın olmasıdır. Bunu, Mustafa Sönmez arkadaşımız memurların maaşlarındaki artıştan ziyade kadro doldurmaya bağlıyor. AKP kadrolaşıyor, eski çalışanları atamadığı için bütçeyi gevşetiyor. Öte yandan, bütçe açığını kapatmak için, adaletsiz vergi sisteminin kullanarak, tüketim mallarında, petrolde, doğal gazda, elektrikte vergileri, fiyatları artırma yolunu izliyor. Türkiye’de kamu harcamalarının artması, sosyal devlet kurumlarındaki kayıpların telafisi için gereklidir. Buna karşılık bütçe açıklarının emniyet, polis ve Suriye’deki isyancılara destek harcamaları nedeniyle artmasına karşı çıkmamız gerekir. Vergi sisteminin dolaysız vergileri yukarı çekerek, yeniden müterakki, artan oranlı yapısına yaklaştırarak değişmesi gereklidir. Maliye sisteminin bu temel öğelerini dışlayarak sadece bütçe açıkları ve iç borç yükü üzerinde bir tartışmaya girmek istemiyorum.
2012’nin ilk altı ayındaki milli gelir hareketlerine baktığımızda, iç talep daralıyor; ihracat artışı ve ithalattaki daralma ile telafi ediliyor. Milli gelirdeki yüzde 3,1’lik artışın 0,5’lik ögesi hayali altın ihracatından kaynaklanıyor. Onu düşersek, yüzde 2,6’lık bir büyüme sağlanıyor. Dış kaynak girişlerinin daralması büyümeyi aşağıya çekiyor; ancak şimdilik küçülmeye, krize yol açmıyor.
Ekonomide önümüzdeki dönem için neler bekleyebiliriz?
Türkiye ekonomisi 1980’dan beri ortalama yüzde 4–4,5 civarında bir potansiyel büyüme hızının sınırları içinde kalıyor. Dış kaynak girişleri, bu eşiği aşan sıçramalara yol açıyor; ancak, ithalattaki ve dış açıklardaki tırmanma, bu ivmeyi frenliyor. Bu yalpalama içinde ekonominin hiçbir uzun vadeli problemi çözülmüyor, bütün mesele günü gün edelim ve önümüzdeki seçimleri geçiştirelim. Daha önce açıkladım; bugünlerde de aynı perspektif geçerli: “Erken yerel seçimler, hızlı para girişleriyle geçiştirilsin, sonrası Allah kerim...”
İLERİCİ İKTİSATÇILAR ÜZERİNE
1985 yılında Zimbabwe Üniversite’sinde yaptığınız bir konuşmada “ilerici iktisatçı” tanımınız vardı. Üç ana konudaki bakış açılarına göre yani bölüşüm ilişkileri, dış ekonomik bağlantılar ve üretim güçlerinin gelişimi değerlendirmiştiniz. Bu çerçevede düşünürsek, iktisada giriş aşamasında ilerici diyebileceğimiz düşüncelere sahip genç iktisatçıların zamanla egemen iktisat diline kaydığı yönünde gözleminiz var mı?
Var tabii, bu söylediğiniz kriterlerden üçüncüsünün, “büyüme; yani üretim güçlerinin geliştirilmesi” önceliğinin, Zimbabwe’de yani Afrika’daki bir Üçüncü Dünya ülkesinde söylendiğini dikkate alalım. Bu çerçeve içinde her üç kriterin de ilerici iktisatçılar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama biraz daraltarak, “sosyalist iktisatçı” olarak bakarsak, bu öncelikleri biraz daha açmak lazım. Bölüşüm önceliği, emekten yana (olumsuz ifadeyle sermayenin tahakkümüne karşı) tavır almak olarak taşır. Bağımsızlık önceliği de, emperyalizme dayanan bir kapitalist dünya içinde yaşadığımıza göre, sistemin sömürdüğü, ezdiği, bağımlı kıldığı mazlum halklardan, “ülkeler”den yana; emperyalizmin hegemonik güçlerine, metropollere ve onları temsil eden sermaye öğelerinin (örneğin finans kapitalin) sınırsız tahakkümüne karşı tavır almak anlamına gelir. Enternasyonalist bir çerçevede, bu yaklaşımı, mazlum halkların emperyalizmin hegemonyasına karşı dayanışması olarak yorumlayabiliriz. Ancak daha tartışmalı bir yorum da söz konusu olabilir: Ülke ekonomisinin bağımsızlığı, yani emperyalizme karşı ayakta durmasını, direnmesini de savunmamız söz konusu olabilir. Enternasyonalist bir dünyada yaşıyor olsaydık birinci söylem egemen olurdu, ama Üçüncü Dünya’nın dağınık ortamında konuşuyorsak, enternasyonalizm özlemini koruyalım; kendi ülkemizin sınırları içinde kalarak da emperyalizmin hegemonik programına karşı duyarlı olalım.
Egemen iktisat söylemi bu yaklaşımla çatışma içindedir. Solcu genç iktisatçılarımız, akreditasyon gerekleri nedeniyle ve lisansüstü öğrenim için yurt dışına gitmeleri söz konusu olduğunda, büyük ölçüde egemen iktisat dilini sineye çekmek zorunda kalıyorlar. Aykırı düşünen öğretim üyeleri bile, ister istemez, bu gereksinimleri dikkate alıyorlar. Bunun değiştirilmesinin mücadelesi var. Sayıları on bine ulaşan muhalif iktisatçılar, bir Dünya İktisatçılar Birliği kurdular. Hepsi ana akım neo-klasik iktisatla kavgalı insanlardan oluşuyor. Neo-klasik iktisat, sermayenin ana iktisat öğretisidir. Bununla kavgalı olmak henüz Batı’daki iktisat programların değişmesine yol açmıyor. Batı’daki kriz ortamında izlenen politikalara en eleştirel yaklaşan iki Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz ve Krugman bile, neo-klasik iktisadın özüne yönelik saldırılar geldiği zaman birden bire kirpileşiyor; dikenlerini çıkarıyorlar.
Boratav: “Marksist akım ayakta kalmıştır”
1968 yılındaki öğrenci ayaklanmaları, iktisat programlarına da taşındı. Muhalif söylem lisans programlarına girer; lisansüstü öğretime taşınır. Programlardaki değişim tarihindeki öğrencilerin, akademik mesleğe girerek, hoca olmaları; yeni ve eleştirel yaklaşımları kendi öğrencilerine taşımaya başlamaları 12–13 yıl alır. 1968’e 12 yıl eklersek, 1980’de, yani neoliberal karşı devrimin başladığı yılda solcu iktisatçılar öğretilerini yeni kuşaklara taşımak için hazırdırlar. Ne var ki, tam da o tarihte, neoliberal karşı devrim bu kadroların önünü tıkar; yetişen kuşağın hızla tasfiyesi başlar. Şu anda muhalefet bayrağını neo-klasik iktisada da meydan okuyarak kaldıran az sayıda iktisatçı, o dönem yetişen radikal kuşağın ayakta kalanlarından oluşuyor.
Marksist akım kendisine karşı uygulanan olağanüstü tecride rağmen ayakta kalmıştır. Marksizm’in çekirdeği ve analiz araçları o kadar güçlüdür ki, bu handikaplara rağmen örneğin son krizle ilgili en ciddi katkı, eleştiri ve değerlendirmeler bir avuç insandan oluşan bu ekipten gelmiştir.
Son dönemde bir çok iktisatçı bir araya gelip bildiriler yayınlıyorlar; Bu bildirilerde de dönüp dolaşıp Keynesyen politikaları ve düzen içi arayışları öne çıkarıyorlar. Bu noktada, arayışların düzen içi kalması, 1980 dönüşümü sırasında Thatcher’ın söylediği “Başka Alternatif Yok” sloganının egemenliğini sürdürmesi anlamına mı geliyor?
Devrimci bir pozisyon olmayınca düzen içi çözüm arıyorsun. Zaten Keynes’in parlak fakat tutucu bir burjuva iktisatçısı olduğunu biliyoruz. Parlaklığını şurada görüyorsun: finans-kapitalden nefret ediyor, bunu bir parazit öge olarak görüyor. Yatırımcı ve üretken sermayenin sözcüsü adeta. Keynes’in bir sözü vardır; sınıflar arası bir savaşın barikatları kurulursa elbette burjuvazinin saflarında yer alacağını açıkça ifade eder. Ama Keynes’in sola açılan takipçileri de vardır. Keynes kuramını aynı tarihlerde, ancak ondan bağımsız olarak keşfeden Kalecky kendisini Marksist olarak da görür, sınıf analizine önem verir. Sistem karşıtı analizlerin temeli Marksizm’dedir. Ama Marksizm, çağındaki bütün eleştirel düşünce akımlarıyla iletişim içinde olarak gelişmiştir. Bir yandan Batı’da Marksizm’e karşı uygulanan ağır izolasyon nedeniyle, bir yandan da Sovyet Marksizm’inin dogmatik ve ölü karakteri nedeniyle bu parlak geleneği günümüze taşıyan insanların sayısı çok azdır. O yüzden, bu akımın takipçileri bütün eleştirel akımlarla fikir alışverişinde olacak; ama kendi öğretilerinin özünü, çekirdeğini koruyarak...
Egemen iktisat söylemi, yakın bir gelecekte de iktisat eğitimini biçimlendirmeye devam edecektir. Bu ortamda, eleştirel, devrimci sosyal bilim ve politik iktisat disiplinlerinin gelişmesine da olabildiğince önem vermek; katkı yapmak öncelik taşıyor. Sermayenin sınırsız tahakkümü, akademi dünyasına da damgasını vurmaktadır. Buna temelden karşı çıkmak da devrimci bir mücadeledir.
Söyleşi: Engin Duran/Sendika.Org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder