Önceki gün yazdığım “Şimdiye kadar yaşananlar yetmedi mi?„ adlı yazımın altına Şervan isimli bir arkadaşımız not düşümüş. Yazdığı notu olduğu gibi buraya alıyorum.
“Sn. Bildirici, sizin bircok yazılarınız ilgimi eskiden beri cekiyor, doğru bulduğum ve yanlış bulduğum yanları vardır. Genelikle tespitlerinize katılıyorum. Ancak bu tespitlerden yola cıkarak ulaştığınız sonuclara aynı ölcüde katılamıyorum. Cünkü benim şahsi algılamama göre bu sonuclar objektıf ve analitik bir düşünceden ziyade sizin ruh halinizi yansıtıyor gibi. Bakıyorsun bir gün kürt halkının mücadelesini göklere cıkarıyorsunuz, ertesi gün herşeyi kapkara boyalara boyuyorsunuz. Daha cok bu bana manik depressiv bir ruh halini andırıyor. Peki böyle olmaya hakınız yokmu? Var tabii...sıradan bir vatandaş icin var. Ama kendine bir siyasal sorumluluk yüklemiş ve okuyucunu etkiliyebilen bir mücadele insanı ve aydını icin bunu doğru bulmuyorum. Okuyucularınız sizinle beraber hop hopluyur ve yine sizinle beraber sonra yerin dibine cöküyor, Bakın sız bir çelik parcasını veya bir kayayı bir an buz gibi soğutursanız ertesi an ateşle kaynatırsanız, onlar bile catlar. İnsan nasıl dayansın? Saygılar."
Şervan arkadaşımız benim normal biri olmadığımı sanıyormuş. Sanmasına gerek yok, ben hiçbir zaman normal biri olduğumu iddia etmedim. Normal insanlar normal rejimlerde yetişir. Bebekten katil yetiştiren ve bütün farklılıkların anasını ağlatmış bir sistemin muhalifi olmak için kişide bazı tuhaflıkların bulunması gerekiyor. Çünkü normal insan, normal davranan insandır. Günlük sekiz saat çalışır, evine gider, çocukları varsa onları sever, bahçesi varsa bir şeyler eker. Dil yasağı, kültür yasağı, hayat yasağı tanımaz… Birazdan evi basılarak öldürüleceği korkusu olmaz. Yolda yürürken enseden kurşun yememek için iki de bir dönüp arkasına bakmaz. Sınıfta cinsini ve cibilyetini gizlemez. Normal olmadığımızı anlatmak için daha başka neler sayayım?
Eğer bu kadarı Şervan arkadaşımız için yeterli değilse, başka örnekler de vereyim. Örneğin Türk kalasıyla kafatasımın boydan boya çatladığını, sonra kendiliğinden iyileştiğini yıllar sonra kafa filmini çeken Avrupalı doktorumdan öğrendim. Yıllarca o vuruşun hangi zamana ait olduğunu çıkarmaya çalışırım. İlk yakalandığımda dipçikle kafamı dağıtmışlardı. Sonra Antep Askeri Cezaevinde eritilmiş beyaz plastikten yapılmış bir kalas darbesi hatırlıyorum. Vurduklarında kafayı bir çırpıda dağıtması için plastik sopanın ucu özellikle topuzdu. Tam kafamın arka kısmını bulmuştu. Ayıldığımda kan içindeydim.
Sonra Mersin’de İstiklal Marşı okumadığım için hücrede birçok kalas yemiştim. Biri vardı ki, iki parmağımın içine gireceği kadar kafamı yarmıştı. Kafatası çatlaklığını bu vuruşların hangisinden edindiğimi çıkaramıyorum. Şimdi bana kafadan çatlak diyeceksiniz. Sorun değil. Bir insanın kafatası ağır bir vuruşla çatladığında, bu durumun o insanda yarattığı sarsıntının niteliğini hiç kimse bilemez. Doktorum da bilemedi. Herhalde bu kalaslardan biri Türk devletine dair bütün iyimserliğimi aldı götürdü.
12 yıllık cezaevi yaşantımda açlık grevi ve ölüm oruçlarının toplam üç yıldır. Bir ayda döşek çürüten hücrelerde yıllarca kaldım. Birinde, bir şubat günü hücre kapımı kiltilediler, bir yıl sonraki şubat ayında gelip kapımı açtılar. Bir çok arkadaş yaşadı benzer şeyleri…
Şervan arkadaşımız bizden normal bir rejimde veya koşullarda yaşamış normal insan davranışları bekliyorsa beklesin. Hakkıdır. Normal davranmaya çalışıyorum, ama yolda yürürken ensemden Türk kurşunu yememek için ikide bir geri dönüp arkaya bakmamayı beceremiyorum. Doktorum bunun tedavisinin olmadığını söyledi. Hafta birkaç kez rüyamda vurulur, kendi cenaze törenime katılırım. Mezarda soluksuz kalmak üzere iken uyanmamın iyi bir şey olduğunu doktor söylüyor. Bu rüyaların birinden uyanamazsam; bu durum soluksuz kalıp ölmem anlamına gelecekmiş… İhtimal dışı olmayan bir durummuş bu. Bu travmayı da faili devlet olan cinayetler döneminden almışım.
Ayrıca çelişkili şeyler söyleyen sadece ben değilim. Hayatın kendisi bir çelişkiler yumağıdır. İnişli ve çıkışlıdır. Umut ve umutsuzluklarla doludur. Siyasetçilerimizin görüşleri de haftalık ve aylık değişmiyor mu? Gerçek bir yazar yazılarını kendiyle tartışarak yazar. Okuyanları ikna etmek için yazılmış yazılar boş yazılardır. Kaypaktır. Çıkar yazılarıdır. Okurlar zaman içinde kendine ve görüşlerine yakın yazarlar tespit ederler. O yazarın karekterini satır aralarında bulup çıkarırlar.
Şervan Arkadaşımıza diyeciğim şu ki, Türk devletinin her türlü çıldırtıcı metodlarına rağmen iyimserliğimiz, kötümseriliğimiz, heyecan ve tutkularımızla gayet normal olmaya çalışıyoruz… Şimdiye kadar yazdığım hiçbir yazmın ağırlığı altında kalmadım. Kürt sorunu ne ise biz de oyuz. Yazar insanın sabit fikirli olmaması iyidir. Yazarın umut ve umutsuzluklarını paylaşmasından ürkmemek gerekir. Ürküntü duyulması gereken şey, satır arası yamukluklardır. Yağcılıktır. Çıkar yazıları yazmaktır.
Ama ben bu yazımda normal olmayan Türk rejiminin 32 rakamını anlatacaktım. Bugün yolda yürürken aklıma geldi. 1982 yılında açılışını yaptığımız Mersin E Tipi Cezaevinin havalandırmasında koğuşça sıraya geçirilmişiz. Sayım yapılacak. Daha doğrusu işkence başlayacak da, işkenceye başlamak için gardiyanlar ayıp olmasın diye bir bahane arıyor. 42 kişiyiz. Baştan başlayarak arkadaşlar 1… 2… 3… diye saymaya başladılar. Ben 41. Sıradayım. En sonda, 42. sırada Ahmet Çitfçioğlu isminde bir arkadaş var. Gardiyanlar on kez sayımı tekrar ettirdi. Her defasında tempomuzu artırıyorlar ki, birimiz rakamı şaşıralım da işkence faslı başlasın.
Sıra yine bana gelmişti. 41 dedim. Yanımdaki Ahmet Çiftçioğlu 42 diyeceğine, 32 dedi.
"Duymadınız mı!” diye bağırdı bir gardiyan. "Adam 32 diyor. Vurun lan!"
Facebook adresimde kayıtlı olan Ahmet Çitfçioğlu ile o gün işkence nedeni olan 32 rakamını konuşuyorduk. Ama Türk devleti tamamıyla budur. Türk devletinin memur görevlilerinden okulda, askerde, sorguda, sokakta ve hapiste dayak yememiş biri var mıdır? Bu metodları elinden aldığınız zaman ortada Türk devleti denen bir şey kalmayacağını biliyor muydunuz?
***
Kürdistan halkının ve dostlarının direnişi sonucu YSK’li Türk devleti geri adım attı. Yedi bağımsız adaydan altısının seçime katılabileceğini bildirdi. Türk devleti budur. Adaletsizliklerini suratına çarpan güçlü direnişler karşısında işte böyle eli ayağı birbirine dolaşır. Adil olan devlet güçlüdür. Adaletsiz olan zayıftır. Türk devleti adil olmadığı için zayıf bir devlettir. Zayıflıklarını baskı, şiddet ve cinayetlerle geçiştirdi şimdiye kadar. Türk devletinin elinden zulmü, işkenceyi, cinayeti ve biber gazını alırsanız Kürdistan’da ondan geriye hiç bir şey kalmaz.
Sömürgeci eller Bismil’de Halil İbrahim Oruç’u katletti. Bu cinayetlere verilecek en iyi karşılık, Türk devletinin olmadığı bir yaşam düşlemek ve bu uğurda mücadele etmektir. Hiçbir toplumsal hayat, Türk devletinin hakimiyeti altında Alevi, Kürt, Ermeni, Süryani veya gerçek bir Türk muhalifi olarak yaşamaktan daha kötü değildir.
Kürdistan halkının ve Oruç ailesinin başı sağ olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder