8 Temmuz 2011 Cuma

Osmanlı'da ve Cumhuriyet'te Alevilik Algısı-1


19. yüzyılda yayınlanan bazı risalelerde, “tâife-i Kızılbaş’ı top, tüfek ve mancınıkla katletmenin; ateşe atarak veya çarmıhta uykusuz bırakarak katletmenin caiz” olduğu söylenmektedir. İşin ilginç yanı; Osmanlı’nın Batı’nın zoruyla da olsa hukukunu yenileme çabası içinde olduğu 19. yüzyıl ortalarında bile bu tür ilkel ve sapkın broşürlerin yayımlanabilmesidir.
 
Kızılbaş ve Rafıziler’in, Müslüman olarak görülmediklerine ilişkin Osmanlı arşivinde sayısız belge ve bilgi vardır. Bunlar genellikle Şeyhülislam fetvaları veya Padişah fermanlarıdır ki çoğunlukla 19. yüzyıldan önceki dönemlere ilişkindir.

Osmanlı Şeyhülislamı: Kızılbaşlar sapkın topluluk!..Ancak, yüzyılın başlarında Bektaşi Tekkelerinin kapatılmasından sonra, doğrudan Kızılbaşlar’ı hedef alan aşağıdaki Risale bugüne kadar yeterince bilinmemektedir. Oysa, oldukça ağır bir Osmanlıca ile kaleme alınan “Elsine-i Nâsda (Kızılbaş) Demekle Maruf Taîfe-i Rezilenin Hezeyanlarını Mübeyyin Bir Risâle-i Müstakiledir” yani (İnsanların Dilinde Kızılbaş Olarak Bilinen Rezil Topluluğun Saçmalıklarını Açıklayan Bağımsız Bir Broşür) adlı sözkonusu Risale (Broşür), Kızılbaşlar’a ilişkin 19. yüzyıl Osmanlı resmi görüşünü yansıtması açısından son derece önemlidir.

Risalenin yazarı, Hasan bin Ömer es-Sunkuri Şahinzâde adında tipik bir Osmanlı “resmi” aydınıdır. İstanbul’da 1281 (M. 1865) tarihinde ‘İbrahim Hakkı Litografya Destgâhı’nda basılan Risale, 6 sayfadan ibarettir. İstanbul’da Süleymaniye Kütüphanesi’nde iki nüshası bulunmaktadır. Adı geçen İslâmcı yazar, eserinin girişinde; literatürde “Kızılbaş” adıyla bilinen Kızılbaş/Alevi topluluğunu İslâmi bakışaçısıyla eleştirmekte ve onları “rezil, sapkın” olarak niteleyerek suçlamaktadır. Başlangıçta; Osmanlı-Safevi ilişkilerine atıfta bulunularak, aynen geçmişte Şeyhülislamların verdiği fetvalarda olduğu gibi, Kızılbaşlar İslâm olmamakla ve İslâm büyüklerine saygı duymamakla suçlanmaktadır.

Üç bölümden oluşan Risale’nin ilk bölümünde; “tâife-i dalâlet-şiar” ve “fırka-i dâlle” yani “sapkın topluluk” olarak nitelendirilen Kızılbaşlar’ın İslâma aykırılığı anlatılıyor. Sözgelimi, Kızılbaşlar’ın bir kadını, bir - iki saat kadar veya ne kadar isterlerse nikâh yapıp, talak-ı selaseye (üç kez benden boşsun diyerek boşama) ihtiyaç duymayarak, istedikleri zaman bıraktıkları iddia edilmektedir. Daha sonra, ilk halifeliğin neden Ali’nin hakkı olmadığı, uzun uzun izah edilmeye çalışılmaktadır.

‘Tâife-i Kızılbaş’ı top, tüfek ve mancınıkla katletmek caiz...’Bu bölümdeki ilginç iddialardan biri de; altı çizilerek, “tâife-i Kızılbaş’ı top, tüfek ve mancınıkla katletmenin; ateşe atarak veya çarmıhta uykusuz bırakarak katletmenin caiz” olduğunun söylenmesidir ki, bu tam da Osmanlının cezalandırma yöntemleriyle çakışmaktadır. Kızılbaşlar’ın kâfir ilan edilerek katledilmeleri, kuşkusuz Kuran’dan âyetlere dayandırılmaya çalışılmaktadır.

Daha sonraki bölümde, eski fetvalarda da dile getirilen Muhammed’in Ayşe ile evliliği konusu irdelenmekte ve Kızılbaşlar bu konuda da suçlanmaktadır. Risale’nin üçüncü bölümündeyse; Kızılbaşlar’ın İslâmın ve imanın şartlarına karşı çıkarak, yerine getirmediği vurgulanmakta; bu şartları yerine getirmenin Kuran’ın ve Hadisler’in gereği olduğu, örneklerle sergilenmeye çalışılmaktadır. Tabii bu noktada da Kızılbaşlar, “kâfir”likle suçlanmaktadır.

İşin ilginç yanı, Osmanlı’nın Batı’nın zoruyla da olsa hukukunu yenileme çabası içinde olduğu 19. yüzyıl ortalarında bile bu tür ilkel ve sapkın broşürlerin yayımlanabilmesidir. (Bu Broşürün metni için bkz. M. Bayrak: Ortaçağ’dan Modern Çağa Alevilik, Özge yay. Ank. 2004, s.387- 397).

Kızılbaş yerleşkelerine Hanefi din adamlarıDevlet izniyle basılan ve Kızılbaşları karalayarak suçlayan bu broşürün ardından; II. Abdülhamid döneminde Kızılbaşlar’ın Hıristiyanlığa meylettikleri iddiasıyla, başta Dersim olmak üzere özellikle Kızılırmak’ın doğusundaki Kızılbaş yerleşkelerine halkı dinen irşad edecek Hanefi din adamları gönderilir. Bu politikanın asıl amacı, Kızılbaşları, Hanefi Müslümanlığına evirmektir. Kuran’ın, Dersim’e girmesi serüveni de böyle başlar. Bununla da yetinilmez, özellikle Kızılbaş Kürt coğrafyasının demoğrafik yapısının değiştirilmesi amacıyla da çeşitli adımlar atılır. Sözgelimi, 93 Harbi’nden yani 1877/78 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan birkaç yıl önce 1875’te, Erzurum Müşiri Samih Paşa, bu tarihten neredeyse 140 yıl önce Dersim’e, bugünkü ‘’baraj projesi“nin önceli niteliğinde ‘’blok havuzlar“ yapılarak, bölgenin kontrol altına alınmasını öneriyor. Plana göre, blok havuzların tamamlanmasıyla aşiretler de yerleşik alanlardan çıkacak, başka yerlere gitmek zorunda kalacak ve böylelikle bölgede istikrarlı bir egemenlik kurulacaktır. (Bu konuda bkz. Rüştü Demirkaya: 134 Yıllık Sürgün Planı, Kızılbaş der. Sayı: 10/ 2009). 1896 yılından sonra da, bölgenin insansızlaştırılmasını öngören raporlar hazırlanır.

II. Meşrutiyet döneminden sonra İttihad ve Terakki Partisi yönetiminin hazırladığı Etno-Dinsel Arındırma,Tektipleştirme Politikaları’na çeşitli vesilelerle değinildiği için burada üzerinde durmuyoruz. Ancak, önce Meşrutiyetçi, sonra Cumhuriyetçi Ömer Seyfettin gibi Kemalist yazarların daha 1918’de Kızılbaşları karalamak için ‘’Harem“ türü uzun hikâyeler kaleme aldıklarını ve bu sözde edebi eserlerde, ‘’Anadolu’da Kızıbaşlar diye adlandırılan Alevilerin, hayvanlar gibi yaşadıklarını, cemaatin bütün erkeklerinin bütün kadınların kocası olduklarını, doğan çocukların da anasının ve babasının belirsiz olduğunu, bu işi de mum söndürerek yaptıklarını“ iddia ettiklerini hatırlatalım. (Bkz. C. Şener: Ömer Seyfettin’de ‘’Kızılbaşlık“, Alevilerin Sesi, Sayı:16/1996).

Cumhuriyet döneminde Aleviliğin yasaklanmasıCumhuriyet’ten sonra, tarihinde ilk defa Alevilik resmen yasaklanıyordu. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılıyor; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan ediliyor; buna rağmen 1924’te Anayasa’da yapılan bir değişiklikle ‘’Türkiye Devletinin dininin İslam olduğu“ ilan ediliyordu. Yine 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanun ile Hanefi- Müslümanlığı ekseninde Sünni bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyordu. Aynı günlerde, 18 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Köy Kanunu da bu Sünni yoruma uygun hale getirilerek, köyün temel dini müştemilatı olarak ‘’Cami“ belirleniyordu. Dolayısıyla, camisi olmayan köyler, bu tanımın dışında kalıyordu. Köyler için ikinci ibadet yeri ise Sünni tarikatlerin zikir yeri olarak kabul edilen ‘’Mescid“di. (Bu konuda bkz. Müslüm Doğan: Osmanlı’dan Sonra Cumhuriyetle Devam Eden Alevi İhlalleri, Alevilerin Sesi, Sayı:47/ 2001). Kanun, köy imamlarının ‘’Türk ve İslam tarihini bilmesi“ şartını getirmektedir.

Burada, Hanefi- Müslümanlığı ekseninde bir ‘’Devlet Müslümanlığı“ için adımlar atılırken, hemen ertesi yıl yani 30 Kasım 1925’te çıkarılan ‘’Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun“ la, Alevilik resmen yasaklanıyordu. Bu kanunla , Cami ve Mescid tek ibadet yeri olarak bırakılıyor ve Aleviler’in ibadet yerleri de yasaklanıyordu. Dahası, İslâmi din adamlarının unvanları korunurken; ‘’şehlik, dedelik, pirlik, dervişlik, müridlik, seyidlik, çelebilik,babalık“ gibi Aleviliğe özgü dini unvanlar, ‘’falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık“ gibi sahtekârlıklarla bir tutularak yasaklanıyordu. Buna uymayarak görevlerini devam ettirenlerin ve özgün giyim- kuşamlarını taşıyanlarınsa hapis ve para cezalarına çarptırılmaları öngörülüyordu.

Devlet Başkanı Mustafa Kemal’in, Şeyhülislamlık yerine kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği ilk görev ise, Müslümanların kutsal kitabı Kuran’ın yeniden tefsir ettirilmesiydi. Nasıl bir Kuran tefsiri yapılacağını da, bizzat M. Kemal belirliyordu. ‘’Yeni Kuran tefsiri, Ehl-i Sünnet yeni Sünnilik fıkhına uygun olarak yapılacak; tefsirde Aleviliğe ve Hanefilik dışındaki diğer Sünni mezheplerin görüşlerine yer verilmeyecek ve Kuran, (Türk- İslam geleneği) gözönünde bulundurularak tefsir edilecekti…“ Böylece, ‘’Türk- İslâm Sentezi“ nin temelleri atılmış oluyordu…

Basın yoluyla Kızılbaş - Alevi - Bektaşi düşmanlığıTek bir ‘’Devlet dini“ yaratma adına yapılan bu düzenlemeler, diğer Kemalist basın- yayın organlarının ve edebiyat ürünlerinin eşliğindeki bir propaganda saldırısıyla devam ettiriliyordu. Bunlardan yalnızca şu birkaç örnek bile ‘’tek-tip toplum“ projesinin nasıl yürütüldüğünü ortaya koymaya yeterlidir.Bu konuda hemen belirtelim ki, Kemalist kalemşörler rejimin aldığı yasaklama kararlarını hayata geçirebilmek için adeta bir seferberlik içine girmişlerdir. Nitekim, hem Kemalist edebiyatçılar, hem de önce İttihadçı, sonra Kemalist ideologlar Aleviliği toplum yaşamından silmek için yoğun bir kampanya yürütmektedirler. İttihadçılar adına ilk Kürtler çalışmasını hazırladığı gibi, etno-dinsel asimilasyon konusunda da raporlar hazırlayan Arnavut kökenli (Habil Adem) Naci İsmail’den başlayarak; Baha Said, Sadık Vicdani, Mehmed Arif, Enver Behnan (Şapolyo), Yusuf Ziya (Yörükan), Hilmi Ziya (Ülken), Peyami Safa, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Niyazi Ahmed (Banoğlu), Refik Halid (Karay), Halide Edib (Adıvar) gibi nice Kemalist yazar ve edebiyatçı bu sürece katkıda sulunmaya çalışırlar.

Mehmed Arif, ‘’Devletin alacağı makul tedbirler ve icraatlar ile eli kalem tutan din kardeşlerimizin yardım ve gayretlerine ihtiyaç duyulmaktadır“ çağrısıyla, bu kampanyanın amacını dışa vurur. (Bkz. İbrahim Bahadır: Alevi- Bektaşi Kadın Dervişler, Alevi- Bektaşi Kültür Ens. yay. Köln, 2004,s. 200).

Sözkonusu gazeteci, yazar ve edebiyatçılar, Aleviliğin 1925’te resmen yasaklanmasından sonra, bu politikaya hayatiyet kazandırmak için, özellikle Kemalistlere yakın gazete ve dergilerde bir yayın furyası başlatmışlardır. Sözgelimi, Büyük Gazete’nin 1926 yılındaki çeşitli nüshalarında; Kızılbaşlık, Bektaşilik ve Hurufilikle ilgili muhtelif yazılar ve yazı dizileri yayımlanmıştır. Bu yazılar, şu sözlerle anons edilmektedir:

‘’ Aziz kariler… Bu yazıları nefretle, istikrahla satır satır okuyunuz ve bizi yıllarca, asırlarca medeniyetten geri bırakan bu yuvaları lânetle yad ediniz ve Büyük Gazi’nin (M. Kemal) işaret ettiği büyük medeniyet hedefine süratle ilerleyiniz.“ (Age,s. 199).

Para karşılığı düzmece raporlarBu türden sahtekâr yazarlardan biri de, önce İttihadçılar’a, sonra da Kemalistler’e raporlar hazırlayan ve hemen tümünde Dr. Friç, Dr. Frayliç, Prof. Libah, Prof. Bukert gibi sahte isimler kullanan, daha çok Habil Adem adıyla tanınan; para karşılığı hazırladığı düzmece raporlarla devletleri bile karşıkarşıya getiren ‘’Binbir adlı“ Naci İsmail’dir (Pelister). Bu kişi, bu kez ‘’Bektaşi Babası“ kılığındadır ve 1926-27 yılları içinde tam 20 sayı devam eden bir yazı dizisi yayımlar: ‘’Bir Bektaşi Babasının Hatıratı: Senelerce Bektaşi Tekkesinde Neler Gördüm!“ (Büyük Gazete, İst. Sayı: 3-23, 1926-27).

Bu yazı dizisininin bitiminde, bu kez devreye Enver Behnan (Şapolyo) girer. ‘’Kızılbaşlık… Esrarı Nedir?“ başlıklı yazının sunuşu, adeta üsttekinin devamı niteliğindedir: ‘’Aziz Kari… Tekrar ediyoruz. Bu okuduğunuz yazılar birer efsane değil, tarihi vesikalara müstenit en doğru bir hakikattır. Yazılarımızda göreceksiniz, satılar ve ifşa edeceğimiz esrarın vesikalarını okurken bütün hakikatı anlayacak ve hayretler içinde kalacaksınız.“ (Age,s. 199) İttihadçılar’ın ‘’Kızılbaş/Alevi/ Bektaşi uzmanı“ Dağıstanlı Sünni Çerkez kökenli Baha Said’in Meşrutiyet döneminde hazırladığı gizli çalışma 1927’den itibaren Türk Yurdu mecmuasında yayımlanmaya başlanır. Amaç, Kızılbaşlığı Bektaşilik içinde eritip, Türk Müslümanlığı olarak sunmaktır.

Kemalist rejimin yarı-resmi yayın organı niteliğindeki Cumhuriyet gazetesinin haftalık eki Haftada Bir Gün’de ‘’Zafer Sihmu“ adında – muhtemelen takma isimli- bir gazeteci tarafından ‘’Dersim Kızılbaşları“ üstüne sekiz bölümlük bir yazı dizisi yayımlanır. Bu yazı dizisinde Kızılbaş- Aleviliği kötülenerek, insanların Alevi inancından soğuması ve dini önderlerinden nefret etmesi için ne gerekiyorsa o yapılır. (Bkz. M. Bayrak: Ortaçağ’dan Modern Çağa Alevilik, Ank. 2004,s.398-432).


Hazırlayan: MEHMET BAYRAK

Hiç yorum yok: