Petrol ve doğal gaz rezervleriyle bölgenin üçüncü ülkesi ve Almanya,
İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin ile çok yakın ekonomik ve politik
ilişkilere sahip olmasının yanısıra bölgesel askeri bir güç olan İran,
küresel sistem güçlerinin uygulamaya koyduğu stratejiler kapsamında
bölgesel bir güç olarak söz sahibi olmak ve mevcut dengeleri kendi
lehine kullanmak istemektedir.
12 Haziran 2009 tarihinde yapılan seçimlerden sonra ortaya çıkan politik
tablo, İran’ı yeniden uluslararası ilişkilerin merkezine oturttu. 1979
İran İslam Devrimi’nden sonra bekli de ilk kez, bu düzeyde toplumsal
çatışma sokaklara yansıdı. İran halkının, İslam rejiminin bugünkü
iktidarına karşı sokak gösterilerini örgütlemesi, aynı zamanda dipten
gelen toplumsal dalganın gücünü ortaya koyduğu gibi, bu süreçten sonra
İran asla eskisi gibi olmayacaktır. Birincisi, İslamcı rejimin
politikalarında nasıl bir değişiklik gündeme gelecektir? İkincisi,
uluslararası ve bölgesel ilişkilerde İran kendisini yeniden nasıl
konumlandıracaktır? Üçüncüsü, güçlü ve tarihsel bir mücadele geleneğine
sahip olan ve Şah diktatörlüğünü yıkan Fars halkının bundan sonraki
mücadele rotası nasıl gelişecek ve yeni değişimlere önderlik edecek?
Bunlar önümüzdeki süreçlerde çok daha yoğun olarak uluslararası
ilişkilerin gündemine oturacaktır.
İran,Ortadoğu ve Avrasya’da Etkili Bir Güçtür
İran’da gelişen her politik yönelim, bölgesel ve uluslararası ilişkileri önemli oranda etkileyecektir. Gerçekten bir ülkenin jeo-politik ve jeo-stratejik konumunun öneminden bahsetmek gerekirse, dünya genelinde ilk sırada yer alacak ülke hiç şüphesiz İran’dır. İran tarihsel, etnik, kültürel, sosyal yapısıyla Ortadoğu ve Avrasya bölgesinde her zaman ciddi politik bir güç olduğu gibi bölgesel ilişkilerin şekillenmesinde anahtar rolü oynamıştır. Ortadoğu ve Avrasya’ya açılımda stratejik bir konumda bulunan İran, zengin enerji yataklarına sahip olması yanında, özellikle enerji kaynaklarının uluslararası alanlara taşınmasında önemli bir rol üstlenebilecek bir ülke özelliğine sahip olduğu, bütün uluslararası askeri ve politik stratejisyenler tarafından kabul edilmektedir. Bu özelliği nedeniyle İran, bütün siyasal tarihi boyunca uluslararası dünya kapitalist sistem güçlerinin sömürge egemenlik politikası bakımından hemen her dönem önemli bir rekabet ve çatışma merkezi oldu.
Emperyalist-kapitalist ekonomik ilişkiler içerisinde petrolün stratejik bir önem kazanması ile İran üzerinde emperyalist hegomanya mücadelesi giderek yoğunlaştı. İran kendi iç politik dengelerinde belirgin bir iç kırılganlığa sahip olmakla birlikte, bölge siyasetinin oluşturulmasında belirleyici bir rol oynayan İngiliz emperyalizminin İran politikası oldukça geniş ve kapsamlıydı. İran’da egemen olan Fars iktidar gücü, Kürdistan ve Azeri bölgesinde işgalci bir güç konumda bulunurken, mevcut statükonun korumasında İngiliz sömürgeciliğinin çok önemli bir rolü vardı. Dünya kapitalist siyasetinin belirlenmesinde bir dönem tek hâkim güç olan İngiltere ve ikinci dünya savaşından sonra ABD, İran’ın iç politik dengelerinin oluşumunda her zaman aktif bir güç olarak yer aldı. Petrolün dünya kapitalist ekonomik sistemi içerisinde giderek belirleyici bir rol oynaması, uluslararası alanda oluşan karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin şekillenmesinde ve uluslararası tekellerin karlarının maksimal olmasında oynadığı rol nedeniyle İran’ın önemi çok ciddi oranda arttı. Bu nedenle, özellikle İngiltere ve ABD, İran’daki iç politik gelişmelere hemen her zaman müdahale ettiler ve iktidarların şekillenmesinde doğrudan görev aldılar. Ancak İran, hiçbir zaman ‘petrol demokrasisinin’ uygulandığı diğer yapay devletler gibi olmadı. Bu bakımdan İran, tarihsel konumlanması ve bölgesel gücü nedeniyle diğer devletler arasında her zaman ayrıcalıklı bir özelliğe sahip oldu.
Küresel Güçler Despotik Rejimler Şekillendirdi
Ortadoğu’nun petrol ihraç eden ülkelerinin hemen hemen tamamında bir bakıma ‘petrol demokrasisi’ egemendir. Petrol gelirlerinin sürekli bir avuç yöneticinin elinde toplanması, devleti elinde tutan güçlerin aşırı merkeziyetçi politikaları ve askeri kuvvetler içerisindeki etkinlikleri gibi faktörler, baskıcı rejimleri sürekli kılmaktadır. Burjuva demokrasisi anlamında dahi, halkın yönetimsel ilişkilere dâhil edilmemesi, bir avuç azınlığın sistemleştirildiği oligarşik despotik yöntemlerle değişmeyen iktidarların oluşturulması, aynı zamanda küresel sistem güçlerinin bölgesel çıkarlarına uygundu. Petrol merkezli ülkeler, bugünkü devlet yapılarının despotik rejimler olmasına ve burjuva demokrasinin bile hiç bir kuralını işletmemelerine rağmen, büyük kapitalist güçler tarafından politik ve askeri olarak destekleniyor.
Söz konusu bu politikalar bazı yönleriyle İran’da uygulanmakla birlikte, tersten önemli farklılıkların olduğunu da belirtmek gerekir. Ortadoğu’da, hem de petrolün akciğeri olan bir bölgede, bir ülkenin kapitalist sistem dışında kalması, uluslararası politik dengeleri ciddi oranda etkilerdi. İran bunun somut bir örneğidir. İran’da, 1951 yılında radikal milliyetçi hükümet İngiliz denetimindeki petrol endüstrisini ulusallaştırdı. Buna verilen cevap, ekonomik ambargo oldu; ancak ambargo, rejimi deviremedi. 1953’de İngiltere ve ABD, nispi ulusalcı özelliklere sahip Mussadık’a karşı Şah’ı destekledi ve fiilen askeri darbe ile iktidara getirdi. Uzun yıllar bölgenin en despotik iktidarını bütün gücüyle destekledi. 1953’ten 1979’da gerçekleşen İslam Devrimi’ne kadar İran’da önemli bir Amerikan denetimi söz konusuydu. Humeyni’nin önderliğinde İran’da ‘İslami’ içerikli bir devrimin gerçekleşmiş olması, özellikle ABD’nin bölgedeki politik ve ekonomik gücüne ciddi bir darbe vurmuş oldu. Bu süreç, aynı zamanda ABD’nin diğer petrol merkezli ülkelerin aşiretsel despotik yönetimlerini çok daha fazla güçlendirmesinin bir gerekçesi oldu. Petrol merkezlerini bölgenin yakın sınırlarında kontrol etmek için de Türkiye ve Mısır gibi faşist ve gerici rejimler ekonomik, politik ve özellikle askeri olarak sürekli güçlendirildi.
İran’ın uluslararası konuşlanışı ile Ortadoğu bölgesinin genel durumu arasında her zaman doğrudan bir bağ var. Özellikle, dünya kapitalist güçlerinin oluşturduğu politikalar bakımından bunun önemli bir rolü bulunmaktadır. Ortadoğu’da izlenen politikaların tarihsel bir analizini yapan Noreng şunları belirtiyor: “.. Avrupa’nın hâkimiyetine karşı büyüyen direniş, 1922’de Mısır’da İngiliz korumasının resmen son bulmasına neden oldu. Gerçekte çok az değişiklik olmuştu. İngiltere askeri üslerini ve Mısır silahlı kuvvetleri ve polisi üzerindeki denetimini korudu. 1936’da yapılan yeni bir anlaşmayla İngiliz mevcudiyeti teyid edildi ve ordunun Mısır toplumu içersindeki rolü güçlendirildi. İran’daki ulusalcı hükümet, İngiliz çıkarlarını tehdit etmeye başlayınca, Şah iktidara getirildi ve desteklendi. Irak’taki İngiliz mandası, Musul bölgesindeki petrol bölgelerinin Irak’a ait olduğunun tanınmasından sonra, 1936’da son buldu…” Peki, İran’ı bölgesel ilişkilerde güçlü kılan nedir. Bu soruya doğru yanıt verilmesi, özellikle günümüz dünyasında küresel sistem güçlerinin Ortadoğu’daki politik ve askeri stratejilerini çok daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra ABD eksenli geliştirilen küresel politikaları, Ortadoğu’daki ve özellikle İran’a yönelik yansımaları bakımından önemlidir.
Enerji Tedariki ve Ulaşımında Merkezi Posizyona Sahip
İran, Avrasya’daki merkezi konumu nedeniyle jeo-stratejik öneme sahip bölgesel bir güçtür. İran’ın jeo-politik konumu onu uluslararası ilişkilerde önemli kılmaktadır. Özellikle enerji yatakları ve stratejik özelliği nedeniyle sürekli ön plana çıkmaktadır. Uluslararası rekabet bakımından İran merkez üs özelliğine sahiptir. Örneğin Ortadoğu petrol ve doğal gazının taşınmasında önemli bir pozisyona sahiptir. Güneyde Basra ve Umman Körfezi’ni kontrol etme gücü vardır. Avrasya’da uluslararası rekabete konu olan Hazar Denizi petrollerini kuzeyde çevreliyor. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Komşu sınırı olduğu bütün ülkeler, uluslararası küresel güçlerin rekabet ve çatışma alanları olarak bilinen bölgeler olması nedeniyle İran’ın jeo-politik önemi çok daha fazla ön plana çıkmaktadır. Sınırlarının genel özelliği dikkate alındığında Asya-Afrika-Ortadoğu ve hatta Avrupa ile geçiş merkezine sahiptir. Özellikle enerji yatakları bakımından oldukça merkez bir konumda bulunmaktadır. İran, 1.65 milyon km2’lik yüzölçümü ile dünyanın 18. büyük ülkesidir. Ülkenin yüzölçümü kabaca İngiltere, Fransa, İspanya ve Almanya yüzölçümü toplamlarına eşittir. Kuzey-batıda Azerbaycan ile 432 km/268 mil, Ermenistan ile 35 km/22 mil, Kuzeyde Hazar Denizi; Kuzey-doğuda Türkmenistan ile 992 km/616 mil, Doğuda Pakistan 909 km/565 mil, Afganistan ile 936 km/582 mil, Batıda Türkiye ile 499 km/310 mil ve Irak ile 1.46 bin km/906 mil sınıra sahiptir.
İran,Silahlanmaya En Fazla Pay Ayıran Ülkelerden Biri
İran 430 bin askeri gücüyle, Orta Doğu’da Türkiye ve Mısır’dan sonra en çok askere sahip olan bir ülkedir. 6390 zırhlı araç 450 savaş uçağı, 230 askeri helikopter, kısa ve uzun menzilli konvansiyonel füze bataryaları ve nükleer askeri potansiyeli olan bir ülke olarak bölgede önemli bir güçtür. İran’ın 1980-2007 yılları arasında silahlanmaya harcadığı para yaklaşık olarak 236 milyar Dolardır. İran’da kişi başına düşen askeri harcama yıllara göre değişmektedir. 1980 yılında Irak ile başlayan savaşta kişi başına askeri harcama 560 Dolar, 1990’da 376 Dolar ve 2005 yılında ise 58 Dolar olarak belirlenirken, asker başına yapılan yıllık askeri harcama ise 2005 yılında 8.333 Dolar, 2007 yılında 9.579 Dolar olarak belirlenmiş. İran’da askeri harcamaların Gayri Safi Milli Hâsıla’ya (GSMH) oranı 2000 yılında yüzde 10.2, 2005 yılında ise yüzde 8.2 olarak gerçekleşmiş. Örneğin bu oran gelişmiş kapitalist ülkelerde yaklaşık olarak yüzde 6.3’tür. İran’ın karşı karşıya bulunduğu ekonomik sorunlar dikkate alındığında GSMH’dan silahlanmaya ayrılan oranın çok yüksek olduğunu belirtmek gerek. İran, jeo-stratejik konumu nedeniyle silahlanma, devletin belirlediği en önemli politikalardan biridir. Bu strateji hiçbir iktidar döneminde değişemeden kesintisizce devam etti. Bu nedenle hükümet harcamalarında askeri harcamalar önemli bir yer tutar. Örneğin Irak ile olan savaşta, hükümet harcamalarının yüzde 50’si askeri harcamalar olarak gerçekleşmiş, 2000 yılında bu oran yüzde 24, 2006’da ise bu oran yüzde 37 düzeyinde olmuş. ABD’nin ambargosuna rağmen dünyanın en önemli uluslararası şirketleri-buna ABD şirketleri dâhildir- İran’da çok kapsamlı yatırımlara sahiptirler. İran askeri ilişkilerini genellikle Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ile sürdürürken, esas ticari ilişkileri, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dır.
Dünya genelinde tespit edilebilmiş petrol rezervleri, bugünkü verilere göre 134 milyar ton civarındadır. Suudi Arabistan’ın 36 milyar ton rezerv ile dünyadaki petrolün yüzde 25’ine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Dünya’nın ikinci büyük petrol rezervleri ise 15.2 milyar ton ile Irak geliyor. İran 12.3 milyar varil rezerve ile dünya genelinde üçüncü sırada bulunmaktadır. Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi 5 Ortadoğu ülkesi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 63’üne sahiptir. İran bu ülkeler sıralamasında üçüncü sırada bulunmaktadır. Bu iki ülke, petrol ihtiyacının çok önemli bir kısmını İran’dan karşılamaktadırlar.
İran Dahil Olmadan BOP Hayat Bulmaz
Bu nedenle AB patentli uluslararası şirketlerinin İran ile enerjiden tarımsal ürünlere karar birçok alanda kapsamlı anlaşmaları söz konusudur. Bu özet veriler İran’ın uluslararası küresel kapitalist sistem güçleri tarafından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya kapitalist ülkeleri için stratejik bir öneme sahip olan İran, dünya küresel sistemine dâhil edilmedikçe, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin yaşam bulma şansı yoktur. Bu bakımdan İran’ın küresel sisteme dâhil edilmesi için izlenen tek bir politika olmadığı, özellikle ABD’nin çok yönlü politikaları uyguladığını bilmek gerek. Ortadoğu’da egemen bir güç olan ABD, en sorunlu dönemlerde dahi İran’a yönelik çok yönlü politik izlemiştir. 1979 İslam Devrimi, tarihsel süreci alt üst etmekle kalmadı, Ortadoğu’nun politik dengelerini yeniden şekillendirdi. ABD’nin Tahran Büyük Elçiliği’nin işgal edilmesi ile ABD-İran arasındaki ‘diplomatik’ ilişkiler resmen kesildi. Ancak ABD’yi ‘şeytan’ gören Humeyni ile Beyaz Saray başkanları arasında gizli ikili ilişkiler devam etti. Pentagon, İran İslam Devrimi’ne karşı Saddam’dan yana görünürken, arka planda İran’ı askeri olarak sürekli destekledi.
Humeyni’nin ölümünde sonra İran’da egemen Şii İslamcı güçleri arasındaki iktidar çatışması çok belirgin bir tarzda ortaya çıktı. Tutucu olarak ifade edilen ve mevcut rejimin statükocu yapısını savunanlar ile rejim içerisinde reformların kaçınılamaz hale geldiğini söyleyen kesimler arasındaki iktidar mücadelesi, uluslararası ilişkilerde dikkatle izlendi. ABD’nin ‘reformcu’ kanadı desteklemek için yaptığı açıklamalar ve fiili olarak İran’ın ‘içişlerine karışma’ politikası, halktan tersten bir etki yarattı. Güçlenme eğilimi içinde olan ‘reformcu’ kanadın etkisi hızlı zayıfladı ve ‘gelenekçi’ kanat iktidar ilişkilerinde önemli bir avantaj sağladı. Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olması, iç iktidar rekabetinin bir sonucu olarak değerlendirilebilinir. Bu aynı zamanda İran’ın dış politikasına bağlı olarak bölgede artan etkinliği bakımından önemli bir durumdu.
Bölgesel İstikrarda Önemli Bir Etken: Şii Faktörü
Pers geleneği iki bakımdan ön plana çıkmaktadır. Birincisi, Ortadoğu coğrafyasında köklü tarihsel bir kültüre ve geleneğe sahiptir. İkincisi, bölgede Şiiliğin dinsel-manevi rolü ve etkisi oldukça fazladır. Bu nedenle oluşturulan bölgesel stratejilerde, İran, her zaman en önemli eksen ülkelerden bir oldu. Ayrıca Avrasya ve Orta Asya bölgesi ile olan jeografik ve politik-tarihsel ilişkileri, stratejik konumunu önemli oranda artırmaktadır. Son derece önemli olan diğer bir nokta, İran küresel sistem güçleri tarafından işgal edilen Afganistan’a ve Irak’a sınırdır. Irak’ın nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 60’ı, Afganistan’da ise nüfusunun yüzde 25’i Şii’dir. İran ile bu ülkedeki Şiiler arasındaki bu tarihsel manevi bağ, işgal bölgelerinde uygulamaya konulan küresel politikaları etkileyen önemli bir faktör olmaya devam ediyor. Bu nedenle küresel politikaların merkezinde bulanan İran’a yönelik ABD politikaları da değişkendir. ABD, özellikle birinci ve ikinci Bush yönetimleri sırasında, İsrail faktörü nedeniyle, uygulanmaya koyduğu Ortadoğu stratejisinde İran’a herhangi bir rol vermek istemediği gibi, Suriye ile birlikte askeri saldırılar kapsamına aldığını ilan etti. Yani fiilen ‘düşman’ ülkeler kategorisinde gördü. İran’ın ‘nükleer silah’ peşinde olduğunu iddia eden Bush yönetimi, ‘askeri güç kullanımının masada bulunun ve her an uygulanabilir bir seçenek’ olduğunu sık sık vurguladı. Ancak, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinden sonra ortaya çıkan politik istikrarsızlığın aşılması ve belirlemiş olduğu küresel stratejilerin uygulanabilmesi için İran’a zorunlu olarak ihtiyaç duyulması, saldırı planlarını alt-üst etti. Obama’nın Beyaz Saray’ın patronu olmasıyla, sözkonusu politikalarda belirgin bir değişikliğe gidildi. Askeri eksenli saldırılar bir bakıma rafa kaldırdı ve bunun yerine diyalog, yani diplomasiyi esas alan bir politika izlenmeye başlandı.
İran Konumunun Getirdiği Gücün Farkında
İran ise küresel sistem güçlerinin uygulamaya koyduğu stratejiler kapsamında bölgesel bir güç olarak söz sahibi olmak ve mevcut dengeleri kendi lehine kullanmak için mevcut jeo-ekonomik ve jeo-politik konumunu hem güçlendirmek hem de kullanmak istemektedir. Birincisi, petrol ve doğal gaz rezervleri ile Suudi Arabistan ve Irak’tan sonra bölgenin üçüncü ülkesi olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip olduğunun bilincinde ve bu gücünü pazarlamaktadır. İkincisi, bu konumu nedeniyle ABD ile ciddi sorunlar yaşamakla birlikte Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin çok yakın ekonomik ve politik ilişkilere sahiptir. İran ekonomisi, diğer bölge ülkelerinde olduğu gibi küresel ekonominin güçlü bir parçasıdır. Üçüncüsü, bölgesel askeri bir güç olmaya çalışmaktadır. Nükleer silah arayışları, bölgesel güç olma politikası ile doğrudan ilişkilidir. Bu aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasında silahlanmayı teşvik eden etkenlerden biridir. Dördüncüsü, işgal bölgelerinde istikrarın sağlanmasında etkin bir rol oynayabileceğini sürekli vurgulamaktadır. Yani bir bakıma, kilit bir role sahip olduğunun mesajını vermektedir.
Güvenlik İçin İran’ı NATO’ya Dahil Etme Projesi
NATO’nun özellikle petrol akışının yüzde 65’nin geçtiği Akdeniz’i denetlemesi, uluslararası ilişkilerde son derece önem arz etmektedir. Bu nedenle sorun sadece petrol üretim merkezlerinin denetemi değil aynı zamanda güvenlikli bir biçimde taşınması da oldukça önemlidir. Petrol üretimin ve taşınmasının denetlenebilmesi için bölge coğrafyasını kontrol edebilen bir askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. Bu güç NATO’dur. Söz konusu olan mevcut ülkelerin aşamalı olarak NATO’ya dâhil edilmesi ile bölgenin tamamı denetim altına alınmış olunacak. Öyle ki, ABD’nin ‘haydut devletler’ listesinde bulunan İran ve Suriye gibi ülkelerin dahi, NATO kapsamına alınması için politik projeler üretilmektedir: “Açıkçası, geçtiğimiz on yıl içinde Akdeniz Diyalogu çok mesafe kat etmiştir ve planlandığı gibi hem NATO’ya hem de diyalog ülkelerine, birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı sağlamıştır. Tüm Akdeniz bölgesi için etkili bir enformasyon paylaşma aracı olmasının yanısıra yararlı bir güven oluşturma forumu da olmuştur. Cezayir’i üyeliğe kabul etmek için bir kere genişledikten sonra, artık kapılarının diğer ülkelere de açık olması gerekir. İlk diyalog üyelerinden Ürdün tam anlamıyla bir Akdeniz ülkesi olmadığına göre, gelecekteki katılımlar coğrafi sınırlara göre kısıtlanmamalıdır.
Bu nedenle diyalog yavaş yavaş Irak, Libya, Suriye, Lübnan, daha çok sayıda Körfez ülkesi ve hatta İran’ı da içine alarak genişleyebilir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın zaman içinde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı haline gelmesi buna iyi bir örnektir. Bu örgüt her şeyden önce geniş, maksimum sayıda ülkeyi kapsayan bir örgüt olmayı amaçlamıştır...” Belirlenen politik stratejiye göre, Balkanlarda tam bir egemenlik sağlayan NATO’nun Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkeleri -öncelikli olarak Akdeniz sahası içerisinde bulunan Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini- kendi bünyesine katarak genişlemeye devam etmesidir. İran’ın bu sürece dahil edilmesi, aynı zamanda sadece Akdeniz havzasını değil, Basra ve Umman körfezinin de NATO sahasına dahil edilmesi anlamına gelecektir. Bu iki körfez özellikle petrolün taşınmasında en stratejik alan olarak bilinmektedir. Bu bakımdan İran’ın uzun vadeli bir planla NATO’ya dahil edilmesi küresel sistemin askeri denetim alanının en geniş düzeye ulaşması anlamına gelecektir.
Mustafa PEKÖZ Gokyuzu9@aol.com
İran,Ortadoğu ve Avrasya’da Etkili Bir Güçtür
İran’da gelişen her politik yönelim, bölgesel ve uluslararası ilişkileri önemli oranda etkileyecektir. Gerçekten bir ülkenin jeo-politik ve jeo-stratejik konumunun öneminden bahsetmek gerekirse, dünya genelinde ilk sırada yer alacak ülke hiç şüphesiz İran’dır. İran tarihsel, etnik, kültürel, sosyal yapısıyla Ortadoğu ve Avrasya bölgesinde her zaman ciddi politik bir güç olduğu gibi bölgesel ilişkilerin şekillenmesinde anahtar rolü oynamıştır. Ortadoğu ve Avrasya’ya açılımda stratejik bir konumda bulunan İran, zengin enerji yataklarına sahip olması yanında, özellikle enerji kaynaklarının uluslararası alanlara taşınmasında önemli bir rol üstlenebilecek bir ülke özelliğine sahip olduğu, bütün uluslararası askeri ve politik stratejisyenler tarafından kabul edilmektedir. Bu özelliği nedeniyle İran, bütün siyasal tarihi boyunca uluslararası dünya kapitalist sistem güçlerinin sömürge egemenlik politikası bakımından hemen her dönem önemli bir rekabet ve çatışma merkezi oldu.
Emperyalist-kapitalist ekonomik ilişkiler içerisinde petrolün stratejik bir önem kazanması ile İran üzerinde emperyalist hegomanya mücadelesi giderek yoğunlaştı. İran kendi iç politik dengelerinde belirgin bir iç kırılganlığa sahip olmakla birlikte, bölge siyasetinin oluşturulmasında belirleyici bir rol oynayan İngiliz emperyalizminin İran politikası oldukça geniş ve kapsamlıydı. İran’da egemen olan Fars iktidar gücü, Kürdistan ve Azeri bölgesinde işgalci bir güç konumda bulunurken, mevcut statükonun korumasında İngiliz sömürgeciliğinin çok önemli bir rolü vardı. Dünya kapitalist siyasetinin belirlenmesinde bir dönem tek hâkim güç olan İngiltere ve ikinci dünya savaşından sonra ABD, İran’ın iç politik dengelerinin oluşumunda her zaman aktif bir güç olarak yer aldı. Petrolün dünya kapitalist ekonomik sistemi içerisinde giderek belirleyici bir rol oynaması, uluslararası alanda oluşan karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin şekillenmesinde ve uluslararası tekellerin karlarının maksimal olmasında oynadığı rol nedeniyle İran’ın önemi çok ciddi oranda arttı. Bu nedenle, özellikle İngiltere ve ABD, İran’daki iç politik gelişmelere hemen her zaman müdahale ettiler ve iktidarların şekillenmesinde doğrudan görev aldılar. Ancak İran, hiçbir zaman ‘petrol demokrasisinin’ uygulandığı diğer yapay devletler gibi olmadı. Bu bakımdan İran, tarihsel konumlanması ve bölgesel gücü nedeniyle diğer devletler arasında her zaman ayrıcalıklı bir özelliğe sahip oldu.
Küresel Güçler Despotik Rejimler Şekillendirdi
Ortadoğu’nun petrol ihraç eden ülkelerinin hemen hemen tamamında bir bakıma ‘petrol demokrasisi’ egemendir. Petrol gelirlerinin sürekli bir avuç yöneticinin elinde toplanması, devleti elinde tutan güçlerin aşırı merkeziyetçi politikaları ve askeri kuvvetler içerisindeki etkinlikleri gibi faktörler, baskıcı rejimleri sürekli kılmaktadır. Burjuva demokrasisi anlamında dahi, halkın yönetimsel ilişkilere dâhil edilmemesi, bir avuç azınlığın sistemleştirildiği oligarşik despotik yöntemlerle değişmeyen iktidarların oluşturulması, aynı zamanda küresel sistem güçlerinin bölgesel çıkarlarına uygundu. Petrol merkezli ülkeler, bugünkü devlet yapılarının despotik rejimler olmasına ve burjuva demokrasinin bile hiç bir kuralını işletmemelerine rağmen, büyük kapitalist güçler tarafından politik ve askeri olarak destekleniyor.
Söz konusu bu politikalar bazı yönleriyle İran’da uygulanmakla birlikte, tersten önemli farklılıkların olduğunu da belirtmek gerekir. Ortadoğu’da, hem de petrolün akciğeri olan bir bölgede, bir ülkenin kapitalist sistem dışında kalması, uluslararası politik dengeleri ciddi oranda etkilerdi. İran bunun somut bir örneğidir. İran’da, 1951 yılında radikal milliyetçi hükümet İngiliz denetimindeki petrol endüstrisini ulusallaştırdı. Buna verilen cevap, ekonomik ambargo oldu; ancak ambargo, rejimi deviremedi. 1953’de İngiltere ve ABD, nispi ulusalcı özelliklere sahip Mussadık’a karşı Şah’ı destekledi ve fiilen askeri darbe ile iktidara getirdi. Uzun yıllar bölgenin en despotik iktidarını bütün gücüyle destekledi. 1953’ten 1979’da gerçekleşen İslam Devrimi’ne kadar İran’da önemli bir Amerikan denetimi söz konusuydu. Humeyni’nin önderliğinde İran’da ‘İslami’ içerikli bir devrimin gerçekleşmiş olması, özellikle ABD’nin bölgedeki politik ve ekonomik gücüne ciddi bir darbe vurmuş oldu. Bu süreç, aynı zamanda ABD’nin diğer petrol merkezli ülkelerin aşiretsel despotik yönetimlerini çok daha fazla güçlendirmesinin bir gerekçesi oldu. Petrol merkezlerini bölgenin yakın sınırlarında kontrol etmek için de Türkiye ve Mısır gibi faşist ve gerici rejimler ekonomik, politik ve özellikle askeri olarak sürekli güçlendirildi.
İran’ın uluslararası konuşlanışı ile Ortadoğu bölgesinin genel durumu arasında her zaman doğrudan bir bağ var. Özellikle, dünya kapitalist güçlerinin oluşturduğu politikalar bakımından bunun önemli bir rolü bulunmaktadır. Ortadoğu’da izlenen politikaların tarihsel bir analizini yapan Noreng şunları belirtiyor: “.. Avrupa’nın hâkimiyetine karşı büyüyen direniş, 1922’de Mısır’da İngiliz korumasının resmen son bulmasına neden oldu. Gerçekte çok az değişiklik olmuştu. İngiltere askeri üslerini ve Mısır silahlı kuvvetleri ve polisi üzerindeki denetimini korudu. 1936’da yapılan yeni bir anlaşmayla İngiliz mevcudiyeti teyid edildi ve ordunun Mısır toplumu içersindeki rolü güçlendirildi. İran’daki ulusalcı hükümet, İngiliz çıkarlarını tehdit etmeye başlayınca, Şah iktidara getirildi ve desteklendi. Irak’taki İngiliz mandası, Musul bölgesindeki petrol bölgelerinin Irak’a ait olduğunun tanınmasından sonra, 1936’da son buldu…” Peki, İran’ı bölgesel ilişkilerde güçlü kılan nedir. Bu soruya doğru yanıt verilmesi, özellikle günümüz dünyasında küresel sistem güçlerinin Ortadoğu’daki politik ve askeri stratejilerini çok daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra ABD eksenli geliştirilen küresel politikaları, Ortadoğu’daki ve özellikle İran’a yönelik yansımaları bakımından önemlidir.
Enerji Tedariki ve Ulaşımında Merkezi Posizyona Sahip
İran, Avrasya’daki merkezi konumu nedeniyle jeo-stratejik öneme sahip bölgesel bir güçtür. İran’ın jeo-politik konumu onu uluslararası ilişkilerde önemli kılmaktadır. Özellikle enerji yatakları ve stratejik özelliği nedeniyle sürekli ön plana çıkmaktadır. Uluslararası rekabet bakımından İran merkez üs özelliğine sahiptir. Örneğin Ortadoğu petrol ve doğal gazının taşınmasında önemli bir pozisyona sahiptir. Güneyde Basra ve Umman Körfezi’ni kontrol etme gücü vardır. Avrasya’da uluslararası rekabete konu olan Hazar Denizi petrollerini kuzeyde çevreliyor. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Komşu sınırı olduğu bütün ülkeler, uluslararası küresel güçlerin rekabet ve çatışma alanları olarak bilinen bölgeler olması nedeniyle İran’ın jeo-politik önemi çok daha fazla ön plana çıkmaktadır. Sınırlarının genel özelliği dikkate alındığında Asya-Afrika-Ortadoğu ve hatta Avrupa ile geçiş merkezine sahiptir. Özellikle enerji yatakları bakımından oldukça merkez bir konumda bulunmaktadır. İran, 1.65 milyon km2’lik yüzölçümü ile dünyanın 18. büyük ülkesidir. Ülkenin yüzölçümü kabaca İngiltere, Fransa, İspanya ve Almanya yüzölçümü toplamlarına eşittir. Kuzey-batıda Azerbaycan ile 432 km/268 mil, Ermenistan ile 35 km/22 mil, Kuzeyde Hazar Denizi; Kuzey-doğuda Türkmenistan ile 992 km/616 mil, Doğuda Pakistan 909 km/565 mil, Afganistan ile 936 km/582 mil, Batıda Türkiye ile 499 km/310 mil ve Irak ile 1.46 bin km/906 mil sınıra sahiptir.
İran,Silahlanmaya En Fazla Pay Ayıran Ülkelerden Biri
İran 430 bin askeri gücüyle, Orta Doğu’da Türkiye ve Mısır’dan sonra en çok askere sahip olan bir ülkedir. 6390 zırhlı araç 450 savaş uçağı, 230 askeri helikopter, kısa ve uzun menzilli konvansiyonel füze bataryaları ve nükleer askeri potansiyeli olan bir ülke olarak bölgede önemli bir güçtür. İran’ın 1980-2007 yılları arasında silahlanmaya harcadığı para yaklaşık olarak 236 milyar Dolardır. İran’da kişi başına düşen askeri harcama yıllara göre değişmektedir. 1980 yılında Irak ile başlayan savaşta kişi başına askeri harcama 560 Dolar, 1990’da 376 Dolar ve 2005 yılında ise 58 Dolar olarak belirlenirken, asker başına yapılan yıllık askeri harcama ise 2005 yılında 8.333 Dolar, 2007 yılında 9.579 Dolar olarak belirlenmiş. İran’da askeri harcamaların Gayri Safi Milli Hâsıla’ya (GSMH) oranı 2000 yılında yüzde 10.2, 2005 yılında ise yüzde 8.2 olarak gerçekleşmiş. Örneğin bu oran gelişmiş kapitalist ülkelerde yaklaşık olarak yüzde 6.3’tür. İran’ın karşı karşıya bulunduğu ekonomik sorunlar dikkate alındığında GSMH’dan silahlanmaya ayrılan oranın çok yüksek olduğunu belirtmek gerek. İran, jeo-stratejik konumu nedeniyle silahlanma, devletin belirlediği en önemli politikalardan biridir. Bu strateji hiçbir iktidar döneminde değişemeden kesintisizce devam etti. Bu nedenle hükümet harcamalarında askeri harcamalar önemli bir yer tutar. Örneğin Irak ile olan savaşta, hükümet harcamalarının yüzde 50’si askeri harcamalar olarak gerçekleşmiş, 2000 yılında bu oran yüzde 24, 2006’da ise bu oran yüzde 37 düzeyinde olmuş. ABD’nin ambargosuna rağmen dünyanın en önemli uluslararası şirketleri-buna ABD şirketleri dâhildir- İran’da çok kapsamlı yatırımlara sahiptirler. İran askeri ilişkilerini genellikle Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ile sürdürürken, esas ticari ilişkileri, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dır.
Dünya genelinde tespit edilebilmiş petrol rezervleri, bugünkü verilere göre 134 milyar ton civarındadır. Suudi Arabistan’ın 36 milyar ton rezerv ile dünyadaki petrolün yüzde 25’ine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Dünya’nın ikinci büyük petrol rezervleri ise 15.2 milyar ton ile Irak geliyor. İran 12.3 milyar varil rezerve ile dünya genelinde üçüncü sırada bulunmaktadır. Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi 5 Ortadoğu ülkesi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 63’üne sahiptir. İran bu ülkeler sıralamasında üçüncü sırada bulunmaktadır. Bu iki ülke, petrol ihtiyacının çok önemli bir kısmını İran’dan karşılamaktadırlar.
İran Dahil Olmadan BOP Hayat Bulmaz
Bu nedenle AB patentli uluslararası şirketlerinin İran ile enerjiden tarımsal ürünlere karar birçok alanda kapsamlı anlaşmaları söz konusudur. Bu özet veriler İran’ın uluslararası küresel kapitalist sistem güçleri tarafından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya kapitalist ülkeleri için stratejik bir öneme sahip olan İran, dünya küresel sistemine dâhil edilmedikçe, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin yaşam bulma şansı yoktur. Bu bakımdan İran’ın küresel sisteme dâhil edilmesi için izlenen tek bir politika olmadığı, özellikle ABD’nin çok yönlü politikaları uyguladığını bilmek gerek. Ortadoğu’da egemen bir güç olan ABD, en sorunlu dönemlerde dahi İran’a yönelik çok yönlü politik izlemiştir. 1979 İslam Devrimi, tarihsel süreci alt üst etmekle kalmadı, Ortadoğu’nun politik dengelerini yeniden şekillendirdi. ABD’nin Tahran Büyük Elçiliği’nin işgal edilmesi ile ABD-İran arasındaki ‘diplomatik’ ilişkiler resmen kesildi. Ancak ABD’yi ‘şeytan’ gören Humeyni ile Beyaz Saray başkanları arasında gizli ikili ilişkiler devam etti. Pentagon, İran İslam Devrimi’ne karşı Saddam’dan yana görünürken, arka planda İran’ı askeri olarak sürekli destekledi.
Humeyni’nin ölümünde sonra İran’da egemen Şii İslamcı güçleri arasındaki iktidar çatışması çok belirgin bir tarzda ortaya çıktı. Tutucu olarak ifade edilen ve mevcut rejimin statükocu yapısını savunanlar ile rejim içerisinde reformların kaçınılamaz hale geldiğini söyleyen kesimler arasındaki iktidar mücadelesi, uluslararası ilişkilerde dikkatle izlendi. ABD’nin ‘reformcu’ kanadı desteklemek için yaptığı açıklamalar ve fiili olarak İran’ın ‘içişlerine karışma’ politikası, halktan tersten bir etki yarattı. Güçlenme eğilimi içinde olan ‘reformcu’ kanadın etkisi hızlı zayıfladı ve ‘gelenekçi’ kanat iktidar ilişkilerinde önemli bir avantaj sağladı. Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olması, iç iktidar rekabetinin bir sonucu olarak değerlendirilebilinir. Bu aynı zamanda İran’ın dış politikasına bağlı olarak bölgede artan etkinliği bakımından önemli bir durumdu.
Bölgesel İstikrarda Önemli Bir Etken: Şii Faktörü
Pers geleneği iki bakımdan ön plana çıkmaktadır. Birincisi, Ortadoğu coğrafyasında köklü tarihsel bir kültüre ve geleneğe sahiptir. İkincisi, bölgede Şiiliğin dinsel-manevi rolü ve etkisi oldukça fazladır. Bu nedenle oluşturulan bölgesel stratejilerde, İran, her zaman en önemli eksen ülkelerden bir oldu. Ayrıca Avrasya ve Orta Asya bölgesi ile olan jeografik ve politik-tarihsel ilişkileri, stratejik konumunu önemli oranda artırmaktadır. Son derece önemli olan diğer bir nokta, İran küresel sistem güçleri tarafından işgal edilen Afganistan’a ve Irak’a sınırdır. Irak’ın nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 60’ı, Afganistan’da ise nüfusunun yüzde 25’i Şii’dir. İran ile bu ülkedeki Şiiler arasındaki bu tarihsel manevi bağ, işgal bölgelerinde uygulamaya konulan küresel politikaları etkileyen önemli bir faktör olmaya devam ediyor. Bu nedenle küresel politikaların merkezinde bulanan İran’a yönelik ABD politikaları da değişkendir. ABD, özellikle birinci ve ikinci Bush yönetimleri sırasında, İsrail faktörü nedeniyle, uygulanmaya koyduğu Ortadoğu stratejisinde İran’a herhangi bir rol vermek istemediği gibi, Suriye ile birlikte askeri saldırılar kapsamına aldığını ilan etti. Yani fiilen ‘düşman’ ülkeler kategorisinde gördü. İran’ın ‘nükleer silah’ peşinde olduğunu iddia eden Bush yönetimi, ‘askeri güç kullanımının masada bulunun ve her an uygulanabilir bir seçenek’ olduğunu sık sık vurguladı. Ancak, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinden sonra ortaya çıkan politik istikrarsızlığın aşılması ve belirlemiş olduğu küresel stratejilerin uygulanabilmesi için İran’a zorunlu olarak ihtiyaç duyulması, saldırı planlarını alt-üst etti. Obama’nın Beyaz Saray’ın patronu olmasıyla, sözkonusu politikalarda belirgin bir değişikliğe gidildi. Askeri eksenli saldırılar bir bakıma rafa kaldırdı ve bunun yerine diyalog, yani diplomasiyi esas alan bir politika izlenmeye başlandı.
İran Konumunun Getirdiği Gücün Farkında
İran ise küresel sistem güçlerinin uygulamaya koyduğu stratejiler kapsamında bölgesel bir güç olarak söz sahibi olmak ve mevcut dengeleri kendi lehine kullanmak için mevcut jeo-ekonomik ve jeo-politik konumunu hem güçlendirmek hem de kullanmak istemektedir. Birincisi, petrol ve doğal gaz rezervleri ile Suudi Arabistan ve Irak’tan sonra bölgenin üçüncü ülkesi olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip olduğunun bilincinde ve bu gücünü pazarlamaktadır. İkincisi, bu konumu nedeniyle ABD ile ciddi sorunlar yaşamakla birlikte Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin çok yakın ekonomik ve politik ilişkilere sahiptir. İran ekonomisi, diğer bölge ülkelerinde olduğu gibi küresel ekonominin güçlü bir parçasıdır. Üçüncüsü, bölgesel askeri bir güç olmaya çalışmaktadır. Nükleer silah arayışları, bölgesel güç olma politikası ile doğrudan ilişkilidir. Bu aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasında silahlanmayı teşvik eden etkenlerden biridir. Dördüncüsü, işgal bölgelerinde istikrarın sağlanmasında etkin bir rol oynayabileceğini sürekli vurgulamaktadır. Yani bir bakıma, kilit bir role sahip olduğunun mesajını vermektedir.
Güvenlik İçin İran’ı NATO’ya Dahil Etme Projesi
NATO’nun özellikle petrol akışının yüzde 65’nin geçtiği Akdeniz’i denetlemesi, uluslararası ilişkilerde son derece önem arz etmektedir. Bu nedenle sorun sadece petrol üretim merkezlerinin denetemi değil aynı zamanda güvenlikli bir biçimde taşınması da oldukça önemlidir. Petrol üretimin ve taşınmasının denetlenebilmesi için bölge coğrafyasını kontrol edebilen bir askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. Bu güç NATO’dur. Söz konusu olan mevcut ülkelerin aşamalı olarak NATO’ya dâhil edilmesi ile bölgenin tamamı denetim altına alınmış olunacak. Öyle ki, ABD’nin ‘haydut devletler’ listesinde bulunan İran ve Suriye gibi ülkelerin dahi, NATO kapsamına alınması için politik projeler üretilmektedir: “Açıkçası, geçtiğimiz on yıl içinde Akdeniz Diyalogu çok mesafe kat etmiştir ve planlandığı gibi hem NATO’ya hem de diyalog ülkelerine, birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı sağlamıştır. Tüm Akdeniz bölgesi için etkili bir enformasyon paylaşma aracı olmasının yanısıra yararlı bir güven oluşturma forumu da olmuştur. Cezayir’i üyeliğe kabul etmek için bir kere genişledikten sonra, artık kapılarının diğer ülkelere de açık olması gerekir. İlk diyalog üyelerinden Ürdün tam anlamıyla bir Akdeniz ülkesi olmadığına göre, gelecekteki katılımlar coğrafi sınırlara göre kısıtlanmamalıdır.
Bu nedenle diyalog yavaş yavaş Irak, Libya, Suriye, Lübnan, daha çok sayıda Körfez ülkesi ve hatta İran’ı da içine alarak genişleyebilir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın zaman içinde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı haline gelmesi buna iyi bir örnektir. Bu örgüt her şeyden önce geniş, maksimum sayıda ülkeyi kapsayan bir örgüt olmayı amaçlamıştır...” Belirlenen politik stratejiye göre, Balkanlarda tam bir egemenlik sağlayan NATO’nun Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkeleri -öncelikli olarak Akdeniz sahası içerisinde bulunan Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini- kendi bünyesine katarak genişlemeye devam etmesidir. İran’ın bu sürece dahil edilmesi, aynı zamanda sadece Akdeniz havzasını değil, Basra ve Umman körfezinin de NATO sahasına dahil edilmesi anlamına gelecektir. Bu iki körfez özellikle petrolün taşınmasında en stratejik alan olarak bilinmektedir. Bu bakımdan İran’ın uzun vadeli bir planla NATO’ya dahil edilmesi küresel sistemin askeri denetim alanının en geniş düzeye ulaşması anlamına gelecektir.
Mustafa PEKÖZ Gokyuzu9@aol.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder