8 Temmuz 2011 Cuma

Şikenin Başkenti de Ankara


Fenerbahçespor kulübü yöneticilerinin evlerinden alınması ile başlayan şike olayının, Ergenekon davası ile benzerliği dikkat çekici. Her kademesi ile devletin derinlemesine nüfuz ettiği futbol ”sektörünün” miadı dolan kadroları, yine sistem eli ile temizlenmek isteniyor. Bir başka deyişle, Türk futbolu yeni dönemin kadrolarına uygun hale getirilmek isteniyor. Ergenekon sanıkları Kürşat Yılmaz ve Sedat Peker'in şike ilişkileri ile bağlantıları iki davanın bağlarının düşünülenden daha derin olduğunu gösteriyor.

Kulüp yönetimlerinin dışında, tekil düzeyde Türk futbolcularının derin ilişkileri de kısa süre önce gündemdeydi. Kürdistan'da birçok faili meçhul cinayet ve işkenceli sorgulara katılmak suçundan hapis yatan Korkut Eken'in futbolcu ziyaretçileri eksik olmuyordu. Yine aynı camia içerisinde başta Gülen Cemaati olmak üzere derin bir cemaat etkisi olduğu da biliniyor. Çoğu hakemin asker kökenli olması işin diğer boyutu… Türk futbolu, Futbol Federasyonu'nun başına, başbakanın en yakın arkadaşının getirilebileceği kadar siyasetin denetimindedir. Türk futbolundaki kirlenme, Ankara merkezli Türk siyasetindeki kirlenme ile mütenasip bir durumdadır.

Üç ”büyükler” olarak adlandırılan, Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe kulüplerinin başkanlık seçimi yapılan genel kurulları öncesi, ”sanat” camiasının önde gelen isimlerinden, derin devlet kurmaylarına, (başta hangisi iktidarda ise) siyasal parti yöneticilerinden, kaçakçılık baronlarına ve basının ”önemli” isimlerine kadar geniş bir çevre bir araya gelir. Bu herkesin de malumudur. Her üç takımın da kongre delegeleri, dolayısıyla yöneticileri arasında bu çevrelerin temsilcileri mevcutludur.

Türk futbolunda devlet denetimi çok eskilere dayanır. Hem de öyle uzaktan, yasalar yoluyla değil, bizzat içinde yer alarak. Devlet teşkilatı tarafından üs olarak seçilen Karadeniz şehirlerinde maç öncesi Türk milli marşını okuyarak, Kürt karşıtı ırkçı sloganlar atılması, bölgede ırkçı milliyetçi hezeyanların yaratılmasında son derece etkili oldu. Bu süreçte Ergenekon sanığı general Veli Küçük'ün Giresun'da görev yapıyor olması tesadüf olmanın çok ötesindedir.

En somut örneklerine, Bursa'da oynanan Bursaspor-Diyarbakırspor maçları sırasında tanık olduğumuz, ahlak ve insan onuru sınırlarını aşan tezahüratların, tribünlere egemenlik kurması da sistemli bir biçimde devlet denetiminde yapıldı. Devlet, tribünde sporun dışında her türlü ırkçı, milliyetçi körüklemeyi teşvik etti. Bu sayede tribünleri siyasal bir mevziye dönüştürme görevi alan kulüp yöneticileri, bu yolla elde ettikleri, ”dokunulmazlığı” sonuna kadar kullandılar. Trilyonların döndüğü sektörde irili ufaklı hemen tüm kulüpler ”hizmetleri” oranında bu paydan nemalandırıldılar, sistem tarafından.

Yurtdışı kampları sonrası, bazen hiçbir kontrole tabi tutulmadan havaalanlarından çıkan futbol kafilelerinin nelere aracılık, taşıyıcılık ettiği her zaman merak edildi ama bu merakın sonu hep bir muamma olarak kaldı.

Basın da bu karanlık ilişkinin bir parçası, işbirlikçisi, ortağı oldu her dönem. Fenerbahçe belgeseli çeken gazetecilerin, belgesel anlaşmalı televizyon kanalında yayınlanmadan önce ilk sunumunu, Ankara'da Genelkurmay karargahında TSK'da görevli generallerin katılımı ile yaptıkları bir ”ortaklıktır taraftarlık”. Tribünlerine milliyetçiliğin sistem eli ile şekillendirilmiş en ilkeli sinmiş futbolu her yazılarında yeniden üreten kalem erbabının bugün yaşanan sonuçtaki dahli de unutulmamalı.

Futbola en dikey, en aleni devlet müdahalesi 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren eli ile yapıldı. Evren, tabiri caiz ise ”darbe dopingiyle” ikinci ligde olan Ankaragücü'nü, ”kanun” gücüyle birinci lige çıkardı.

Gerekçesi de, ”başkentli bir futbol takımının birinci ligde olması gerekliliğine olan inancıydı”. Bu nedenle, ”Türkiye Kupası'nı kazanan futbol takımlarının hangi ligde oynadığına bakılmaksızın birinci lige çıkartılacağına dair kanun” düzenlenerek, Türkiye Kupası'nı kazanan Ankaragücü birinci lige çıkarıldı darbecilerce.

Türk futbolunun bir başka ”derin” örneği de, Beşiktaşspor Kulübü'nün, ”efsanevi” başkanı Süleyman Saba'dır. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu olarak ellilerden itibaren bu camia içinde yer aldı Seba. 12 Eylül faşist müdahalesinden sonra 1984'te de, MİT İstanbul Bölge Müdürlüğü'nde emekli olup Beşiktaşspor Kulübü başkanı oldu. Saba 2000'de bu görevi bıraktığında on altı yıldır o koltukta oturuyordu. Bu süre içerisinde kendisine rakip olan tüm başkan adayları kongrelerde hezimete uğradı. Seba'dan sonraki dönemde sık sık değişen Beşiktaş başkanları düşünülürse, Seba'nın on altı yıllık iktidarının asıl sebebi daha iyi anlaşılacaktır.

Güçler ayrılığı ilkesine karşın, tüm kurumların, devleti elinde tutan derin güç odaklarının denetiminde olduğu Türk rejiminde, çürüyenin bir tek bugün şike olduğu, ”anlaşılan” futbol olduğunu söylemek imkansız. Ankara merkezli tüm uygulamalarda gelenek haline gelen yolsuzluklar ortada. Üniversite sınavlarında yaşananlardan, ALES'de yaşananlara kadar sistemin çürüdüğü ortada. Hemen tüm yargı kuruluşlarında para karşılığı sonuç alınabilen Ankara'da, eski Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın, derin devletin mafya uzantısı Alaattin Çakıcı ile olan ilişkileri hala hafızalardadır. Özkaya'nın Çakıcı'nın, davalarını takip ettiği ortaya çıkmıştı.

Bugün, futbol üzerinden konuşulan şike, özünde Ankara merkezli sistemin temel dengeleyici dinamiğini oluşturuyor.

Mehdi Atay


Hiç yorum yok: