Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra bir ‘red ve inkar’ politikası başladığı gibi; 1924’te Anayasa’da Kürtler’in aleyhine değişiklikler yapılır ve Türk basınında ‘’Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter“ türünden aşağılayıcı ve tahrik edici ifadeler yer almaya başlar. |
Milli Mücadele yıllarında, yine dinin ve dince kutsal sayılan değerlerin nasıl kullanıldığı herkesçe bilinmektedir. Burada kullanılan kurumlardan biri ‘halifelik’ ortak bileşkesidir. Bilindiği gibi, salt ilk Meclis, üç kez Halifeye bağlılık deklerasyonu yayımlar. Türk halkı söylemi yerine, ‘İslam anasırı’na vurgu yapılarak, başta Kürtler olmak üzere diğer halkların desteği sağlanmaya çalışılır. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Amasya Protokolü’ndeki anlatımlar bunun ilginç örnekleridir.
Geçiş Dönemi olarak ‘Milli Mücadele’ yılları
Kürt coğrafyasında oluşturulan Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti’ nin –ki bazı kaynaklarda Doğu illeri yerine Kürdistan kavramı geçer- program ve ilkeleri çalışmalarda esas alınır. Ancak, Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra bir ‘red ve inkar’ politikası başladığı gibi; 1924’te Anayasa’da Kürtler’in aleyhine değişiklikler yapılır ve Türk basınında „Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter“ türünden aşağılayıcı ve tahrik edici ifadeler yer almaya başlar. Dahası, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi eski İttihadçı, yeni Kemalistler, Kürdistan’ın varlığını da inkar eden „Kürdistan Yoktur“ türünden yazılar yayımlamaya başlarlar. (Bkz. Anadolu Mecmuası, Sayı: 9-11/ 1925). Bu ırkçı tarih tezine kaynak oluşturanlar ise ya Mükrimin Halil (Yinanç) gibi Anadolulu, ya Zeki Velidi (Toğan) gibi Kafkasya kökenli, ya Balkanlı ya da Yahudi yazarlardır. (Bu konuda şu incelemelere bakılabilir. Suavi Aydın: Yahudiler ve Türk Milliyetçiliği, Tarih ve Toplum, Sayı: 89/ 1991; Stefanos Yerasimos: Türk Milliyetçiliğinin Kökenindeki Balkan Milliyetçiliği, Toplumsal Tarih, Sayı: 15/ 1995; Nadir Özbek: Zeki Velidi Togan ve Milliyetler Sorunu, Toplumsal Tarıh, Sayı: 44/ 1997; Nadir Özbek: Zeki Velidi Togan ve Türk Tarih Tezi, Toplumsal Tarih, Sayı. 45/ 1997; Günay Göksu Özdoğan: Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar/ 1930 Ve 40’ların Türkçü Akımı, Toplumsal Tarih, Sayı: 29/ 1996).
‘Milli Mücadele’ yıllarının belirgin vasfı, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşlarının ‘İttihadçı’ mirası reddederek ortaya çıkmaları, Kürtler’in ittifakını sağlamak amacıyla Erzurum Kongresi’nden başlayarak çeşitli toplantılarda ve Meclis çatısı altında, eşitlik temelinde hak vaadleriyle Kürtler’i oyalamaktır. Nitekim, 1925’teki Kürt İsyanı’nın bastırılmasından sonra hazırlanan Şark Islahat Planı’na temel alınan Ön Raporlar’da; „elde kalan Türkiye arazisinde Türkler’le Kürtler’in eşit olarak yaşamalarının caiz olmayacağı“ dillendirilmeye başlanmıştır. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe/ Şark Islahat Planı, Özge yay. Ank. 2009).
Burada, yeni bir parantez açarak belirtelim ki; Osmanlı döneminde olduğu gibi, İslamiyetin ortak payda olarak kullanıldığı çarpıcı bir gelişme de, 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi döneminde yaşanır. (Kemalist ideologlar, bu hareketi kasten Şeyh Said İsyanı olarak sunarken; dönemin Kürt aydınları bu hareketi „1925 Kürt İhtilali“ olarak nitelendirmektedirler.) Bu Kürt isyanını bastırmak için başvurulan güçlerden biri, daha bir yıl önce lağvedilen Aşiret Süvari Alayları’nın kalıntısı konumundaki Mahalli Milis Kuvvetleri olur…
Kemalistler’in Osmanlı’dan devraldığı ırkçı tarih tezi
‘Milli Mücadele’nin dar ve zor günlerinde İttihadçı miras reddediliyor görünse de, özellikle Lozan’dan sonra yönetime gelen asker ve sivil Kemalist kadroların yaklaşık yüzde 90’ı eski İttihadçılar’dan oluşuyordu. Öte yandan, Şark Islahat Planı gibi bu konuda hazırlanıp yürürlüğe konan gizli plan ve programlar bir yana bırakılırsa, resmi planda en önemli ikinci adım 1930’da Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti ve bunun rehber- kitapçığı olan Türk Tarihinin Ana Hatları ile atılıyordu. Bu rehberde; tam bir ırkçı yaklaşımla Türk tarihinin topluma nasıl öğretileceği belirleniyordu ki, bunlar, tam da yukardaki ırkçı tezlerin bir uzantısı niteliğindeydi. Osmanlı dönemindeki ırkçı tarih tezlerinden kaynaklı bu yeni Türk Tarihi Tezi; Kürt tarihinin ve diğer halkların tarihlerinin karşıkarşıya bulunduğu felaketin adeta habercisi gibiydi. Önceki tezlerin bir özeti niteliğinde olan bu yeni tarih tezinde – sadeleştirilmiş Türkçeyle- şu ırkçı görüş ve önermelerde bulunuluyordu:
‘’Türk tarihi, Türk milletine, dünya yüzünde insanlığın doğduğundan beri en asil ve en yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce insanlığın karanlık göklerinde devam edegelen uygarlık ufuklarının kendi ırkının zeka ve yetenek elleriyle açıldığını anlatır. „Türk tarihi, Türk milletine kendi ırkının askerlikte, idarede, siyasette olduğu kadar ilimdi, fende, edebiyatta, resim, musiki, mimarlık, heykeltraşlık gibi sanatlarda dahi ne kadar eşsiz bir yetenek ile yoğrulmuş olduğunu anlatır. Türk tarihi, Türk milletine, dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek egemenlik ve kültür damgası basılı olduğunu; başka milletlerin tek örneğiyle öğündükleri devletlerin en büyüklerinden çok daha büyüklerini yüzlerle kurmuş, her anlam ve nitelikte şan-şeref kaynaklarından kana kana içmiş, görgülü bir soydan geldiğini anlatır.“ (TTTC: Türk Tarihinin Ana Hatları, İst. 1930).
Bundan sonra atılacak ikinci adım, Türk Tarih Kongresi’ni toplayarak, bu ırkçı tezlere ‘bilimsel’ kılıflar bulmaktı. Nitekim, Atatürk ve Türk Tarihi üstüne birçok çalışması bulunan ünlü tarihçi Lord Kinross, bu süreci şöyle özetliyor: „M. Kemal, 1932 yılında Ankara’da, Türkiye’nin her tarafından profesör ve öğretmenlerin, yurt dışındaki okullar ile başka delegelerin katılacağı bir Türk Tarih Kongresi çağrısında bulundu. Kongrenin görevi; Türkler’in beyaz Aryan uygarlığından oldukları, uygarlığın beşiği sayılan Orta Asya’dan geldikleri teorisini (kanıtlama) fikri üzerine araştırmayı gerçekleştirmekti. Yerleşim alanları kuraklaşınca, onlar Batı’ya doğru hareket ettiler, Asya ve Afrika’nın değişik yerlerine dalgalar halinde gerçekleştirdikleri göçler ile uygarlıklarını da kendileriyle birlikte buralara taşıdılar. Böylece Anadolu, uzak Antikçağ’dan beri Türk ülkesi oldu. Kemal; Türkleri eğiterek, halkına ülke ile ırk arasında Batılı anlamda yurtseverlik ruhu yaratan bir bütünlük duygusu vermeyi amaçlıyordu.“ (L. Kinross/ Çev. D. Yıldırım: Yeni Bir Dil ve Tarih, Deng Dergisi, Sayı: 31/1995)
Tümüyle ırkçı bir zemin üstünden yürüyen ilk Türk Tarih Kongresi’nde tez üretenlerin tümü de Hasan Cemil, Yusuf Ziya, Sadri Maksudi, Şevket Aziz, Ağaoğlu Ahmet gibi çoğunlukla Balkan ve Kafkas kökenli şahsiyetlerdir. Bir yıl sonra ırkçı ‘’And“ı yaratacak olan Dr. Reşid Galip de, 1932 Kongresi’nin baş aktörlerinden biridir. O, Türkler’in ‘’Alplı“ olduğuna karar vermiş ve Avrupalılar’a akraba yapmaya çalışmaktadır. (M. Belge: Irk’ımızın Tarihi, Radikal’den akt. Öz-Po, 15.9. 2003).
‘Kafatası’ üzerinden yürüyen bu ırkçı tarih tezi, uygulamayla da isbatlanmaya çalışılmıştır. Nitekim, TTK’nun kurucu üyelerinden Prof. Dr. Afet İnan, Kürt kökenli olan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün talimatıyla, -yine Kürt kökenli „Şark Bülbülü“ Celal Güzelses de dahil- 64.000 kişinin kafatasının ölçüldüğünü bildirmektedir. Afet İnan’ı birlikte izleyelim:
„İsmet İnönü talimat verdi. Kafatası, boy ve kilo gibi 23 ölçüm için Türkiye 10 bölgeye ayrıldı ve on ekip oluşturuldu. Hatta 2 bin kadar mezar bile açıldı. Mimar Sinan’ın da kafatası çıkarıldı. Ancak daha sonra Sinan’ın kafatası kayboldu. (…) On ekip için İsviçre’den on takım ölçü aleti getirildi. Araştırma için hazineden mühim bir miktar para ayrıldı. 10 ay süren çalışma ile Anadolu ve Rumeli’nin dört bir tarafından tam 64 bin kişinin kafatası ölçüldü. 20 bin kadın ve 40 bin erkek üzerinde çalışma yapıldı.“ (Bkz. A. İnan’dan aktarılarak, Vakit gaz. 23.8. 2010).
1930 yılından itibaren Devlet yöneticilerinin üslubu ve söylemi tümüyle ‘ırkçı’ bir karaktere bürünmüştür. „Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir“ diyen ve Türk’ten başkasına Türkiye’de yaşam hakkı tanımayan ünlü Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt (1892- 1943), üniversitelerde okuttuğu ‘İhtilalin Hukuk Tarihi’ derslerinde şu karşılaştırmayı yapmakta hiç bir sakınca görmemektedir:
‘’Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef, otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.“ (Bkz. M. E. Bozkurt: Atatürk İhtilali’nden akt. M. Barlas, Sabah gaz. 6 Nisan 2006).
Bu dönemin önemli ırkçı siyasetçilerinden biri de, 1931- 1936 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği yapan Recep Peker’di. Atatürk’ün görevlendirmesiyle Ankara ve İstanbul üniversitelerinde İnkılap Dersleri veren Peker, şu ırkçı görüşleri yayıyordu: „İnsanlık tarihi yirminci yüzyıla açılırken tek bir şey, Türk kanı bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türklerini bu çöküntü içinde kanının arılığı korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık (babayiğitlik) örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, bu orduları yaratan bay Türk ulusunun kanındaki yücelikten geliyor.“ (Bkz. Ayşe Hür: ‘Türk Kanı’ Taşımayanlar, 11 Temmuz 2010).
1932’deki ilk Türk Tarih Kongresi ile ‘bilimsel’ bir kılıfa da büründürülen (!) bu ırkçı Tarih Tezi, bu tarihten sonra birçok yeni öğrenci de yetiştirir ki bunların en ünlülerinden biri, Çerkez kökenli Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’dır. 1930’da Edebiyat Fakültesini bitirip Türkiyat Enstitüsü’nde Fuad Köprülü ve Kafkaslı Zeki Velidi Togan’ın asistanlığını yapan Nihal Atsız’ın, ilk Tarih Kongresinde Dr. Reşid Galib’in karşısında hocası Togan’ın tarafını tutması üniversitedeki görevini kaybetmesine yolaçmıştı. Orta Asya’dan batıya göçlerin tarihi ile ilgili bu tartışmada; Toğan’ın Orta Asya Türkleri’nin Hitit, Sümer ve Mısır gibi uygarlıkların atası olduğu görüşüne katılmaması, aynı zamanda onun da Türkiye’den ayrılarak Viyana’ya yerleşmesiyle sonuçlanıyordu. (Bkz. G. G. Özdoğan: Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar/ 1930 ve 40’ların Türkçü Akımı, Toplumsal Tarih, Sayı: 29/ 1996).
Türk ırkçılığının prototiplerinden biri olarak Nihal Atsız için Türklük, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının ötesinde, Türkiyelilik ve Anadoluluğu da aşan Orta Asya merkezli ‘Altay/ Turan’ ırkı demektir. Etnik köken, dil ve tarih gibi kültürel faktörlerden çok, doğrudan doğruya kan bağıyla soydan soya geçtiği varsayılan ırk ögesine dayandırılmaktadır. Ona göre, bütün Türkler bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanacaklardır.
‘’Nihal Atsız, Türk milletini Türk ırkına eşitleyen görüşleri doğrultusunda aynı zamanda açıkça Türk kanı taşımayanların veya (Türkümsü) olanların Türklüğe ve Türk devletine sadakatından kuşku duyulması gerektiğini ifade etmektedir. Osmanlı’nın kaybettiği savaşların sorumlusu olarak bazı Rumeli kökenli kumandanlardan söz ettiği gibi, Arnavut, Çerkez, Arap asıllı veya Giritli ya da Ermeni dönmesi yöneticilerle, Kürt milletperverleri, Yahudi asıllı ve Selanikli Yahudi dönmesi aydınlar olarak adını saydığı birçok Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti seçkinini de ihanetle suçlamaktadır.“ (Agy, s. 91)
Yazar, 1930/40’lı yıllara damgasını vuran bu ‘ırkçı’ politikanın günümüzdeki yansımasına değinirken de şöyle diyor: ‘’Otuzlu ve kırklı yıllardan günümüze uzanan ve daha çok Türkeş’in MHP’si içinde varlığını sürdüren ırkçı- Türkçü çizgi, günümüzde Orta Asya Türk kökenli ulusları Anadolu’nun Kürt nüfusundan daha çok (Türk) sayması, Nevruz bayramının devlet eliyle Ergenekon’a gönderme yaparak Türkleştirilmesi Türk ulusçuluğunun ilginç olduğu kadar talihsiz sayılacak yansımalarından biri olarak tekrar karşımıza çıkmaktadır.“ (Agy, s. 94)
Çerkez kökenli bu ünlü Türk ırkçısının, o dönem iki yaşındaki oğlu Yağmur Atsız’a bıraktığı 4 Mayıs 1941 tarihli meşhur ‘Vasiyetnamesi’ ise, bilindiği gibi Kürtler’le birlikte, mensubu bulunduğu halkı da ‘düşman’ ilan etmektedir…
Anadolu ve Kürdistan’da birçok ilde Vali olarak bulunan Cemal Bardakçı, herhalde bu türden ırkçı yaklışımlar karşısında feveran etmekte ve bu Vasiyetname’den bir yıl sonra 1942’de, ‘Devşirmeler’den, Sığıntılar’dan ve Mütegallibe’den Neler Çektik?’ diye kitap yayımlamaktaydı…
Bir mektubun sunduğu gerçekler
Bu ırkçı söylemler birbirini izlerken, Kürtler hayat- memat meselesiyle karşıkarşıyaydılar. 1925, 1927-1930 ve 1937/38 yıllarında onbinlerce Kürt katliamlara maruz kalıyorlardı. İç basında bu katliamları sorgulamak mümkün olmadığı gibi, bu ırkçı Tarih Tezini irdelemek de mümkün değildi. Yakın geçmişte bu ırkçı tarih tezini eleştiren İsmail Beşikçi gibi bilim adamları da hapishanede çürütülüyordu. Özetle, son derece acılı ve meşakkatli bir mücadeleden sonra, son 30-40 yıl içinde bir sorgulama ve yüzleşme sürecine girilebildi. Bu sorgulama; Türk tarih tezini yaratanların gerçekte ‘Türk’ bile olmadığı gerçeğiyle bizi karşıkarşıya, yüzyüze getiriyordu. Kürt bilgesi Musa Anter’den sonra, halkının uzağına- rakibin tuzağına düşen Kürt aydınlarından bir bölümünü bilince çıkaranlardan biri de Yaşar Kaya olmuştu. 1990’lı yılların başlarındaki Özgür Gündem gibi Kürt periyodlarında bu konuda yazılanlar, Osman Bleda gibi Avrupa’daki kimi Türkiyeli aydınların da dikkatini çekmiş olmalı ki, ilginç bir mektuba konu olur. Tüm bu resmi Türk Tarih Tezi’nin kuramcı örgütü olan İttihad ve Terakki Partisi’nin Katib-i Umumiliğini yani Genel Sekreterliğini yapan Mithat Şükrü Bleda’nın (Bkz. M.Ş. Bleda: İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Ktb. İst. 1979) yakını olduğu anlaşılan Osman Bleda, Yaşar Kaya’ya gönderdiği 3.12.1992 tarihli mektubunda şunları söylüyor:
‘’Bazı yazılarınızı okurken şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyorum: Mesela Cemal Kutay’ın Kürt asıllı olduğunu sizin yazılarınızdan öğreniyorum! Neyse ki Kutay için (koyu milliyetçi ve şovenist) diyemeyiz. Yalnız bu gerçek, insana şunu düşündürüyor: Şu koyu Türk milliyetçileriyle şovenistlerinin geçmişi, soyu sopu bir kurcalansa kimbilir ortaya nasıl bir tablo çıkacak! Bundan üç beş ay önce tesadüfen elime geçen bir tarih dergisinde Mehmet Akif Ersoy’un Arnavut olduğu yazılıyordu. Fotokopisini ilişikte sunduğum belgede de Atatürk’ün Arnavut olduğu belirtiliyor… Reyhanlı Kuzey Kafkas Kültür Derneği’nin çıkardığı bir bültene göre, ünlü Türkçü Nihal Atsız da Çerkes imiş.(…) Atsız’ın, kardeşi Necdet Sancar’a 7-8 Eylül 1941’de yazdığı mektup şöyle: „Senin Çerkes olduğunu keşfedenler, benim de Çerkes olduğumu keşfetmişler…“
Aynı bültene göre Ceyhun Atuf Kansu da Çerkes…
‘’Ne mutlu Türk’üm diyene!“ diye selam eder, sağlık diler ve bu konuya sık sık değinen yazılarınızı beklerim…“ (Y. Kaya: Gündem Yazıları, Belge yay. İst. 2001, s. 223). Nihal Atsız’ın, oğlu Yağmur’a yazdığı Vasiyetname’nin eksikli bir metnini de varan Bleda, „Neyse ki düşman olarak Kürtler’i saymamış ve oğlu Yağmur da büyüyünce ilerici bir aydın olmuş“ diyor. Bleda’nın Yağmur’la ilgili söyledikleri doğru ancak Kürtler’le ilgili söyledikleri doğru değil; çünkü metnin tamamında Kürtler de „iç düşman“ statüsünde anılıyor!...
Sonuç
Ünlü Alman şairi ve düşünürü Goethe, „Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan, gündelik yaşayan insandır“ diyor. Hele, dünyaca ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin, „Bir millet için en büyük felaket, tarihinin düşmanları tarafından yazılmasıdır“ yolundaki belirlemesi, özellikle Kürt halkı açısından yaşamsal öneme sahiptir. Bu nedenle, düzmece ve kurgulama nitelikli Türk Resmi Tarihiyle hesaplaşan yeni ve bilimsel bir tarih algısı son derece önemlidir.
Sözlerimizi bağlarken, gelmiş geçmiş en önemli Kürt ve Türkiyeli aydınlardan Dr. Abdullah Cevdet’in, 1908 Meşrutiyet Devrimi üzerine kaleme aldığı ünlü ‘Hutbe’sindeki çağrısına birlikte kulak verelim:
„Hemşehrilerim! Bugün Hürriyet Bayramı’dır, haydı herkes barışın! Umum vatandaşlar, Türk, Arap, Kürt, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi hasılı Müslim ve Gayrımüslim bütün vatandaşlar, birbirinizi kucaklayın. İlim, hüner, sanat tahsiline, şirketler te’sisine elbirliğiyle ve karşılıklı yardımlaşmayla çalışın. Birbirinizin lisanlarını öğrenin. Ecnebi lisanlarını, Fransız, Alman, İngiliz lisanlarından hiç olmazsa birini mutlaka çocuklarınıza öğretin. ‘Kim ki okur Farisi, gider dininin yarısı’ diyen dangalaklar halt etmiş!.. (…) Ey Türkiyeli vatandaşlar; diri diri mezara sokulan Türkiye, üzerine yatırılan ağır mermer taşlarını başıyla kırarak mezarından dışarı fırladı. Türkiye tekrar uyumak, ölmek için değil; uyanık kalmak, yaşamak ve yaşatmak içindir ki kanlı mezarından fırladı ve zorla sarıldığı kefeni zalimlerin, hainlerin boynuna doladı. (…) Çünkü hürriyet canımızın canı; hürriyet, hayatın hayatıdır…“ (Bkz. M. Bayrak Kürdoloji Belgeleri-I, Özge yay. Ank. 1994,s. 17-18).
BİTTİ
MEHMET BAYRAK
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder