14 Nisan 2011 Perşembe

Türk Tarih Tezinden Irkçı Anda Kürtler-2

Yeni_Özgür_Politika 19 yüzyıldaki tüm iç isyan ve savaşlarda Osmanlı yenildi. Böylece, Balkan ve Kafkas kökenli aydınlar yeni bir arayışa girdikleri gibi; kendi bölgelerinde yenilgiye uğrayan halkların aydınları da Türkiye’ye sığınmış ve ‘Türk milliyetçiliği’ ekseninde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır.

Kürtler’i Türkler’in hizmetine sokma bağlamında İslamiyet’i en yoğun biçimde kullanan padişahlardan biri de II. Abdülhamid olur. O, döneminde yoğunlaşan Kürt ve Ermeni sorunlarını kendi yöntemleriyle çözmede ‘Müslüman Kürt- Türk’ kartını alabildiğine kullanır. Salt Sünni/Müslüman Kürtler’den oluşturduğu Hamidiye (Aşiret) Süvari Alayları’yla, bir taşla beş kuş vurur.

II. Abdülhamid’in Kürt politikası ve ‘Türkçülük’ Hareketi
Hamidiye Alayları yoluyla, Alevi ve Sünni Kürt blokuna büyük ve onulmaz bir darbe vurur. Alevi ve Sünni Kürt çelişkisinde, bu politika yeni bir kırılma noktası olur. Çünkü, bugünkü Koruculuk sisteminin kökenini oluşturan Hamidiye Alayları, devletin milis kuvveti sıfatıyla onlara karşı da kullanılır. Sünni Kürtler, onu ‘Bavê Kurdan/ Kürtler’in babası’ olarak adlandırırken; onun bu yıkıcı politikasını eleştirerek kendisine başvuran Dersim’in Kızılbaş Kürtleri’ni susturmak için de, birkaç çocuğunu aşiret mektebine alarak subay yetiştirir; ancak bunun karşılığında da halkı Müslümanlığa çekmek için bölgeye „halkı irşad edecek“ Hanefi din adamları yollar, ellerinde Kuran’larıyla birlikte... Kuran’ın Dersim’e girmesi bu yolla gerçekleştirilir.

Bilindiği gibi, 19. yüzyıl aynı zamanda ‘milliyetçilik hareketleri’ yüzyılıdır. 1789’da gerçekleştirilen Fransız Burjuva Devrimi’nin titreşimleri, Balkan halklarından başlayarak Osmanlı memleketlerine de yayılır. Bazı Bektaşi babalarının, Devrim’den önce Fransa’ya giderek devrimin ideologlarıyla görüşmesi, Osmanlı yönetimini tedirgin edip Bektaşi tekkelerinin kapatılmasına ve önderlerinin cezalandırılmasına yolaçarsa da, birçok Balkan milletinin bağımsızlık hareketlerine kalkışmasının önüne geçemez. Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, kimi zaman Bektaşilik bir ‘milliyetçi’ ideolojiye dönüştürülür. (Bu konuda bkz. Nathalie Clayer/ Çev: Orhan Koloğlu: Bektaşilik ve Arnavut Ulusçuluğu, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:2/ 1994).

19. Yüzyıl, Osmanlı Devleti için aynı zamanda bir savaşlar ve bağımsızlık hareketleri yüzyılıdır. Üstte de vurguladığımız gibi, Fransız Devrimi bu hareketlerde bir „itme“ görevi yapar. Kronolojik olarak bakıldığında, 1787- 1792 yılları arasında Osmanlı- Rus ve Osmanlı- Avusturya savaşları vardır. 1797- 1800 yılları arısında Osmanlı- Fransız ilişkilerinde bir gerginlik yaşanır. 1807 yılında Osmanlı- Rus ve Osmanlı- İngiliz Savaşı yaşanır. Devrimin ardından yaşanan bu savaşlar, milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı İmparatorluğu içinde yayılmasını hızlandırır.

Nitekim, 1804- 1817 yılları arasında Sırp isyanlarına; 1815- 1830 yılları arasında Yunan isyanlarına tanık oluruz. Bağımsızlık hareketleri giderek doğu memleketlerine de yansır. 1831- 1840 yılları arasında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa Osmanlı’ya isyan ederek, bağımsızlığa uzanır. Ardından, 1842’de Lübnan problemi ve 1840/41’de Boğazlar meselesi çıkar. 1848’deki yeni Fransız Devrimi’nin titreşimleri bu kez Eflak ve Boğdan’a ulaşır. 1830’da Yunanistan bağımsızlığını kazanmış; 1848- 1876 yılları arasında Bulgaristan isyanları yaşanmış; yine 1875/76’da Hersek isyanı gerçekleşmiş ve Makedonya olayları vukubulmuştur.

1853- 1856 yılları arasında İngiliz ve Fransızlar’ın da katılımıyla gerçekleşen Osmanlı- Rus Harbi, Osmanlı toplumunda tam bir kırılma ve dönemeç yaratır. Osmanlı, ilk defa Batılı devletlerden aldığı kredi ile bu savaşı finanse etmeye çalışmış ve Düyun-u Umumiye adıyla 100 yıl devam edecek bir borçlanmaya girmiştir. Osmanlı, savaşın ardından taraflarla imzaladığı çeşitli anlaşmalarla yenileşme yolunda birçok yükümlülüğün de altına girmiştir.

Rumi takvimle 1293 tarihine tekabül ettiği için tarihe 93 Harbi olarak geçen 1877/78 Osmanlı- Rus Harbi, Karadeniz’in kuzey ve kuzeydoğu yakasındaki Müslüman halkların yenilgisiyle sonuçlanmış ve başta Tatarlar ve Çerkezler olmak üzere çeşitli toplulukların Anadolu’ya akmasına yolaçmıştır. Bu arada, Cidde olayları ve Suriye isyanları gibi çeşitli başkaldırı hareketleri gerçekleştiği gibi; 1861-66’da Eflak- Boğdan olayları, 1862-67’de Sırbistan olayları, 1861-64’de Karadağ isyanları, 1866-68’de Girit isyanı ortaya çıkmıştır.

Daha da önemlisi, tüm bu isyan ve savaşlar Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmış ve Osmanlı yönetimi bu topraklardan sürülmüştür. Böylece, daha önce Osmanlı yönetiminde bulunan bu Balkan ve Kafkas kökenli aydınlar yeni bir arayışa girdikleri gibi; kendi bölgelerinde yenilgiye uğrayan halkların aydınları da Türkiye’ye sığınmış ve ‘Türk milliyetçiliği’ ekseninde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Eğitim veya görev amacıyla ya da muhalif düştüğü için Avrupa’ya giden Osmanlı aydınları, tanıştıkları yeni milliyetçi fikirleri buraya yansıtırken; mağlup milletlerin İslam kökenli aydınları, bulundukları coğrafyadaki ırkçılığa varan ‘şedid’ bir milliyetçiliği buraya taşımışlardır.

Saltanat karşıtı örgütlenme
Osmanlı aydınları arasında yayılan milliyetçi fikirler, beraberinde Saltanat karşıtı yeni bir akımı da yaratmıştır. Nitekim, II. Abdülhamid döneminde bu aydınlar, çeşitli ülkelerde 95’i Osmanlıca/Türkçe, 8’i Arapça, 12’si Fransızca, 1’i Kürtçe, 1’i Yahudice olmak üzere 116 gazete çıkarmışlardır. Kürt aydınları bu amaçla 1898’de Kurdistan, 1900 yılında ise Ümmid gazetesini yayımlamışlardır. Bu gazetelerin çıkarıldıkları yerler Paris, Londra, Cenevre, Kahire, Newyork ve Brüksel gibi merkezlerdir. Kurdistan gazetesi ise Kahire’de başlayıp, baskılar sonucu Avrupa başkentlerine taşınan ve nihayet 1908 Meşrutiyet hareketinden sonra İstanbul’a gelebilen bir gezgin periyoddur.

Çeşitli milletlerden Osmanlı aydınlarının Saltanat rejimine karşı İttihad-ı Osmani Cemiyeti adıyla kurdukları en güçlü örgüt, sonradan 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni gerçekleştirecek olan Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti’dir. Kuruluşu 1887 veya 1889’da dayandırılan ve Osmanlı’nın birliğini ve ilerlemesini hedefleyen Cemiyet’in Askeri Tıbbiye öğrencisi olan ilk beş kurucu üyesinden ikisi Kürt aydınlarıdır: Dr. Abdullah Cevdet (Harput/ Arapgir) ve Dr. İshak Sükuti (Diyarbekir). Diğerleri ise İbrahim Temo (Ohri), Mehmet Reşit (Kafkasya) ve Hüzeyinzade Ali’dir (Bakü).

Cemiyet yöneticileri, yayımladıkları bildirilerde; memlekette haksızlığa uğrayanların yalnızca Ermeniler olmadığını, bütün Osmanlı halkları olduğunu belirtiyor ve bundan II. Abdülhamid yönetimini sorumlu tutarak şöyle devam ediyorlardı: „Mahvımızı istemiyorsak Türk, Ermeni, Rum, Arap, Kürt, Arnavut hasılı bütün Osmanlı unsurları birleşelim. Hak ve hürriyetlerimizi geri almak için çalışalım.“ (Bkz. Ord. Prof. Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi, 8. Cilt, TTK yay. 2. bas. Ank. 1983,s. 515). Bu bildirilerin yayımlanması üzerine başta Dr. Abdullah Cevdet olmak üzere kimi aydınlar sürgüne yollanır, Dr. İshak Sükuti ile kimi aydınlarsa Avrupa ülkelerine kaçar ve buralarda yayın yoluyla muhalefete devam ederler. Bu aydınlar arasında yer alıp sonradan Kemalist harekete katılan Tunalı Hilmi, İttihad ve Terakki’nin fikirlerine tercüman olarak „Osmanlılığı“ şöyle tanımlamaktadır: „Osmanlılık, Türklük demek değildir. Ne kimseye zarar verir ne de bir milliyete dokunur; böyle olunca, Osmanlı olmayacak kim bulunur? Arnavut, Ermeni, Ulah, Bulgar, Boşnak, Pomak, Tatar, Türk, Çerkez, Dürzi, Rum, Acem, Arap, Sırp, Kürt, Gürcü, Yahudi, Laz, bunların hepsine yakışacak ad ancak şudur: Osmanlı.“ (Bkz. Age, s. 530).

Tunalı Hilmi, ‘Hutbe’sinin devamında; bu topluluklara aralarındaki din, mezhep ve ırk farklarını unutup kendilerini Osmanlı bilmelerini; birbirlerinden ayrılmayı değil, birlik oluşturmalarını ve bir meşrutiyet yönetimi içerisinde birlikte yaşamalarını önermektedir. Prens Sabahaddin öncülüğündeki Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti de, benzeri görüşleri savunuyordu. Osmanlılığın bir bütün olduğunu ve Osmanlı halklarının bir ‘Osmanlı milleti’ teşkil ettiklerini söyleyen bu Cemiyet, görüşlerini şöyle sürdürüyordu: „Bu topluluklar, Türk, Arap, Arnavut, Ermeni, Makedonyalı, Rum, Kürt, Musevi ilh. Ortak bir vatana ve menfaate sahip oldukları için kuvvetlerini bir noktada toplamak suretiyle hem mevcut fenalıklara karşı birlikte savaşmalı, hem de yarınki adil hükümetin temel taşlarını fikir ve gönül birliği ile koymaya çalışmalıdırlar.“ (Age, s. 534).

II. Abdülhamid’in karşı görüşleri
II. Abdülhamid ise, ‘Jön Türk’ olarak da nitelendirilen bu Osmanlı aydınlarının Hürriyet yani Özgürlük isteklerine karşı çıkarak, bu isteklerin ‘İmparatorluğu tahrip edici bir silah’ olduğunu savunarak şöyle diyordu: „Hürriyete alışkanlığı olmayan bir memlekete hürriyet vermek, tüfek kullanmasını bilmeyen bir insana tüfek teslim etmek gibidir. Bu insan, bu tüfek ile babasını, annesini, kardeşlerini ve nihayet kendisini de öldürür. Şu halde hürriyet vermeden önce bir memleketi hürriyete alıştırmak lazımdır. İşte ben de bunu yapmaya çalışıyordum. Bu hususta en iyi tedbir maarifi geliştirmektir. Bunun için de okullar açıyorum.“ (Age, s. 537).

Oysa Abdülhamid, Aşiret Mektebi adıyla kurduğu bu okulları, Hamidiye Alaylarından rahatsız olan aşiretleri tatmin etmek için kurmuş; Kızılbaş Kürt ailelerin çocuklarını bu okullara alırken de, başta Dersim bölgesi olmak üzere Kızılbaş- Kürt yoğunluklu bölgelere „halkı irşad edecek Hanefi din adamları“ göndererek, onları İslamiyete ve Saray’a çekmeye çalışıyordu.

II. Abdülhamid’in karşı çıkmasına rağmen, çocuklarını Aşiret Mektebi’ne aldığı Arap toplumunda bir ‘Arap aydınlanması’ ortaya çıkıyordu. 1900’den sonra Arap milliyetçiliği yeni bir şekil almaya başlamıştı. ‘Islahat’, ‘muhtariyet’ ve ‘din reformu’ yanlıları yanında ‘istiklal’ yani özgürlük isteyenler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Arap milliyetçilerinden biri ‘Arap Milletinin Uyanışı’ adıyla bir kitap yayımlıyor ve Araplar’ın istekleri ortaya konuyordu: „Arap memleketleri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp Dicle- Fırat’tan Süveyş’e kadar, Akdeniz’den Umman Denizi’ne kadar uzanan alanda bir Arap İmparatorluğu kurulacak, bu İmparatorluğun Hicaz vilayeti, merkezî bir devlet haline getirilip, başına halife geçirilecek. Gerek Arap imparatorluğunun Sultanı, gerekse halife Arap olacaktır.“ (Age, s. 554).

Türkçülük Hareketi’nin niteliği
Osmanlı Devleti’ndeki siyasi akımlar ve Türkçülük hareketleri üzerinde en çok duran bilim adamlarından biri, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile birlikte Cumhuriyet döneminin en kapsamlı Osmanlı Tarihi’nin 8 ciltlik külliyatına imza atan Ord. Prof. Enver Ziya Karal’dır. (1981’de TRT’deki muhabirlik görevimden Ulaştırma Bakanlığı Eğitim Dairesi uzmanlığına sürüldüğümde, tartışmalı bir konuda telefonla görüştüğüm Karal, kimi yayınlarda ve ders kitaplarında geçen Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin ‘Başkumandan Meydan Muharebesi’ olarak düzeltilmesi gerektiğini söylemişti.)

Karal, sonradan hedefinden saptırılıp ırkçı bir niteliğe büründürülmeden önceki ‘milliyetçilik’ anlayışını şöyle koyuyor: „En çok Türk olmayan topluluklar arasında milliyet şuurunun uyanması, Türkler üzerinde derin bir tepki yaratmaktan uzak kalmamıştır. Bununla beraber Türkler, bu tepkiye siyasi bir şekil vermekten çekinmişlerdir. Buna da sebep, İmparatorluğun birliğini korumak hususundaki sorumluluklarıdır. Türklerin, açıktan açığa bir Türkçülük siyaseti takip etmeleri, diğer etnik toplulukları, milliyetleri üzerinde eğilmeye teşvik etmek olacaktı ki, bu da netice itibarıyla İmparatorluğu parçalayacaktı. İşte bu sonucu önlemek sebebiyledir ki, II. Abdülhamid döneminde, milliyeti aşan iki geniş siyasi sistemin denemesine girişilmiştir. Genç Türkler, Meşrutiyete dayalı Osmanlılığı; II. Abdülhamid ise istibdada dayanan İslamcılığı savunmuşlardır.“ (Bkz. Age, s. 555).

Bu dönemde, bunların yanı sıra ‘Anadoluculuğa dayanan Türkçülük’ olarak adlandırılan yeni bir akım daha ortaya çıkmıştı. Karal, bu yeni akımı şu gerekçelere bağlıyor: „Osmanlı İmparatorluğu bir din ideolojisine dayanarak geliştiği için milliyet şuuru zamanla küllenmişti. İmparatorluğun sınırları içerisine çeşitli ırklara sahip büyük eyaletlerin katılmasıyla Türk topluluğu bir azınlık haline gelmişti. (…) Osmanlı İmparatorluğunun XVIII. yüzyıl sonlarından başlayarak dağılmaya başlaması ile içinde Türklerin hiç bulunmadığı veyahut çok az sayıda bulundukları eyaletlerin ayrılması üzerine, geri kalan topraklarda Türklerin tümlüğü kuvvetlenmeye başlamıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında İmparatorluğun çözülmesi ve dağılması hızlanınca, bu hareketi durdurmak için bazı aydınlar din sınırları dışında yeni birtakım ideoloji esasları aramaya başlamışlardı.“ (Age,s. 561).

‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’ düşüncelerini eleştirerek ortaya çıkan Yusuf Akçura ise, 1903 yılında yazdığı bir Fransızca makalede; „Osmanlı Devleti için tutulacak tek yol, Müslüman olmayan topluluklara otonomi vermek suretiyle bir birleşik devletler (federal devlet) meydana getirmektir. Bu da yapılmadığı takdirde, sözkonusu topluluklar demir ve ateşle otonomilerini alacaklardır“ diyordu. (Age,s. 561-62).

Yusuf Akçura, „Türk birliği“ olarak nitelendirdiği Müslüman halklar içinse, asimilasyon yöntemiyle „büyük bir siyasi milliyet“ yaratmayı öneriyordu: „Türk ittihadı, Osmanlı İmparatorluğundaki Türkleri din ve ırk bakımından birleştirecek, Türk aslından olmamakla beraber bir dereceye kadar Türkleşmiş unsurları, daha ziyade Türküğe temsil (asimile MB) edecek ve henüz hiç temsil edilmemiş ve milli vicdanları olmayanları da Türkleştirebilecektir.“ (s. 563)

Akçura, „dünyada yayılmış Türklerin birleşmesiyle büyük bir siyasi milliyet meydana getirmelerini“ de öneriyor ki, bu düşünceyi benimseyen sonraki İttihad yöneticileri, Osmanlı’yı tümüyle yıkıma doğru götürmüşlerdir. Karal, bu anlayışı „İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri arasında bulunan, İmparatorluk dışı Türkler’den bazılarının, dünya Türklerini Osmanlı devleti etrafında toplamak“ olarak vurgulamaktadır.

Irkçılığa evrilen Türk milliyetçiliği
Prof. Karal, „Aydınlar Avrupa’ya Osmanlı olarak gittikleri halde, içlerinden bir kısmı tamamen Türkleşmiş olarak döndüler“ dedikten sonra, Türkçülük doğrultusunda bir hareketin II. Mahmut döneminden itibaren gelişmeye başladığını; o tarihe kadar Türkler’in aydınlar nezdinde ‘Etrak-i bî- idrak’ yani anlayışsız Türkler olarak anıldıklarını söylüyor. Yazar, bu tarihlerden sonra ‘Türk’ kavramının ve Türkiye karşılığı olarak ‘Türkistan’ kelimesinin kullanılmaya başlandığını ekliyor.

İşin aslına bakılırsa; elit sınıf, 19. yüzyılın ortalarına doğru özellikle Balkan milletlerinin ayrışması üzerine ‘Türk, Türkistan, Türkiye’ kavramlarına sarılmaya başlıyor. Çünkü mensubu bulundukları halklar ayrışmış ve Osmanlı’dan kopmuşlardır. Böylelikle, kendi gerçek kimliklerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Bundan dolayı da, onlar için ‘Türklüğe’ ve ‘İslamcılığa’ sarılmaktan başka bir seçenek kalmamıştır. Bu tutum, o günden bugüne devam etmektedir.

Sözgelimi, ‘Sarıklı İhtilalcı’ olarak adlandırılan Ali Suavi, Osmanlı dili yerine ‘Türk dili’ kavramının kullanılmasını önerdiği gibi; „Türkçe’nin dünyanın en eski ve en zengin dillerinden biri olduğunu; Türkçe’den Arapça ve Farsça kelimelerin atılması gerektiğini; ezanın, hutbelerin ve namaz surelerinin bile Türkçeleştirilmesi gerektiğini“ savunarak, sonraki Kemalist ideologlara ilham kaynağı oluyordu. Ali Suavi, Paris’te bulunduğu sırada hazırladığı bir çalışmada, sonraki Kemalistler’e kaynaklık edecek şu ırkçı tezleri dile getiriyordu:

1- Türk ırkı askeri, medeni ve siyasi rolleri itibarıyla bütün ırklardan üstün ve eski bir ırktır;
2- Türk dili dünyanın en zengin ve en mükemmel dilidir. Avrupa’nın en büyük dilleri bile Türk diline nisbetle geridir.
3- Türk ırkı dünya kültür tarihinde en büyük rolü oynamış ve özellikle İslam kültürünü Türkler meydana getirmiştir.
4- Türkler, ilmi eserlerde birinci derecededirler.
5- Dünyaya bilim, sanayi ve medeniyet veren kavim Türklerdir.
6- Türkler, hayvan yetiştirme, madencilik, tarih ve kitabet gibi şeyleri dünyaya yayan birinci kavimdir.
7- Türkler asıl yurtlarından ayrılıp Fars, Anadolu, Rumeli ve Mısır’a inmişler ve fethettikleri yerlerde nice hanedan ve hükümet bırakmışlardır: Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar bu hanedanlıkların en meşhurlarıdır.
8- Hazarlar ve Uygurlar Türk oldukları gibi, Macarlar da Osmanlılar gibi Uygurlar’dandır.
9- Mevcut Türkler ise Osmanlılar, Özbekler ve Türkmenler’dir ki Türkistan ve Kabil’de yaşamaktadırlar. (Bkz. Age, s. 293-94).

Aslen Lehli olup, önceki adı Costantin Borzecki olan Mustafa Celaleddin Paşa da, -1848 ihtilalinden sonra İstanbul’a gelmiş ve İslamiyeti kabul ederek askerlik mesleğine girmiştir-; ‘Eski ve Yeni Türkler’ konulu Fransızca eserinde, bu görüşleri daha da ileri götürmektedir. Sonradan Türk ve İslam olan bu Paşa da, dünya tarihinde Türkler’in çok önemli bir yer tuttuğunu, uygarlığın gelişiminde büyük payları bulunduğunu, Avrupa halklarıyla aynı kökenden geldiklerini; Türk dilinin birçok dilin gelişimine yardım ettiğini, Batı uygarlığının Batılıların olduğu kadar Türkler’in eseri olduğunu; Batı uygarlığının temelini teşkil eden Yunan ve Roma uygarlıklarında Türk etkisinin egemen olduğunu, Yunan ve Roma mitolojisinde kullanılan Tanrı isimlerinin de Türkçe olduğunu iddia ediyordu…

İşte, dil ve tarihte ırkçılığın temelleri de böylece atılmış oluyordu… Burada tasarlanan düzmece tezlerin hayata geçirilmesi ise başta Kürt kimliği ve kültürü olmak üzere diğer halkların kimliklerinin red ve inkarı ile kültürlerine ipotek konmasıyla mümkün olabilecekti. Nitekim, İttihad ve Terakki Hareketi’nin ‘ırkçı’ bir niteliğe büründüğü 1912’den sonra bu politika hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Sözkonusu politikanın asıl uygulamaya konduğu dönem ise Kemalist Cumhuriyet dönemi, özellikle de 1924 sonrasıydı.

YARIN:Kemalistler’in Osmanlı’dan devraldığı ırkçı tarih tezi

MEHMET BAYRAK

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Hiç yorum yok: