6 Mayıs 2011 Cuma

Entellektüel Kriz

Biz ahlaki-politik toplumu esas alıyoruz. Entelektüel görevlerini yerine getirmeyen toplum aşınmakla yüz yüze kalır. Onun için politik-ahlaki toplumun işlevselleşmesini engelleyen her şeye karşı mücadelede, entelektüel görevler mutlaka ve acil olarak yerine getirilmelidir.

ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ

Sistem krizinin olduğu her yerde entelektüel kriz de var demektir.
 
Toplumsal inşalar insan eseridir. Bu da ancak zihniyet-düşünce gücüyle gerçekleştiği için, var olan sistem krizi de en fazla entelektüel alana yansır. Kapitalist modernite topluma sürekli olarak kriz yaşatır, hatta bu krizleri sürekli derinleştirir. Modernitenin, toplumları kriz yönetimleriyle idare etmesi aynı zamanda entelektüel krizin ulaştığı boyutu göstermektedir. 

Pozitivist veya metafizik yöntemlere göre toplumlar ya düz çizgisel ya da izafi ve döngüsel gelişirler. İnsan iradesi ancak bu yasaları bilebilir, tanıyabilir, kısmen de müdahale edebilir. Onun için de kriz ancak bu yasaların işlevselliğine paralel olarak ele alınır. Zihniyet ve düşünceyle fazla bağ kurulmaz, buna gerek de duyulmaz. Marksizm’de böyle yaklaşır. Der ki, “kriz üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir”. Bunu sistemin işleyişinin bir parçası olarak görür. Bu çelişkiyi doğuran zihniyeti esas almaz. Ekonomik politikçilerin büyük çoğunluğu krizlere bu esas üzerinden bakarlar. 

Tarihsel süreçte her zaman entelektüel devrimler olmuştur. İlk büyük entelektüel devrim (eğer Göbeklitepe buluntuları dikkate alınmazsa) MÖ.6000-4000 yılları arasındaki devrimdir. Bu devrim en gelişkin haliyle Mezopotamya’da yaşanmıştır. MÖ.20000’li yıllarda çözülmeye başlayan buzullar, güçlü bir mezolitik dönemi ortaya çıkarır. Mezolitik dönemdeki gelişmeler de MÖ.12000. yıllarda neolitiğin ortaya çıkmasına zemin olur. MÖ.12.000-6.000 yılları Neolitik dönemin emekleme, kurumlaşma sürecidir. MÖ. 6000 yıllarında neolitikte devrimsel nitelikli toplumsal bir patlama ortaya çıkar. Entelektüel gelişme olmadan bu patlama olmaz. O yüzden tarihteki ilk büyük entelektüel patlama neolitik dönemde olmuştur. Neolitik bu entelektüel gelişme üzerinden gelişerek kendisini örgütlemiştir. Neolitikteki entelektüel devrimin gücü, doğanın ve toplumun devasa gücünün farkına varılmadır. Evreni tanıma-anlamaya çalışma fikri neolitikte ortaya çıkmıştır. Yıldızlar ve gökyüzü hareketleri insan yaşamıyla bağlantılı bir şekilde ele alınmıştır. Büyücülerden şamanlara oradan bilge adamlara ve tanrıçalara uzanan yolculukta neolitik, insanlığın bugününe en temel entelektüel birikim ve bilimsel-teknik gelişmelerin ilklerini bırakmıştır. Tanrıça İnanna’nın 104 Me’si bunun en somut kanıtı olmaktadır.

İkinci büyük entelektüel devrim hiyerarşik-devletçi uygarlığın doğmasına da ebelik eden Sümerlerde gerçekleşmiştir. Neolitikteki devrim olumlu ve geliştirici iken, Sümerlerdeki devrim böyle değildir. O yüzden buna Sümer devrimi diyoruz. Büyük bir entelektüel gelişmeye yol açmıştır. Sümer mitolojisi, zihniyet düzeyinin göstergesidir. Mitoloji, dönemin ideolojik bakış açısıdır. İdeolojiler yaşamı anlamlandırma ve düzenleme işlevine sahiptir. Doğal olarak da bütün kurgulamaları büyük bir entelektüel faaliyeti ifade eder ve toplumsal yaşamı düzenler. İşte onun için Sümerlerdeki ziggurat adeta ideolojik olarak entelektüel düşünce üretme ve toplumsal yaşamı yaratma merkezidir. Bir anlamda toplum mühendisliğinin ilk gerçekleştirildiği okullar gibidir. Rahipler de düşünce üreterek buna öncülük eden entelektüellerdir. Öyle ki, tanrı düşüncesinden tanrıların meclisine, devlet düşüncesinden iktidar, sermaye tekellerine kadar bir düşünce düzeyi geliştirmiş, bunun zihniyetini yaratmış, topluma yedirerek sistemini kurmuşlardır. 

Ancak entelektüel gelişim sadece bununla sınırlı değildir. Yazının bulunması büyük gelişmelere yol açmıştır. Yazı, entelektüel devrimin kendisini farklı araçlarla süreklileştirmesinin ifadesidir. O zamana kadar düşünsel ve entelektüel faaliyetler sözlü iken, yazının bulunması bunların yayılarak kalıcılaşmalarına yol açmıştır. Matematik, edebiyat aynı dönemde geliştirilen entelektüel faaliyetlerdir. Sümer sisteminin, göksel düzenin yere indirilmiş hali olarak tanımlanması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Çünkü Sümer rahipleri göksel düzeni, yıldızları çok iyi gözlemlemiş bunun matematik hesaplarını yapmışlardır. Mesela yaşanacak selleri önlemek için matematiğe ihtiyaç vardır. Bu selleri önlemek için yapılacak bentler ne kadar kalın, ne kadar yüksek, ne kadar uzun olmalıdır? Bunun için ne kadar çalışana, ne kadar malzemeye ihtiyaç vardır? Üretilen ürün kaç kişiye ne kadar yeter, bu ürünü arttırmak için ne yapmak gerekir? Mevsimlerin durumunu, iklimi, yağış zamanını; ne zaman ekim yapılıp, ne zaman hasadın toplanacağını bilmek gerekir. Bunların hepsi bir hesaplama işidir. İşte bu hesaplamayı yapan matematiktir. Bu hesaplamalar neolitikte olsa da, Sümer’deki kadar gelişkin değildir. Matematik Sümer’de adeta patlama yapar. Sadece matematikte değil, edebiyatta da böylesine muazzam gelişmeler vardır. O dönemden kalma taş yazıtlara, stellere bakıldığında bu rahatlıkla görülebilir. Mitolojik anlatımların her biri büyük bir edebi eser durumundadır. Sümer destanları bunun çok güzel bir ifadesidir. Gılgamış destanından tutalım tanrı ve tanrıçaların mücadelesini, ilişki ve çelişkilerini anlatan destanlara kadar tüm destanlar böyledir. Matematik ve edebiyatın dışında astronomi, tıp, teoloji, biyoloji başta olmak üzere değişik birçok alanda da gelişmeler devasa boyuttadır.

Mısır uygarlığı da Sümerlerdeki bu gelişmeyle paralel ve onu tamamlayıcı niteliktedir. Benzer entelektüel gelişmeler Mısır’da da vardır. Örneğin günümüz tıbbı hala mumyaların ve günümüz mühendisleri de piramitlerin sırrını tam çözememişlerdir.

İşte bu gelişmelerin toplamı büyük bir entelektüel devrime karşılık gelir. İşte bu devrimler olmasaydı bir zincirin halkaları gibi paradigmanın halkaları oluşturularak kapitalist moderniteye ulaşılamazdı. Demek ki entelektüel zemin çok köklü döşenmiştir.

Uygarlık entelektüel düzeyde MÖ. 4000 yıllarında Sümer ve Mısır’da yaratılanların kendisini tekrar etmesiyle MÖ.600 yıllarına kadar gelir. Sümer ve Mısır entelektüel birikimi MÖ. 600 yıllarında İyonya’da devrim niteliğinde bir gelişme sağlar. Burada ilk kez Sümer uygarlığı aşılır. Mitolojik İdeoloji yerini felsefeye bırakır. Felsefe çok önemli bir entelektüel gelişme olduğu gibi yeni bir düşünce sisteminin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Olaylarla kurgulanmış bakış açısı yerine yoruma dayanan bir bakış açısının oluşması demektir felsefe. Bu da düşüncenin esnekliği ve yüksek kapasitesiyle bağlantılıdır. İyonya’da felsefe kadar bilimsel alanda da çok büyük gelişmeler yaşanır. Zaten felsefik ve bilimsel farklılığı ve zenginliği olmasaydı yeni bir dönem olamazdı. Bu döneme kadarki düşünce metodu yarı dinsel yarı mitolojiktir. Buradaki hayat tanrılar tarafından yaratılmış ve tanımlanmıştır. Onun için eski mitolojik düşünce yaşamı yeniden tanımlayıp düzenlemek isteyen felsefeye karşı direnir, onu kabul etmez. Felsefe buna karşı direnip kendisini yaşatarak, yerleşik düşünceyi değiştirme gücünü göstermiştir. İşte entelektüel devrim denen olay bu olmuştur.

Bu yeni bakış açısı kendisiyle beraber bilimi de geliştirir. Bilim gerçekliği daha iyi tanımanın ifadesi olur. Bilim ve felsefenin birleşmesi büyük bir patlama yaratır. İyon-Grek büyüklüğü böyle oluşmuştur. Bu dönemde yazım ve edebiyatta da büyük gelişmeler olur. Çivi ya da hiyeroglif yazısı yerine İyonyalılar Latin harflerinden oluşan alfabeyi kullanmaya başlar. Sadece tanrı ve tanrıçaların anlatıldığı edebiyat dönemi aşılır. Toplumun zenginliğini kapsayan edebiyat eserleri ortaya çıkar. Felsefede Sokrates gibi büyük bir düşünürün ortaya çıkması bunun sonucudur. Edebiyatta Homeros’un İlyada ve Odessa’sı bunun ifadesidir. Fizik, biyoloji bilimleri ortaya çıkar. Felsefeye bağlı mantık bilimi gelişir. Matematik ve tarih bilimleri oluşur. Tarihin babası kabul edilen ve herkes tarafından kaynak olarak gösterilen Heredot bu dönemde yetişir. Aynı gelişmeleri sanat alanında da görüyoruz. Cumhuriyet, demokrasi bu süreçte gelişir. 

Sistem dışı olan Zerdüşt inancı tam bir zihniyet, düşünce devrimidir. Zerdüşt’ün ahlaka dayalı geliştirmek istediği düşünce sistemi, mitolojilerin ortaya çıkardığı tanrıları sorgulayabilecek düzeyde ileri bir entelektüel gelişmedir. Çin’de Konfüçyüs, Hindistan’da Buda aynı dönemin entelektüelleridirler. Konfüçyüs ve Buda’nın getirdiği düşünceler de verili düşünce sisteminde ahlaki ve iradi anlamda bir değişikliği ifade eder. 

Abbasiler döneminde İslamiyet kendisini örgütleyerek düşünce düzeyinde bir yayılma gösterir. O dönemde var olan bilim insanlarını, felsefecilerini bir araya getirerek çalışmalarını daha rahat yürütmeleri için büyük imkânlar sunar. İslamiyet’in en hoş görülü olduğu dönem bu dönemdir. Bugün birçok İslam düşünürü dayanaklarını buradan alır. Bu dönemde Ortadoğu Avrupa’dan daha öndedir. Bu da Avrupa entelektüel devrimine zemin sunar.

Bu zemin üzerinde yükselen Avrupa entelektüel devrimi daha köklü ve derindir. İlk başta ortaya çıkan entelektüellerin devlet ve tekellerle hiç bir alakaları yoktur. Ancak devletler ve sermaye tekelleri bunları ele geçirmişlerdir. Fakat bu entelektüel gelişme çok kolay ve basit bir tarzda tekellerin hizmetine girmemiştir. Özellikle ortaçağda teoloji karşıtı olarak gelişen düşüncelere karşı kilise engizisyon mahkemelerini devreye koymuştur. Kapitalizmin gelişim aşamalarında gelişen farklı düşünceler ve bunlara karşı geliştirilen mahkemeler bunun ne kadar çetin geçtiğini gösterir. Bruno ve Erasmus’un başına getirilenler, Galileo’nun yargılanması, Thomas Morre’nin durumu kapsamlı ve derin bir çatışmayı ifade eder. Bunlar sadece ortaçağ karanlığına karşı mücadele ettikleri için cezalandırılmamışlardır. Aynı zamanda kapitalizmin insanlık dışı yaklaşımlarına karşı da mücadele ettikleri için cezalandırılmışlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bunların geliştirdiği düşünceleri baskılamak, başaramazsa çarpıtmak, bunu da başaramazsa kendi hizmetlerine koymak ve kullanmak istemişlerdir. Bunu en fazla ve ustaca yapanlar kapitalistler olmuştur.

Özellikle 19 ve 20. yüzyıllarda sanayi devriminden sonra tüm entelektüel gelişmeler tekeller ve ulus-devletlerin hizmetine girmiştir. Bu dönemde adeta her şey devletleştirilir. Bu yüzyıllar ulus-devlet güçlerinin her şeyi tekellerine aldıkları dönemdir. Bu dönemde bilim, felsefe, sanat, hatta din ulus-devlet tekellerine entegre olmuştur. Kapitalizm hepsini kendisine entegre etmiştir. Kapitalizm, Rönesans’la birlikte ortaya çıkan bilimsel-felsefi gelişmelerle büyük bir mücadele içinde çatışarak 19. yüzyılda bu süreci lehine çevirmiştir. Entelektüelleri üniversitelerde toplayarak okul sistemleri içinde birer bilgi hamallarına çevirerek kendisine hizmet ettirmiştir. Entelektüellik kapitalizmde başta üniversiteler olmak üzere okullar sistemini içine alınır. Bu okul sistemleri dışında her türlü entelektüel gelişmenin imkânı ortadan kaldırılmıştır ya da sınırlandırılmıştır. Bu okullarda yetişen entelektüeller, bol-bol pozitivizm zehrini içtiklerinden ulus-devlet tekellerinin entelektüel sermayedarları olmanın ötesine geçememişlerdir. Üniversiteler bu tip entelektüel sermaye birikimi ve hamallığın mabedi gibidir. 

Uygarlık Politik-Ahlaki Toplumun Elindeki Bilgi ve Bilimi Çalarak Onu Aşındırdı. 

Neolitikte de bilim vardı. Neolitikteki bilim ve bilimsel faaliyetlerle Sümerlerdeki bilim ve bilimsel faaliyetler arasındaki temel fark nedir? Neolitikteki bilim daha çok toplumun ahlaki ve politik karakterine uygundur. Bilimsel üretimin ve kullanımın toplumsal bir değeri vardır. Nasıl ki Sümer ve Mısır uygarlığı bilimi kendi tekellerinde kullanmışlarsa Neolitik de kendi ahlaki-politik örgüsünü güçlendirmek için değerlendirmiştir. Böyle olmasaydı toplumun gelişmesi söz konusu olamazdı. Onlar da, gökteki ve yerdeki bir çok doğa olayını ve hareketini, bitkiler ve hayvanlar âlemini gözlemleyip onlara dair bir çok şeyi bilince çıkarmışlardır. Sümer ve Mısır’da bilim iktidarın bir uzantısı durumundadır. Uygarlık süreci bu bilgileri sürekli toplayıp iktidarın bir parçası haline getirir. Burada süreklileşen olumsuz niteliksel bir durum söz konusudur. Sermaye ve iktidar gibi bilgi de tarihsel süreç içerisinde hep biriktirilir ve iktidarın hizmetinde kullanılır. Uygarlık öncesi toplumlarda bilgi ve bilim politik-ahlaki toplumun bir parçasıydı. Ama sınıflı-devletli uygarlığın ortaya çıkmasıyla birlikte bilim bu sefer de hegemonyaya dayalı sistemin bir parçası haline getirilmiştir. Sürekli iktidar tarafından kullanılmıştır. 

Avrupa’da kiliseyle monarşinin çatışması bilimsel gelişmelerde bir boşluk dönemi yaratmıştır. Bu boşluk döneminde bazı bilimsel çalışmalar kendilerine özerk alanlar yaratma şansına sahip olmuşlardır. Çünkü kilise krallıklarla sürekli çatışma halinde iken bunun yarattığı boşluktan yararlanmak mümkündür. Bu boşluk bilimsel gelişmelere öncülük edenlerin kendilerini farklı alanlarda da ifade etmelerine fırsat vermiştir. Rönesans, reform ve aydınlanma denen dönem bu çelişkinin ortaya çıkardığı çatlakta gelişim göstermiştir. Bilim insanları bu çelişkiden faydalanarak biraz özerk, biraz bağımsız kalabilmişlerdir. O fırsatlar ve direnişler temelinde felsefeden bilime kadar birçok alanda devrimsel gelişmeler ortaya çıktı. Rönesans’ın bilimde, reformun dinde yarattığı gelişmeler aydınlanma denilen bu dönemin ürünüdür. Fakat sermaye ve iktidar tekelleri bu gelişmeleri denetimlerine alarak 19-20.yüzyılda gelişen ulus-devlet tekelinin hizmetine koymakta gecikmediler. 

Biz Ahlaki-Politik Toplumu Esas Alıyoruz. 

Peki bu baş aşağı giden yani toplumsallıktan uzaklaşıp devletle bütünleşen entelektüel durum karşısında ne yapmak gerekir? Toplum entelektüel görevlerini yerine getirdiği oranda varlığını sürdürür. Entelektüellik Sümer’de, Roma’da, tek tanrılı dinlerde ve kapitalist modernite döneminde aldığı biçimlerle politik-ahlaki toplumu entelektüel görevlerinden uzaklaştırarak kendi varlığını geliştirmiştir. 

Mitoloji ekseninde gerçekleşen entelektüel gelişime olmasaydı Sümerler gelişemezdi. Felsefe ve bilimsel gelişmeler, bunlara bağlı matematik edebiyat vb. bilimler ortaya çıkıp gelişmeseydi İyon, Grek ve Roma dönemi söz konusu olamazdı. İbrahimi dinlerin kendi özgün zihniyeti olmasaydı tek tanrılı dinler olmazdı. Demek ki her şey entelektüel durumla ifade ediliyor. Kapitalizm, Rönesans, reform ve aydınlanmanın yarattığı değerler üzerinde tekel kurmasaydı, bunları kendilerinin hizmetine sokmasaydı ulus-devleti yaratamazdı. 

Biz ahlaki-politik toplumu esas alıyoruz. Entelektüel görevlerini yerine getirmeyen toplum aşınmakla yüz yüze kalır. Onun için politik-ahlaki toplumun işlevselleşmesini engelleyen her şeye karşı mücadelede, entelektüel görevler mutlaka ve acil olarak yerine getirilmelidir. 

Sosyal Bilim Tüm Bilimlerin Anasıdır 

Bu nasıl olacak? Uygarlık politik-ahlaki toplumun elindeki bilgi ve bilimi çalarak onu aşındırdı. Gelişen uygarlık neolitiğe karşı ilk ve en kapsamlı savaşını bu bilgi ve bilimi ele geçirmede verdi. Enki’nin İnanna’dan 104 ME’yi çalması bunun ifadesidir. Öyleyse tüm entelektüel çalışmalar öncelikle sınıflı-devlet tekelli uygarlığın bu saldırısını engellemeye, politik-ahlaki toplumun aşınmasını durdurmaya dönük olmalıdır. Bu görev yerine getirilmeden herhangi bir direnme gücü ortaya çıkarılamaz. Toplumun yeniden örgütlenmesi, aşınan yanlarının yeniden düzeltilmesi demektir. Bunun için de esas alınması gereken birinci kural tüm bilgi ve bilim yapılarının ahlaki-politik toplum ekseninde olmasıdır. İkincisi ise ancak bu eksende politik-ahlaki toplumun aşınan yanlarını gidermek, yeniden örgütlemek mümkün olabilir. 

Peki bunlar hangi bilimle olacak? Bunu en iyi yapacak olan sosyal bilimdir. Bu yüzden sosyal bilim tüm bilimlerin anasıdır, temel bilimidir. İkinci doğaya ilişkin geliştirilecek bilimler sosyal bilim olmak zorundadır. Pozitivizm kendisini mutlak doğru diye lanse ederek hem birinci hem de ikinci doğaya dayatır. Bunun için de yaşanan olumsuzlukların asıl nedenidir. Sosyal bilim işte bu durumun aşılmasıdır. Bir anlamda da özeleştirisidir. Bunun için sosyal bilim bağımsız bir bilim olmaktan çok tüm bilimlerle ilişkisi olan bir bilim dalı olmalıdır.

Avrupa sosyal bilimleri 1700’lü yıllarda, Fransız devriminden sonra ortaya çıkmıştır. Yani bilim dalı olarak tüm bilimlerin anası olması gerekirken en son ortaya çıkmıştır. Hâlbuki toplum bilimleri olmadan birinci doğaya ait bilimlerin fazla bir değeri yoktur. Sosyal bilimlerin temel konusu politik-ahlaki toplumdur. Bu eksen üzerinde gelişmelidir. Ancak bunu yaparken politik-ahlaki toplumu bir nesne olarak ele almamalıdır. Hatta bunun da ötesinde özne- nesne, biz –öteki, beden-ruh, kul-efendi ayrımı sosyal bilimlerin konusu olmamalıdır. Diğer bilimlerin yaptığı gibi toplumu ikilemlerle ifade etmemelidir. İkilemler sınıflı-devletli uygarlığın icatları olduklarından toplumu aşırı derecede parçalar. Parçalanan toplum da tanınmaz hale gelir. Bu toplum üzerinde her türlü hesaplar yapılır. Bu ikilemler temelinde gelişen bir sosyal bilim, toplum bilimi olamaz, olsa-olsa toplum mühendisliği olabilir.

Farklılaşma Evrenin Yaşam Tarzıdır.
 
Bu durum toplum için de geçerlidir. Toplumdaki esnek zekâ sürekli alternatifler oluşturur. Sürekli alternatifler ürettiğinden toplumu sabit ikilemlerle anlatmak, tanımlamak bir sapma olarak karşımıza çıkar. Bu farklılaşma modernitenin tüm kurumlarının hedefidir. Kapitalist modernite ve kurumlarının farklılık yaratmaları çıkarlarını ifade eder. Aynı yöntem kullanılırsa, farklılığa aynı anlamlar yüklenirse bu farklılıklar toplumsal sorunlara dönüşebilir. Çünkü özne her zaman egemen olanı anlatırken, nesne ise toplumu ifade eder. İkilemler bunun değişik ifadeleri oluyor. Ruh tanrısallığı, beden insansallığı anlatır. Bu ikilemler birinin diğerinin üzerinde egemenlik kurmasını ifade eder. Bu durumlara düşmemek için bu ikilemlerden ısrarla kaçınmak gerekiyor. Bu ikilemlerden kurtulmadan kurulacak bir sosyal bilim pozitivizme hizmet eder. Geliştirmek istediğimiz sosyal bilim, politik-ahlaki toplumu esas alacağından bölünmeden çok bütüncül bakışı esas almalıdır. Bu başarılırsa ancak politik-ahlaki toplumun aşınması giderebilir. Bunun için de yerine getirilmesi gereken temel çalışma sahası entelektüel görev alanıdır. 

Entelektüelliğe bağlı olarak işlediğimiz bir diğer konu da pozitivizmdir. Pozitivizm Avrupa biliminde zirve yapar. Pozitivizm nesnelci bir karakter taşır. Pozitivizme karşı ciddi bir ideolojik mücadele yürütülerek teşhir edilmeden entelektüel görevler yerine getirilemez. Genelde bilimlerin, özelde sosyal bilimlerin üzerinde yükseldikleri ideoloji felsefedir. Biz de sosyal bilimden bahsediyoruz. O halde fark ne olacak veya nedir? Kapitalist modernitenin bilimi pozitivizme dayanır. Kapitalist modernitenin sosyolojisi Avrupa merkezlidir ve pozitivisttir. Pozitivizm bu anlamda bir felsefedir ve kapitalist tekeller ancak kendilerini bu felsefe üzerinden var edebilir. Onun için bu felsefeye karşı ciddi bir mücadele içinde olmak gerekir. Oldukça parçalı olan pozitivizmin hiç mi olumlu yanları yoktur veya tümden ret mi etmek gerekir? Bu ayrıma çok dikkat edilmelidir. Çünkü parçalı da olsa pozitivizmin bazı doğru bilimsel sonuçlar ortaya çıkardığı da bir gerçektir. Onun için pozitivizme karşı olmak demek, olumluluklarını görmeme anlamına gelmez. Yani, toptancı yaklaşımlar doğru değildir. Toptancılık tekelci bir yaklaşımdır. Kaba bir yaklaşımdır. Mesela bu konuda ne tümden Avrupa yandaşlığı ne de tümden Avrupa karşıtlığı doğru bir yaklaşım değildir. 

Entelektüel görevler kapsamında mücadele edilmesi gereken bir diğer yaklaşım da post-modernizmdir. Post-modernizm Avrupa eleştirisi üzerinden ortaya çıkıp gelişen bir yaklaşımdır. Avrupa merkezli bakış açılarını eleştirerek reddeder. Tüm bu eleştirilerine rağmen kolayca liberalize olma gibi bir paradoksu yaşar. Bu yaklaşımıyla anti-Avrupacılık gibi bir tehlike de taşır. Bu yüzden entelektüel anlamda post-modernizmin ciddiye alınması gerekir. Kolayca liberalize olması onun kapitalist modernite ile aynı kulvarda olduğunu gösteriyor. Bunun yanında anti-Avrupacılık da bu kıtada gelişen olumlu yanları görmemek anlamına gelecektir. Bu yüzden post-modernizm karşısında da belli bir duruşun sahibi olmak gerekiyor. Post-modernizmi liberalize olma durumundan dolayı reddetmek ya da Avrupa karşıtlığından dolayı kabul etmek doğru değildir. Avrupa merkezciliği eleştirmesi olumlu yanlarını oluşturur. Pozitivizmin evrenselci yaklaşımına karşı göreceli, izafi yaklaşımı da onun sapma yanlarını ifade eder. Post-modernizm kendine göreceliği esas alır. Herkese ait bir hakikatin olduğu felsefesini esas alması en büyük yanlışlıklarından birisidir. O halde hakikat arayışımızda iki yanlışa düşmemeliyiz. Yani ne nesnelci olabiliriz ne de öznelci. Çünkü ikisi de bir madalyonun iki yüzü gibi liberalizmin değişik yüzleridir. Bu yüzden her iki yaklaşıma karşı da belli bir tavır sahibi olmak gerekir.

Entelektüel çalışmalar, kapitalist modernite döneminde tekellerin mabedi durumuna getirilen üniversitelere hapsedilmiştir. Onun için politik-ahlaki toplumun temel araştırma merkezleri üniversiteler olamaz. Çünkü bilim eğer bir yerlere hapsedilirse sonuç bugünkünden farklı olmaz. O yüzden entelektüel çalışmaların sadece bu tür kapalı veya sınırlandırılmış yerlerde yürütülmesi tehlikelidir, sakıncalıdır. Bu alanlara hapsolmuş bilim gerçekliğe-hakikate ulaşamaz. Bunun için böylesi tekelleşmiş merkezler ve bu merkezlerin ürünleri ya da elemanları politik-ahlaki topluma hizmet edemezler. Örneğin ziggurata hapsedilmiş entelektüel ancak ziggurata hizmet edebilir. Dinin oluşturduğu kurumlarda entelektüel faaliyet yürütenler ancak dine hizmet edebilirler. Kapitalist modernite zamanında okullara hapsedilmiş entelektüel ancak ulus-devlete ve pozitivizme hizmet edebilir. Ancak buralardan hiç faydalanılmaz sonucu çıkmaz. Toptancılık kadar hiççilik de olumsuz bir yaklaşımdır ve liberalizme hizmet eder. Esas olarak bu yerler politik-ahlaki toplumun temel çalışma alanları olamaz. O zaman entelektüel çalışma alanları nerelerdir sorusu karşımıza çıkar. Bir avuç tekelin işgal ettiğinin dışındaki tüm yerler entelektüel çalışmalar için uygun alanlardır. Bu alanlar politik-ahlaki toplumun birer birimi gibidirler. Ancak nasıl ki politik-ahlaki toplum birimleri örgütsüzse, entelektüel faaliyetlerin yürütüleceği alanlar da örgütsüzdür. O halde entelektüelliğin ilk görevi bu birimleri örgütlemektir. Çünkü entelektüel çalışma alanları kendini var etme alanları olmaktadır.

Ortaçağda da durum benzedir. İbrahimi dinlerin kendilerini entelektüel düzeyde var etmeleri var olan sistemin dışında hareket ederek kendilerini yeniden yaratmalarıyla ilgilidir. İslamiyet’te tekke ve dergâhlar birer araştırma, kendini geliştirme yerleridirler. Eğitim bu yerlerde görülür. Bu yerler ilim, irfan yerleridir. Mesela Şeyh Bedrettin Edirne’den kalkıp Mısır’daki tekkeye giderek mertebe alır. Bu mertebe sahipleri bu yerlerde belli eğitimlerden geçerler. Bunlar özerklikleri olan entelektüel çalışma alanlarıdır. Buralarda mevcut sisteme karşı, zihniyette bir mücadele vererek kendi zihniyetlerini yaratmaya çalışırlar. Bu zihniyet yaratma çabalarının tümü entelektüel faaliyetlerdir. Dinin Sümer döneminde zirveye çıkan ve daha sonraki bütün zihniyet yapılarını etkileyen mitolojiden bir farkının olmadığı söylenebilinir mi? Elbette söylenemez. İşte oluşan bu fark Hıristiyanlıkta manastırlarda, İslamiyet’te ise tekke ve dergâhlarda yapılan entelektüel çalışmalar içinde gerçekleşmiştir. Onun için bu alanların kendine özgü yanları vardır. Mesela Hıristiyanlıktaki manastırlar çok ücra ve uzak yerlerdedir. Buralara gidiş-geliş çok sınırlıdır. Neden? Çünkü buralar yoğunlaşma yerleridir. Bir de sanki bir şeylerden kaçıyor, saklanıyorlarmış gibi gizemli bir durumu ifade eder. Binaları yapısı ve iç dizaynları da aynı şeyi verir. İslamiyet’teki tekke ve dergâhlar da öyledir. 

İsa zamanında hiçbir İncil olmamasına rağmen, Hıristiyanlık mezheplere ayrılmış olsa da varlığını bugüne kadar nasıl korumuştur? Bunu sağlayan nedir? Entelektüel çalışmalar olmasaydı bu başarılabilinir miydi? Hayır, başarılamazdı. İşte bu entelektüel gelişme manastırlarda sağlanmıştır. 

Avrupa’da gelişen Rönesans, reform ve aydınlanma da birer entelektüel hareketlerdir. Bunlar da kendi sistemlerini yaratmışlardır. Yani her dönem mutlaka öncelikli olarak kendi entelektüel zihniyet örgütlemesini yapar. Bu anlamda politik-ahlaki toplum da öncelikli olarak kendi entelektüel zihniyet örgütlenmesini yapmalıdır. Zaten entelektüel örgütleme yapılmadan ve çalışılması yürütülmeden hiçbir gelişmenin ortaya çıkması mümkün değildir.

Büyüklük kendini kendi gerçekliğinde, hakikatinde var edebilmektir. 

Sadece 400 yıllık bir geçmişi olan kapitalist modernite çok büyük krizler yaşamaktadır. Bu kriz sadece maddi alanda değil, zihniyet alanında da yaşanmaktadır. Diğer yandan kapitalist modernite yaşadığı bu krizi kendi başına aşacak düzeyde de değildir. Bu konuda umut da vermemektedir. Onun için de kapitalist modernitenin her alanda topluma yaşatmış olduğu kriz, ancak demokratik modernitenin müdahalesiyle aşılabilir. Bu anlamda demokratik uygarlık güçleri sürece müdahale etmek zorundadır. Çünkü toplumsal kriz politik-ahlaki toplumu tükettiği gibi, insanlığı sonu nereye varacağı belli olmayan bir çıkmaza da sürüklemektedir. Eğer demokratik uygarlık güçleri örgütlü ve bilinçli bir şekilde bu duruma müdahale etmezse dünyamız ve insanlık telafisi mümkün olmayan bir sona gider. Burada şu sorun karşımıza çıkıyor: Demokratik modernite bu duruma müdahale için yeterince birikime sahip midir? Evet! Hem de bütün örgütsüzlüğüne rağmen buna yetecek bir birikimi vardır. Ütopik sosyalistlerden bilimsel sosyalistlere, anarşistlerden feministlere, Frankfurt okulundan, Anvels okuluna, ikinci dünya savaşından sonra ortaya çıkan Fransız filozoflarına, 68 Gençlik hareketinden yerel-kültürel hareketlere kadar gelişen tüm devrimci-demokratik hareketlerin yaratmış olduğu bir birikim vardır. Bu birikime doğru yaklaşılırsa ve örgütlenilirse ciddi bir entelektüel zemin olduğu görülecektir. Bu zemin sadece bununla da sınırlı değildir. İnsanlığın yaratmış olduğu değerler bu zeminin tarihsel arka planı ve bizim varlık nedenimiz olmaktadır. Demokratik modernite kendi bilimsel ve entelektüel devrimlerini bunun üzerinden geliştirebilir. Bu şansı vardır. Onun için entelektüel devrim, tarihten dersler de çıkararak küresel düzeyde kendisini örgütlemek zorundadır. Bunun için kendi deneyimlerine dayanarak kendisini var etmelidir. Önderlik, bundan dolayı dünya genelinde özgür akademilerin kurulmasını ve bunların bir konfederasyon çatısı altında örgütlenmesini öneriyor. Yaşanan bu sorunlar ancak kültür-sanat ve bilim akademilerinin kurulmasıyla aşılabilir. Bu akademiler kendilerini herhangi bir tekele bağlamadan, bağımsızlıkçı karakterini yitirmeden bir gelişme açığa çıkartabilir. Önderliğin sık sık söylediği bilim-sanat, kültür ve kadın akademileri böyle anlaşılmalıdır. Eğer bu derinlikte anlaşılmazsa kurulmasına da gerek yoktur. Bunun için de her düzeyde özerk veya bağımsız akademilere ulaşmak gerekiyor. Ya da bu açığı giderecek kurumlaşmalara gitmek gerekiyor. Ama bunlar özgür bir coğrafyada olmalıdır. Özgür coğrafyadan kasıt bağımsız bir ulus-devlet değildir. Bulunduğu alanda sermaye ve iktidar tekellerine karşı özerk ve bağımsız duruşunu sürdürebilmek, bağımlılık ilişkisi içine girmemektir. Şu soru akla gelebilir: Bizim kuracağımız akademileri kim ciddiye alacak? Ancak şunu unutmamak gerekir ki, tarihteki tüm büyük başarılar çok büyük imkânlarla ortaya çıkmamışlardır. Aksine başlangıçta çok küçük ve önemsiz gibidirler. Büyük ve görkemli mekânları yoktur. Unutulmamalı ki büyük bir çığ başlangıçta küçük bir kartopudur. Veya devrim önderlerinin de söylediği gibi koca bozkırı tutuşturan küçük bir kıvılcımdır. Örneğin İyonya ve Greklerde felsefecilerin büyük okulları, görkemli şatoları, imkânları, devlet destekçileri yoktu. Aksine ilk felsefecilerden olan Sokrates, nifak tohumu saçıyor diye mahkûm edilir. Yani imkânlar az ve sınırlıdır ve bu çalışmaları devlet geliştirmekten çok kösteklemekte ya da engellemektedir. Kimse onlara felsefe yapsınlar diye maddi imkânlar sunmamaktadır. Buna rağmen Sokrates kendisine caddeleri esas alarak felsefesini yaymaya çalışır. İşte o caddelerde-sokaklarda felsefe yapan Sokrates’e bugün felsefenin babası denmektedir. Sokaklarda gelişen bu felsefe sonradan tüm dünya tarafından kabul edilen bir duruma geldi. Sokrates bu felsefenin bedelini canıyla ödedi. Sokrates’in öğrencileri Platon, Aristo, Kinikçiler ve diğer felsefecilerin çoğu kendi okullarını kendileri kurdular. Bu felsefecilerin çabaları dev gibi bir entelektüel gelişmeye yol açtı. Bu örneklerde de görüldüğü gibi özerk veya bağımsız kalmak mümkündür. Başlangıçta Frankfurt Okulu çalışmaları da böyledir. Genel olarak tüm devrim ve demokrasi mücadelesi çalışmaları da böyle yürütülmüştür. Evler-sendikalar, kahveler-dernekler vb. birer okul işlevi görmüştür. Hatta çok ilginçtir, Dersim‘de adına bir zamanlar ‘palavra meydanı’ denilerek dalga geçilen o merkez caddede bilinçlenme, adeta Atina felsefecilerinin tarzında yürütülmüştür. 

Ancak bizim pratiğimizde yaşananlara baktığımızda durum daha farklıdır. Önderlik paradigması anlaşılmadığı gibi alışkanlıklar da terk edilmemektedir. Daha çok büyük binalara ve öğretmen kurumlarına göz dikilmektedir. Kadro “biz üniversite kurarsak bile hangi profesör gelip bize bedava ders verir” diyor. Bu profesörlere verecek paramız da yok, o halde olmaz düşüncesine kapılıyor. Yani Kapitalist modernite kurumlarından profesör getirip demokratik modernitenin derslerini verdirmeyi düşünüyor! 

Hâlbuki Önderlik farklı bir şeyden bahsediyor. Kapitalist modernitenin aşındırdığı politik-ahlaki toplumu yeniden inşa edecek entelektüel görevleri belirtiyor. Buna göre bina-yer, eğitimci beklemek saçma bir şeydir. Demokratik toplumun olduğu her yerde bu tür üniversiteler kurmak mümkündür. Bu akademilerde herkes hem öğretmen hem öğrencidir. Bu isteği ve çabası olan herkes katılabilir. Böyle düşünülürse akademiler ortaya çıkabilir. Tarihsel örnekleri düşündüğümüzde şimdiki durumumuz onlardan çok ileridedir. Örneğin Hıristiyanlığın ilk yıllarında manastırlar ya da İslamiyet’in ilk yıllarında tekke ve dergâhlar bu kadar gelişkin değildi. O manastırlarda, o dergâhlarda, o tekkelerde kimler ders verdi? Dönemin üniversitelerinde ders veren profesörler mi? Hayır. Kendileri verdiler. Çünkü entelektüel mücadele verenler kendi kadrolarını da yaratmak zorundadır. Yoksa başka bir zihniyetin öğretmenleri gelip başka bir zihniyetin kadrolarını eğitemez. Mesela komisyonlarımıza bakalım, bir gün öğretmendirler, ertesi gün öğrencidirler. Demek ki, bu sistem içimizde zaten işliyor. Hiç birimizin hiçbir tekelle bağı yok, hiçbir tekel bize hayat güvencesi vermemesine rağmen kendimizi entelektüel düzeyde geliştiriyoruz. Bu durum sadece bize özgü de değildir. Tarihte olmuştur. Örneğin Zerdüşt’ün dağ başlarındaki ‘ateşgede’leri böyledir. Platon ve Aristo’nun bahçeleri böyledir. Staocuların yol üzerlerindeki okulları vardır. Sokrates Sokak kaldırımlarını kendisine okul seçmiştir. Biz ise dağda, ovada-şehirde bu imkânlara sahibiz ve bunu geliştiriyoruz. Hem de daha örgütlü bir tarzda, akademi düzeyinde geliştiriyoruz. Bu akademilerde entelektüel donanımımızı yükselterek politik-ahlaki toplum görevleri için hazırlanıyoruz.

Bize bir birine ters iki yerden yoğun saldırı geliyor. Birincisi kapitalist modernitenin artıklarıyla beslenen ve kapı köpekliğini yapanların, “Apocular eğitime karşıdırlar” saldırısıdır. Diğeri de daha çok kendine güvensiz, kendisine inanmayan, kapitalist moderniteye öykünenlerin getirdiği, “100-200 kişiyi değişik üniversitelere gönderelim, okusunlar, diploma alsınlar, dış ilişkilerimizi geliştirsinler, değişik faaliyetlerimizi yönetsinler” tarzındaki değerlendirmesidir. Bunların ikisi de politik-ahlaki toplumu anlamsız kılan yaklaşımlardır. Şunu hemen belirtelim: Hiçbir üniversite kendisine karşıt olan bir zihniyet için kadro yetiştirmez. O üniversitenin amacı politik- ahlaki toplumu daha fazla aşındırmak ve zayıflatmaktır. Bundan kadro eğitimini beklemek politikadan anlamamaktır. Ancak biz kendi akademilerimizi kurarak kendimizi eğitebiliriz. 

Mevcut üniversitelerde verilecek diplomasi dersi pozitivizme göre verilir. Olaylara, olgulara aşırı indirgenir. Bu durum bize çok terstir. O zaman o üniversitelerde ne öğrenilecek. O üniversitelerde ancak pozitivizmle zehirlenmiş, herhangi bir ulus-devlet için çalışan bir diplomat, entelektüel hamal yaratılır. Bu temelde demokratik modernite birimleri arasında özerk ve konfederal birliği yaratacak akademiler kurmalıyız. Bu yaklaşım dünyanın herhangi bir yerinde var mıdır? Hayır. Dünyada olmayan bir şeyin eğitimini kim verebilir. Bu yeniyi kim geliştiriyorsa o verebilir. Bunun dışında çözümü farklı yerde arayanlar ulus-devlet tekeline gider. 

Kürtlerde “Çocuğumuzu en iyi üniversitelere gönderelim, okutalım, adam edelim” yaklaşımı yaygındır. Bununla modernleşeceğini sanır. Bu durum bir yönüyle ukalalığı anlatır, ama diğer yandan bundan daha tehlikeli olan işbirlikçi karakteri gözler önüne serer. Kendi değerlerini beğenmez, düşmanınkine özenir, kendini onlarla ifade eder. Değerlerinden kaçmada tam bir profesyoneldir. Ama gerçeğini tanıyamayacak kadar da aptaldır. Kendi yarattığı entelektüelliği, kendi yarattığı yeni toplumu, politik-ahlaki toplumu görmeyerek gidip bir emperyalist üniversiteye kapak atar. Bunu da büyüklük sanır. Büyüklüğün ne olduğunu da bilmez. Büyüklük kendini kendi gerçekliğinde, hakikatinde var edebilmektir.
*****

Hiç yorum yok: