6 Mayıs 2011 Cuma

Komünal Demokratik Geğerler Tarihi ve Etnisite

Tarihte demokrasi nerede diye bir soruya verilecek karşılık, öncelikle etnisitenin devlete, uygarlığa karşı kendi komünal özelliklerini korumak ve özgür tutmak için sağladığı duruş ve direniştedir denilebilir.

Etnisitenin en kaba bir tarihsel çizelgesi yapılmak istenirse, M.Ö 15.000-10.000’lerde tarımsal kültürün doğuşu ve kurumlaşmasıyla başlatmak anlamlı olabilir. 

Bütün arkeolojik ve etimolojik veriler, etnisitenin ilk defa bu tarihlerde Zağros-Toros dağ sisteminin iç kavisinde şekillendiğini göstermektedir. Tarımsal devrim etnisite hareketi için varlık koşuludur. Aksi halde klan toplumu halinde kalınmaktan kurtulamaz. Klan toplumu ise, hiçbir dönem geniş aile gurubu olmanın ötesine geçemez. Üretim teknolojisi bu sınırı belirler. Dolayısıyla çok sınırlı ses düzenleriyle büyük dil guruplarına ulaşamazlar. Bildiğimiz dil guruplarının tarihi M.Ö 20.000’lerden başlatılmaktadır. Yine aynı coğrafyada benzer nedenler rol oynuyor. Dilin oturması üretimin gelişmesine yol açar, bu da toplumsallığı üst aşamaya sıçratır. İlkel Aryen dil grubunun adı geçen kaviste oluştuğuna dair kanıtlar tüm ünlü arkeologlarca paylaşılmaktadır. Gordon Childe ve Vanilor gibi. Aryence dil gurubu tarım devrimini gerçekleştiren ilkel komünal grupların eseridir. Tarım kökenli en eski sözcüklere bu dil yapısını paylaşan tüm kavimlerde rastlanmaktadır. Etnik oluşumun bu ilk döneminin fiziki yayılmaktan çok kültürel yayılma biçiminde tüm kıtalara yansıdığı kabul gören bir husustur. Hatta Kızılderililer yoluyla Bering Boğazından M.Ö 11.000’lerde Asya’dan Amerika kıtasına yayıldığı da kabul gören diğer bir gerçekliktir. 

Toplumların varoluş biçimlerinde etnik, sınıfsal ve ulusal düzeylerde tanımlanma bütünselliği yakalamak açısından önemlidir. Toplumlar özde birdir. Farklılık biçimlenişte ortaya çıkar. Bunların başında da etnik, sınıfsal ve ulusal özellikler gelir. Etnisite, klan ve kabile tarzı oluşumların aşılması, soy farklılıklarının belirginleşmesi, çıkar kümeleri olarak bilince çıkarılması halinde olgusallık kazanır. Klan ve biraz daha gelişmiş biçimi olarak kabileler halinde yaşam, insan türünün en büyük zaman dilimini teşkil etmiştir. Gezgin halde pek farklılaşmamış grupların pratiğinde soy bilinci zayıftır. Buna yol açacak çelişkiler henüz gelişmemiştir. Neolitik dönemden önceki uzun paleolitik devirlerde yaşam biçiminin klan tarzını geçmediği tahmin edilmektedir. Kabilelerin etnik yapı haline gelebilmesi için çıkar bağıyla bağlı olduğu alanları ve bu alanlar üzerinde örgütlenerek belli bir aidiyet kazanmayı gerektirir. Ortak üretim ve dil grupları giderek daha çok birbirine bağlar. Dış saldırılar, kıtlık gibi etkenler birliklerinin önemini her geçen gün daha çok açıklar. Bu yönlü gelişmeler yönetim ve savunmaya olan ihtiyacı daha da artırır. Toplumsal hiyerarşi, cinsiyet tahakkümü ataerkilliği doğurur. 

Bütün bu gelişmeler etnisite dediğimiz soy biçimini netleştirir. Yerellik ve zamansallık, toplumsal kültür dediğimiz tüm birikimleri farklılaştırarak karşılıklı savunma ve sentezlere zorlar. Bazı soyların öne çıkması, aralarında da hiyerarşinin kurulmasına yol açar. Bundan etnik veya aşiret federasyonları doğar. Süreç hızlanarak konfederasyon, oradan koşullar elverişli ise ve çözülme geriye değil ileriye doğruysa devletleşme ve sınıfsallaşma gelişir. Neolitik üretim biçiminde bu süreçlerin yaşandığı hem çokça gözlemlenmekte, hem de belli bir rasyonalite ile tahmin edilmektedir. Aşiretlerin oluşum ve gelişim çağı, altın devri neolitik dönemdir. İlk tarımsal devrim, hayvanların evcilleştirilmesi ve köy düzenine geçiş aşiretsel düzenle iç içedir. Ataerkillik bu dönemin ileri aşamalarında gelişir. Başlangıçta evcil-ana düzeninin ağırlıkta olduğuna ilişkin güçlü veriler bulunmaktadır. Süreç evcil-analıkla başlarken, artan hiyerarşi ile birlikte ataerkillikle en şaşaalı dönemini yaşamaktadır.

Ana aşiretin bölünmesi, ortak dil ve kültür grupları olarak halk veya ‘kavim’ dediğimiz şekillenmeye yol açar. Kavim veya halk derken, aralarında gevşek ilişki bulunan, ortak bir dil ve kültüre az çok dayanan toplumsal grupları kast etmiş oluyoruz. Bu anlamda etnisite=halk=kavim bağlantısını kurmak doğrudur. İlk çağın ilerlemiş dönemleri ile, ortaçağın başlıca toplumsal kategorik ifadelerinden birisini teşkil eder. Soy gruplar birliği olarak ortaçağın doğuşunda büyük rol oynarlar. Germen boylarının Roma’yı, Arap boylarının Bizans ve Sasanileri, Türk ve Moğol boylarının İslam dünyasını istila etmeleri kavimsel niteliklerle de yakından bağlantılıdır. Kavimlerde toprağa yerleşiklik ve kültürel ayrışma daha da belirgindir. Hakim sınıf, aristokrasi ve serf köylülüğüdür. Şehirlilik bu genel kategoride yer almasına karşın, sınırlı bir bağımsızlığı ve kozmopolitizmi temsil eder. Şehir biraz da etnisite ve kavim bağlarından uzakta kalmış, sınıf ilişkisi daha belirgin, özerk bir ünite olarak görülmelidir. Feodalitede hakim ve mahkûm sınıf aynı etnisiteden olmakla birlikte, aralarındaki yabancılaşma oldukça gelişmiştir. Köleci sistemde efendi-köle ikilisinin aynı aşiretten olması nadirdir.

Sümer uygarlığının oluşumuna kadar –yaklaşık MÖ 3500- bu etnisite kültürünün ana merkezi Dicle-Fırat’ın dağlardan kopan eteklerinde büyük gelişme göstermiştir. En eski yerleşimlerin kalıntıları, halk kültürlerinde günümüzde bile yaşayan birçok öğe bu döneme tanıklık etmektedir. Özellikle M.Ö 6.000-4.000 dönemi kalıcı, kimlikli etnisiteye erişmek bakımından önemlidir. Kalkolitik -bakır taşı- çağlarda bütünleşen bu dönemde tarihin -uygarlığın- başlamasına yol açan tüm temel icatlar ve bilgiler üretilmiş gibidir. Temel sanat, din, hiyerarşi kurumları oluşmuştur. Aryenlerin en eski grubu olarak Hurriler -Ur: tepelik yer, yüksek yerler ahalisi-, kültürün doğuş merkezinde bugünkü Kürtlerin en eski ataları olarak belirmektedir. Bölgede aynı halk grubu olarak M.Ö 6.000’lerden beri faal bir yaşama sahip oldukları bilinmektedir. Kuruluş aşamasında Sümerlerle hem akraba hem de komşudurlar. Guti, Kassit, Lori, Nairi, Urartu, Med adları sırayla benzer kültürü paylaşan gruplara Sümer-Asur kaynaklı takılan adlardır. 

Aryen kültür dalgası M.Ö 9.000’lerde Anadolu, 6.000’lerde Kafkasya, Kuzey Afrika ve İran’a; M.Ö 5.000-4.000’lerde Çin, Güney Sibirya ve Avrupa içlerine kadar yayılmıştır. Bu tarihler tarım kültürünün dünya çapında yayıldığını göstermektedir. Kısmen fiziki olarak da yayılan Aryen göçmenler, M.Ö 3.000-2.000’lerde kıta yarımadalarına, Hindistan, İngiltere, Yunanistan, İtalya, İberik yarımadası ve Kuzey Avrupa’ya kadar sızmışlardır. Gelişmelere bağlı olarak M.Ö 2.000’lerde karşı bir hareket halinde Sümer uygarlığının zenginleştirdiği alanlara; Hindistan, İran, Anadolu ve Mısır’a yönelerek uygarlık süreçlerine katıldıkları tahmin edilmektedir. Son derece hareketli bir dönem yaşanmaktadır. Sümer uygarlığının çekiciliği bugünkü ABD gibi bir etkiyle etrafında ne kadar göçmen köy toplulukları varsa kendine çekmektedir. M.Ö 2.000’lerdeki büyük göç hareketleri etnisite tarihinin en kapsamlı yayılım dönemidir. Bu yayılmanın sonucunda Çin, Hint, Hellas, Anadolu, İran uygarlıklarının temeli atılır. Bir nevi Sümer izi üzerinde kentleşmenin -devlet- Mezopotamya’dan sonra ikinci büyük hamlesidir. Buna rağmen bu yıllarda uygarlık kentleri göçmen denizi içindeki adacıklar gibidir. Esas eylemde olan göçebelerdir. Üçüncü büyük göçmen hamlesi M.Ö 1.000’lere doğru başlar. Avrupa’dan, Kafkasya ve Orta Asya’dan güneyin uygarlık alanlarına akan göçler, ilk dönem uygarlık, hanedan-beylik düzenlerinin yerini almaya başlarlar. Yunanistan’da Dorlar, Anadolu’da Frigyalılar, Zağros-Toros düğümünde Medler, İtalya’da Etrüskler, bu hamlenin tanınan büyük etnik gruplarıdır. 

Bu gruplar M.Ö 1.000’lerden, Roma Devleti arasındaki uygarlıksal gelişmede büyük rol oynarlar. Grek, Frig, Urartu, Med, Etrüsk uygarlıkları hamlenin en önemli etnik grupları tarafından kurulan uygarlıklardır. 

Etnisite hareketi örgütlenme olarak hiyerarşik aşamayı geçmez. Bu sınırda ya içten ya da dıştan çözülmezse devletleşme sorunuyla karşılaşır. Sümer modeline benzer devletleşmeler, bu aşamaları başarıyla geçen gruplar için geçerlidir. Daha çok temasta oldukları uygarlık modellerini taklit ederler. Hiyerarşik yapının başka bir yapılanış potansiyeli yoktur. Bu durumda sınıflaşma yaşanır. Alt tabakalar kısmen eski hallerinde kırsal alanda, şehre yönelenler ise ya köleleşerek,  asker olarak, ya da yerleşik tabakalara katılarak sınıflı toplumu tamamlamaya çalışırlar. Etnisite sınıflı toplum için daima taze kan demektir. Köylülük kapitalizm için neyse, etnisite de eski uygarlıklar için benzer işlevi yerine getirir. Günümüzle genel bir benzerlik kurarsak, kapitalist yayılmaya karşı ulusal direniş ve akabinde kurulan ulusal devletin eski uygarlıklardaki karşılığı, etnik direniş ve beylikler halinde etnik tabana dayalı devletleşmelerdir.

. Etnisite, köle ve serflerin dayanakları olarak, işçi sınıflaşmasının aşılması, yeni toplumun yükseldiği zemin olarak, çöldeki ve ormandaki göçebe toplum olarak, özgür köylü ve ana varlıklı aile olarak, tüm tahriplere rağmen toplumun yaşayan ahlakı olarak varlığını hiç eksik etmedi. Sanıldığının aksine toplumun ilerletici motoru sadece dar sınıf mücadelesi değil, komünal toplumsal değerlerin büyük direnmesidir. Sınıf mücadelesini inkâr etmek doğru olmaz. O sadece tarihin dinamiklerinden biridir. Başat rol oynayan hep gezgin orman, dağ, çöl göçebesidir. Form olarak yaşadıkları etnisite –kabile, aşiret, halk- hareketleridir. Etnisitenin binlerce yıldır her tür amansız saldırılara ve doğal zorluklara dayanarak ayakta kalma gücüdür. Yarattıkları direnme kültürü, destanları, dilleri, saf soylu insani değerleri, ahlaklarıdır. 

Etnisitenin varoluş tarzını, eğer yenilmemişse, yarı-demokrasi olarak da tanımlayabiliriz. Buna bir de ‘ilkel’ sıfatını eklemek gerekir. Etnisite, ilkel demokrasidir. İçte komünal değerlere bağlılık, dışarıda tahakkümcü devlete direniş halk gruplarını demokratik, özgür ve eşit ilişkiler içinde bulunmaya zorlar. İlişkilerin bu karakteri olmadan direnişin anlamı kalmaz. Ortadoğu’da demokratikleşme tanımlanırken büyük bir yanlışlık yapılmaktadır. Sanki etnisite demokrasiye engelmiş gibi. Batı uygarlığındaki bireye dayalı demokrasi tek başına tanım belirleyemez. Demokrasiyi yalnız bireye dayandırmak, devlete dayandırmak kadar önemli yanlışlıklar içerir. Toplumda topluluk ve özgür birey çoğulcu demokrasinin gereğidir. Birbirine benzeyen birey ve topluluk anlayışı demokrasiler için ne gerekli ne de güvencedir. Farklılığın korunarak yeni bileşimlere erişilmesi demokrasilerin ayrıcalığıdır, temel özelliğidir. 

Sümer örneğine kadar tanımlamaya çalıştığımız toplumsal varoluşun hiyerarşi, sınıf, şehir ve devlet olgularının iç içeliğiyle çelişkili bir karaktere büründüğünü vurgulamıştık. Bu, ekonomiden zihniyete, örgülerine kadar farklı bir toplumdur. Devlet aletine bürünmüş ve sürekli şiddetle, savaşla düzen geliştiren bir klik ortaya çıkmıştır. Biriken iç ve dış zenginliklere el koymayı temel politik sanat haline getirmiştir. Ayrıca savaşı kutsayan bir zihniyet ve edebiyat yaratımıyla -mitoloji- bunun ezelden ebede bir tanrılar sistemi olduğuna dair ilgili tüm toplum kesimlerini inandırmayı esas almıştır. M.Ö 4.000-2.000’lere kadar saf haliyle yürüyen bu sisteme yönelik itirazlar ve direnmelerin boy verdiğini gözlemlemekteyiz. Başlangıçta kabile ileri gelenlerinden oluşan şehir meclisleri, demokratik duruşta ısrarlı davranmışlardır. Rahip-kral - askeri şef  kliğine karşı demokratik tarzdan kolay kolay vazgeçmemişlerdir. Yarı devlet-demokrasi karması bir sistemi uzun süre birlikte götürmüşlerdir. Süreç içinde gerek dışarıdan –Gılgameş Destanında en yakın yardımcı Enkidu, kadın yoluyla kazanılır. Kadının ilk ajanlık örneği- gerek içerden kabilelerden kopan, koparılan çok sayıda insan, daha elverişli, zengin şehir yaşamı içinde, yönetim içinde ya memur ya asker ya da çalışan köle olarak istihdam edilir. Bu gelişme kabilelere dayalı devlet-demokrasi dengesini şehir meclisi aleyhine bozar. Bu sürecin gelişimiyle birlikte tasfiye olurlar. Bu yönlü bir gelişmeye hemen hemen birçok yeni devlet oluşumlarında rastlanmaktadır. 

İçteki mücadele demokrasi güçlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Buna rağmen devlet içinde kabile dengesi hiçbir zaman tamamen tasfiye edilemez. Değişik oranlarda varlığını korur. Buna karşın devletli toplum sistemi dışarıdan büyük baskı altına alınır. Yerleşiklere karşı göçebelerin hareketinin devreye girişi söz konusudur. Helen-Roma literatüründe ‘barbar’ların hareketi olarak yoğunca işlenen bu hareketlere diyalektik bir bütünlük içinde bakmak büyük önem taşır. Yerleşik toplum olarak şehir içinde köle emeği, dışarıdan ise dengesiz ticaret ve baskıyla zenginliği sürekli artırmaktadır. Çelişkiyi kendisi yaratmaktadır. Tıpkı günümüzün emperyalizm-geri bırakılmış ülkeler kategorisi gibi. Barbarca saldıran göçebe değil şehirdir. Ne yazık ki, kavram düzenimizde şehir hakim olduğu için kendisini ‘medeni, uygar’, dışındakileri ise ‘bar bar diye bağıran’ vahşiler olarak sanmayı becerir. Meşrutiyetini sağlar. Şehre karşı göçebenin büyük hareketini günümüzün ulusal-demokratik hareketlerine benzetmek mümkündür. Göçebe toplumunun formu etnisitenin değişik aşamaları olduğu için, yarattıkları hareketler özünde demokratik direniş, duruş ve varoluş tarzı olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki, kimin kime saldırdığını özenle araştırmak gerekir. Daha güçlü zor ve sömürü araçlarına sahip olan şehir devleti –daha sonra imparatorluk- hep büyümeyi, yayılmayı esas almak durumunda olduğu için objektif olarak saldırgan konumundadır. Etnisitenin konumu ise, tersi olan savunma ve direnmeyle karakterize edilebilir. Diğer bir anlamda ilk köleleştirmeye karşı ilk özgürlük hareketi gibi bir süreç olarak değerlendirilebilir.

O halde tarihte demokrasi nerede diye bir soruya verilecek karşılık, öncelikle etnisitenin devlete, uygarlığa karşı kendi komünal özelliklerini korumak ve özgür tutmak için sağladığı duruş ve direniştedir denilebilir. Sosyologların bu gerçeği tespit edemeyişleri, şehir kültürünün içinden binlerce defa pişmişlikleriyle bağlantılıdır. Sanıldığından daha fazla bilimciler burjuvazinin modern rahipleridir. Kutsal kitaba bağlılık gibi şehir değerlerine bağlıdırlar.

Etnik toplulukları demokrasinin bir ayrıcalığı olarak değerlendirmek onun gerçek uygulanmasıyla olur. Devlet yönetimi eğer kendi kriterleri temelinde oy avcılığını demokratik yarış olarak bellerse, ortaya çıkacak sistem demagojidir. Etnik zenginliği demokrasinin şansı, olanağı olarak görmek önem taşır. Özgür bireyden daha çok demokrasiye hizmet edebilir.

Devlet yapılanması içinde savaşçı-iktidar gücünün başat olması kendini başlangıçta tanrı-krallar ve imparatorlar olarak somutlaştırır. Yoğunlaştıkça demos, halk öğesi ağırlığını yitirir. Sümer toplumunda Amorit kökenli Sargon, tarihte ilk imparator olarak geçer. Büyük bir iştahla dağlık alanların içlerine kadar hükmünü icra ettiğini belirtir. Ölüm sessizliğinde bağımlılığın sembolü gibidir. M.Ö 1350’lerde başlayan bu süreç tüm imparatorlukların izleyeceği yolu açar. Her yenisi daha öncekinin sınırların genişletir. Eğer Gılgameş krallıkların başlangıç sembolüyse, Sargon da imparatorların babasıdır. O halde komünal düzen aleyhine büyüyen bu sürece karşıt her duruşu demokratik birikim olarak değerlendirmek yerindedir. Etnik grupların tüm zorluklara dayanarak, açlığa, hastalıklara, saldırılara karşı koyarak çöllerin, dağ ve ormanların derinliklerinde yaşamayı başarmaları bile insanlık adına büyük bir demokratik birikimdir. Bu direnişler olmasaydı, kültür zenginliğini, çoğulculuğunu kimler ayakta tutabilirdi? Binlerce yıllık bu direniş abideleri olmasaydı, halk sanatlarını nasıl yaratabilirdik? Binlerce üretim araçlarını, sosyal kurumları, onuru, özgürlük tutkusunu, insan dayanışmasını nasıl sağlayabilirdik?

Akad hanedanlığından Babil, Asur kökenli hanedanlıklara geçtiğimizde, imparatorluk gücü daha da artar. Her gelen adeta rekor kırmak istercesine boyun eğdirmek çıtasını daha da yükseltir. İnsan kellelerinden kale ve surlar yapmayı iftiharla anlatırlar. Halk gruplarının tüm bu sınır tanımaz imha seferlerine karşı dağların, ormanların ve çöllerin derinliklerinde geçirdikleri tüm zamanları demokrasi tarihine yazmayıp da kimin adına yazacağız, ya da hiç bahsetmeyip yok mu sayacağız? Tarih böyle anlam bulabilir mi? Bulsa bile zorbalığın, gaspçılığın anlamlılığından öteye gidebilir mi? Küçük bir aşiret direnişinin bile ne kadar destanlara konu olduğunu anlamaya çalışırsak, göçebelerin, etnisitenin demokratik değerini daha iyi anlamış oluruz. Kapitalizmin içini boşalttığı sözde özgür bireye göre etnisite insanı doğru değerlendirilirse, kat be kat daha fazla demokratik gücü teşkil edecektir. Gerçek demokratik potansiyel Doğu toplumlarındadır. Sonuna kadar savaşçı–iktidar kültürünü özümsemiş Batı toplumunun demokratik potansiyelinin oldukça sınırlı olduğunu iyi bilmek gerekir. Varolan demokrasi de bin bir kayıtla bağlanmış burjuva sınıf ağırlıklı devlet örtüsü olarak demokrasidir. Kendi toplumlarımızı küçümsemek için uydurulan teori ve yaşam tarzları yüzünden, her halktan insanımızın muazzam demokrasi potansiyelini göremez olduk.

Aslında etnisitenin alt tabanıyla İslam ve Hıristiyanlığın kurtuluş arayan yoksul manastır, tarikat kesimleri farklı bir dünya ve yaşam peşindeydiler. Devlet ve hiyerarşinin baskı ve istismarından nefret ediyorlardı. Bu yüzden büyük hareketliliğe katılmışlardı. Beklentileri için en doğru yorum; tarikat, manastır ve eski doğal komünal yaşamın bir sentezi olarak hümanist evrensel demokrasiydi. Hıristiyanlığın ortaçağa katkısı sınırlıdır. Engizisyonuyla daha çok yeni doğuşu engellemek istemiştir. Geçmişten gelen olumlu kanalları -Heretikler (mezhep), cadılar (özgür kadın kalıntıları), simyacılar (bilim öncüleri)- ateşle yakarak kurutmaya çalışırken, etnisitenin taze anılarına dayanan doğal yaşama yatkınlık eğilimi ve Protestanlıkla kendi iradesi kırılacak ve yeni uygarlığın zihniyet ve iradesi daha açık ve güçlü hale gelecektir. Protestanlıkla dinde çoktan kemikleşmiş tutuculuk aşılırken, etnisitenin kültürüne dayalı olarak da uluslaşmanın önü açılacaktır. Dönemin evrensel zihni ve yüreği diyebileceğimiz Hz. Mevlana vb. her iki dinde çoktur. “Yetmiş iki milletten olsan da gel. Geçmişten ne günahın varsa yine de gel” diye özetleyebileceğimiz yaklaşımı son derece evrensel bir demokratizmi  içermektedir. Ortaçağın demokrasi ve evrensellik akımını seslendirmektedir. 

Dönemin çok yaygın manastır, tasavvuf akımlarına bu çerçevede yaklaşmak ufuk açıcıdır. Etnisite ve dinin üst tabakası feodal devlet gücü haline gelirken, yoksul alt kesimleri çok geniş alanlara yayılmış manastır –İslam’daki karşılığı tarikat ocakları- ve dergâhlarda komünal düzen gücü halinde yaşamaktadır. Bu, sınıfsal anlamı derin olan bir bölünmedir. Bir anlamda ortaçağa özgü savaşçı-iktidar gücüyle -kendine dayalı işbirlikçi kesimlerle birlikte- demokratik-komünal halk arasındaki ayrışma ve mücadeledir. İslam dünyasındaki Batıni-Sünni ve Hıristiyanlık’taki Katolik-Heretik çelişkisi bu gerçeği yansıtmaktadır. Kavimler bünyesinde benzer ayrışmalar görmekteyiz. Selçuklu-Osmanlı-Türkmen; Arap halifeler-hariciler vb. çelişkiler, aynı kavim içindeki sınıfsal çelişki ve kavgayı yansıtmaktadır. Yoksul hareketlerinden bazıları ileri düzeyde siyasallaşmayı becerdiler. Karmatiler, Haşhaşinler, Fatimiler, Aleviler, yoksul halk kesimlerinin sınıfsal ayrışmaya tepki ifadeleridir. Ortaçağın ilkel demokrasi örnekleridir. Fakat toplumsal sisteme hakim saltanat anlayışı bu hareketlerde daha ileri bir demokratik oluşuma imkân vermeyecektir. Dıştan baskılar, içten yozlaşmalarla erkenden tasfiye olup etkinliklerini yitireceklerdir. Avrupa’da ve Orta Asya’da kalıcı etkiler yaratan bir nevi manastır kültürü diyebileceğimiz oluşumlar daha uzun süreli yaşamayı bildiler. Manastırlar bilim ve üretim tekniklerinde de önemli roller oynadılar. Bilim ve hayatın öz gücüydüler. Ortaçağ üniversite ve medreselerinin doğuşu manastır ve dergâh çalışmalarıyla yakından bağlantılıdır. 

Devletin dıştan hala doğal toplum özelliklerini taşıyan ve ‘barbar’ denilen kabilelerin direnmeleri ve saldırmaları sonucu güçten iyice düştüklerini bilmekteyiz. Köleci uygarlık merkezleri olarak doğuda Çin, Hint ve İran, batıda Roma İmparatorlukları; kuzeyde Germenler, Hunlar ve İskitler, güneyde Araplar ve Berberiler başta olmak üzere, çeşitli adlar altındaki çeşitli kabile ve kavimlerin direnme ve saldırılarıyla eski biçimde varlıklarını sürdüremez duruma sokulmuşlardır. Bu gruplara ‘barbar’ demek köleci bir literatür gereğidir. Özünde özgürlüğe ve eşitliğe daha yakın gelişmeleri yaratan temel devrimci güçler olarak adlandırmak daha gerçekçidir. Kabile ve kavim şeflerinin köleci efendilere özenmelerini esas kitleden ayrı değerlendirmek büyük önem taşır. İçerden ise Hıristiyanlık, Manizm ve İslam başta olmak üzere, ağırlıklı olarak yoksullara ve özgürlüğe koşanlara dayanan dinsel gnostik akımlar köleci toplum sisteminin dibini oyup sürdürülemezliğini sağlamışlardır. Bu hareketlerin bilinçli bir özgürlük-eşitlik akımına dayandığını söylemek zorsa da, özünde kölecilikten kurtulmak istedikleri kesindir. Kurtuluş ve kurtarıcı en gözde kavramlardır. Hz. İsa’nın diğer adı ‘Mesih-Kurtarıcı’dır. Mani’nin kendisin tam bir barış, çok renklilik havarisidir. İslamiyet kelime olarak ‘Barışa teslim’ anlamına gelmektedir. Sistemin çözülüşünde rol oynayan temel talepler barış ve kurtuluş olmaktadır. Formüle ediş tarzlarının dini olması dönemin zihniyet yapısından ötürü kaçınılmazdır. Bu yüzden sınırlı kurtuluşa ve barışa yol açmaları anlaşılır bir husustur.

Demokratik duruş ve komün özellikleri açısından her iki hareket yine de insanlık tarihinde özgürlük ve adalete doğru küçümsenmemesi gereken adımlardır.

İlk çağ ve klasik dönem köleciliğine karşı binlerce yıllık bir direniş geleneği, zihniyet, politika, sosyal ve ekonomik alanda önemli kazanımlar sağlamıştır. Yazılı tarih her ne kadar bu kazanımları ayrıştırmasa da, gerçekliğinden kuşku duyulamaz. İnsanlık kültürü büyük ölçüde bu iki direniş kanalından beslenmiştir. Tüm sanatların başta gelen konuları olmuşlardır. Mabetsel anıtları tüm görkemiyle günümüze kadar gelmişlerdir. Toplumsal ahlaktan kırıntılar kalmışsa, yine bu gelenekten ötürüdür. Ölümsüz destanlar, azizler, evliyalar menkıbeleri büyük insanlık duruşlarını yansıtırlar. On yıllarca inzivaya çekilen, zindanda çürüyen, çarmıhlara gerilen, bir dilim ekmek, zeytin, üzüm ve hurmayla kendini terbiye eden, insan acısını duyan, bilgeliğe en yüce değeri veren bu geleneklerdir. Bireyciliğe değil, komün yaşamına, manastır düzenine, bilgi birikimine, sanat ve zanaatın gelişimine tam bir okul değeri veren yine bu geleneklerdir. Savaşçı-iktidar kliğinin öldürmekten ve ölmekten başka bir şans tanımadığı insanlığa barışı düşündürten, insan onurunu koruyan, yardımlaşmayı esas alan, kardeşliğe vurgu yapan, evrenselliğe açılım sağlayan yine bu soylu gelenek kanallarıdır. Sınıflı toplumu getirememişlerdir. Hakim toplumsal sistemin içinde çoğunlukla erimekten de kurtulamamışlardır. Kendileri de bazen eski efendileri kadar hiyerarşik ve devletçi kesilmişlerdir. Fakat insanca değerlerden günümüze bir şeyler kalmışsa, bu hareketlerin bundaki payını düşünmek gerçeğe hakkını vermekle eştir. Günümüzdeki demokratik duruş, özgürlük-eşitlik, doğal çevre arayışı, insan hakları, kültürel kimlikler iki büyük geleneğin katkısı düşünülmeden izah edilemezler. En az çağdaş bireysellik kadar demokrasi için vazgeçilmez bir zemin olan kamusal alan bu iki büyük hareketin başta gelen mirası olarak düşünülürse, geleneğin olumlu etkisi daha gerçekçi ve çözümleyici olarak anlaşılacaktır. 

Demokratik duruş ve komünalizmin taslağını verdiğimiz çerçeve anlatımı bile Roma imparatorluk toplumunu daha iyi anlamamıza imkân vermektedir. Tüm öncülleri gibi Roma da, içinden gelen sosyal-komünal hareketle, kuzeyinden gelen etnik, doğal topluma yatkın toplulukların savunma-saldırı hareketliliğiyle birkaç yüz yıllık süren dönemin sonunda çözülecektir. Roma’nın çözülüşü ve bir parçasının M.S 4. yüzyıl sonlarında yıkılışı, etnisiteyle dinsel komünlüğün aralarındaki ilişkinin dolaylı da olsa birleşik zaferidir. Halkların ve komünal düzenin karmaşık da olsa büyük zaferidir. Şüphesiz devletçi zihniyet ve kült yıkılmadı. Kartopu gibi parçalansa da, erimeden varlığını birçok alanda yeniden oluşturmaktan bir an bile geri durmadı. Bir kez daha görüyoruz ki, savaşçı-iktidar uzun süreli parçalanmayı kaldıramaz. Zincirin halkaları gibi parçaları ekleyerek, halkalarını çoğaltarak devam edecektir. Doğuda Bizans’la, Avrupa’nın bakir topraklarında Frank, Şarlman ve Kutsal Roma İmparatorluğu varlığını yeni formlar altında sürdürecektir.

Dönemin Hıristiyanlık dini aslında reel sosyalizmden kat be kat yoksulların hareketiydi. Komünal bir düzeni büyük bir duyarlılıkla sürdürdü. Manastırlar gerçek komünist kuruluşlardı. Roma’ya karşı üç yüz yıl direndiler. Büyük Konstantin’le M.S 312’de içten uzlaşarak eklemlendiler. Yoksul tabanı ise, Ariusçuluk  başta olmak üzere direnmeye devam etti. Günümüzün ulusal kurtuluş hareketlerine benzeyen barbar göçmenlerin, özellikle Cermen, Hun kökenli etnisitenin yüz yıllarca süren direnme ve saldırıları da üst tabakanın Romalaşmasıyla eklemlenmeyi hızlandırdı. Roma İmparatorluğu böylelikle bir yandan büyür, yeni müttefiklerle güçlenir gibi görünürken, aslında -özünde- küçülüyor ve dağılıyordu. Gelişmeler giderek bu süreci açığa vuracaktı. Roma, Roma’yı yapan değerleri yitirdiği, halkların taleplerine cevap veremediği için çözülüp gerilemiş ve parçalanmıştır. 

Roma’yı, esas olarak dışarıdan Aryen kültür kökenli Germen boyları çökertti. Orta Asya’dan gelen Hunlar, yine onlarca yıl bu yapıyı sarsıp durdu. Etnisitenin gücünü hesaba katmadan, Roma’yı ve büyük savaş makinesini işlemez duruma getirmek düşünülemez. Barbar saldırıları altında Roma uygarlığının hazin çöküşü demek, demokratik toplumcuların dili olamayacağı gibi gerçeğin dili de olamaz. İmparatorlar zincirini gözler önüne getirdiğimizde, savaşçı-iktidar gücünün korkunçluğunu daha iyi anlarız. Barbarların -özünde halk özgürlük güçlerinin- bu gücü yıkması en büyük özgürlük adımlarından biri olarak anlaşılmaktan hiçbir itiraz bizi alıkoyamaz. 

Roma’nın çözülüş gerçeğinde bir kez daha doğrulanan, tarihin esas olarak şiddet-savaşı siyaset, sosyal, ekonomik ve moral yapısının kaynağı haline getirenlerle, demokratik duruş ve özgür-eşit komünal yaşamda ısrar eden ve direnenler arasındaki savaşımla belirlendiğidir. ‘Barış ve istikrar’ denen düzenin altında bu sürekli savaş durumunun yattığı göz ardı edilmediğinde, toplumsal gerçeklik daha iyi anlaşılmış olur. 

İslam’da ve Hıristiyanlıkta Roma ve Perslerden devralınan ve kar-nar topu olarak benzettiğimiz savaşçı-iktidar gücü, Ortaçağ feodalizminde dini elbiselere bürünerek kendini kalıcı kılarken, iddia ettiğinin tersine, Roma ve Pers İmparatorluklarını zulüm ve talanda çok geride bırakan niteliklere sahipler. Buna karşın hiyerarşileri tarafından kendilerine ihanet de edilse, geride ve altta bırakılan yoksul etnisite, manastır ve sapkın mezhep-tarikat hareketleri sanıldığından daha fazla demokratik, komünal ruhlu toplum ve halk gerçekliğini temsil eder, nitelerler. Günümüzü anlamak için daha önceki çağlar kadar Ortaçağ gerçekliğini binlerce yıldır egemenler tarafından takılan at gözlükleri ve teneke yüreklerle değil, bu tanımlamalar bağlamında anlamak, duymak, özgürlük ruhu ve bilinci için büyük önem taşır. Ruhunda ve bilincinde tarihi doğru yaşamayanlar hiçbir özgürlük ve eşitlik iddiasında bulunamazlar. Demokrat olamazlar.

Demokratik var oluşun tarih içindeki gelişim süreci, çözümlememizin temel amaçlarından biridir. Doğru bir demokratikleşme mücadelesi, doğru bir tarih anlayışıyla mümkündür.

Demokratik gelenekler evrenseldir. Onlar zincirin halkaları gibidir. Bizi geçmişin en eski zamanına ve mekânın en kuytu alanlarına bağlarlar. Yalnız değiliz. Tarih ve alanlar her sistemden çok bizim olması gereken demokrasiyledir. Bize düşen öncelikli görev, bilme sürecindeki kaybı önlemek, politik aracı doğru seçmek ve toplumsal ahlaka dönmektir. Bütün bu anlatılanlar ‘bilmeye’ ilişkindir. Politik araç en çok üzerinde durmamız gereken konudur. Ona özcesi devlet olmayan demokrasi diyoruz. Yani dahi Lenin’in bile düştüğü devletli, hatta diktatörlü demokrasi hatasına, gafletine düşmüyoruz. Bu yaklaşım anarşistçe bir otoritesizlik, düzensizlik değildir. Anlamlı, gönülden onaylı, aydınlatılmış halk düzeninin otoritesidir. Bürokrasiye boğulmamış, her yıl memur yöneticilerini seçen, seçtiği gibi geri çeken halkların demokrasisidir. 

Ünlü Atina demokrasisini hatırlamadan geçemeyiz. Bir yandan krallık Isparta’sıyla demokrasili Atina Grek yarımadasında üstünlük kurmak için çatışıyorlar. Diğer yandan dönemin Roma'sı ile Med ve Pers İmparatorluğunun istilasını durdurmak istiyorlar. 

Küçücük Atina sitesi bu iki ünlü düşmanını tüm M.Ö 5. yüzyıl boyunca kendi öz silahı demokrasiyle yendi. Hiç de düzenli kalıcı ordu ve devlete başvurmadan, gönüllü milisleri ve yıllık görevleri için seçilmiş komutanlarıyla bunu başardı. Uygulanan demokrasi de halk demokrasisi değil, köleci sınıf demokrasisiydi. Yine de tarihin en anlamlı dönemlerinden birine, M.Ö 5. yüzyıla Atina damgasını vurdu. Tüm zulüm düzenlerini, en büyük düşmanlarını halklar demokrasileriyle vurmuşlardır. En refahlı dönemlerini demokrasileriyle yaratmışlardır. Amerikalıların demokrasileri olmasaydı, güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunu hizaya getiremezlerdi. İngilizlerin halk demokrasisi olmasaydı, azgın Norman kral soyunu deviremez ve günümüzde bile örnek İngiliz demokratik sistemi yaratılamazdı. Fransızların büyük demos’u olmasaydı, büyük devrimleri ve cihana nam salan ve örnek olan cumhuriyet rejimleri kurulamazdı. Demek ki demokrasi en üretken rejim oluyor. Siyasal rejim ne kadar demokratikse, o kadar ekonomik refah, sosyal barış aynı gerçeğin tamamlayıcı kısmıdır. Çok iyi bilinir: Demokrasiler özünü yitirip demagogların elinde halkı avlama aracı olunca, önce rejim, sonra refah çökmeye başlar. Arkasından tutuculuk, faşizm, savaş ve yıkım gelir. Sosyal bilimler biraz daha dürüst davransaydı, görecektik ki, tarih ve toplum ezici biçimde demokratik duruşla var oluyor. Bu duruş kesildiğinde aslında tarih duruyor. Ya da lanetli dediğimiz bölümü devreye giriyor.

Kendi halkımız olan Aryen kökenli öz halkı Huriler, bizzat Sümerlerin değerlendirmesiyle Kurtiler -Kur=dağ, ti bağlama eki-, dağ halkı olarak değerlendirilir. Sümer devletinin doğuşundan beri direniş halindedirler. Gutiler, Kassitler, Nairiler verilen çeşitli adlardır. Urartu ve Medya yarı devletleri Asur imparatorlarına karşı tarihin en soylu direnişini verirler. Tarihin en amansız bu imparatorluğunu 300 yıllık direniş savaşlarından sonra yenmek, Asur halkı da dahil, tüm halkların bayramı olarak iz bırakmıştır. Bu direniş demokrasi kültürüne yazılmayacak da nereye yazılacak? Atinalı Thesseus söylencesinde adı geçen Medya bu direnişin anısıdır aslında. Tarihte çokça övülen Atina demokrasisi bile talihsiz Medya’dan boşuna bahsetmez. Atinalılar demokrasiyi yaşarken, Medlerle  yakınlık içinde olmayı temel güvencesi sayıyorlardı. Heredot Tarihinde en çok işlenen konu Medlerdir. Şunu açıkça belirtmek gerekir: Medler Ortadoğu halklarının büyük direniş geleneğini Atina'ya taşımakla belki de henüz fark edilemeyen demokrasi tarihinin en önemli katkısını yapmışlardır. Büyük İskender boşuna Medya halklarıyla akrabalık kurmaz. Helen tarihindeki yerini iyi bilmekte ve örnek almaktadır. İskender bir imparatordur. Doğu uygarlığı üzerinden silindir gibi geçmiştir. Ama bu kültürden etkilenerek gururla yaşamayı da bilir. Birleştirdiği Doğu-Batı kültürel sentezi Hıristiyanlığa, Hıristiyanlık ise Batı uygarlığına en büyük katkıyı yapacaktır. Demek ki imparatorluk kanalları sadece savaşçı–iktidar gücüne hizmet etmiyor. Halkların direniş kültürleri de bu kanallardan sızıyor. Halkların demokrasi tarihini yazıyor. 

M.S 13. ve 14. yüzyıllardan itibaren Doğu toplumlarının olumlu mirasından gerekli olan ne varsa almayı başaran –bunda manastır hareketi belirleyicidir- Avrupa Ortaçağ uygarlığı, tazeliğinin de yaratıcılığıyla hızlanan adımlarla Rönesans’ı hazırlamak durumundadır. Klasik biçimiyle feodalizmin uzun sürmemesini daha yakından anlamak önemlidir. Sınıflı toplum ilkçağ köleliğiyle en uzun süreyi –M.Ö 4.000-M.S 500- yaşamakla bu potansiyelini önemli oranda açığa çıkartmıştı. Ortaya çıkarabileceklerini sergilemişti. Feodal sınıflaşmanın bu sürece katkısı sınırlı olmuşsa, bunda potansiyelin zayıflığı rol oynar. Toplumsal sisteme fazla katkıyı yapabilecek durumda değildir. Zaten hem etnik, hem dini hareketin amacı bu sistemin köklü aşılmasını gerektiriyordu. Hiyerarşilerin imparatorluk öykünmeleri esas amaç değildi. Bir nevi dinin sosyal, etnisitenin kavimsel devrimini istismar ederek, yeni savaşçı-iktidara ulaşmışlardı. Yoksul kitlelerin direniş bayrağında Fransız Devriminden çok önce ‘eşitlik, kardeşlik ve barış’ yazılıydı. Bin yıllık tanrısal saltanat altında bunlar yaşanacaktı. ‘Mahşer ve cennet’le ütopyaları ebedileşecekti. Entrika ve zorbalıkla talan sanatında uzun geleneklerinde ustalaşan hiyerarşi, aldatarak, bastırarak bildiğini okuyacak ve yapacaktı. 

 Batı Avrupa’da sürecin uzun sürmemesinde manastırın gerçek aydınlanma gücüyle- İslam’da bu güç fazlasıyla saltanatın etkisinde kalmıştır- etnisitenin -özellikle Germenlerde- hala taze olan doğal toplum ruhunun önemli rolü vardır. Bu iki güç tarihin tüm aşamalarında olduğu gibi bilincin ve iradenin özgürlüğünü devam ettiriyorlardı. Bilim ve özgürlük bayrağını Batı Avrupa’nın mümbit topraklarında büyük bir merak ve heyecanla dalgalandırıyorlardı. Ne Roma imparatorluk kopyası Ortaçağ prens ve kralları, ne de ruhları haline gelen resmi kilise engizisyonları önlerini kesmeye yeterliydi. Büyük düşünce ve özgür ruhlu insanlara sahip olduğu için, bu yaratılış dönemine saygılı ve duyarlı yaklaşmak, günümüz Batı uygarlık gerçeğini öğrenmek açısından son derece önemlidir. Yaratılan değerler en az neolitik-köy-tarım devrimiyle şehir-uygarlık devimindekiler kadar anlamlıdır. Doğuda sönmeye yüz tutan yaratıcı bilinç ve özgürlük ruhumuzun devam etmesidir. Avrupalı insanın elinde büyütülen bilinç ve özgürlük, binlerce yıl taşıdığımız, öncülük ettiğimiz bilgelik ve doğal toplum ruhumuzdur. Yabancı değil, bizim olan bir gerçekliktir.

Hiçbir kapitalist sınıf kitabında, ne İngiliz-Amerikan ne de Fransız Devrimine ilişkin bir düşünce, teori ve programı yazılmaz. Bu devrimlerde rol oynayanlar kendilerini burjuva sınıfının temsilcisi olarak ilan etmemişlerdir. Katılan kitleler çoğunlukla yoksuldular ve özgürlük-eşitlik taleplerini öne çıkarıyorlardı. Daha önceki Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma hareketini burjuva sınıfının esas aldığını iddia etmek büyük abartmadır. Sınıf olarak burjuvazi yükselirken -tüm çabası olarak-, kâra dayalı sermaye birikiminden başka bir şey düşünmüyordu. Şüphesiz kâra giden yolun devlet erkiyle bağının bilincindeydi. İktidarı etkilemek ve ele geçirmek için çaba içindeydi. Ama elinde bir devrim teorisi ve pratiği bile özel anlamda yoktu. Devrimlerin temelinde objektif koşullar tarihin uzun bir evriminin ürünüydü. Sübjektif öğeler olarak düşünürler ve siyasal aktivistlerin özel bir burjuva devrim programı, hatta partileri yoktu. Eğilim halindeydiler. Bazı zenginlerden himaye görüyorlardı, çoğunluğu da feodal karakterli, bilim ve sanata ilgisi olan zenginlerdi. Öne çıkarılan talepler genelde hümanist, özgür ve eşit bir dünya özlemiydi. 

Yazılan tüm ütopyalar kapitalizme zıttı. O halde nasıl oldu da bu düşünürler ve militanlar burjuva sayıldı, devrimler de burjuva devrimleri oldu? Süreç içinde yeni sınıf olarak hakim olmak isteyen her gücün yaptığını yaparak, iktidarı ya tamamen ya kısmen ele geçirerek bunu başardığını biliyoruz. Tüm hiyerarşik ve devletçi güçlerin ‘politika’ denilen sanatın gereklerine dayanarak binlerce kez iktidara gelip düştüğünü, ama bu gaspın ve sömürü için çok elverişli aracın kesintisiz varlığını sürdürdüğünü, en son yükselen benzer gücün de başka türlü davranmayacağını iyi bilmek gerekir. Devrimlerin tümü halkların eseridir. Zaman zaman halkların eylemine eski veya hiyerarşik-devletçi güçler de katılır. Özellikle devrimin zafer günlerinde çok akıllı ve girişkendirler. Ezilenlerin taleplerini istismar etmede ustadırlar. Bütün devrimlerde ister başarılı olsun ister olmasın, benzer çabalar hiç eksik olmaz. Örneğin Hz. İsa eylemini düşünürken, Bizans İmparatorluğu kurulsun diye düşünmüyordu. Özde de imparatorluk kültüne karşıydı. Ama yol açtığı hareket en entrikacı imparatorlara sahne olan bu devlet formuna alet olmaktan kurtulamadı. Hz. Muhammed düşünce ve eylemi ile devirdiği Mekke aristokrasinin hem de Ehlibeyt’ini imha ederek imparatorluk kurmasına -Emevilere- alet olmaktan kurtulamadı. Hiç kimse Hz. Muhammed’in feodal bir imparatorluk planladığını iddia edemez. Benzer yüzlerce örnek gösterilebilir. Denilebilir ki, “O halde hakların başarılı olduğu hiçbir devrim yoktur”. Bu olgunun farklı çözümlenmesi gerekmektedir. Ne halkların çabası boşa gitmiştir, ne de iktidar sorunu çözümlenmiştir. Esas amacı bu kördüğümü kırmaktır. Çıkarılması gereken en önemli bir ders de, tahakküm ideolojisinin delinmesi en sert toplumsal zırh olduğunu bilmektir. 

Avrupa ortaçağına M.S 5.-15. yüzyıllarında girişte, arkasında taslağını çizmeye çalıştığımız böylesine bir tarih yatmaktadır. Bu tarih olmadan, Avrupa’nın değil uygarlık yaratmak, ‘sıfır’ bile öğrenemeyeceğini anlamak gerekir. Feodal kuluçka döneminde uzun süre yattıktan sonra tüm gücüyle bilme, yeni zihniyet kazanma çabasına girmesi, bu tarih düşünülmeden hayale bile getirilemez. Avrupa’nın daha sonra hakkıyla yöneldiği bilim ve tarih ona gerekli olan gücü verecektir. Bu iki güçle doğru tarih ve bilme yöntemiyle layıkıyla uygarlıkta büyük bir aşama yaratılacaktır.

Kapitalist sistemin iyice içini boşaltıp primatlara dönüştürdüğü bireye bakıp, komünal ve demokratik duruşu göz ardı edemeyiz. En ilkel haliyle bile, birey, toplumun komünal düzeyi olmadan kendi başına bir gün bile yaşayamaz. Toplum inkârcılığına dayalı her tür beyin yıkama operasyonları bu gerçeğin önemini yitirtse de, temel toplumsal olgu budur. Bu duruş komünal ve demokratik niteliktedir. Hiçbir bireysellik ilgili toplumla bağı olmadan fazla yaşama şahsına sahip değildir. Halklar gerçeğini bütün boyutlarıyla tanıtlamadan, güncel kaostan çıkış yapma hesapları tutmaz. Önemle belirtiyorum: 20. yüzyılda kapitalist sistem -özellikle devlet yapısı- üç mezhep türetmesine -sosyal demokrat, reel sosyalist ve ulusal kurtuluş- dayanmasaydı, günümüz krizini bile görmeyebilirdi. Üç mezhebin temel özelliği, halklara umut vererek iktidara gelmeleriydi. Tam 150 yıldan -1848 devrimlerinden- beri önce devleti ele geçireceğiz, sonra herkes hak ettiğini alacaktır! Sanki devlet katları bitmez tükenmez -cenneti hatırlatıyor- yaşam kaynaklarıyla doluymuş gibi bir umut programı haline getiriliyor. Partiler kurulup savaşlar veriliyor. Sonra kazanırsa, gerisi devlet imkânları denilen toplumdan aktarılan değerleri kendi yandaşlarına paylaştırıyor. Sıra toplumun geniş yığınlarına gelince bir şey kalmıyor. Eski tas eski hamam. Kazanmazsa savaşa devam. 

Mezheplerin bu çağdaş biçimleri bile attıkları her adımı halk adına kutsamadan edemiyorlardı. Halk bütün 20. yüzyıl boyunca devredeydi. Ama hakim sistem paradigması aşılamadığı için, o müthiş yiğitlikleri, fedakârlıkları, acıları ve sevinçleriyle sisteme taşınmaktan kurtulamadı. Tarihin en derinliklerine indiğimizde de benzer durumların yaşandığını gördük. 

20. yüzyılın dahi devrimcisi Lenin “Demokrasi dışında sosyalizme giden yol yoktur” derken temel doğruyu söylüyordu. Ama o bile, başa iktidar hastalığı bulaşınca, en kestirmeden -hiç demokrasi deneyimi yaşamadan- sosyalizme gidilebileceğine inandı. Dayandığı iktidarın 70 yıl sonra da olsa en çapul kapitalizme götüreceğini herhalde düşünmüyordu. Muazzam Sovyet birikimleri -milyonlarca insanın bu uğurda en büyük fedakârlık ve şahadeti, binlerce en kaliteli aydının feda edilmesi- bir iktidar hastalığı uğruna güya yenmek için uğraştıkları sistemin değirmenine su taşımaktan öteye gidemedi.

 Son 150 yıllık sosyalizm çabalarının iflas etmesinde, devlet yaklaşımları belirleyici rol oynar. Milyonlarca kahramanın ölümü, emek çabaları bu ideolojik ve siyasi körlükten ötürü sonunda emperyalizme hizmet etmekten kurtulamamıştır. Birçok ezilen ulus ve sınıf hareketi bu tür yaklaşımların kurbanı olmuştur. 300 yıllık Roma İmparatorluğuna direnen yoksulların hareketi, Hıristiyanlık devlete yöneldiğinde yozlaşıp engizisyona kadar gitmekten kurtulamamıştır. Zerdüşt’ten Mani’ye, Nuh’tan İbrahim ve Muhammet’e kadar çözüm araçları, Sümer rahip devletine doğru koştukça, kurtarmak iddiasında oldukları insanlığı aslanlara yedirmekten öteye gidememişlerdir. Bu yaklaşım, Leninist tarzı bir emperyalist devlet yıkıcılığı ve proleter diktatörlük kuruculuğuna götürmüştür. Leninizm’in düştüğü durum da aynıdır. Maoizm ve benzerleri de aynı geleneği paylaşırlar.

20. yüzyılın bu büyük deneyiminden -Büyük Ekim Devrimi- çıkarılabilecek ders, kapitalizme karşı kalıcı, ilkeli çözümlerin ancak halkların demokratik duruşlarını kapsamlı demokratik sistemlere dönüştürmekle sağlanabileceğidir. Demokratikleşmeyi ve demokrasiyi devletleşme hastalığından kurtarmadıkça da demokratik sisteme erişilemez. Çözüm tarzımızı daha yakından tanımak için yine tarihe bakmalıyız. En eskiden başlayalım. Son köleci Roma İmparatorluğunu çözen, dıştan barbar denilen komünal düzenli, devleti tanımayan halklardı. İçten yine manastır komünal düzeni Roma'yı kemirmişti. O korkunç kölelik makinesini bu güçler çözmüştü. Bunlar sonuna kadar komünal ve demokratik güçlerdi. Fakat şefleri onları iktidar kalıntılarıyla aldattı. Geliştirilebilecek bir demokratik Avrupa yerine, feodal despot devlet ve devletçiklere dayalı bir Avrupa’ya götürdüler. Benzeri hareketler köleliğin aşıldığı her alanda ortaya çıktı. Rönesans’la Ortaçağ feodalizminden çıkılırken, her tarafta demokrasi adacıkları kentler yükseliyordu. Kentler demokrasisi gelişiyordu. Demokratik bir Avrupa artık tarihin gündemindeydi. Büyük Fransız Devrimi (1789), daha önceki İngiliz (1640), Amerikan (1776) Devrimleri ve İspanya’da ve birçok Avrupa ülkesinde 16. yüzyıldan beri komünarlar da demokrasinin gür sesiydiler. Fakat tarihin o hep hileli, azgın zor aleti savaşçı-iktidar gücü, eski olsun yeni olsun baskılı sistem için çalıştı. Kimini yanına çekti, kimini ezdi. Saf demokratik güçleri kendi tarihsel anaforunda yuttu. Adeta büyüyen kanser uru gibi bu savaşçı-iktidar gücü 19. ve 20. yüzyılın savaşlarıyla beslene beslene en insanlık dışı rejimleri, ırkçı faşizm ve totalitarizmi en büyük bela haline getirdikten sonra, günümüzün tarihteki en büyük kaos’una dönüştü, düştü. 

O halde eğer tarih bir anlamıyla geçmişten ders almak içinse, önümüzdeki güncel kriz-kaos durumundan halkların lehine kalıcı, köklü ve ilkeli çözüm üretmeliyiz. Hiçbir görev bundan daha anlamlı, hiçbir çaba bundan daha kutsal olamaz. Kaybettiren temel noktanın halkların komünal ve demokratik duruşunu esas almamaktan geçtiği kanısındayım. Ne kadar toplum analizleri yapılsa, strateji ve taktikler oluşturulup örgüt ve eylemler konulsa da, hatta zaferler kazanılsa da, varılacak nokta yine sistemle en kötüsünden buluşmadır.
***

2 yorum:

Adsız dedi ki...

güzel bir yazı fakat kopukluklar var

Adsız dedi ki...

güzel bir yazı yalnız arada bazı kopukluklar var