İnsan zihniyetindeki esneklik en gelişkin
düzeyde olup, araştırmalarımızın anlamlı olma şansını en çok etkileme
durumundadır. İnsan zihniyetinin doğasını tanımadan, yöntem ve hakikat
ideaları havada kalır.
İnsan
zihniyetini tanımaya çalışırken sıkça ikili yapısından bahsettik.
Duygusal düşüncenin gelişkin olduğu ve evrim açısından daha eski olan
kısımla (beynin sağ lobu oluyor) analitik düşünceye daha yatkın ve
sürekli gelişmeye açık olan yeni kısımdan (beynin sol lobu) oluşan
düşünce yapısı, bu özelliği nedeniyle büyük bir esnekliğe sahiptir.
Hayvanlar âleminde duygu ve düşünce birbiriyle eşdüzeye yakındır.
Duygular şartlı ve şartsız reflekslerle öğrendiklerini yanıtlarlar, yani
gereklerini yerine getirirler. Bunlar anlık tepkilerdir. Bu yapıların
aynısı insanda da vardır. Örneğin vücut ateşe anında cevap verir. Burada
analitik düşünmeye gerek yoktur. Ama bir Everest tepesine çıkış için
yüzlerce koşulun analize tabi tutulması gerekir. Ancak tüm ilgili
koşullar analiz edildikten sonra yola çıkmak için karar verilir.
Duygusal düşüncede yanılgı payı aranmaz. İçgüdü nasıl tepki veriyorsa
öyle davranılır. Analitik düşünce ise yılları alabilir. Yöntem, çalışma
ve hakikat arayışı böylesi bir düşünce yapımıza dayanmak durumundadır.
Zihnimizin çalışma düzenini tanımadan, doğru yöntem ve hakikat bilgisi
rastgele olmaktan kurtulamaz. O halde zihnin kendisini iyi tanımak
öncelik taşımalıdır.
Zihnimizin
birinci özelliği, çok esnek bir yapı sergilemesidir. Denilebilir ki,
zihnimiz dışında bilebildiğiniz tüm evren yapılanmalarında özgürce seçim
yapma şansı çok sınırlıdır. Özgürlük alanı çok dar aralıklarla
düşünülebilir. Atom altı parçacıklarla makro evrendeki yapılarda özgür
seçimin nasıl cereyan ettiğini bilmiyoruz. Ama mevcut evren
çeşitliliğine bakarak, bunun ancak parçacıklar dünyasıyla, makro
evrendeki esnek davranabilme ve özgür seçme yeteneğiyle mümkün
olabileceğini yol açtıkları sonuçlardan çıkarabiliyoruz. İnsan beyninde
ise, bu esneklik aralığı çok genişlemiş bulunmaktadır. Sınırsız hareket
özgürlüğüne en azından potansiyel düzeyde sahibiz. Tabii bu potansiyelin
ancak toplumsallıkla aktif hale geçebileceğini unutmuyoruz.
Zihnimizin
ikinci özelliği, zihniyet esnekliğimizin geniş bir doğru algılamalar
kümesi kadar, yanlış algılamalara da açık bir yapı sergilemesidir. Bu
özellik temelinde esneklik, baskı ve duygu ağında her an saptırılabilir.
Bu nedenle baskı ve işkence mekanizmalarıyla duyguları avlamayı esas
alan havuç politikaları, aldatma ve yanlış yaptırımlarla birlikte
kullanılır. Hele binlerce yıldır insan zihni üzerinde baskı kuran
hiyerarşik ve devlet düzenlemeleri muazzam etkiler yaratmışlar, adeta
kendilerine göre bir zihniyet yapısı inşa etmişlerdir. Ödüllerle de
zihnin çokça avlandığı iyi bilinen özelliklerindendir. Buna karşın,
direnme özelliğine de sahip zihniyet yapımız, doğru yolu tutturmada ve
büyük hakikatlere ulaşmada eşsiz özellikler sergilemektedir. Büyük
insanların bu vasıflarında bağımsız zihinlerinin rolü belirleyicidir.
Özgür seçimler en çok zihinler bağımsız kaldığında gerçekleşir. Zengin
algılamalarla bağımsız olma arasında yakın ilişki vardır. Zihnin
bağımsızlığıyla kastedilen, daha çok adalet ölçülerinde davranabilmedir.
Gerçekle adalet arasındaki
ilişkinin altında evrensel düzenin yattığını söyledik. O halde adil
olabilen zihin, evrensel düzene göre özgür seçim şansını en çok kullanma
duruşunu yakalamıştır denilebilir. Bunun için özgürlük tarihi, en büyük
eğitici güç olarak zihnimizi eğitmekle (toplumsal tarih) onu doğru
seçimlere hazırlar. Psikoanalitik yaklaşımlar zihnimizin derinliğini
artan bir hızla ölçmeye çalışmaktadır. Psikoanalizm yeni bir bilgi alanı
olarak giderek önem kazanmaktadır. Fakat psikoanalizm kendi başına
doğru ve yararlı bilgiye ulaşmada yetersizdir. Bunda bireyi bağımsız ele
almasının büyük rolü vardır. İnsanı toplumdan kopuk ele almak çok
yetersiz ve sağlıksız bilgiye yol açabilir. Sosyopsikolojinin bu eksiği
kapatması şimdilik pek verimli olamamaktadır. Sosyoloji doğru
kurulmamıştır ki, sosyopsikoloji doğru sonuçlar versin. Psikoloji ile
hayvan zihinlerini iyi tanıyabiliriz. Süper hayvan olarak da psikoloji
ile insanı tanıyabiliriz. Ancak sosyal bir hayvan olarak insanı
tanımanın henüz başlangıcındayız.
Yöntem
ve bilgilenme sistemini kurgularken, zihnimizin yapısını iyi tanımadan
başarılı sonuç almamızın tesadüflere kaldığını daha iyi anlamaktayız.
Ancak zihnin doğru ve derinlikli tanımı ve özgür seçme pozisyonu
sağlandığında (toplumsal özgürlük), yöntem ve bilgi rejimimiz doğru
algılamalara yetkin cevaplar verebilir. Bu koşullar altında yöntemli
çalışmalarımız daha doğru bilgi birikimiyle daha özgür bir toplum ve
birey olma şansımızı arttırırlar.
Beşinci
olarak, insanın metafizik karaktere sahip olma özelliği, yöntem ve
bilgi sistematiği açısından eşsiz bir örnek sunmak durumundadır. Yöntem
ve bilgiye ulaşma bilimi (epistemoloji), insanın metafizik özellikleri
çözümlenerek daha yetkin kılınabilir. Bizzat metafizik yaratma ve inşa
etmede insanı kavramak önemli bir araştırma konusudur. En az çözümlenen
toplumsal sorunlardan birisi de, metafizik insanı tanımlama düzeyinden
bile yoksun oluşumuzdur. İnsan nasıl metafizik olabiliyor? Bu hangi
ihtiyaçtan kaynaklanıyor? Olumlu ve olumsuz yanları nelerdir?
Metafiziksiz yaşamak mümkün müdür? Belli başlı metafizik özellikler
nelerdir? Metafizik sadece düşünce ve dinsel alanda mı geçerlidir?
Toplumla metafizik arasındaki ilişki nedir? Metafizik sanıldığı gibi
diyalektik karşıtlığı mıdır, onunla sınırlandırılabilir mi? Bu konuda
soruları daha da çoğaltabiliriz.
Madem
insan temel bilgi öznemizdir, o halde bu öznenin en temel vasıflarından
olan metafizik düşünce ve kurumlarını tanımadan, bu kaynaktan yeterli
bilgiye erişme iddiamız eksik kalacaktır. Gerek sosyolojinin, gerek
psikolojinin kendisine hiç sorun yapmadığı bir alandan bahsediyoruz.
Başta dini olmak üzere birçok düşünce ekolünün metafizik olarak
değerlendirilmesi, metafizik sorununu daha da içinden çıkılmaz hale
getiriyor. Metafizik sorununa yaklaşımımızın temelinde, onun toplumsal
insanın temel bir özelliği olması yatmaktadır. Metafizik, toplumsal
insanın onsuz edemeyeceği bir toplumsal inşa gerçeğidir. İnsanı
metafizikten soyutlarsak, onu ya süper bir hayvana (Nietzsche’nin
Almanlar için kullandığı bu kavram Faşizm -Nazi- Almanya’sında
kanıtlanmıştır), ya da süper bir bilgisayara dönüştürmüş oluruz. Bu
duruma gelmiş bir insanlığın insan olarak ne kadar yaşam şansı olabilir?
Gelelim metafizik insanın ne olduğuna.
a- Ahlak metafizik insan özelliğidir.
b- Din önemli bir metafizik özelliktir.
c- Tüm kollarıyla sanat ancak metafizik olarak tanımlanabilir.
d-
Kurumsal toplum, hatta toplum bir bütün olarak metafizik tanım’a daha
uygun düşmektedir.
Daha da sıralayabileceğimiz bu özellikleriyle acaba
insan neden ve nasıl metafizik olabilmektedir?
Birincisi,
insandaki düşünebilme kapasitesidir. Bir nevi kendi farkına varan evren
olarak insan, duyduğu dehşeti (hem acısı, hem sevinci yönüyle) gidermek
için kendini fizik üstü inşa etmek zorundadır. Başka türlü fiziki acı
ve sevinçlerin üstesinden gelemez. Savaşlar, ölüm, şehvet, tutku,
güzellik vb. algılar karşısında dayanabilmek için metafizik düşünce ve
kurumlar vazgeçilmesi zor bir ihtiyaç durumundadır. Tanrı yoksa icat
edilmek, sanat oluşturulmak, bilgi geliştirilmekle ancak bu ihtiyaçlar
tatmin edilebilir.
Daha
değişik bir açıdan metafiziği fiziğin ötesi olarak düşünmek, ne çok
mahkûm etmeyi ne de övgü düzmeyi gerektirir. İnsan gerçekten fiziğin
sınırlarını en çok zorlayan varlıktır. Fiziğin ötesi olarak metafizik
yaşaması, insanın ontolojik karakteri gereğidir. Sadece fiziki olarak
kalabilmeyi savunmanın bir anlamı yoktur. Daha doğrusu, fiziki kalmak
ancak mekanik insan tanımına yol açabilir. Bu, Descartes’in çoktan
tanımladığı, ancak bilimsel izahı olmayan bir ‘ruh’ kavramıyla
kurtulmaya çalıştığı bir yaklaşımdır.
İkincisi, ahlak olmadan toplumun sürdürülmeyecek olması metafizik olmayı gerektirmektedir.
Toplum
ancak özgür bir yargılama olarak ahlakla düzenlenebilir. Sovyet
Rusya’sının, Firavun Mısır’ının tüm rasyonelliklerine karşın
çözülmelerini ahlak yoksunluğuna bağlayabiliriz. Rasyonalite tek başına
toplumu sürdüremez. Belki robotlaştırabilir, gelişkin hayvanlar haline
getirebilir, ama insan olarak tutamaz. Ahlakın bazı niteliklerini
sayalım: Acıya dayanma gücü ve gereğini karşılayabilmesi, zevk, arzu ve
şehvete sınır koyması, üremeyi fiziki değil toplumsal kurallara
bağlaması; geleneklere, dine, yasalara uyma ve uymama tercihine ilişkin
karar vermesi. Örneğin ahlakın üremeye yol açan cinsel ilişkiyi
kurallara bağlaması insan türünde zorunlu bir ihtiyaçtır. Nüfusu kontrol
altına almadan toplumu sürdüremeyiz. Tek başına bu konu bile ahlaki
metafiziğin büyük gereğini ortaya koymaktadır.
Üçüncüsü,
sanatla insan kendine has bir evren yaratmaktadır. Toplum ancak ses,
resim, mimari gibi temel alanlardaki yaratımlarla sürdürülmektedir.
Müziksiz, edebiyatsız, mimarisiz toplum düşünülebilir mi? Tüm bu
alanlardaki yaratımlar metafizik anlamındadır. Bu yaratımlar toplumun
sürdürülmesinin vazgeçilmezleridir. Sanat tam bir metafizik kurgulama
olarak insanın estetik olabilme ihtiyacını gidermektedir. İnsan nasıl
iyi-kötü seçimiyle ahlak davranışına anlam biçiyorsa, güzel-çirkin
yargısıyla da sanatsal davranışa anlam biçmektedir.
Dördüncüsü,
politik yönetim alanı da metafizik yargılarla doludur. Alanın kendisi
en güçlü metafizik inşalardan ibarettir. Politikayı fizik yasalarla izah
edemeyiz. Fizik yasalarla yönetmenin azamisi robotsallıktır; diğer
yüzüyle faşizmin ‘sürü güdümü’dür. Politik alanın seçme, özgür davranma
anlamını da taşıdığını belirtirsek, politik insanın metafizik
karakterine bir kez daha varmış oluruz. Aristo’nun “İnsan politik
hayvandır” belirlemesi daha çok bu anlamı çağrıştırmaktadır.
Beşincisi,
hukuk, felsefe, din ve hatta ‘bilimciliğin’ metafizikle yüklü alanlar
olduğunu özenle belirtmeliyiz. Tarihsel toplumda tüm bu alanların
niceliksel ve niteliksel yönleriyle metafizik eserlerle dolu, yüklü
olduğunu bilmekteyiz.
Birey-toplum yaşamında metafiziğin ağırlıklı konumunu tespit ettikten sonra, hakkında daha anlamlı yaklaşımlar geliştirebiliriz.
1-
Tarihsel gelişiminde metafizikçi yaklaşımlar kendilerini ya tümden
yüceltip temel hakikat gibi açıklamışlardır, ya da karşıtları tarafından
eleştirel yaklaşımlarla tam bir düzmece alan biçiminde görülüp,
gerçekliği olmayan, insanı aldatma söz ve aygıtlarından ibaret
sayılmışlardır. Her iki yaklaşımda da tarihsel toplum algılamasından ya
habersiz olunduğu ya da bu konuda abartıya kaçıldığı rahatlıkla ileri
sürülebilir. Her iki anlayışın da farkında olmadıkları husus,
metafiziğin hangi toplumsal-bireysel özellik ve ihtiyaçtan
kaynaklandığıdır. Yüceltici kesim metafiziğin fiziksel âlemle bağını bir
tarafa bırakmış olup, sonsuz özgürmüşçesine bir yanılgıyı taşımaktadır.
Bu kesimdekiler düşünce ve ruhun maddi âlemle ya bağını inkâr etmişler,
ya da saptırıp aşkın tanrı düzenlerinden bizzat insanın tanrılaşmasına
kadar saplantılar ve abartılara yoğunca düşmüşlerdir. Şüphesiz bu
gelişmelerde hiyerarşik ve devlet düzeninin etkisi büyüktür.
Metafiziğin
önemini inkâr eden kesim ise, materyalist âlemi, maddi uygarlığı, son
dönemde rasyonalite ve pozitivizmi bayrak edinerek saldırıya geçmiştir:
Metafizik kokan her şey hastalıktır, aldatma aracıdır, toptan
reddedilmelidir. Fakat sonradan daha iyi fark edildi ki, özellikle
kapitalist modernitenin sahip olduğu rasyonalite ve pozitivizminin
‘faşist sürü’, ‘robot-mekanik insan’ ve ‘simülasyondan’ ibaret yaşam
algılamalarına yol açarak, çevreyi de yok ederek bir tarihsel toplum
yıkımına yol açması söz konusudur. Fizik yasalarına aşırı bağlılık,
toplumun yıkımı ve çözülüşünden kendini alıkoymamaktadır. ‘Bilimcilik’in
en kötü metafizik olduğu da böylece kanıtlanmış oluyordu. Eğer
toplumsal yaşamın bir anlamı varsa tabii! ‘Bilimciliğin’ en sığ
materyalizm olduğunu, iktidar ve istismarın en iyi eğitilmiş uzmanı
olduğunu, dolayısıyla bilerek veya bilmeyerek kendini en çok aldatan
konumunda tutarak metafiziğin bu en tortu biçimini temsil ettiğini
önemle belirtmeliyim.
2- Hiçbir
tarafta yer almayan, ‘nihilist’ olarak da değerlendirebileceğimiz
kümede yer alanlar ise, her iki tarafta yer almak zorunda olmadıklarını,
metafizik yanlısı ve karşıtlığının gerekmediğini, tam bağımsız
yaşanabileceğini iddia etmektedirler. Görünüşte zararsız gibi duran bu
kümenin, özünde ise en tehlikeli küme olduğunu belirtmek gerekir. Diğer
iki tarafın hiç olmazsa büyük idealleri vardır. Temsil ettikleri
değerlerin farkındadırlar. Toplumu şekillendirmede ve bireyi yeniden
inşa etmede iddialıdırlar. Tam bağımsız küme ise, aslında toplumun
içinde ve toplum değerleriyle yaşadığı halde, nihilist (inkârcı) bir
tutumla oralı olmayan bir yaşamın mümkün olduğuna inanmaktadır.
‘Bilimci’ metafizikçilere en yakın kesimdir. Kapitalist modernitenin
sayılarını çığ gibi arttırdığı bu kesim, yıkılmış, çözülmüş toplumun
deklase (boşluğa, lağıma atılmış) unsurlarından oluşmaktadır. Tersinden
buna hayvanlaşmaya en yakın kesim de diyebiliriz. Futbol holiganları bu
kesime en yakın duran, görünür bir örneği sergilemektedir. Benzeri
gruplar hızla çoğalmaktadır. Kapitalist modernitenin kanseri arttırdığı
bu örneklerle de kanıtlanabilir. Metafiziğe ilişkin her iki tarihsel
yaklaşım da sonuçta modernitenin pozitivist bilimcilikçi anlayışında
birleşirler. Dinleri kılık değiştirmiş metafizik olan pozitivizm dini
iken, tanrıları da ulus-devlettir. Maskesini atan tanrı, bizzat
ulus-devlet biçiminde tüm modern toplumların içinde kapsamlı ritüel ve
simgeleriyle kutsanmaktadır.
3-
Daha dengeli bir yaklaşımın geliştirilmesinin hem gerekli hem de mümkün
olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu, metafiziğin bir toplumsal inşa
olduğunu bilerek ahlak, sanat, politika ve düşüncede ‘iyi, güzel, özgür
ve doğru’ya yakın bir metafiziğin geliştirilmesini temel görev
saymaktayım. Ne toptan kabul edici, ne de reddedici ve ukalaca tam
bağımsızlık safsatalarına düşmeden; tarihsel toplumda hep izlendiği
gibi, ‘iyi, güzel, özgür ve doğru’ arayışımızı sürdürmek ‘erdemli
yaşam’ın özüdür. Toplumda anlamlı yaşamı mümkün kılanın da bu erdemli
yaşam sanatı olduğuna inanmaktayım.
Şüphesiz
metafiziklere mahkûm değiliz. Ama en ‘iyisini, güzelini, özgürünü ve
doğrusunu’ bulmaktan ve geliştirmekten de vazgeçemeyiz. Kötüye, çirkine,
köleliğe ve yanlışa mahkûm olmak ne kadar kader değilse; iyi, güzel,
özgür ve doğru bir yaşam tarzı da imkânsız değildir. En kötü seçenek
olarak, çaresizliğin ve sorumsuzluğun (kapitalist modernite başta olmak
üzere, tüm hiyerarşik ve devletli düzenlerin) yol açtığı nihilist yaşama
da mecbur değiliz. Bu konuda kavga, tarih kadar, toplumun ilk inşa
çağından beri sürmektedir. Günümüzdeki özgün yan, kapitalist modernite
gibi bir sistemin çözülüş döneminde yaşamamızdır; bunun iyi, güzel,
özgür ve doğru olanın mücadelesi için özgün düşünce ve eylem
duruşlarına, toplumsal yeniden inşalara ihtiyaç göstermesidir. Bu yönlü
yoğun çabalara aşk düzeyinde bir tutkuyla girişmek kadar, en bilimsel
arayışlara (yöntem ve hakikat rejimine) ihtiyaç vardır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder