Kapitalist dünya sisteminin bilgi yapısı, en az iktidar ve üretim-birikim aygıtları kadar kriz yaşamaktadır. Bilgi yapılarının doğası gereği özgür tartışmaya daha yatkın olmaları, bilimsel krizin boyutları üzerinde geniş yorumlama imkânları sunmaktadır. Bilginin toplum ve iktidar yapılarındaki rolü hiçbir dönemle kıyaslanmayacak boyutlarda anlam bulabilmektedir. Toplumsal yaşamın bilgi-bilişim aygıtları tarihi bir devrimi yaşamaktadır. Buhran olarak devrimsel süreçler özünde hakikat rejimlerini arama rolünü de oynarlar. Hegemonya sadece birikim, üretim ve iktidar alanlarında konumlanmaz; bilme alanında da şiddetli hegemonik mücadelelere tanık olunur. Bilme alanında meşruiyet sağlamamış hiçbir üretim-birikim-iktidar yapılanması varlığını uzun süre kalıcı kılamaz.
Yakın döneme kadar hükümranlığını sürdüren pozitif bilimlerin hiç de lanse edildikleri gibi anti-metafizik ve anti-din perspektifli olmadıkları, en azından metafizik ve din kavramları kadar dinsel ve metafizik bir boyut taşıdıkları açığa çıkmakta ve tartışılmaktadır. Klasik Yunan toplumuna ve Aydınlanma dönemi Avrupa’sına mal edilen doğa bilimlerinin zaferi, bizzat doğa bilimlerinin bağrında en önemli darbeleri yemektedir. Sürekli ilerletici-doğrucu anlayış bu pozitif bilimlerin en zayıf yanını oluşturmaktadır. Çünkü evrenin böyle bir yapısı ve amacı tespit edilememektedir. Gerek atom-altı dünya, gerek kozmolojik evren, gözleyen-gözlenen ikileminden kurtulamamaktadır. Zira insan bilinci de bu sürecin kapsamındadır. Kapsam üstü role nasıl bürüneceği kestirilememektedir. Sınırsız farklılaşma potansiyelinin kendisi yeni yorumlara ihtiyaç göstermektedir.
Avrupa merkezli bir bilgi yapısı olan sosyoloji, aslında pozitif bilim heveslilerinin fizik, kimya ve biyolojide olduğu gibi, toplumu da benzer bir olgu sayıp, aynı yaklaşımlarla izah etme iddiasından öteye gitmemektedir. Çok farklı bir doğaya sahip olan insan toplumunun nesnelleştirilmeye cesaret edilmesi, sanıldığının aksine aydınlanmaya değil, daha sığ bir putlaşmaya yol açmaktan kurtulamamıştır. Ulus-devletlerine bilgi yapıları sunmak için işe koşturulan Alman ideologlarının felsefe açılımlarının, İngiliz ideologlarının ekonomi-politik bilimiyle Fransız filozoflarının sosyolojilerinin birer iktidar ve sermaye birikim aygıtlarını meşrulaştırma araçları olduğunu, günümüz bilim tartışmaları yeterince açıklığa kavuşturmaktadır. Son tahlilde Alman felsefesi, İngiliz ekonomi-politiği ve Fransız sosyolojisi, yükselen ulus-devlet milliyetçiliğine zemin oluşturmaktan kurtulamamışlardır. Bir bütün olarak Avrupa merkezli bu sosyolojilerin, Avrupa merkezli kapitalist dünya sisteminin bilgi yapıları olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Fakat bunları söylemek sorunu çözmüyor. Karşıt görüş olarak ortaya çıkan Marks-Engels sosyalizminin veya sosyolojisinin de toplumun en kaba (vulger) bir yorumu olduğu yeterince açığa kavuşmuş bulunmaktadır. Tüm karşıtlık iddialarına rağmen, bunların kapitalizmin resmi ideolojisi olan liberalizmden daha fazla kapitalizme hizmet etmekten kurtulamadıklarını, reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluş akım, hareket ve devlet sistemlerinden yeterince anlayabilmekteyiz. Çok soylu mücadele geleneklerine rağmen, hem de ezilen sınıf ve uluslar adına bu duruma düşülmesi, bilgi yapılanmalarıyla yakından bağlantılıdır. Dayanılan bilgi yapılanmaları olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir bütün olarak arzu edilenin hilafına sonuçlar üretmişlerdir. Temel paradigma ve yapılanmalarında ciddi bir kusur ve yanlışlıklar zinciri olmasaydı, bu sonuçlar kolay ortaya çıkmazdı.
Diğer bir karşıt akım olarak kendini dayatan aşırı görecilik kuramları da, kapitalist dünya sisteminin bilgi yapıları olmaktan kurtulmaları şurada kalsın, belki de aşırı bireyselliklerinden ötürü kapitalizmin bireyciliğine en fazla hizmet etme mazhariyetine eriştiklerini söyleyebilirler. Anarşist yaklaşımlar da buna dahildir. Kapitalizmi eleştirmek, kapitalizme çok karşı olduğunu söylemleştirmek, sıkça görüldüğü gibi ona hizmetin etkin bir yolu olmaktadır. Bunda da temelde paradigmatik bakış, bilgi yapılarındaki yetersizlikler ve yanlışlıklar rol oynamaktadır.
Fizik bilimleri ne söylendiği kadar salt fiziki doğayla (buna kimya ve biyoloji de dahildir) bağlantılıdır, ne de beşeri bilimler denen edebiyat, tarih, felsefe, ekonomi-politik ve sosyoloji salt toplum doğasıyla ilgilidir. İki bilimin kesişme noktası olarak sosyal bilim kavramını geniş anlamıyla olumlu karşılamak mümkündür. Çünkü her bilim sosyal olmak durumundadır.
Sosyal bilim tanımında anlaşmakla sorun halledilmiyor. Daha önemli olan, neyin temel model olarak alınacağı, diğer bir deyişle toplum çözümlemesinde hangi birimin esas alınacağıdır. “Temel birim tümüyle toplumsal doğadır” demek, sosyal bilim için fazla anlam ifade etmez. Sayısız toplumsal ilişki içinde belirleyici önemi olanları seçmek, anlamlı teorik bir yaklaşım için ilk yapılması gereken tercihtir. Seçilecek toplumsal birim geneli izah ettiği oranda anlamlı bulunacaktır. Toplumsal alana ilişkin çeşitli modeller geliştirildiği bilinmektedir.
Bilinen ve en çok kullanılan birim olarak genelde devleti, özelde ulus-devleti esas alan yaklaşımlar daha çok burjuva orta sınıf perspektifidir. Tarih ve toplum devletlerin inşa, yıkılış ve bölünme sorunları etrafında incelenir. Tarihsel-toplum gerçekliğinde en sığ yaklaşım modellerinden biri olan bu eğilim, devletlerin resmi eğitim anlayışı olmaktan öteye rol oynamaz. Devleti meşrulaştırma ideolojisi rolünü oynamak esas amacıdır. Aydınlatıcı olmaktan ziyade, karmaşık tarih ve toplum sorunlarını perdelemeye hizmet eder. En itibarsız sosyolojik yaklaşım durumundadır.
Sınıf ve ekonomiyi temel birim olarak seçen Marksist yaklaşım, devlet birimine karşı kendisini alternatif model olarak formüle etmek istedi. İşçi sınıfı ve kapitalist ekonominin temel toplumsal inceleme modeli olarak seçilmesi, tarih ve toplumu ekonomik ve sınıfsal yapısı ve önemi açısından izah etmeye katkıda bulunsa da, çok önemli kusurları beraberinde taşımıştır. Bu yaklaşımın devlet ve diğer üstyapı kurumlarını altyapının ürünü sayması ve basit yansımalar olarak değerlendirmesi, ekonomizm denilen indirgemeciliğe kaymasına yol açtı. Ekonomik indirgemecilik de tıpkı devlet indirgemeciliği gibi çok karmaşık ilişkiler bütünlüğüne sahip tarihsel-toplum gerçekliğini perdeleme kusurundan kurtulamadı. Özellikle iktidar ve devlet analizinin yetersizliği, adına hareket ettiğini iddia ettiği ezilen emekçi sınıf ve halkların yeterince ideolojik ve politik donanıma erişmemesine yol açtı. Dar ekonomik mücadeleyle fırsatçı devlet komploculuğu biçimindeki iktidar ve devleti yıkma ve inşa etme anlayışı, kapitalizme en az has ideolojisi olan liberalizm kadar hizmet etti. Çin ve Rus gerçeği bu hususu çok iyi aydınlatmaktadır.
Tarih ve toplumu sadece iktidar gücü, erki olarak yorumlamak isteyen anlayışlara da çoğunlukla rastlanır. Fakat bu yaklaşımlar da devlet modeli seçimi kadar kusurludur. Her ne kadar iktidar daha kapsamlı bir inceleme birimi ise de, kendi başına toplumsal doğayı açıklamaktan yoksundur. Toplumsal iktidar çok önemli bir inceleme konusu olmakla izah edici yanlara sahiptir. Fakat iktidar indirgemeciliği de her türlü indirgemeci anlayışta gözlemlenen kusurlara sahiptir.
Toplumu kuraldan yoksun, sonsuz tekilci ilişkisel gelişmeler halinde incelemek de sıkça karşımıza çıkan bir yaklaşım türüdür. Neredeyse tasvirci edebi yaklaşım modeli olarak da niteleyebileceğimiz bu aşırı göreci yaklaşımlar, ancak toplumsal ormanlar içinde kaybolmaya götürür. Tersi gibi görünen, ama özde aynı rolü oynayan aşırı evrenselci yaklaşım modelleri ise, toplumu fizik yalınlığı içinde birkaç kanunla tarif etmeye çalışırlar. Toplumun zengin çeşitliliği karşısında en çok körleşmeye hizmet eden yaklaşım bu olsa gerekir. Pozitivist toplum anlayışı hem aşırı göreciliği, hem de aşırı evrenselciliği bağrında taşıyan en kaba model olarak anılmaya değerdir.
Liberalizm, burjuva orta sınıfın resmi ideolojisi olarak, tüm bu modellerden eklektik bir seçim biçiminde kendini sunar. Böylelikle görünüşte her modelin doğru yanlarına sahip çıkmış gibi kendini sistemleştirir. Özünde tüm modellerin en kusurlu yanlarını bazı doğrularla karıştırarak, eklektizmin en tehlikeli bir biçimini sürekli inceleme modeli olarak topluma sunar. Resmi anlayış olarak toplumun kolektif hafızasını sömürgeleştirip işgal eder. İdeolojik hegemonyasını kesinleştirir.
İlk büyük savunmam olan ‘Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa’ adlı çalışmamı fazla model çalışması yapmadan, hatta bunun farkında bile olmadan sunmak durumunda kaldım. Çok aceleyle fazla inceleme imkânı bulmadan hazırlamıştım. Bir model geliştirme iddiasında da değildim. Toplumsal gerçekliğe ilişkin irticalen sahip olduğum bir tarzı dile dökmüştüm. Daha sonraları Murray Bookchin, Immanuel Wallerstein, Fernand Braudel başta olmak üzere, bazı önemli sosyologların yaklaşım modellerini inceleme fırsatım doğdu. Ayrıca Nietzsche, Michel Foucault ve diğer bazı filozofları da özce kavrıyordum. Bunların içinde en önemlisi, Dünya Sistemi adlı birçok düşünürden derlemesini sunan Andre Gunder Frank’tı. Adını bile bilmediğim bu düşünürün derlemesini, savunmamın en iddialı savunucusu olarak değerlendirmekte gecikmedim. Birçok düşünürün son dönemde bazı incelemelerinde benzer yaklaşımları sunmaları, kendi model çalışmam üzerinde yoğunlaşmaya itti.
Gerek I. Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem analizi, gerek Fernand Braudel’in bütünlükçü ‘tarihsel süre’ analizleri zaten savunmamın özünde önemli ipuçlarını taşımaktaydı. Reel sosyalizmin yenilgisini uzun süredir benzer yaklaşımla izah etme çabama da katkı sunuyorlardı. Ayrıca Nietzsche ve Michel Foucault’nun modernite ve iktidar yorumlamalarını kavramakta güçlük çekmediğim gibi, temel eğilimlerime hayli yakın buluyordum. Adını anmadan geçemeyeceğim Gordon Childe’ın Mezopotamya’daki arkeolojik çalışmalara dayalı ‘Tarihte Neler Oldu’ adlı eseri de ufuk açıcıydı. Daha çok sayıda filozofik çalışmayı adeta birer rapor niteliğinde ele alıp inceleyerek, kendi ‘model birimim’ iddiasını gütmeden, bir seçim yapmak durumunda kaldım. Bu büyük savunmamın daha da geliştirilmiş analiz yöntemini adeta bir modelmiş gibi sunmam yanlış anlaşılmamalıdır. Tüm sorunum bütünlüklü, belirleyici bir tarihsel-toplumsal analiz birimine tercih yapmaktı. Mevcut tüm modeller, kısaca bahsettiğim gibi birçok doğru yanlar taşısa da, göze alınamayacak kusurlar ve yanlışlıklara da sahiptir. Hepsinde ortak eksiklikler tespit ediyordum.
En çok yaklaştığım model olan Andre Gunder Frank’ın Dünya Sistemi bile bana çok ciddi bir kusuru barındırıyor gibi geldi. Dünya sistemini dayandırdığımız Sümer toplumunun ilk sermaye birikimini sağlayan toplum olduğu açıktı. Sümer toplumundan günümüze ana nehir uygarlığı olarak kümülâtif bir birikim yaklaşımını da son derece doğru buluyorum. Birikimin hegemonya-rekabet, merkez-çevre ve alçalma-yükselme biçiminde bir tarihsel sürekliliğe sahip olduğuna da katılıyordum. Birikimin gerçekleştiği üçlü sacayağı olarak ekonomik, politik ve ideolojik-ahlaki boyutları anlaşılır hususlardı. Üretim tarzından ziyade birikim tarzlarının önemi, hegemonik geçişlerin üretim tarzı geçişlerinden daha önemli sonuçlar doğurması da bu meyandadır. Frank’ın, I. Wallerstein’ın Avrupa merkezli kapitalist dünya-sistem analizinin kapitalizmi dünya çapında gerçekleşen tek sistem olarak sunmasını eleştirmesi yerindeydi. Avrupa uygarlığının istisnailiği çok abartılı bir yaklaşımdı. Kendisi belki de uç bir uygarlık olarak marjinal bile sayılabilirdi. Yine sosyalizm, kapitalizm, kölecilik ve feodalizm gibi temel toplum-biçim kavramlarının ideolojik gerçekler olarak değerlendirilmesi de doğruya daha yakın yaklaşımdı. Bu kavramların toplumsal gerçekliği izahtan çok perdelemeye hizmet ettiği de yabana atılmaması gereken bir düşünce olup, üzerinde durulmaya değerdi. ‘Farklılık içinde birlik’ arayışı çözüme katkı sunabilirdi, ama yetersizdi. Yine tarihsel-toplum çözümlemesine daha zengin bir katkı sunduğu açıktı. Daha iyi ve güzel bir toplumsal yaşam için yanılma payını da bir sistem analizi olarak değerlendirmek durumundayım. Fakat en temel kusuru, sanki aşılamayacak kapalı bir çembersel döngü sunma riski taşımasıydı. Hegemonik iktidar sistemlerine bir kadermiş gibi yaklaşılıyordu. Daha doğrusu, çıkış diyalektiksel olarak gösterilmiyordu.
Immanuel Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem analizinin, beş yüz yıllık bir süreyi esas alması yetersizdi. Tahlillerini beş bin yıllık süreye dayandırsaydı, çok daha verimli olacağı açıktı. Birçok düşünürün dünya-sistem değerlendirmesinde bunun ipuçlarını gördük. Avantajlı yanı ise, I. Wallerstein’ın dünya-sistemden çıkışın analizini daha güçlü yapabilmesidir. Yaklaşımları katkı sunucu nitelikteydi.
Fernand Braudel’in gerek kapitalizm tahlili, gerek bütünlüklü toplum anlayışını ‘tarihsel süreler’ biçiminde sunması gerçekten ufuk açıcı niteliktedir. Özellikle kapitalizmin pazar karşıtlığını belirlemesi ve iktidar tekelleriyle ekonomik tekellerin benzer birikim özelliklerine sahip olduklarını vurgulaması son derece önemlidir. En hoşlandığım bir cümlesi “Vurgu’lu iktidarlar hep kapital salgılar” oldu. Yine, “Para gibi iktidar da biriktirilir” demesi, anlayan için öğretici değeri yüksek belirlemelerdir. Hem I. Wallerstein’ın hem de F. Braudel’in sosyalist devrimlerin başarısızlığını bir boyutuyla kapitalist moderniteyi aşamamalarına bağlamaları da belirleyici ve hayli öğreticidir. Fakat her iki ünlü düşünürün bizzat bahsettikleri ‘ekonomizm indirgemeciliği’ konusunda sorgulanmaları gereğine ben de katılmaktayım.
Bir kez daha belirtmeliyim ki, benim sosyal bilim yaklaşımım, çok sınırlı da olsa bahsettiğim bu önemli düşünürlerden etkilense ve bahsetmediğim çok sayıda diğer düşünürlerden benzer etkileri taşısa da, kendine özgü boyutlar ihtiva etmektedir. ‘Bir Halkı Savunmak’ adlı ikinci büyük savunmamda açıkladığım hususları daha da derinleştirip sistematize ettiğim kanısındayım. Bu kanımın temelinde şu husus yatmaktadır: Bana göre mevcut epistemolojiler (bilgi yapılanmaları) iktidar aygıtlarının bir parçası olmaktan kurtulamamışlardır. İradeleri hilafına bu böyledir. Karl Marks gibi en bilimsel yaklaşım sahibi birisinin kapitalin içyüzünü en yetkin gören bir kişi olduğu kuşku götürmez. Ama bu çok önemli özelliği, onu kapitalist moderniteden kopartmaya yetmemiştir. Marks’ın dayandığı bilgi yapıları ve yaşamı binlerce bağla bu moderniteye bağlıydı. Bunları suçlamak için değil, gerçekliğini anlaşılır kılmak için belirtiyorum. Lenin ve Mao için de benzer sorunlar geçerlidir. Düşündükleri sistem birçok öncülüyle (başta bilgi yapıları, modern yaşam anlayışları) moderniteye (kapitalist modernite) bağımlıydı. Örneğin endüstriyalizm ve ulus-devlet gibi dev konuları sosyalist içerikle fethedeceklerini düşünüyorlardı. Hâlbuki biçim ve içerik olarak modernitenin bu temel kalıpları sermaye birikimine odaklıydı. Onu esas alan, ne kadar karşıtı da olsa, kapitalizm doğurmaktan kurtulamazdı. Reel sosyalizm eleştirilerim tüm bu hususlarda çok açık hale gelmişti. Fakat eleştiri yetmez. Yerine ne koymalıydım? Önem taşıyan soru buydu. Sürekli yoğunlaştığım soru da bu oldu.
Demokratik uygarlık seçeneğinin, görünüşte çok basit olmasına rağmen, yeni bir adlandırma uygun karşılanana kadar bu ad altında sistematik bir yaklaşım modeli olarak sunulması bana çok gerekli ve çözümleyici görünmektedir. Her şeyden önce, bu seçenek merkezi dünya uygarlık sistemine alternatif bir sistem önermektedir. Demokratik uygarlık sadece günümüz ve gelecek için bir ütopya değildir; tarihsel-toplumun daha somut yorumu için de son derece gerekli ve açıklayıcı görünmektedir. Sermaye birikimi ve yol açtığı iktidar aygıtlarının olduğu her mekân ve zaman koşulunda bir direnme ve alternatifinin bulunması, toplumsal doğanın bir gereğidir. Toplumlar hiçbir yerde ve zamanda sermaye birikimleri ve iktidar aygıtlarına karşı direnmesiz ve alternatifsiz davranmamışlardır. Çoğunlukla yenilmeleri, direnmelerin yokluğunda ve alternatifsizlikte değil, başka koşullarda aranmalıdır.
Sermaye ve iktidar birikimlerinin akıl almaz öykülerini çok iyi özümsemedikçe, demokratik uygarlık kavramını anlamlandırmakta güçlük çekeriz. Bu konuda bilgi yapılanmaları hep iki tür hata arasında gidip gelmişlerdir: Ya tamamen bilgi-iktidar yapılanmaları içinde erimişlerdir, ya da sekter mezhepler halinde (bilim, siyasi seçenek ve ahlaki tutumlarını bağımsızca seçemeden) güdük kalmaktan veya güdük bırakılmaktan kurtulamamışlardır. Bunda şüphesiz zor’un ve sermayenin baştan çıkarıcı rolünü sürekli göz önünde bulundurmak gerekir. Bu iki çarpıcı bilgi yapılanma anlayışını mahkûm etmeden, demokratik uygarlık seçeneği görünür kılınamaz. Olmayan şey demokratik uygarlık gerçekliği değil, onu görmekten aciz bıraktırılmış bilgi-iktidar yapılanmaları ve sapkın mezhepçiliktir. Tarihsel-toplum anlatımlarının sadece eksiklikleri ve yanlışlıklarıyla izah edilemeyecek olan bu gerçeklikler, ancak köklü bir ‘bilimsel geçişle’, yani sosyal bilimlerde bir devrimle dönüştürülebilir.
Beş bin yıllık sermaye birikimi üzerine kurulu iktidar ve devlet yapılanmaları, muazzam ölçülerde ideolojik ve bilgi yapıları örgütlemeden rejimlerini sürdüremeyeceklerini günlük deneyimleriyle gayet iyi bilmekteydiler. Hegemonik iktidar aygıtlarının aynı zamanda ‘üçüz’lerinin diğer ikisi olan artık-ürün, artık-değer ve meşrulaştırma araçlarını sürekli biriktirdiklerini gözlemin temel unsuru olarak görmedikçe, sosyal bilimlerin anlamlı hakikat rejimleri olamayacaklarını bilmek gerekir. Mitoloji, din, felsefe ve pozitif bilim yapılarının sermaye ve iktidar birikim tarihiyle sıkıca iç içe olup, çıkar birliklerini hep gözettikleri anlaşılmadıkça, sosyal bilimlerde devrim mümkün olamaz.
Demokratik uygarlık kavramından çıkarsanacak ikinci önemli husus, sosyal bilimlerde devrime en geniş zemini sunmasıdır. Şunu temel iddia olarak (tez de diyebiliriz) gözlemliyoruz: Tarihin tüm ‘barbarları’, kavim göçleri, lümpenleri, kabileleri, komünleri, sapkın mezhepleri, cadıları, işsizleri ve yoksullarının anlamlı hareket ve sistemlerden sürekli yoksun olduklarını, bunun kaderleri olduğunu iddia etmek, açık ki sermaye ve iktidar birikim sahiplerinin çıkarları adına mitoloji, din, felsefe ve bilim yapıları üretmektir; bilgi birikim aygıtları oluşturmaktır. Tarihte sadece sermaye ve iktidar egemenliği yoktur. Aynı zamanda bu egemenliklerle sürekli çıkar birliği içinde olan bilgi düzenekleri (mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel), egemenlikleri de iç içe söz konusu olmuştur. Başta Marksist sosyal bilimler olmak üzere, önde gelen birçok muhalif sosyal bilim yapılarının başarısızlığının temelinde, sosyal bilim devrimlerini tüm sermaye ve iktidar birikim tarihine dayalı olarak ele almaları ve alternatif bir uygarlık sistemiyle iç içe geliştirememeleri yatmaktadır. Şüphesiz bahsedilen birçok husus kapsamlı eleştirilere tabi tutulmuş, fakat daha ileri götürülüp tüm tarihi kapsayan bir anlatım birimi çerçevesine oturtulamamıştır. Dünya sistem anlayışını oluşturamamışlar, bölük pörçük denemeler olmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır.
Demokratik uygarlık sisteminde üçüncü önemli unsur, tarım devriminden itibaren gelişen kent ve endüstri unsurlarının, orta sınıflaşmaya dayalı ve toplumda her zaman kanser hücreleri rolü oynayan aşırı sermaye, iktidar ve devlet birikimlerine fırsat tanımadan geliştirme gücüne sahip olmasıdır.
Yani kent ve endüstriye ‘evet’ deniliyor. Fakat bünyelerindeki kanserleşme hücrelerine ‘hayır’ diyor. Günümüzün devleşen kent-endüstri-iktidar ve iletişim ağlarını gözlemlediğimizde ve ayrıca çevre, kadın, yoksulluk ve işsizliğin felaket boyutlarında sorun oluşturduklarını bu gözlemlerle iç içe yerleştirdiğimizde, toplumsal yapılanmalardaki kanserleşme tabirinin yersiz olmadığı gayet iyi anlam kazanacaktır. Özellikle başta I. Wallerstein olmak üzere günümüzün önde gelen sosyal bilimcileriyle tarihsel süreçlerde hiç eksik olmayan sözde barbar (Barbarlık kavramı yeniden tartışılacaktır) akınları, mezhep sapkınlıkları, köylü isyanları, ütopyacılar, anarşistler, en son feministler ve çevreci hareketlerin artan çığlıkları, toplumsal bünyede vahamet arz eden kanserleşme tehdidine karşı bütüncül bir anlam kazanabilir. Hiçbir toplum mevcut kent, orta sınıf, sermaye, iktidar, devlet ve iletişim aygıtlarındaki birikimleri uzun süre daha taşıyamaz. Demir kafese sımsıkı kapatılmış toplum kendi çığlıklarını sonuç alır kılıcı düzeye taşıyamasa da, ekolojinin günlük olarak S.O.S. işaretleri vermesi sorunların kriz ve kaos hallerinin altında mevcut merkezi uygarlık sisteminin yattığını gayet iyi açıkladığı gibi; kriz ve kaostan çıkışın da ancak köklü tarihsel-toplumsal kaynaklara bağlanmış ve günceli bu kaynakların mevcut hali olarak çözümleyen bir aydınlatmayı gerektirdiğini, geleceğin de ancak bu temelde Merkezi Dünya Demokratik Uygarlık Sistemi ile sağlanabileceğini iddia ediyoruz.
Savunmam, bu ana tezin çeşitli boyutlarda aydınlatılması etrafında yoğunlaşacaktır. Tarihi evrensel boyutlarda anlamaya çalışmam, şüphesiz bir ilke değeri taşıdığına inandığım, evrensel tarih olmadan yerel tarihlerin anlam bulamayacağı görüşüne bağlıdır. En silik toplumların tarihinin bile evrensel tarihin ışığında aydınlatılabileceği kuşkusuzdur. Ayrıca güncelliğin (şimdiki halin) tarih, tarihin şimdi olduğuna da ilke düzeyinde değer vermekteyim. Ama şu önemli hususu da ekleyerek, bu iki önemli tarih ilkesini paylaştığımı tekrarlamalıyım: Yerel şimdiki hal, salt bir tekrar olarak, bir gelenek olarak tarihi tekrarlamaz. Mutlaka kendi katkı FARKLARINI, ÖZGÜNLÜKLERİNİ katarak, tarihsel birikimde önemli rol oynar. Yani tarih sadece bir tekerrür değildir; her mekânın ve zamanın katkısını biriktirerek tekerrür eder.
Sadece bundan önceki savunmalarımda değil, genel olarak tüm yazılı ve sözlü konuşmalarımdaki farklılıklara bu ilkeler çerçevesinde bakıldığında bu yaklaşımımın anlayışla karşılanacağından kuşku duymuyorum. Görüşlerimin kuru bir tekrar veya köklü bir döneklik olarak yorumlanmaması gerektiği açıktır. Gelişmenin farklılaşma olduğu, evrenin biricik ilkesinin de ancak farklılaşarak değişim sağladığı, gözlemlemesini bilenler için açıktır. Bir, iki ettiğinde, sadece basit bir nicel birikim oluşmaz; bununla birlikte iki’nin her zaman bir’den farklılığı olarak gerçekleşir.
Savunmanın bu bölümüne ilişkin önsöz ve giriş kısmından sonraki kısımda bazı yöntem sorunları tartışılacaktır. Bilimlerdeki aşırı parçalanmanın bilimsel kriz anlamına geldiği, bunun sistem kriziyle bağlantılı olduğu vurgulanacaktır. Bilime bütünlüklü yaklaşımın anlamı üzerinde durulacaktır.
Diğer bir yöntem konusu olarak, farklı doğalar, özellikle toplumsal doğanın farklılığı vurgulanacaktır. Doğaya (Birinci Doğa) dönüşün köklü yaklaşımları gerekli kıldığı, aynı zamanda kadın sorunuyla bağı içinde işlenecektir.
Özne-nesne ayrımına ihtiyatlı yaklaşılacak, yol açtığı sorunlar ve giderme yolları tartışılacaktır. Sermaye birikim sistemiyle bağlantısı gösterilip aşma gereği vurgulanacaktır.
Evrenselcilik-görecilik, döngüsellik-çizgisellik, küresellik-yerelcilik gibi önemli yöntemsel ikilemlerde de açık olmak önem taşır. Ayrıca diyalektik yöntemin yeniden yorumu gerekmektedir.
Yöntemsel kavramlardaki netleşme, diğer konuların anlatımını kolaylaştırabilir. Bir konu olarak düzenlenmesi bu nedenle gerekli görüldü.
Dördüncü kısım, Özgürlüğe Felsefi Bir Yaklaşım başlığını taşımaktadır. Demokratik uygarlık sistemi özgürlükle yakından bağlantılı olduğundan, konunun aydınlatılmasını önemli kılmaktadır. Merkezi uygarlık sisteminin tahakkümcü niteliği, demokratik uygarlığın özgürlük karakterini başat kılmaktadır. Bu bölümde eşitliğin özgürlükle sıkı bağı çözümlenecektir. Daha da önemlisi, hakiki bir kavram olan eşitlik kavramının farklılıkları gözeten temelde yorumlanması üzerinde durulacaktır. Sistemlerle bağı içinde çözümlenmemiş özgürlük ve eşitlik kavramlarının sosyal bilimlerde önemli sorunlara yol açtığı göz önünde tutularak yeniden yorumlanmaları, ana tezimize ilişkin açıklayıcı olacaktır.
Beşinci kısım, insan türündeki aklın eleştirisini konu edinmektedir. Toplumsal akıl tanımlanmaya çalışılırken, teorik-pratik, analitik-duygusal boyutlardaki işlerliği aydınlatılmaya çalışılacaktır. Dünya sistemlerinin aklı kullanmaları nelere yol açabilir? Çözüm ve problem aracı olarak aklın sınırları var mıdır? Emmanuel Kant’ı nasıl güncelleştirebiliriz? Bu tür sorular çözüm aracı olarak kullandığımız aklımızın bizzat önemli problemlere yol açabileceği konusunda uyarıcı kılmaktadır.
Altıncı kısımda toplumsal problemin doğuşu ve gelişimi incelenmektedir. Merkezi uygarlık sisteminin temel problem kaynağı olduğu tarihsel süreçler boyunca gözlemlenmeye çalışılacaktır. Toplumsal sorunların giderek dal budak salmaları sistemin özüyle bağlantılıdır. Dolayısıyla sermaye ve iktidar birikim aygıtları problemin kendisidir. Bir nevi problem tarihi tasarlanacaktır.
Yedinci kısımda problem çözümleyici araç olarak demokratik uygarlık sistemi önerilmektedir. Tarihin toplumsal tarih olarak yeniden tasarımlanması hangi anlamları bağrında taşımaktadır? Demokratik toplum ve tarih arasındaki kopmaz ilişki vurgulanmaktadır.
Sekizinci kısım, yedinci kısmın devamı olarak, kapitalist moderniteye alternatif demokratik moderniteyi tanımlamaya çalışmaktadır. İki modernite anlayışının neden gerekli olduğu, mümkün olduğu ölçüde yakıcı dersler ışığında işlenmektedir. Özellikle çağdaş devrimlerin yenilgisi bu bağlamda tekrar gözden geçirilmektedir.
Dokuzuncu kısım kapitalizmin sistemsel bunalımını ve çıkış olanaklarını çözümlemeye çabalamaktadır. Dünya uygarlık sisteminin güncel hali olarak kapitalist modernite çözülürken, alternatifleri neler olabilir? Demokratik moderniteyi nasıl inşa edebiliriz? Engeller ve olanaklar neyi sunmaktadır? Bu son derece yakıcı sorular şüphesiz cevabını da bağrında taşımaktadır.
Onuncu kısım sonuç olarak düşünülmektedir. Çeşitli açılardan denemenin bilânçosu dökülmektedir. Tarih ne düz bir kaderci çizgide seyretmekte, ne de kendi başına beklenen amaca doğru ilerlemektedir. Ne kendi başına kötülük kaynağı, ne de er geç iyilik sunucusudur. İnsan toplumsallığı güzel yaşamayı mümkün kılabilir. Toplumun kendisi muazzam bir çözüm kaynağıdır. Yeter ki kanser türleri de dahil, ölümcül hastalık türlerinden korumasını bilelim; muhteşem bir cenneti mümkün kılmış dünyamızı anlayarak güzel yaşamayı seçelim!
3- BAZI YÖNTEM SORUNLARI
3- BAZI YÖNTEM SORUNLARI
Hedefe en kestirmeden ulaştıran yol anlamındaki yöntem, Batı merkezli bir kavram değildir. En eski çağlardan beri Ortadoğu bilgelik ekollerinde denenmektedir. Bilgiye erişimin elverişli yolları hep denenmiştir. İçlerinden en sonuç alıcı olanları temel yöntem olarak seçilmiştir. Düşünce ekollerinde en çok yoğunlaşılan kavramlardan bir mantık, dolayısıyla yöntem geliştirmek alışıldık bir usuldür. Dünya uygarlık sisteminin hegemonik merkezi Avrupa’ya kayınca, birçok alandaki üstünlük sağlayıcı gelişmeler bilimsel alanda yöntem konusunda da kendini gösterdi. Bacon, Descartes ve Galileo’nun 16. ve 17. yüzyıllarda önemli metot yaklaşımlarıyla ortaya çıkışları hegemonik sistemin Avrupa’ya kayışıyla yakından bağlantılıdır.
En önemli yöntem kavramlarından olan özne-nesne ayrımının gelişimi doğaya hükmetmeyle ilişkilidir. Sermaye ve iktidarın yeni birikim aygıtları, hem fiziksel-biyolojik hem toplumsal doğa kaynaklarına yüklendikçe, bu kaynakların ne denli avantajlı olduklarını kavramakta gecikmediler. Her iki doğa kaynakları nesneleştirildikçe, sermaye ve iktidar birikimine artan katkıları peşi sıra sunuyorlardı. Bu maddi gelişmenin düşüncedeki karşılığı özne-nesne ayrımıdır. Bu durum Bacon’da objektif-sübjektif ayrımı halinde kendini yansıtırken, Descartes’te ruh-beden keskin ikiliği biçiminde yansıma bulur. Galileo’da matematik, doğanın dili olarak en gelişmiş bir nesne ölçütü olarak kendisini ortaya koyar. Tarihin uzun Mezopotamya yolculuğunun Antikçağ Yunanistan’ında yol açtığı gelişmeye benzer bir gelişme, özgün farklılıklarıyla birlikte Avrupa’nın batısında tekrarlanmaktadır. Sümer toplumu da aslında Yukarı Mezopotamya’nın bin yılların süzgecinden geçen yaşam pratiklerinin Aşağı Mezopotamya’ya taşınıp, özgün farklılıklarını da ortaya koyarak orijinal biçimini yaratmıştı.
Merkezi uygarlık sistemlerinde özne her zaman sermaye ve iktidar kaynaklıdır. Bilinci, söylemi ve hür iradeyi temsil eder. Bazen fert bazen kurumdur, ama hep vardır. Nesnenin payına düşen ise, hep iktidar dışı barbarlar, halklar ve kadınlardır. Ancak doğa gibi özneye kaynak hizmeti gördükçe akla gelirler. Başka tür anlamlarının olması doğası gereği düşünülemez. Sümer mitolojisinde insanın kul olarak tanrıların dışkısından, kadınların ise erkeklerin kaburga kemiklerinden yaratılış öyküleri, nesneleştirmenin boyutlarını tarihin derinliklerinde yansıtmaktadır. Bu nesne ve özne yaklaşımının Avrupa düşüncesine taşınması şüphesiz önemli dönüşümlerden sonra mümkün olmuştur. Ama gelişim zincirinin bu doğrultuda olduğu inkâr edilemez.
Günümüzde özne-nesne ayrımının silikleşmesi, finans-kapitalin başatlığıyla bağlantılıdır. Merkezi uygarlık sisteminde finans-kapitalin simgesel hegemonyası, özne-nesnenin tüm eski hallerini çözmüştür. Herkesin kendisini yeri geldiğinde özne, yeri geldiğinde nesne yerine koyması, sermaye ve iktidar birikiminin yeni biçimleriyle sıkıca bağlantılıdır. Toplum hem gerçek, hem sanal boyutlarda çığ gibi çoğaltılan (milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik ve bilimcilik kaynaklı) sermaye ve iktidar aygıtlarıyla ahtapot misali sarmalanmıştır. Bu koşullarda herkes ve her kurum kendini yeterince özne ve nesne konumunda bulabilir. Sümer toplumundaki tanrıların işlevini ideolojik aygıtlar devralırken, özne-nesne ayrımının dönüşümü kaçınılmaz olduğu gibi, tanrıların yeni simgesel özellikleriyle hükümranlıkları da mevcut ayrımı elbette gereksizleştirecektir.
Bilmelerin merkezi uygarlık tarihi boyunca giderek parçalanması ve kutsallığını yitirmesi benzer bir öyküye sahiptir. Sermaye ve iktidar aygıtları ne kadar çoğalırsa, bilmelerin de o denli parçalanması tarihte iyice gözlenen bir husustur. Tüm klan ve kabile toplumlarında bilim bir bütündür. Temsilcileri kutsal sayılır. Bilim tanrı vergisi kabul edilir. Herkese arzusu ve çabası oranında dağıtılır. Mitolojilerde bütünüyle, din ve felsefede başat ölçülerde yaklaşımlar bu yönlüyken, ilk parçalanma daha çok doğa bilimlerinde ve Batı Avrupa bilimsel yapısında görülür. Toplumdan giderek kopmuş ve sermaye-iktidar elitlerinin hizmetine iyice koşturulmuş yeni bilme organizasyonları (akademi ve üniversiteler), kendilerini açıkça yeni devletin (Leviathan) gözde kuruluşları mertebesinde bulurlar. Bilimin sermayeleşmesi ve iktidarlaşma süreci, topluma yabancılaşmasının da süreci olmuştur. Sorun çözen bilim karargâhları, mabetleri artık sorun yaratmanın, yabancılaştırmanın, ideolojik hegemonyanın merkezlerine dönüşmüştür. Ne kadar doğa ve toplum kaynağı varsa, o kadar bilim bölümü türetilmiştir. Yalnız başına bu gerçeklik bile bilim-sermaye-iktidar iç içeliğini kanıtlamaya yeterlidir. Bilim alanı tüm toplumun kutsalı olarak hizmet etmekten alabildiğine uzaklaşmıştır. Paralı bir meslek, hatta bizzat sermaye olmuşlar; iktidarın en tehlikeli suç ortaklığına bulaşmışlardır. Nükleer silahlar başta olmak üzere, her tür yıkım silahları ve çevreyi yıkacak boyutlarda tehlike arz eden gelişmelerin bilim merkezlerinden kaynaklandığını iyi bilmekteyiz. Hakikat kaygısı (toplumun kolektif vicdanı) yerine, en verimli sermaye ve iktidar üretmenin akıl hocalığına terfi ettirilmişlerdir.
Günümüzde bilim denince ilk akla gelen, “Ne kadar para getirir?” sorusudur. Hâlbuki toplumun bilimden beklediği, kendi temel kaygılarına yanıttır. Toplumun maddi ve manevi kaygıları, bütünlüğü içinde bilimi tanrısallığın mesleği saymış ve öyle kabul görmüştür. Akademi ve üniversitenin yozlaşması bu koşullarla bağlantılıdır. Bilimsel kriz bu koşullardan kaynaklanmaktadır. Bilmenin tarihi, uygarlık tarihiyle bağlantılı olarak dönüşüm geçirerek, sistemin genel bunalımından da aynı ölçülerde nasibini almaktan kurtulamamıştır. Çözüm aracı olayım derken, kendisi en önemli sorun aracı haline gelmiştir. Sonuç bilimsel parçalanma, dağılma ve kaostur.
Farklı doğalar, diğer bir söylemle birinci, ikinci, üçüncü doğalar sorunu kavranmayı gerektirir. İnsan toplumu dışındaki tüm doğa, Birinci Doğa biçiminde ayrımlanmaktadır. Bu kendi içinde çelişkili bir kavramdır. Öncelikle canlı-cansız, bitki-hayvan, hatta fizik-kimya, bir adım ötede görünür-görünmez madde, enerji-madde ayrımları gibi sonsuz çeşitlilikte ayrımların geliştirilebileceği düşünülebilir. Kaldı ki, her ayrımın da kendine göre bir toplumundan bahsedebiliriz. Doğalar sorununa daha yakından baktığımızda, özne-nesne ayrımının derin etkisini taşıdığını görürüz. Bunun sağlıklı bir ayrım olmadığı, en azından koşullu olarak bu ayrımlara gitmenin gereği vurgulanabilir.
İkinci Doğa olarak insan toplumu, şüphesiz özneleri olan çok önemli bir doğasal gelişme aşamasıdır. Ayrı bir doğa yerine, farklı bir doğa aşaması olarak nitelendirilmesi daha anlamlıdır.
Toplum doğasının en önemli ayırt edici karakteristiği, zihni kapasitenin yüksekliği, esnekliği ve kendini inşa edici gücüdür. Birinci Doğada da şüphesiz zihin, esneklik ve kendini inşa gücü vardır. Fakat toplum doğasına göre çok ağır, katı ve yavaş bir işlerliğe sahiptir. Toplum doğasını bir hat olarak teorikleştirmek büyük önem taşır. Her ne kadar ilk sosyologlar bu hususa birincil önceliği vermişlerse de, günümüze doğru geldikçe parça ve yapı analizleri daha öne geçmiştir: Tıpkı diğer doğa analizlerinde gözlemlendiği gibi. Ayrıca toplumun doğasını alt-üstyapılar, ekonomik-politik-iktidar bölümlenmesi, ilkel-komünal, kölecilik, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm-komünizm gibi tabaka ve aşamalara bölmek, ancak çok dikkatli bir ‘FARKLILIK’ yaklaşımı temelinde anlamlı sonuçlar doğurabilir. Bütüncül teorik yaklaşımın yerini hiçbir katman ve parça, yapı analizi tutmaz. Denilebilir ki, bu konuda hiçbir filozof ve sosyolog, Eflatun ve Aristo’nun bütüncül yaklaşımını aşamamıştır. Hatta Ortadoğu ve genelde Doğu kökenli bütüncül bilge ve peygamber yorumları, kapitalist modernite filozofları ve sosyologlarına göre daha öğretici ve toplumsaldır. Daha ileri, gelişkin bir yaklaşım değerini ifade ederler. Bunda da en önemli rolü sermaye ve iktidar birikim aygıtlarının oynadığı önemle vurgulanmıştır.
İnsan toplumu üzerine yeniden ve derin teorik yaklaşım metoduna şiddetle ihtiyaç vardır. Sayıların kalabalığına boğulmuş sosyolojik yöntemlerin gerçeği açığa çıkarmaktan ziyade perdelediğini önemle kavramak gerekir. Mevcut sosyolojilerin gerçeği mitolojilerden daha fazla kapattıklarını söylemem mübalağa olarak görülmemelidir. Hatta mitolojideki gerçeği hissediş, kapitalist modernite sosyolojilerindeki anlama göre son derece insani ve hakikate daha yakındır.
Toplumsal bilim şüphesiz önemlidir, ama mevcut haline bilim demek zordur. Ortada duran sosyolojik söylemler resmi moderniteyi meşrulaştırmaktan öteye bir anlamı pek ifade edememektedir. Bu konuda köklü bir bilimsel devrime ve yöntemsel çıkışa ihtiyaç vardır.
Üçüncü Doğa ile anlamlandırılmak istenen aşama, ancak bu bilimsel ve yöntemsel devrimle mümkün olabilir. Kavram olarak Üçüncü Doğa, Birinci ve İkinci Doğa’nın yeniden üst bir aşamada uyumunu ifade eder. Toplumsal doğanın Birinci Doğa ile üst düzeyde bir sentezi, devrimci teorik paradigma kadar köklü pratik devrim gerektirir. Özellikle merkezi uygarlık sisteminin günümüzdeki aşaması olan kapitalist dünya sisteminin, yani modernitesinin aşılması belirleyicidir. Bunun için demokratik uygarlık inşalarının asgari düzeyde gelişimi, daha ayırt edici hususlar olarak ekolojik ve feminist toplum karakterinde gelişme, demokratik siyaset sanatının işlevselleşmesi ve demokratik sivil toplum inşaları, başarıyla atılması gereken adımlardır.
Üçüncü Doğa yeni bir cennet veya ütopya vaadi değildir; doğalar üzerinde insanın artan bilinç gücünün farkını koruyarak, büyük uyuma KATILIMINI sağlayabilmesidir. Bu sadece bir özleyiş, amaç, ütopyalar vaadi değil, güncel pratik anlamı olan iyi ve güzel yaşam sanatıdır. Biyolojizmden bahsetmiyorum. Bu yaklaşımın tehlikesini biliyorum. Sermaye ve iktidar birikimlerinin ‘Allahlık’ cennet ütopyalarından da bahsetmiyorum. Bu yaklaşımın da derinden neyi ifade ettiğini, tehlikeli ve yıkıcı amaçlarını kestirebiliyorum. Materyalizmin vulger komünizm cennet vaadinin de ilkel olup işlevsel olmadığını, bir nevi liberalizmin uç varyantı olduğunu belirtebilirim. Zaten her tür liberalizm vaatlerinin cehennem koktuğu, güncel yaşam deneyimlerimizden anlaşılmaktadır.
Üçüncü Doğa’nın gerçekleşmesi uzun bir ‘süre’yi gerektirir. Birinci ve İkinci Doğa’nın üst bir aşamada farklılıklar temelinde eşitlik ve özgürlüğün ifade ve gerçekleşme rejimi olarak demokratik sistem, içinde ekolojik ve feminen toplum özelliklerinin gelişmesiyle mümkündür. İnsanın toplum doğası, bu aşamanın gerçekleşmesinin dinamiklerini taşımaktadır. Üzerinde yoğunlaşılması gereken farklı doğalar meselesine bu yöntemle yaklaşmak, daha anlamlı teorik ve pratik gerçekleştirimlere götürebilir.
Önemli bir yöntem sorunu son dönemde evrensellik-görecilik bağlamında tartışılmaktadır. Anlamın evrenselliği ve tikelliği biçiminde yorumlanması da aynı içeriği ifade etmektedir. Dikkatle çözümlenmesi gereken bir yöntem sorunuyla karşı karşıyayız. Özne-nesne ayrımının vardığı yeni aşama olarak da bu sorunu tanımlayabiliriz. Sermaye ve iktidar aygıtlarındaki katı yaklaşımlara çoğunlukla ‘kanun’ denilmesi, bu tip yöntem sorunlarının temelindeki maddi koşullar nedeniyledir. Kanuncu yaklaşıma ‘evrensellik’ yaftası vurulması, ideolojik meşrulaştırma araçlığıyla yakından bağlantılıdır. “Kanun demiri keser” deyimi buradan gelir. Kanunun bir iktidarsal imalat olduğunu iyi anlamak gerekir. İktidarın sermaye demek olduğunu unutmayalım. İktidar hükümranlığı demek, aynı zamanda ‘kanun’ demektir. Kanun ise, ‘evrensel’ olduğu ölçüde güçlüdür ve karşı çıkılması imkânsızlaştırılmaktadır. İnsan imgesinden tanrı inşacılığı böyle başlamaktadır. İktidar sahibi insan, açık ifade edemediği diktasını tanrısallaştırarak, böylelikle dâhiyane bir meşrulaştırma aracı yaratarak, iktidarını daha rahat sürdürülebileceğini tasarlamaktadır. Tüm evrenselliklerin kökenine de bu tür çabaların -tümüyle olmasa da- önemli oranda kaynaklık teşkil ettiğini iyi anlamak gerekir.
Görecilik ise, her ne kadar karşı kutupsallık gibi yansıtılsa da, özünde benzer bir sakıncayı taşımaktadır. Aşağılaştırılmış insanın tümüyle kuraldan, yoldan, yöntemden uzaklaştırılmış halini ifade etmektedir. “Ne kadar insan varsa, o kadar kural, yöntem vardır” uç anlayışına kapıyı açık tutmaktadır. Pratikte bunun mümkünatı olmadığına göre, sonuçta evrensellik kanunlarına tutsak düşmesi kaçınılmazdır. İnsan toplumundaki zekânın payını her iki anlayış da ya çok abartarak, yani ‘evrensel kanun’ düzeyine taşırarak, ya da çok küçümseyerek, “Herkesin kendi kanunu vardır” biçimine indirgeyerek saptırmaktadır. Toplumsal zekânın daha gerçekçi yorumlanması mümkündür. Evrensel kural ve görecilik yorumunu karşıt kutuplar haline taşırmadan, doğal gerçekliğin iç içe iki hali olarak kavramlaştırmak daha verimli bir anlatıma yol açabilir. Değişmez evrensel kuralcılık düz-çizgisel ilerlemeciliğe varır ki, bunun sonu olsaydı, evrende şimdiye dek varmış olmamız gerekirdi. İlerlemeciliğin böylesi bir kusuru vardır. Evrenin bir amaca doğru sürekli ilerlediği doğru olsaydı, sonsuzluk içeren ‘ezelcilik’ kavramı gereği, çoktan bu amacına varmış olması gerekirdi. Tersine, görecilik ‘sonsuz döngüsellik’ kavramını içerir ki, bu doğru olsaydı, mevcut evrensel değişme ve gelişmelerin yaşanmaması, oluşmaması gerekirdi. Bu nedenlerle evrensel ilerlemecilik ve döngüsellik (çembercilik), özünde birleşerek, değişerek farklılaşan evrensel gelişmeyi izahtan yoksun yöntemsel anlayışlardır. Kusurları olan yöntemlerdir. Doğruya daha yakın yöntemin “farklılaşarak değişmeyi mümkün kılan; anlık, şimdilik olduğu kadar, içinde sonsuzluğu da barındıran” bir yapıda olması biçiminde tanımlanması gereğine inanmaktayım. İlerlemenin döngüsel, döngüselliğin ilerleme olması kadar, sonsuzluğun şimdiki anda gizli, içkin olması, anlık oluşumların bütünlüğünün ise sonsuzluğu içermesi, hakikat rejiminin kurulması açısından daha açıklayıcı ve anlaşılır kılıcı bir yöntemsel perspektif sunar.
Diyalektik yöntem konusunda da bazı hususlara değinmek önem taşımaktadır. Şüphesiz diyalektik yöntemin keşfi muazzam bir kazanımdır. Evrenin diyalektik karakter taşıdığı, derin gözlemlerle her an keşfedilmektedir. Fakat burada sorun teşkil eden husus, diyalektiğin nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkindir. Diyalektik konusunda Hegel’in yorumuyla Marks’ın yorumları arasındaki fark bilinmektedir. Yol açtıkları yıkımlar her iki yorum açısından iç açıcı değildir. Hegelyen yorumun milliyetçi Alman Devletine yol açması, faşizmin uygulanmasıyla dehşetli sonuçlarını göstermiştir. Marks’ın ardıllarının dar sınıfçı reel-sosyalist pratikleşmelerinin, sonuçları farklı olsa da, birçok olumsuzluğa ve yıkıma yol açtığı bilinmektedir. Burada kusuru Marks ya da Hegel’de aramak yerine, diyalektiği yeterince yanlış yorumlayanlarda aramak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Kaldı ki, diyalektik yaklaşımı Hegel ve Marks’a mal etmek doğru olmadığı gibi, Antikçağ Yunan düşüncesine mal etmek de tam yerinde bir tespit değildir. Doğu bilgeliğinde diyalektik yorumlara bolca rastlanmaktadır. Şüphesiz Antikçağ Yunanistan’ında ve Aydınlanma Avrupa’sında önemli bu konuda kazanımlar sağlanmıştır.
Diyalektiği ne zıtların yıkıcı birliği olarak, ne de değişimi zıtsız, anın oluşçuluğu, yaratılışçılığı biçiminde yorumlamak doğrudur. Birinci anlayış en kaba, hep kutupları düşmanlaştıran bir eğilime varır ki, evreni kuraldan yoksun ve hep kaos halinde görmekten öteye bir sonuca götürmez. İkinci anlayış ise, gelişmeyi gerilimsiz, zıtlardan yoksun, kendi dinamiğine sahip olmayan, dış bir gücün gereğini hep arayan bir sonuca götürür ki, bunun doğrulanması mümkün görünmemektedir. Metafiziğe de bu kapıdan varıldığı bilinmektedir.
O halde diyalektiği bu iki aşırı yorumdan kurtarmak, arındırmak büyük önem taşımaktadır. Yıkıcı olmayan, yapıcı bir diyalektik zaten gelişmelerde gözlemlenen bir husustur. Örneğin insanın kendisi, belki de yaklaşık evrenin hesaplanan yaşı kadar diyalektiksel bir gelişmeyi bağrında taşımaktadır. İnsanın atom-altı parçacıklardan en gelişmiş atom ve molekülleri olduğu gibi, tüm biyolojik evreleri de bünyesinde taşımaktadır. Bu harikulade gelişme diyalektikseldir. Ama yapısal, geliştirici bir diyalektiği yansıttığı inkâr edilemez açıklıktadır. Şüphesiz çok tartışılan sınıf çelişkileri (Buna kabilesel, etnik, ulusal ve sistemsel olanları da eklemek mümkündür) belli düşmanlıklar taşırlar. Ama toplumun muazzam esnek akıl gücünü unutmazsak, katliama varmadan da bu çelişkileri diyalektiğin ruhuna uygun olarak çözmek mümkündür. Kaldı ki, toplum doğası bu tip çözümlerin sayısız örnekleriyle doludur. İdeologlar gelişmeyi daha iyi açıklayalım derken, belki de iradeleri dışında tersi sonuçlara düşmekten kurtulamamışlardır. En azından bu durumlara sıkça düşmeleri, diyalektiğin de yorumlanmasının halen önemini koruduğunu göstermektedir.
Diyalektik konusunda bir yanlışa meydan vermemek için metafizikle kıyaslanmasını da kısaca yorumlamak gerekmektedir. Şüphesiz metafiziğin oluşumu dışta, yaratıcıda araması tarihin en verimsiz yaklaşımı olmuştur. Bu yaklaşımın yol açtığı felsefe, dinler ve pozitif bilimcilikler tam bir ‘zihinsel sömürgecilik’ sistemi yaratmıştır. Doğanın dıştan yaratıcıya belki ihtiyacı yoktur veya varsa bile bu yaratıcı ancak içten olabilir. Ama toplumsal doğanın zekâsı üzerine metafiziğin dıştan bir yaratıcı gibi ‘zihinsel sömürgeci rejimleri’ yerleştirdiği rahatlıkla ileri sürülebilir. Bu anlamda metafiziği eleştirmek ve aşmak büyük önem taşır.
Fakat metafiziğe ilişkin açmak istediğim husus onun başka yönüyle ilgilidir. İnsanın metafiziksiz edemeyeceğinden bahsediyorum. Bahse konu metafizik, insan toplumunun kültürel yaratımlarıdır. Mitoloji, dinler, felsefe ve bilimlerin yanı sıra her tür sanat, politika ve üretim teknikleri de buna dahildir. İyilik ve güzellik duygularının fiziki karşılıkları yoktur. Bunlar insana özgü değerlerdir. Özellikle ahlak ve sanat metafizik değerlerdir. Burada aydınlatılması gereken husus metafizik-diyalektik ikilemi değil, iyi ve güzel metafizik yaratımlarla kötü ve çirkin metafizikleri arasındaki ayrımlardır. Yine din-dinsizlik, felsefe-bilim ikilemi değil, yaşamı daha çekilir ve çekici kılan dinsel, felsefi ve bilimsel inanç, hakikat ve doğrulardır.
Unutmamak gerekir ki, doğa insan yaşamının önüne büyüklüğü ve çeşitliliği çok olan bir oyun sahnelemiştir. İnsanın bu sahnedeki rolü doğanın aynısı olamaz. O bu sahnede ancak kendi inşa ettiği oyunlarla yaşantısını düzenleyebilir. Tiyatronun yaşamın yansısı olarak tarifi bu derin gerçeklikten kaynaklanır. Önemli olan, bu sahne yaşantısının kötü ve çirkin yanları ve yanlışlıklarının en aza indirgenmesi; doğruluk, iyilik ve güzelliklerinin ise azamiye çıkarılmasıdır. İyi, güzel ve doğru metafizikten bahsederken, bu derin insan karakteristiğinden dem vuruyoruz. Yoksa kör, sağır ve duyusuz kılıcı metafiziklerden bahsetmiyorum. Yönteme ilişkin diyalektik-metafizik mukayesesini yaparken, bu belirlemelerin büyük önem taşıdığı kanısındayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder