2 Nisan 2011 Cumartesi

Almanya’nın Yeni Muhafazakârları: Yeşiller

Yeni_Özgür_Politika Almanya Birlik 90 / Yeşiller Partisi, 2011 yılı itibariyle yeni muhafazakârlığın sembolü olmuştur. Mart 2011 seçimlerinin en önemli öğretisi bu gerçektir. Şimdi gerekli olan Almanya’daki toplumsal ve politik solun, bu gerçeklerden hareketle stratejilerini belirlemesi ve adalet ve eşitlik hedefiyle politik mücadelesini programatik bir temele oturtmasıdır.
27 Mart 2011 tarihinde Almanya’nın Baden-Württemberg ve Rheinland-Pfalz eyaletlerinde yapılan eyalet parlamento seçimleri ile Hessen’de yapılan yerel seçimlerin sonuçları Almanya gündemine bir bomba gibi düştü. Her üç seçimde de kazanan tek parti Yeşiller oldu. DIE LINKE partisi eyalet parlamentolarına giremezken, Hessen’de önceki pozisyonunu koruyabildi, hatta belediye meclis üyeleri sayısını yarı yarıya artırabildi. Ama bu gerçek DIE LINKE’nin de kaybedenler arasında olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Stuttgart garının yeni inşası nedeniyle aylardan beri toplumsal kutuplaşmaların oluştuğu ve Stuttgart 21-Projesi’ne karşı farklı toplumsal katmanlardan oluşan geniş bir parlamentodışı muhalefetin sokakları doldurduğu Baden-Württemberg’de beklenen oldu ve CDU 57 yıldır oturduğu iktidar koltuğundan alaşağı edildi. Yeşiller, SPD’nin de önüne geçerek, Almanya’nın ilk yeşil eyalet başbakanını çıkartabilecek konuma geldiler. Rheinland-Pfalz’da ise, Kurt Beck yönetimindeki SPD hükümetini zayıflatarak, yeni koalisyon ortağı olma konumuna geldiler. Hessen genelinde yapılan yerel seçimlerde de ortalama yüzde 20 oy oranıyla üçüncü büyük parti oldular. Tabii tüm bunların yanısıra seçimlere katılımın genel olarak az olduğunu da vurgulamak gerekiyor.

Seçim girdabı, Hıristiyan demokratları zayıflatmanın yanısıra, Federal Hükümet’teki ortakları FDP’yi de sildi-süpürdü. Daha geçen yıla kadar sürekli oy patlaması gösteren ve Almanya kurulduğundan beri öyle ya da böyle hükümetlerin oluşumunu belirleyen parti olan liberaller, Almanya genelinde marjinal bir parti konumuna gerilediler. Geçen yılların şişirdiği FDP balonu patladı ve böylelikle Hıristiyan demokratlar için, federal düzeyde Yeşiller ile de ortaklıklar kurabilecekleri yeni bir dönem başladı.

Yaygın medyaya bakılırsa Almanya’da bir Yeşil Deprem yaşanıyor. Bazı yorumcular, Yeşillerin „artık her katmandan insanı kucaklayan bir halk partisi olduğunu“ vurguluyor, Alman politikasında Yeşil Dönem’in başladığını ilân ediyorlar. Dahası seçim sonuçlarının „muhafazakârlığın sonunun geldiğine“ işaret ettiğini ve bunun „toplumsal solun zaferini“ gösterdiğini iddia edenler bile var. Böylesi iddialar kulağa belki hoş gelebilir, ama seçim sonuçlarına ve bilhassa Yeşillerin bugünkü konumlanışına yakından bakıldığında, bütün bunların boş iddialardan öte bir şey olmadığı görülür.

Japonya’daki tsunami Almanya’da seçim sandıklarını vurdu
Neredeyse bütün gözlemciler 27 Mart 2011 tarihinde yapılan seçimlerin Japonya’daki deprem-tsunami-nükleer felaketinin etkisinde kaldığı konusunda hemfikirler. Yeşillerin beklenmedik bir seçim başarısı elde etmelerinde „Japon etkisinin“ önemli bir etken olduğuna ben de katılıyorum. Çevre ve enerji politikaları kamuoyunun, böylelikle seçmenin gündemini belirleyen konuydu. Yeşillerin kuruluş motivasyonu olan – ama son yıllarda retoriğin ötesine geçmeyen – nükleer enerji karşıtlığı, Federal Hükümet’e ortak olduğu dönemdeki bütün reel politik dönüşümlerine ve atom lobisiyle varılan gereksiz uzlaşıları kabul etmesine rağmen, seçmen nezdinde ve bu politikalar alanındaki inandırıcılığını zayıflatmadı. Aksine, Merkel-Westerwelle Hükümeti’nin Fukushima Felaketi’nden sonra nükleer santraller konusunda tereddülü davranmaları, Yeşillerin pozisyonunun – Yeşillerin dahi hayal edemediği düzeyde - güçlenmesine neden oldu.

Çevre ve enerji politikalarının baskın oluşu ve televizyonlardaki felaket resimlerinden etkilenerek, nükleer enerji kullanımına karşı çıkan kesimlerin sayısının artması, sosyal adalet bağlamındaki bütün politik konuların seçmen görüşünde arka plana düşmesine neden oldu. Bununla birlikte Baden-Württemberg eyaletine reel bir iktidar değişikliği fırsatının ortaya çıkması, sosyal adalet politikalarında saygınlığı kabul edilen, ayrıca çevre ve enerji politikalarında Yeşillerden daha radikal bir pozisyonu savunan DIE LINKE’nin aleyhine sonuçlandı. Seçmenler, DIE LINKE’ye çevre ve enerji politikalarında yeterince güvenmediklerini ve iktidar değişikliği için Yeşilleri güçlendirmek istediklerini gösterdiler.

Almanya’nın tanınmış marksist profesörlerinden Marburg’lu Georg Fülberth, Yeşillerin seçim başarısında iki CDU’lu şahsiyetin de katkısı olduğunu belirtiyor. Fülberth hoca, Stuttgart 21-Projesi’nin uzlaşı görüşmelerini yöneten eski CDU genel sekreteri ve azılı antisosyalist Heiner Geissler’in, Baden-Württemberg’de CDU’nun kaybetmesine neden olan dinamiği hızlandırdığı görüşünde. Geissler, Stuttgart 21-Projesi’ni mutlaka gerçekleştirmek isteyen CDU’lu Mappus Hükümeti’ni proje karşıtlarıyla yuvarlak masaya oturmaya zorlamıştı. Uzlaşı süreci, „muhafazakârlığın kale bekçisi“ olarak tanınan eyalet başbakanı Mappus’un sempati kaybetmesine neden olmuştu. Fülberth hoca, özünde projenin gerçekleştirilme taraftarı olan Geissler’in, projenin ancak başka bir başbakan altında gerçekleşebileceğini göstererek, iktidarın Yeşiller ve SPD’ye geçmesinin sembol figürü olduğunu savunuyor.

Georg Fülbert diğer yandan Yeşillerin CDU için de iktidar ortağı olarak kabul edilebilecek konuma gelmelerine, şimdiki Federal Çevre ve Reaktör Güvenliği Bakanı CDU’lu Norbert Röttgen’in önemli katkısı olduğu görüşünde. Gerçekten de Röttgen, bakan olduğu ilk günden itibaren hem nükleer santrallerin kullanım süresinin uzatılmasına karşı çıkıyor, hem de yenilenebilir enerji kaynaklarının daha güçlü teşvik edilmesini savunuyordu. Röttgen’in görüşleri Yeşiller arasında da sempati kazanmaya devam ediyor. Nükleer santraller konusundaki muhalefeti ve CDU’nun en büyük eyalet örgütü NRW-CDU’nun başkanı olması nedeniyle Röttgen CDU’nun „umut taşıyıcısı“ hâline geldiği yaygın basın tarafından da savunulmakta. Röttgen aynı zamanda Hıristiyan demokratların Yeşillerle federal düzeyde hükümet ortaklığına girmelerine sıcak bakıyor.

Gerek Fülberth hocanın bu konudaki analizi, gerekse de sosyalist basında yer alan başka yorumlar, Yeşillerin gerçekleştirdiği dönüşümü bence de doğruluyor. Yeşiller, önümüzdeki dönemde FDP’den boşalan liberal alanı daha çok dolduracaklar gibi görünüyor. Yeşillerin FDP’den daha iyi bir sermaye partisi olacağını kapitalist yeniden yapılanmanın üç temel alanında aldıkları pozisyonlar kanıtlıyor:

Son küresel krizden sonra merkezî kapitalist ülkeler uluslararası malî piyasaların yeniden düzenlenmesi için gerekli olan adımları atıyorlar. Gelmesi muhtemel ve bir öncekinden daha şiddetli olacağı kesin gözüken yeni bir krizde, yoğunlaşan zenginliklerin güvence altına alınması için atılan bu adımların, sosyal kaygılı müdahaleci devlet tedbirleri olmadığı belli. Bu açıdan kârların ulaşılmış düzeyde tutulma hedefi, tedbirlerin yönünü belirleyici olacak. Uluslararası malî piyasalarda bu kâr oranları tutulamazsa, gene ücretler ve sosyal giderler üzerinde baskılar artırılacaktır. Yeşiller, daha önceki Schröder-Fischer Hükümeti döneminde sosyal hakların erozyonunda ve düşük ücret sektörünün yaygınlaşmasında oynadıkları rol ile, sermaye lehine olan bu tedbirleri taşıyabilecek bir politik formasyon olduklarını çoktan kanıtladılar.

Bununla birlikte, ikincisi, giderek tükenmekte olan fosil kaynaklar kapitalist üretimin hammadde temelinin reorganizasyonunu gerekli kılmakta. Özel sermaye birikimine karşı çıkmayan, enerji tedarikinin enerji tekelleri üzerinden sağlanmasını teşvik eden, yenilenebilir enerji üretimini savunan, ama bunun özel sermaye grupları tarafından gerçekleştirilmesini teşvik eden ve sosyal soruyu sormayan Yeşiller, kapitalizmin gerekli gördüğü bu reorganizasyonu taşıyabilecek en esnek parti olarak hazırda beklemekteler.

Üçüncüsü de, Yeşillerin dışpolitikanın militaristleştirilmesi ve emperyalist müdahale savaşlarının yaygınlaşmasında aldıkları konumlanış, FDP’den daha saldırgan bir hükümet ortağı olacaklarını kanıtlamaktadır. Bilhassa Libya’ya yönelik NATO müdahalesinde SPD ile birlikte açık savaş çığırtkanlığı yapan Yeşiller, dünya piyasalarına ve doğal kaynaklarına serbest ulaşımı güvence altına almak isteyen sermayenin tam olarak güvenebileceği savaş taraftarı bir parti olduklarını gösterdiler. Sonuç itibariyle sermaye çevrelerinin ve yaygın medyanın „Yeşiller toplumun merkezine geldiler“ tespitini yapmaları ve Hıristiyan demokratları, Yeşillerle ortak hükümetler kurmaya teşvik etmeleri, Yeşillerin gerçekleştirdikleri dönüşümün doğal bir sonucu. Nükleer enerji kullanımına, savaşlara karşı çıkan, daha fazla demokrasi ve azınlık hakları savunusu yaparak, toplumsal bir direniş hareketinin bağrından doğan Yeşillerin bugün geldikleri bu nokta, yaygın medya tarafından telkin edilmeye çalışıldığı gibi politikada sola değil, Fülberth hocanın deyimiyle „aynı 1998 sonrasında olduğu gibi“ açık bir sağa kayışın göstergesidir.

Yeşil seçmen kim ola?
Yeşillerin bugün geldikleri noktayı, partiyi seçen kesimlerin analizini yapmadan tam olarak açıklamak yanlışlara yola açacaktır. Yeşillerin seçmenlerine baktığımızda, otuz yıl içerisinde 68’lilerden nasıl savaş çığırtkanlarının çıktığını daha rahat açıklayabiliriz.

Öncelikle yeşil seçmenin profiline bakmak gerekecek. Geniş verilerle donatılan bir sosyoekonomik araştırma temelinde haftalık rapor sunan Alman İktisat Araştırmaları Enstitüsü DIW bu konuda bizi biraz aydınlatabilir: DIW araştırmalarına göre Yeşiller genç ve ilk defa seçen seçmenler arasında tüm diğer partilerden farklı olarak yıllardan bu yana geniş bir oy oranına sahip. Örneğin araştırmaya göre 1960 ile 1969 yılları arasında doğan seçmenler arasında yaygın bir Yeşiller sadakati söz konusu. 1980 yılında ilk kez oy kullanan bu grup, ilk defa oy kullandığında yüzde 19 ile Yeşillere oy vermiş. Bugün ise bu grubun yüzde 16’sı hâlâ Yeşillere oy veriyor. Aynı araştırma 1950 ile 1959 arası doğanlar ve 1970 ile 1979 arası doğanlar arasında da benzer bir seçmen sadakatinin bulunduğunu tespit ediyor. Buna karşın 1950 öncesi doğan seçmenler arasındaki Yeşil oy oranı son derece düşük. Blog yazarı Jens Berger’e göre bu gerçek ve Yeşillerin ilk defa oy kullanan seçmenler arasında ortalamanın üzerinde oy toplaması, Yeşillerin oy oranının her seçimde artmasına neden oluyor. Hıristiyan Birlik Partilerinde ise tam tersi durum söz konusu. Yani demoğrafik gelişmeden faydalanabilen tek parti, şu an için Yeşiller.

Kurulduğu günlerde tozlanmış toplumsal yapıları ve kurumları aşarak, toplumsal değişime yol açmak isteyen Yeşiller kurucuları, zaman içerisinde değiştirmek istedikleri toplumun merkezine yerleştiler. Artık toplumu değiştirmeyi değil, toplumsal konumlarını muhafaza etmeye çalışmaktalar. Aynısı seçmenleri için de geçerli: 1980li yıllarda Yeşillere genellikle düşük gelirli kesimlerden oy gelirken, bugün gelir düzeyi yüksek beyaz orta sınıflar Yeşiller seçmenlerinin en büyük kesimini oluşturmakta. Dünün öğrencileri, bugünün ekonomik açıdan refaha ulaşmış, işyeri kaygısı olmayan kalifiye işçileri, mühendisleri, öğretmenleri, avukat veya doktorları gibi serbest meslek sahipleri ve memurları hâline geldiler. 1980’li yıllarda nükleer enerjilere, nükleer silahlara, NATO’ya karşı veya sınıfsız bir toplum için sokaklara çıkan bu kesimler, bugün çok daha farklı dertlere sahipler; artık lüks mahallelerin araç trafiğinden arındırılması veya banliyölerde kurulmuş olan villalarına yerleştirdikleri güneş kolektörlerinin vergi muafiyeti veya teşviği için mücadele ediyorlar.

DIW araştırmasına göre Yeşillere oy veren seçmen için nükleer santrallerin kapatılması veya güneş kollektörleri teşviği, asgarî yasal ücretten, sosyal güvenlik hizmetlerinin herkes için ulaşılabilir olmasından, vergi ve gelir adaletinin sağlanmasından, sendikal hakların genişletilmesinden, kısacası sosyal adaletten daha önemli. Barış, iktisadî durumun düzeltilmesi, işsizliğin azaltılması veya yoksulluğun aşılması gibi „sorunlar“ Yeşil seçmen açısından ikincil, hatta üçüncül önemde olan sorunlar. Bu nedenle Fülberth hoca, Yeşiller partisi politikalarının „özünde postmateryalist ve muhafazakâr“ olduğu görüşünde.

DIW araştırmasına baktığımızda, Yeşil seçmenin genellikle yüksek öğrenimini tamamlamış, büyük kent sakini, devlet memuru ve her şeyden önce kendisine iklim değişimini dert edinen (çoğunluğu kadın) beyaz orta sınıf mensubu insanlardan oluştuğunu görebiliriz. Parti araştırmaları ile tanınan Prof. Dr. Franz Walter, Yeşilleri tanımlarken, „2009 yılının Yeşilleri, aynı 1983lerde eleştirdikleri Hıristiyan demokratlar gibi son derece burjuva, elitist ve kendilerini beğenmişlerden oluşmaktadırlar“ diyor. Gerçekten de şık villalarının önünde biri Porsche, öbürü dörtçeker arabalarını park etmiş, kocanın dişdoktoru, kadının memur olduğu, çevre korumacılıkları arabalarına yapıştırılan antiatom resimciğinden ve antiırkçılıkları Türk göçmenin bakkalından alışveriş yapmakla veya fiyatı ortalamanın üstünde biyolojik olarak üretilmiş gıda maddeleri satın almakla sınırlı olan, ama çocuklarını olanaklı oldukça göçmen öğrencilerin olmadığı özel okullara gönderen, Çin’deki yoksulların sorunlarına kayıtsız, ancak Çin’in iktisadî büyümesinden oldukça rahatsız olan, NATO bombalarıyla dünyanın her tarafına „demokrasi götürülebileceğine“ inanan bir ailenin seçtiği Yeşillerin başka nasıl olmasını bekleyebiliriz ki? Varoluşun bilinci belirlediğini vurgulayan Karl Marx’ın ne denli haklı olduğunu bu örnek göstermiyor mu?

Her ne kadar Yeşil seçmenin profili bize Yeşiller hakkında bilgi verebiliyorsa, Yeşillere oy vermeyen seçmenlerin de profilleri resmi o denli tamamlıyor: Yeşillerin – gene yapılan araştırmayı temel alarak yazıyorum – emekliler, işsizler, işçiler, sosyal transferlerle geçinmek zorunda olanlar, yoksullar, dar gelirliler ve öğrenim dereceleri düşük olan kesimler arasındaki oy oranları neredeyse sıfıra yakın. Bu gerçek de bize Yeşillerin sol politikalar ile yakından uzaktan ilgileri olmadığını gösteriyor.

Sonuç yerine
Yeşiller partisinin kurucularından Jutta Ditfurth’un eski partisi hakkında yazdıklarını okura tavsiye etmek isterim. Belki Ditfurth’un fazlaca radikal olduğunu söyleyenler olacaktır, ama Yeşillerin tarihi hakkında ve geldikleri konum üzerine yazdıkları bence hayli öğretici. Bilhassa Türkiye’de hümanist, pasifist ve çevre korumacı kaygılarla hareket edip, sosyo-ekolojik bir toplumsal dönüşüm taraftarı olan kimi Yeşiller taraftarlarının, Alman Yeşillerinin uyguladıkları politikalara şaşırmamaları için Ditfurth’un Yeşiller eleştirisini okumaları bilgilendirici olacaktır.

Yeşillerin tılsımı yakında bozulacak – bu kahve falı okumacılık değil, reel bir nedeni var. Baden-Württemberg eyaletinde hükümetin başına geçecek olan Yeşiller, çok kısa zaman içerisinde sol renge boyanmış söylemler yerine, her zaman savundukları reel politikaları uyguladıklarında ve bunun sonucunda Stuttgart 21-Projesi Yeşil bir başbakanın imzası ile gerçekleştirildiğinde veya Eyaletler Meclisi’nde neoliberal politikalara, militarizme, müdahale savaşlarına verecekleri onayla gerçek yüzleri bir kez daha ortaya çıkacak.

Önceden, yani 1998 ve sonrasında olduğu gibi, Yeşillerin gerçek yüzünün ortaya çıkması, oy kaybetmesine yol açacak mı? Kanımca hayır, çünkü uyguladıkları politikalar tam anlamıyla seçmenlerinin istediği politikalar olacak. Ama kendi programlarını tarihe terk eden Alman sosyaldemokratları ve neoliberal dönüşümün taşıyıcısı olan yeni Alman muhafazakârları Yeşiller ile birlikte sol politikaların yapılabileceğine inananların, rüyadan uyanmalarına neden olacaktır. Ve nihayet Yeşillerin kendi sol tarihlerini kendilerinin çöpe atmalarına neden olabilir. Almanya Birlik 90 / Yeşiller Partisi, 2011 yılı itibariyle yeni muhafazakârlığın sembolü olmuştur. Mart 2011 seçimlerinin en önemli öğretisi bence bu gerçektir.

Şimdi gerekli olan Almanya’daki toplumsal ve politik solun bu gerçeklerden hareketle stratejilerini belirlemesi ve adalet ve eşitlik hedefiyle politik mücadelesini programatik bir temele oturtmasıdır.
MURAT ÇAKIR

Hiç yorum yok: