7 Mart 2010 Pazar

Hak ve hukuk Kürtlere işlemiyor

Dine bilimsel açıdan bakanlar her dinin belli sosyal koşullarının bir ürünü olduğunu bilirler. İslam'ın bir adı da 'hak' dini olmasıdır. Hak dinine mensup olmak, hak'a sahip çıkmaktır. Hak denildiğinde ilk akla gelen, insan hak ve özgürlükleridir. İnsanın bir varlık olmasının varlığı sağlanmasıdır. Varlığın tüm gereksinimleri birer hak'tır. Ve en önemli varlığı insanın toplumsal bir varlık olmasıdır.

Dinin hakikati açısından da bakıldığında toplumsallık bir haktır. Tarihsel ve biyolojik açıdan da yaşamsal bir zorunluluktur. İnsanın toplumsal yaşamından kaynaklanan zorunluluklar aslında hava koşullarından kaynaklanan zorunluluklar gibi doğal bir nitelik taşır. İnsansoyu yalnız yaşayabilecek kadar güçlü sayılmaz. Bu nedenle ayakta kalmak için olağanüstü çaba içinde olmuştur.

İnsanın varoluş biçimi kendine özgüdür, yaşam tarzı oldukça sıkı korunma önlemlerini gerektirir. Böylece bir kişinin üstesinden gelemeyeceği zorunlulukları bir iş bölümüne gidilerek, hem toplum olmayı sağladı ve hem de yaşamayı başardı. Ve insan bu gerçeklik üzerinde varlığını sürdürdü ve başardı da. Zaten yaratıcı yeteneğini de bu sayede geliştirdi.

İnsan kendine özgü bir toplum geliştirmiş tür olarak sadece bir arada yaşamak için değildir.

'Toplumun kendisi belki üst insandır veya üst insanı yaratmış ve yaratacak organizasyondur. Ama toplumun insanın inşasında, insanın da toplumun inşasında rolü benzersizdir.' Kuşkusuz insan olmadan toplum olmaz ama toplumu insanların toplamından ibaret görmek önemli bir yanılgı olacaktır. 'Toplumsuz insan primat olmaktan öteye gidemez' toplumlu insan ise müthiş bir güç olabilmektedir.

Toplumsallık duygusu her şeyden önce insan soyunun varlığını sürdürmesini sağlamış, bütün eğitim, inanç, tabu, yasa ve kural toplum yaşamının gereklerine yanıt verecek bir nitelik taşır. Adalet dediğimiz şey ana hatlarıyla toplu yaşamın zorunluluklarına uyulmasıdır. Ayrıca bütün iyi ve güzellikler, insan erdemleri de toplumsallık ilkesinin yarattığı ve ayakta tuttuğu değerlerdir. Toplumsallık gerçeğinde insancıllık vardır, özünde bu gerçekliği taşımayan toplum olamaz.

Toplum, kolektivizmin en temel dokusudur, devletleştirilmesi düşünülemez. Toplumun yarattığı ve oluşturduğu kendi inşalarını özelleştirmek, toplumun temel dokusunu tahrip etmek demektir.

Hz. Muhammed toplumsallığın önemini birçok hadiste belirtmiştir. Müslümanlar, İslam'ın doğuşundan önce o bölgenin karanlığa gömülü olduğunu söylerler ve 'cahiliye-bilgisizlik dönemi' diye adlandırırlar. Bilgisizlik, cehalet, zorbalık, barbarlık ve vahşet hüküm sürdüğü için o döneme damgasını vuran hususlar; bilgisizlik, şirk, putperestlik, kabile asabiyeti, zorbalık, zulüm, haksızlık, adaletten, sulh ve nizamdan yoksunluk; çapulculuk, insan haklarını çiğnemek, insanları soylarından dolayı aşağılamak veya üstün görülmesi vb. kötülükleri yakıştırmak gibi, insan dinine de sığmıyordu. Kaldı ki, İslamiyet bunların tamamını yasaklamıştır.

İslam'ın yaşadıkları

Bugün Müslüman geçinen iktidarlar, bütün İslam'ın yasakladıklarını renklendirip pullandırarak ve hepsini kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda kullanmak için her şeyi uygulamayı mubah görürler. Sadece Kürt coğrafyasında, İslamcı geçinen dört devletin (İran-Türkiye-Suriye-Irak) Kürtler üzerindeki uygulamaları ve bu yönlü politikalarına çağdaş cahiliye dönemi demek yerinde olur.

Hz. Muhammed döneminde Müslümanların büyük çoğunluğu Araplardan oluşuyordu. Ancak farklı etnik kökenlere mensup olanlar da vardı. Hz. Muhammed'in mesajı şu olmuştur: 'Her renk, ırk, dil ve kültüre mensup insanlara İslamiyet'in kapısı açıktır.' O dönemde kabile tarzı hakim olduğu için, bireyin kimliğini, kişiliğini ve konumunu kabilesinden ve kabilesinde olan bu toplumsal yapı içinde kazanması çok zor bir işti.

Kabileden kopmak bir bakıma intihar etmekle eşdeğerdi; yani yok olmak demekti. Kabilesinden kopan biri antlaşma yoluyla başka bir kabileye iltihak etmek zorundaydı. Hz. Muhammed için en önemli şey, etnik kökeni ve daha önceki mensubu olduğu sınıfı ne olursa olsun bütün müminler eşit kabul görüyor ve yeni bir toplum kurarken sosyolojik düşünce ile hareket ediyordu. Ayrıca ideolojik yapıyı oluştururken de son derece inançlı ve bütün yaptıklarının akılla doğrulanacağından emindir. Sistemi kurarken, döneme göre bilimsel davrandığı çok dikkate değer bir özelliğidir; bu bakımdan İslamiyet, eşit haklara sahip vatandaşlık statüsü kazandırıyordu.

Yeni toplum yapısında kabilenin varlığı dahi inkar edilmiyor ve ortadan kaldırılmıyordu. Bireylerin kabileye bağlı kalmasında hiçbir engel yoktu. Ancak bir kabileye mensubiyet, üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılmış, farklı kültür ve etnisiteye mensup ve gayri- müslimler dini ve hukuki temele dayalı kimliklerini koruyarak, İslam toplumu içinde yaşamaya devam etmişlerdir.

Hz. Muhammed, bizzat şunu söylemiştir: Gayrimüslimlere zulüm yapan, haksızlık eden, ona gücünün üstünde sorumluluk yükleyen ve onun arzusu dışında bir şey alan her kimse kıyamet günü bizzat kendisinin hasmı olacaktır. Nitekim yapılan antlaşmalarda onların canlarını, mallarını, dinlerini, kültürlerini, ayin ve ibadetlerini, aidiyetlerini hukukun güvencesi altına almıştır.

Madem İslam 'hak' dinidir, o zaman hak'a sahip çıkmak, hak olan ne varsa onları korumak, geliştirmek; sahip çıkmak ve yaşatmak dindarlığın gereğidir. Haksızlığa karşı durmak, haksızlığı kabul etmemek, tavır sahibi olmak, hak'a inanmanın gereğidir. Her Müslüman, İslam'ın özü ile ve İslam adına siyaset yapan, özellikle mevcut iktidarda oturanların yaptıklarını bir mukayeseye tabi tutarsa, bunların İslamiyet'le hiçbir alakalarının olmadığını daha iyi anlaşılacaktır.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Onun en önemli yaşam dayanağı, onun toplum olmasıdır. İnsanın bu yaşam dayanağı elinden alındığında, omurgası kırılmış bir yatalak durumuna düşecektir. Bu duruma düşen birinin nasıl özgür yaşayacağını ya da adına yaşam denileceğini anlamak zor olsa gerek. 'Bireysel haklara evet, kolektif haklara hayır' diyen zihniyetin anlatmak istediği bu değil midir? 'Yaşarsın ama yatalak durumda kalacaksın' bunun da ölümden çok daha beter bir durum olmadığını kim iddia edebilir.

Kürt halkının, kolektif var olma hakkını reddetmek inkar etmek, kaba zor ve şiddetle her türlü oyun ve hilelerle yok etmek zulüm değil de nedir? Kürtlere ne İslam'ın 'hakkı' ne de devletin 'hukuku' işlemektedir. Oysa hak ve hukuk, biri var olanı (evrensel olanı) diğeri var olmayanı korumanın adıdır. Türk devleti, bir hukuk devleti olduğu iddiasındadır; fakat bu sadece sözde kalmaktadır. Pratik uygulaması yoktur, dolayısıyla 'hukuk' sözcüğü de hiçbir anlam ifade etmiyor.

Sonuç olarak, ne İslam'ın hak'ı, ne devletin hukuku gerçek anlamda işlemektedir. Yürürlükte olan modernitenin ruhu, hırsı ve çıkarıdır. Kürtler şunu istiyorlar; 'hak ve hukukunuza' sadık olun, bu bile bir doğrultuyu sağlayacaktır. Ne AKP'nin Müslümanlığı ne devletin hukuku, Kürtlere esaretin dışında bir yaşam hakkı tanımıyor.

NEVZAT ÇAPKIN *
* Siirt E Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok: