7 Mart 2010 Pazar

Kapitalizmin vahşeti, emeğin sefaleti



Önceki yazılarımızda emeğin, uygarlık toplumu boyunca aldığı biçimleri ele alıp değerlendirmiştik. Şimdi ise kapitalist toplum gerçekliği içinde ele alacağız.

Devlet, hiyerarşi, kölelik, serflik, sömürü, sömürgecilik, baskı, yağma, talan, toplumsal eşitsizlik, işçilik vb. kavramların kök hücresi Sümer zigguratlarıdır.

Sümer rahipleri Zigguratlarda ilkin mitolojik metotla köleliğin ideolojisini yarattı. Mitolojiye dayalı insan beyni zehirlenerek bilinci çarpıtıldı. İdeolojinin bir parçası olarak psikolojik-dinsel baskı devreye konuldu. Beyni uyuşturulan, bilinci çarpıtılan toplum-birey bir tür yarı gönüllü köleliği kabullendi. Bununla iç içe köleliğin çıplak -zor araçları yaratılarak sistem derinleştirilip kurumlaştırıldı. Kapitalist toplumda sömürüyü, emeği ve emekçiyi ele alırken bu tarihsel gelişmeden koparmadan ele almak gerekiyor.

Bu gün de aynı gerçeklik söz konusudur. Kurumlaştırılan zor araçlarının yanı sıra, anlı-şanlı yazarlar-çizerler, akademisyenler, üniversite üyeleri, politikacılar dolar karşılığında toplumun-bireyin beynini uyuşturup zehirliyorlar. Sümer rahiplerinin görevini daha mükemmel düzeyde yapıyorlar.

Vahşi kapitalizm

Kapitalizmin şafak vaktinde Marks'ın ifadesiyle: 'Yeni boy gösteren zenginlik kaynakları, tuhaf bir büyüye uğrayarak yoksunluk kaynaklarına dönüştüler' Feodalizmden kapitalizme geçiş çelişki ve çatışmalar üzerine kurulu bir trajedidedir. Bir yandan baldırı çıplakların inançla haykırdıkları 'eşitlik, özgürlük, kardeşlik' sloganları diğer yanda açlık, yoksulluk, işsizlik, baskı, sömürü ve sefalet.

Marks haklıydı. 'Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser' Bu kapitalizmin vahşiliğini ortaya koyar. Kapitalizmin vahşeti-vahşiliği kar oranı ile doğru orantılıdır. Kar oranı yükseldikçe saldırganlaşır ve vahşileşir. İşlemeyeceği cinayet, yapmayacağı katliam ve kötülük yoktur. Temel yaklaşım, kar için her şey mubahtır. Emeğin çok yönlü sömürüsü, işsizlik, açlık, sefalet, talan, yağma ve tüm kirli-haksız savaşlar bu felsefenin bir sonucudur. Kapitalizmin özünde de bu gerçeklik vardır. Tarihi bu suçlarla örülüdür.

Kapitalizmin 'ilkel sermaye birikim dönemi' diye adlandırılan süreç özünde vahşi kapitalizmdir. Doğuş itibarıyla son derece acımasızdır. Avrupa'da feodalizmin çözülmesiyle, geniş köylü kitleleri büyük metropollere göç ettiler. İşsizlik, açlık, yoksulluk bir yaşam biçimi haline geldi. İşçiler karın tokluğuna 14-16 saat tüm güvencelerden yoksun çalıştırıldılar. Rönesans, Reform, 1848 ayaklanmaları, Paris Komünü, Fransa-İngiltere devrimleri sırasında korkunç katliamlar geliştirildi. Soy kırımı temelinde Sömürgeleştirilen halklar gerçeği tarihin bir başka trajedisidir.

Vahşet süreklidir

Biçimi-görünümü 'insancıl-modern' bir maskeye bürünse de, kapitalizmin özü oldukça vahşidir. 1990'lı yıllarda kapitalizmin motor gücü ABD'nin onayı ile üç ay içinde 800 bin Tutsi yok edildi. Yine 1990'lı yıllarda Balkanlar'da demokrasi insan hakları maskesi altında 300 bin insan öldürüldü. Kafkaslarda aynı oyun sahnelendi. Filistin, Afganistan Irak ve Kürt coğrafyasında aynı şeyler devam ediyor. Kapitalistler tüm katliamları demokrasi ve özgürlük adı altında gerçekleştiriyorlar ardında durmadan timsah gözyaşları döküyorlar.

Değişen sömürü biçimi

İşçi-emekçi çalışmak zorundadır. Çünkü yiyeceğe giyeceğe, barınmaya, çocuklarını okutmaya, ailesini geçindirmeye gereksinimi vardır. Kapitalist ise, üretimi yapabilmek için işçiye gereksinimi duyar. İşçi, her insan gibi, işgücüne sahiptir. Üretimin temel öğesi olan işgücü de ortaya çıkan yeni koşullara bağlı olarak kapitalist toplumda, bir meta haline dönüştü. Toprağa bağımlı olan serfler verimsizleşince sömürü biçim değiştirildi. Zincirlerini koparmış gibi görünen serfler, bu defa kendilerini daha da derinleştirilmiş, inceltilmiş, üstü özgürlük demokrasi ile cilalanmış ücretli kölelik kıskacında buldular.

Marks'ın tabiriyle sermaye; 'ancak canlı emeği emme yoluyla, vampir gibi canlanan ve ne kadar çok emerse o kadar çok yaşayan cansız emektir.' Demek ki sermaye büyüdükçe vampir gibi canlanmaktadır. Vampirleştikçe emekçileri-insanı ve doğayı iliklerine kadar sömürmektedir. Emeğin sefaleti, yoksulluk, işsizlik, baskı vb. tamda bu kör düğümde başlıyor.

Asalaklaşan kapitalizm

Sermayenin küreselleşmesi daha çok finans kapital alanında gelişiyor. Finans sistemi, paranın para getirmesi gibi bir tür kumar oyunu. Finans kapital karşısında ulusal kurumlar hızla parçalanıyor. Eski dengeler bozuluyor. Sistem kendi içinde büyük bir gerginliği yaşıyor. İşsizlik durmadan artıyor. Her geçen gün işsizler ordusu büyüyor. Bir yandan kıtlığı açlığı yaşayan geniş kitleler, diğer yandan dağ gibi birikip tüketilemeyen arz fazlası derin bir çelişkiyi ifade ediyor. Şehirleşme bir kanserleşmeye dönüşüyor. Mega köyler oluşuyor. Sosyal güvencelerden yoksun şehirle alakası olmayan kitleler bir kaos durumunu yaratıyor. Toplumun tümü metalaştırılıyor. Alım-satım konusu olmayan hiçbir şey kalmıyor. Doğanın tahribi ve kirlenmesi bir kaos özelliğini taşıyor. Büyük bir nüfus patlaması yaşanıyor. Kapitalizm, 'insan ne kadar değersizleşirse o kadar çoğalır.' politikasını esas alıyor. Aile sosyal açıdan gerçek bir dökülmeyi dağılmayı yaşıyor. Kadın sorunu tam bir krize dönüşmüş bulunuyor. Tüketilen ahlaki değerler zincirlerinden boşalan bir bireyciliği geliştiriyor. Kapitalizm herkesi herkesin kurdu haline getiriyor. Sanat, spor, bilim, teknik iktidarın tekelinde olup toplum karşıtlığına dönüştürülüyor.

Bütün bunlar kapitalizmin yapısal karakterleri olup derin bir kaos durumunu ifade ediyor. Bu da kendisiyle birlikte çürümeyi, yozlaşmayı, asalaklaşmayı doğuruyor. Toplum özellikle sosyal, manevi moral ve ahlaki açıdan gerçek bir çürümeyi yozlaşmayı yaşıyor. İnsani tüm değerlerinden soyutlanıyor. Asalaklaşan, çürüyen kapitalizm yaşanan kaosu daha da derinleştiriyor. Bu gerçeklik emekçilere de yansıyor. Yozlaşma, çürüme, ahlaki değerlerden uzaklaşma emekçileri sınıf dışı(de class) duruma getiriyor. Giderek toplumda sınıf altı bir kitle (under-class) oluşuyor. Bu emekçilerin direnme ve örgütlenmesinde büyük bir çıkmazı oluşturuyor. Emekçileri çürütme değerlerinden soyutlama ve etkisizleştirme yöntemi oluyor.

İstanbul'da Aksaray, Ayazma, Sultanbeyli, Tarlabaşı vb yerlerin arka sokakları her yönüyle bunu doğrular niteliktedir.

Emek denetime alınıyor

Amerikalı mühendis F. W. TAYLOR tarafından 'İşletmelerin Bilimsel Yönetimi' adı altında geliştirilen sıkı iş düzeni ve zamanı denetime alma yöntemiyle emek; inceltilmiş derinleştirilmiş ve yoğunlaştırılmış bir biçimde kontrol altına alındı. Emekçi; fiziksel, ruhsal ve psikolojik olarak makinaya kilitlendi ve çarkın bir dişlisi haline getirildi.

'Verili işletmede en güçlü ve en becerikli işçiler seçilir. Bunlar, azami yoğunlukta çalışmaya zorlanır. Her bir iş eyleminin süresi saniye ve salisesiyle saptanır. Tutulan zamanlar temel alınarak, tüm işçi kitlesi için üretim rejimi ve zaman normları saptanır. Taylor sistemine göre kapitalist iş örgütlenmesi işçiden tüm güçlerini çekip alır, onu mekanik olarak bir ve aynı hareketi yerine getiren bir otomata dönüştürür.'

Makina parçası işçiler

Her işçi sürekli akan üretim bandının tek bir adımından sorumludur. Tüm iş yaşamı boyunca ya bir vidayı sıkmakla ya da bir düğmeye basmakla görevlidir. Burada işçinin kendisi üretim aracı olan makinanın bir parçasıdır. Hatta ondan daha değersizdir. Bu bir üretim tarzı-mantığı olarak geliştirilir. Taylorist, fordist kara ortak etme sistemi vb.yle sömürü daha da derinleştirilir. Emekçiler ve tüm toplum iliklerine kadar sömürürler.

Charlin Chaplin, 'Modern Zamanlar' adlı filminde konuyu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. C. Chaplin; 'karşılaştığı kadınların elbiselerindeki düğmeleri sıkılacak vida zannederek sisteme ciddi eleştiriler yöneltir.'

Burada zaman en küçük dilimlere ayrılıyor. 'Verimlilik' adı altında emekçi çalışma süresi boyunca aralıksız çalıştırılıyor. Bir tür robotlaşma yaratılıyor. İşveren açısında satın alınan iş gücü metası makinenin çarkını döndüren her hangi bir parça oluyor.

Bilgi, teknik, iletişim araçları bir avuç tekel sahibinin çıkarları temelinde tekelleşiyor. Kapitalizm bunlar aracılığıyla yaşamın her alanında insanların kılcal damarlarına kadar giriyor. Yaygın Robot kullanımı, işgücü fiyatını en dibe indiriyor. Otomasyon, robotlaşma, bilgisayar, iletişim, enformasyon teknolojileri yeni emek biçimlerini yaratıyor.

Günümüzde, 'elektronik ortamlarda bilgi üretimine katılan, bilgiyi işleyen, yazılı veya sözlü bilgiyi bilgisayar ortamına aktaran yeni bir işçi-emekçi tipi ortaya çıkıyor.'

Böylece emek tüm boyutlarıyla denetim altına alınıyor, mülksüzleştirilenler, bu alanda da mülksüzleştiriyor.

Sonuç Olarak

'Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür.' İnsan giderek bir nesne haline gelir. Tüm insani değerler yok olur. Tüm manevi-moral değerler kara feda edilir. Sadece işçi-emekçi değil insanın kendisi en üst düzeyde nesneleşir. Japonya da insanlar adeta karıncalaşıyor. Amerika'da çağın en büyük dejenerasyonu yaşanıyor. Bir suçlular toplumu yaratılıyor. İnsanoğlu-insan kızı giderek yozlaşıyor soysuzlaşıyor. Avrupa'da insan tüm manevi değerlerden yoksun birer metaya dönüşüyor. İnsan ilişkileri katı soğuk donmuş birer meta haline geliyor. İnsan makineleşiyor, robotlaşıyor.

Kapitalizm Sadece işçi ve emekçiyi değil tüm insanlığı maymunlaştırıyor karıncalaştırıyor ve hayvanlaştırılıyor. Bunlar dünyanın ekolojik dengesinin bozulması, cinsler arasındaki uçurumun derinleşmesiyle bütünleştiğinde tekmil insanlığın büyük bir yıkımla karşı karşıya olduğu ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda kapitalizmin çürüme, asalaklaşma ve iflas noktası oluyor.

Kapitalizm'in yarattığı vahşet

Japonya'da, İkinci Dünya Savaşının arifesinde bile 16 yaşından büyük tüm işçiler için yasayla 12 saatlik işgünü saptandı; ama fiilen bir dizi üretim dalında işgünü 15-16 saati buluyordu. Amerika yerlilerinin trajik akıbeti çok çarpıcıdır. Siu kabilesinden Mahpiya Luta (Kızıl Bulut), 1882'de, atalarının maruz bırakıldığı soykırıma dair şunları söylüyordu:

'Amerika'nın geniş vadilerinde mutluluk içinde yaşayan asil bir ırk vardı... Güler yüzlü, sevecen ve misafirperverdiler... Dört yüz yıl önce, dünyanın öbür ucundan gelen 'soluk benizlileri' de 'kardeş' deyip basmışlardı bağırlarına... Ama sevgiye karşı düşmanlık, yardıma karşı nankörlük, mertliğe karşı alçaklık gördüler... Öz yurtlarında 'parya' edildiler, ezildiler, öldürüldüler; 'medeniyet' ve 'Tanrı' adına... Sefil ruhların, bölük-pörçük zulümleri gün oldu devletleşip balyoz gibi indi başlarına... Artık gülmüyorlardı, gülemiyorlardı... Mezar taşı dikilmişti söndürülen ocaklarına... Sonraları 'Hürriyet Abidesi' dediler ona: Kan emerek semiren vampir devlet, 'özgürlük, barış ve demokrasi' vaatleriyle sürdürdü sömürüsünü. Ve sürdürüyor...'

Kapitalist saldırıya karşı demokratik çözüm

Her bitki kendi kökleri üzerinde yeşerir ve kurur. Her canlı kendi kök hücresi üzerinde doğar büyür gelişir ve çoğalır. Kökü çözmeden geçmişi analiz etmeden bugünü çözemeyiz. Çağımızda emek sınıfının, ötekileştirilenlerin demokratik, özgürlükçü köklü bir çözüme ulaşabilmesi için öncelikle emeğin dayandığı tarihi kökleri doğru bilince çıkarması gerekir. Çünkü esas tarih; 'hiyerarşik ve sınıflı toplumsal gelişmede zıt kutbu yaşayanların tarihidir.'(A.Ö) Hiçbir resmi tarih bundan söz etmez. Emek sınıfı, emeğe dayalı ilişkilerin özgür olduğu, sömürünün olmadığı, gerçek anlamda eşitlik ve kardeşliğin yaşandığı doğal toplumun ufkunu esas almak durumundadır.

Tüm kötülüklerin kaynağı beş bin yıllık devlet ve iktidar gerçekliğidir. Bu açıdan, özgürlükçü çözüm; devlet dışı anlayışa, zihniyete, felsefeye ve güçlere dayanmalıdır.

Çağımızda insanlığın yaşadığı büyük sorunları; tarihsel açıdan büyük dinlerin ve düşüncelerin oluşumunda onlarca yıl süren inzivaları, zindanları, ihanetleri ve acıları; direnen doğal toplum değerlerini; etnisitenin varlık-özgürlük savaşlarını 'hakikat aşktır, aşk özgürlüktür.' perspektifiyle teorik temeli haline getirmek gerekiyor. Bu teori, toplumdaki bilme gücünün en üst sınırını kapsamalıdır. Çünkü tüm sistemin bilme kapasitesini, bilmenin ufkunu anlamayan bir teori eksik ve yetmezdir. Karşıt teorilerin ufku içinde eriyip etkisizleşir. Burada ideolojik mücadelenin anlam ve önemini ortaya çıkıyor. Açık ki bu teorik sistem ne eskinin hiyerarşik, klasik devlet sistemidir, ne de yenik, ezilip sömürülen toplumun köleci sistemidir. Beş bin yıllık devletli toplum tarihi bu her ikisinin de çözüm olmadığını ortaya koymuştur. Emek sınıfının dayanması gereken bu yeni teorik sistem; 'doğayla sürdürülebilir diyalektik ilişkiyi kurmuş, kendi içinde tahakküme dayanmayan, ortak yararı doğrudan demokrasiyle belirleyen ahlaki bir sistemdir.'(A.Ö)

Esas olarak devlet dışı kalmış, tarih boyunca, her türlü saldırıya karşı direnmiş ve ayakta kalmış 'göçebe toplum, özgür köylü, ana eksenli aile, etnisitenin direnme kültürü, saf soylu insani değerler ve ahlakları, destanları, dilleri, kültürleri' sınıf mücadelesiyle bütünleştirilerek emperyalizmin küresel saldırısına karşı birleşik-bütünlüklü bir direnme çizgisi geliştirilmelidir.

M.Sait ÜÇLÜ

Hiç yorum yok: