17 Ocak 2011 Pazartesi

Ekolojinin Anlam ve önemi



Ekoloji kavramını ilk kez bir Alman biyolog olan Ernest Heackel kullanmaya başlamıştır. Sözcük anlamı: "oikos (ev) ve logos (anlam) sözcüklerinin bir araya gelmesinden oluşturulmuştur.

Ekoloji; çevre, doğa, hayvan ve bitki sistemlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Ayrıca biyoloji, botanik, zooloji gibi bilim dallarıyla doğrudan bağlantılıdır. Daha geniş ele alırsak; ekoloji, canlıların birbirine bağımlı olduğu ve doğal düzenin istikrarını sürdürmede tamamlayıcı rol oynadığı ekosistemlerle ilgilenir. Bu bağlamda bütün canlı türlerin, bitki ve hayvanların, karada ve suda nasıl ekosistemler oluşturdukları, bu ekosistemlerin çevrimsel özellikleri ekolojinin kapsamına girmektedir.


Üzerinde yaşadığımız gezegenin var olmasından günümüze kadar oluşan bütün evrimler, değişimler canlılardaki biyolojik gelişmeler doğrudan ekoloji ile bağlantılıdır. Ekolojinin (ekosistemin) görevinin büyük patlama (big bang) ile başladığı söylenebilir. Evrenin var olması ve yaşadığımız gezegenin ortaya çıkmasını bilim insanları büyük patlama teorisiyle açıklarlar. Buna göre başlangıçta var olan kozmik bir öz yaklaşık 13-20 milyar yıl önce kararlı halden kararsız hale geçti ve büyük patlama meydana geldi. Bu patlama sonucunda yoğunlaşmış enerji çok büyük hızla yayılmaya başladı, bu yayılmanın, yani evrenin nefes almasının günümüzde de devam ettiği öne sürülür.


Büyük patlamadan sonra milyonlarca yıl yükselen su buharları soğuyup yağmur olarak tekrar yeryüzüne düşmesi ve bunun bir döngü şeklinde yinelenmesi ile yeryüzünde sıcaklık gittikçe azalmış, ısının 100 derecenin altına kadar düşmesiyle de sular yerkürede toplanıp, okyanuslar dış kabuğu sarmıştır. Işınların etkisiyle yükselen su buharı içindeki oksijen ve hidrojen atomları, açığa çıkıyordu. Hidrojen hafif olduğu için sürekli olarak uzaya kaçtı. Oksijenin büyük bir kısmı ise, yüksek ışınlı güneş ışınlarının etkisi sonucunda ozon tabakasını oluşturdu. Gezegendeki bu gelişmeler milyonlarca yıl sürmüştür.


SUDA HAYAT BULAN İNSAN


Yerkürede yaşamın yaklaşık 4-5 milyar yıl önce başladığı tahmin ediliyor. Sığ denizlerde aminoasit ve karbonhidrat moleküllerinin birikmesiyle bir "organik çorba" meydana geldi. Bu organik çorbada daha sonra; fotosentez yapmayan, fermantasyon yöntemi yoluyla, ama "erab" olarak yaşamını sürdüren ilk basit organizmalar oluştu. İlk fotosentez yapan mavi-yeşil algler ise serbest oksijenin atmosfere verilmesini sağladı. Böylece canlı varlıkların basitten karmaşığa doğru evrimi başladı. Denizlerdeki organik çorbada ilk olarak çekirdeksiz hücreli (prokaryotik) canlılar, daha sonra çekirdekli hücreli (evrokaryatik) canlılar oluştu. Tek hücreliden çift hücreliye, kaburgasızdan kaburgalıya doğru bir evrim süreci, sudan karaya doğru yaşanmıştır. Yaşamın sudan karaya geçişi yaklaşık 100-120 milyon yılı kapsar. Suda hayat bulan, insanı meydana getirecek ilk hücrenin denizden karaya geçmesiyle de evrim süreci başlamış oluyordu. Ağaçlarda yaşayan prosimian fare türüyle başlayan, primat ailesinde olan hominid maymununda devam eden ve bu türün dünyanın birçok yerine yayılması sonucunda iklim koşullarına dayanabilen tek tür homo habilis (eli işe yatkın insan) olmuştur. Daha sonra evrim süreci homo electus (iki ayak üstüne doğrulan insan) ile devam eder. Yaklaşık 500-700 bin yıl süren bir evrim süreciyle homo sapiens (düşünen insan) meydana gelir. Son olarak yaklaşık 50 bin yıl önce günümüz insanı meydana çıkmıştır. Prosimian fare türünden günümüz insanına kadar evrim süreci yaklaşık 70-80 milyon yıldır.


Günümüz coğrafik düzeni milyonlarca yıllık bir değişim dönüşüm sonucunda bugünkü şeklini almıştır. 1.5-2 milyar yıl öncesi doğa sürekli büyük değişimler yaşıyordu. Volkanik patlamalar, yanardağların yoğun püskürtüleri ve buzulların oluşması ile karalar ve denizler sürekli yer değiştirebiliyordu. 1.5 milyarlı yıllara dek dünya adeta kaynayan kazan gibidir. 200 milyonlu yıllardan sonra dünya gittikçe daha sakin bir hal almaya başladı. Büyük dağların ortaya çıkması (Alp, Himalaya gibi...), okyanusların çekilmesi ve karaların belirlenmesi 150-200 milyonlu yıllardan sonra olmaya başlamıştır.


Bir yağmur damlasıyla başlar her şey. Sessizce yere düşer aslında o yağmur damlası, yere düştüğünde bir bomba patlar toprakta ama biz duymayız. Binlerce tek hücreli sağa-sola kaçışır. Milyonlarca su molekülü toprağın özü olan tozların arasında kaybolur. İnsanların dünyasına pek benzemeyen ve insanlarca pek de önemsenmeyen bambaşka bir süreç başlar. Moleküller bozulur, ayrışır, yerine yenileri oluşur-ayrışır sonra ot deyip geçtiğimiz mütevazı bir yabani bitkinin köklerindeki kılcal damarlar suyla birlikte onları hızla ve sabırla emerler.

Bu süreç mavi gezegenimizin kabuğuna ilk yağmur düştüğünden bu yana aynıdır. Su toprağı, toprak suyu, toprak ve su da bitkileri besler. Ve aralarında sonsuzlukla ifadelendirilebilecek döngüsel bir ilişki söz konusudur. Doğayı yöneten, doğanın diyalektiğini sağlayan, her şeyi birbirine bağlayan ve tamamlayan ekosistemdir. Peki bu ekosistem nedir? Canlı mıdır? Madde midir? Nasıl oluyor da doğayı tek başına yönetebiliyor? Ekosistem dediğimiz şey somuttur. Doğada var olan tüm canlıların arasındaki uyuma ve doğadaki gelişmelere ekosistem denir. Biraz daha somutlaştırırsak; doğadaki her şeyin birbirinden etkileşimi sonucunda ortaya çıkan düzeni ekosistemin bir sonucu olarak görebiliriz.


EKOSİSTEM


Doğayı en iyi koruyan ve yöneten doğanın kendisidir. Yani ekosistemdir. İnsanlığın doğaya hükmetmesinden bu yana doğa son derece sıkıntılıdır. Doğanın bir parçası olan insan, doğaya hakim olduktan sonra doğaya ihanet eden tek canlı olmuştur. İnsan, bebeklik ve çocukluk (paleolitik, mezolitik) döneminde doğaya her yönüyle tabi olup pasif durumda olan bir canlı durumundaydı. Güdüsel temelde yaşayıp, varlığını sürdürmekteydi. Sürekli doğadan aldıklarıyla yaşamını idare ediyordu. Yani edilgen bir yaşam söz konusudur. Diğer birçok canlı türüne göre zayıf ve dezavantajlıydı. Ancak insanı diğer canlılardan üstün kılan önemli bir avantajı vardı. Gelişmeye elverişli beyin! Bu avantajı sayesinde bütün canlılara ve doğaya hükmetmiştir.


İnsanın tarım devrimiyle (Neolitik) yerleşik yaşama geçmesi, doğayla olan ilişkisini karşılıklı alıp-verme temelinde şekillendirmiştir. Neolitik dönemde insan ve doğa, karşılıklı birbirini besleyen iki canlı-dost gibidir. İnsanlık tarihinde insan ve doğanın barışık olduğu tek dönem Neolitik dönemdir. İnsanlar arasında sınıflaşmanın henüz başlamadan karşılıklı paylaşıma dayalı bir yaşam biçimi ve doğaya kutsiyet atfedildiği bir çağdır Neolitik Çağ.


Doğa tüm canlıların anasıdır, insanların ve diğer tüm canlıların doğaya mutlak ihtiyacı vardır. Doğa tüm ihtiyacını kendisi karşılar, insan olmadan da varlığını sürdürebilir. Tüm canlılara yetecek kadar ve gerekli olan her şey mevcuttur doğada. Önemli olan doğadan alırken ona zarar vermeden ve gerektiğinde doğadan aldığımız gibi vermeyi de bilmektir. Doğayı bir elma ağacına benzetirsek; o ağaçtan ihtiyacımız kadar elma almalı, alırken ağaca zarar vermeden, dallarını koparmadan ve o ağaçtan yeniden ve daha fazla elma almak istiyorsak ağacın gerekli ihtiyaçlarını karşılamalıyız. Doğanın bu cömertliğine karşın, insanın aç gözlülüğü ve doyumsuzluğu sonucu doğa bugün elma vermede çok zorlanıyor. Bu gidişle çok yakında o ağaç kuruyacak, bir odun halini alacak. Gelecek nesillere kuru bir ağaç bıraktığımızda insanlar ağaca değil bu ağacı bu hale getirenlere lanet okuyacaklardır.


16. yy'dan 21. yy'a kadar kapitalizm doğayı adeta talan etmiştir. Sömürdüğü ülkelerin kaynaklarıyla yaşamlarını her alanda kolaylaştıran, Uzakdoğu ülkelerinin yoksul çocuklarını karın tokluğu karşılığında çalıştırarak onların emeğiyle dünyanın en kaliteli kıyafetlerini giyenler ve ihracat yapanlar, sözde dünyanın en ciddi insan hakları savunucuları olarak demokrasi temsilciliğinde yine kendilerini gösterirler. Bir araştırmaya göre; ABD'li bir çocuk Afrikalı bir çocuktan 30-40 kat daha fazla tüketiyor. Başka bir araştırmaya göre Avrupa ve ABD'de çöpe atılan gıdalar hesaplandığında neredeyse tüm Afrika kıtasının gıda ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Tüm insanlar doğanın ortak sahibi olmalarına rağmen insanlar arasında doğal kaynaklardaki gelir dağılımında korkunç bir uçurum oluşmuş durumda.


KONTROLSÜZ GÜÇ: BİLİM VE TEKNİK


19. yy'la başlayan sanayi devrimi ve sonrasında hızla gelişen teknolojinin çarpıtılarak ve farklı amaçlar dışında kullanılması sonucu ekolojik dengenin sarsılması doğaya çok büyük zarar vermiştir. Kontrolsüz gelişen bilim-tekniğin, insanlara sağladığı yarar kadar verdiği zarar da çok büyük olmuştur. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombası örneği tehlikenin ne boyutta olduğunu gösteriyor. Oysa Alman fizikçi Einstein atom kuramıyla uluslararası birçok ödül almıştı. Bu buluşun insanlık için bu kadar tehlikeli olabileceğini Einstein'in bile tahmin etmediği kesindir.


20. yy'la beraber bilim ve teknolojinin iç içe girmesi ve her iki dalın da birbiriyle paralel gelişmesi sonucu, insana yarar mı yoksa zarar mı sağlıyor konusunun tartışılmasına yol açmıştır. Son 70 yıl gibi kısa bir sürede teknolojinin doğada yarattığı tahribata bakıldığında bilinçsiz kullanılan teknolojinin ne denli zararlı olduğu açıkça görülüyor. Doğanın can damarı olan yağmur yere düştüğünde salt yağmur suyu düşmüyor. Sessizce yağmur damlalarıyla birlikte başka maddeler de toprağa düşüyor. Fabrika ve laboratuvarlarda özenle hazırlanan maddeler suyla karışıp toprağa düştüklerinde, onları emen ot ve bitkiler kuruyup yok olurken, otlara bulaşan böcekler, böcekleri yiyen daha başka böcekler ve diğer canlılar bu zehirden sessizce ölüyorlar. Ve tabii ki bu zehirden etkilenen birçok madde ve bitkileri tüketen insanların yakalandığı hastalıklar sonucu ölümleri yaşanıyor. Doğadaki bu tahribatlar ekosistem dışında geliştiğinden dolayı ekolojik denge alt üst oluyor.


Bir zamanlar dünya üzerinde 8.8 milyar hektar olan ormanlık alanlar, insan eliyle tahribata uğradı ve üçte biri yok edildi. Dünya her geçen gün hızla çölleşmeye doğru gidiyor. Yeşil alanların her geçen gün azalması ve ortaya çıkan erozyon sorunu her yıl binlerce canlı türünün nesli tükeniyor. Kırsal kesimlerdeki yerleşim alanları erozyonla ciddi sorunlar yaşıyorlar. Toprağı tutarak bitki ve ağaçların yok olmasıyla, boşta kalan toprak, yağan yağmurla toprak kayması, çamur seli gibi doğal afetlerle yerleşim alanlarına ciddi zararlar verebiliyor.



KÜRT COĞRAFYASI


Lüks tüketim maddelerinin üretiminde kullanılan flor gazı ve havaya bırakılan zehirli atıklar sonucunda, ozon tabakasında oluşan delik başta küresel ısınma olmak üzere gezegende ciddi sorunlara yol açmıştır. Küresel ısınmayla başlayan kuraklık, başta su sıkıntısı ve hastalıklar olmak üzere birçok sorunu beraberinde meydana getirecektir. Günümüzde yaklaşık bir milyar insan temiz su bulmakta zorlanıyor. Küresel ısınmayla başlayan su sıkıntısı, dünyanın en önemli sorunlarının başında gelmektedir. Yaklaşık yüz yıl boyunca yapılan petrol savaşlarının yakın zamanda yerini su savaşlarına bırakması yüksek ihtimaldir. Petrol savaşlarında olduğu gibi yine su savaşlarında da en çok zarar görecek olan sulak bölgelerde yaşayan yerli halklar olacaktır.


Kürtlerin yaşadığı coğrafyada ve buna benzer coğrafyalar su bakımından çok zengin bölgeler yakın gelecekte dünyanın çekim merkezi haline geleceklerdir. Egemen güçler şimdiden bu bölgeler üstünde sömürme planlarını yapıyorlar. Başta İsrail olmak üzere birçok ülke son yıllarda Kürt coğrafyasında çok geniş topraklar satın almaktadırlar. Acı olan, gelecekte dünyanın en değerli bölgesi haline gelecek olan Kürt coğrafyası halkının hızla iflas etmiş metropollere kayması. Halkın çoğu savaş koşullarından dolayı zorunlu uzaklaşmış ya da sistem tarafından mecbur bırakılmışsa da, son yıllarda keyfi olarak Kürt coğrafyası topraklarından metropollere göç sayısı da azımsanmayacak düzeydedir. Kürt coğrafyası salt su bakımından zengin değildir. Çok zengin ve verimli bir bitki örtüsüne sahiptir. Tarım, hayvancılık gibi birçok alanda dünyanın en cazip bölgesidir. Çok zengin tarihi yapısıyla turizmde iddialı olduğu gibi bu zengin tarihi geçmişiyle tarihe ışık tutan ve geleceği aydınlatan bir konuma da sahiptir. Bu kadim topraklara ve yaratılan değerlere sahip çıkmak ve korumak da biz özgürlük mücadelesi bireylerine düşüyor. Bunun için tarihi araştırmak, bilmek, anlamak ve  sahip çıkmak önemlidir.


Özgürlük mücadelesiyle Kürt halkında başlayan bilinçlenme, siyasal anlamda bir ilerleme sağladıysa da çevrecilik, uygar demokratik kentleşmenin gerekliliklerini yerine getirecek bilinçten yetersizdir. Özgürlük hareketi bu eksiklikler üzerinde çok ciddi durarak paradigmanın bir ayağını ekolojik toplum üzerinde şekillendirmiştir.


Ekoloji hareketinin önde gelen teorisyenlerinden Murray Bookchin'e göre binlerce yıl önce doğadan kopmuş olan insanlığın parçası olarak bizim, toplumsal ve doğal tarihin yarattığı kazanımları koruyan, toplumsallıkla doğallık arasında yeni bir birliğe dönmemizin zamanı gelmiştir. Bu birliğin kurulması ancak birinci doğa (doğal dünya) ile ikinci doğa (toplumsal doğa) arasındaki uyumun sağlanmasıyla mümkündür.


Ekolojik bir toplum yaratmanın başında kentlerin yönetim biçimleri ve çalışmaları geliyor. Yerel yönetimlerin devletten ve merkezi hükümetten bağımsız çalışması, bölgenin siyasal, kültürel, sosyal, ahlaki, etnik, dil ve inanç yapısına göre projeler üretmesi ve hayata geçirmesi mahalli kooperatifler kurulması vb... çalışmalar demokratik, ekolojik, komünal toplum yaratmanın temel koşullarıdır.


Günümüz toplumunun duygusallıktan uzaklaşıp mutsuzlaşmasının temel nedeni, doğadan uzaklaşması ve gittikçe doğaya yabancılaşmasıdır. Doğal yaşamdan kopmuş bireyde, ne insan sevgisi ne hayvan sevgisi ne de doğa sevgisinin yeterli olması mümkün değildir. Doğayla barışık olmayan birey-toplum sürdürülebilir yaşam ideolojisine de ulaşamaz. Doğa ile barışık kalmanın tek yolu ise insan eliyle büyük yaralar alan ve her geçen gün yarası daha da derinleşen doğayı korumaktır. Doğaya verilen zararları görmemezlikten, duymamazlıktan gelen bir bireyin uğruna mücadele ettiği yaşam ideolojisini uzun soluklu sürdürmesi mümkün değildir. Doğayı sevmek yaşamı sevmektir. Dolayısıyla insanı sevmektir. Ekolojik bir birey ve toplum olmanın ön koşulu, doğa sevgisini histe ve düşüncede gerçekleştirmekle olur. Birey zaman, mekan, ülke ayırmaksızın doğaya karşı sorumluluğunda üzerine düşen görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Yaşadığımız şehri evimiz, yurttaş olduğumuz ülkeyi ve içinde yaşadığımız gezegeni de yurdumuz gibi görmeli ve korumalıyız.




Kadir SÖNMEZ
11.01.2011
Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi/Tekirdağ

 

Hiç yorum yok: