17 Haziran 2011 Cuma

Kalkınma ve Yeni Kölecilik

Ortadoğu'daki geçiş süreci için öngörülen politikalardan biri de yüzyıl önce Batı'nın sömürgelere uyguladığı "kalkınmacı" sömürge politikalarıydı. Gerçek anlamda kalkınma, bir toplumun ya da ülkenin tüm dinamiklerinin, doğal, tamamlanmış ve eksiksiz bir biçime ulaşıncaya kadar harekete geçiren bir süreç olarak kabul edilir. Oysa burada, sürekli çatışma ve gerilim durumu korunarak, en onursuz teslimiyeti ve buna bağlı olarak da saptırılmış, tahripkar bir "kalkınma" politikasını egemen kılmadır.  

Bu büyülü kelime eskiden kullanılırken farklı yorumlar yüklenirdi. Mesela, bitkilerin ve hayvanların doğal bir şekilde büyüdükleri açıklanırken, büyüme (kalkınma) kelimesi bir metafor olarak kullanılırdı. Kalkınmanın hedefi, daha sonra da programı, ancak bu metafor aracılığıyla gösterilebilirdi.   


Biyolojide bir canlının gelişmesi ya da evrimi kavramları, organizmalar, genlerindeki olanakları gerçekleştirirlerse bir anlam ifade eder: Bu, o canlının, biyolog tarafından önceden bilinen doğal davranışlarıdır. Bir bitki ya da hayvan, genetik programını son aşamasına kadar tamamlayamazsa ya da bu program başka bir program uygulanacak olursa gelişmesinin son aşamasına ulaşamaz. Böyle bir başarısızlık durumunda hayvanın büyümesi, gelişme değil aykırılıktır: Ortada patolojik ya da hatta doğa dışı bir durum var demektir. Belki de ilk biyoloji teorileri bu "ucubelerin" incelenmesi ile kurulabilmiştir.    


Kalkınma kelimesi ne kadar kutsanırsa kutsansın, anlamında bir kötülük ve uğursuzluk taşıyagelmiştir. Bu kelimenin oluşturulmasına katkıda bulunmuş olan büyüme, evrim, olgunlaşma gibi anlamlarla da bağlantılı olma hali vardır. 300 yıllık "kalkınmacı" deneyimler sonucunda bu kelime her kullanıldığında ezilenler, yoksullar ve emekçiler için felaketleri, doğa tahribatlarını, ekosistemlerin yıkılmalarını çağrıştırmıştır. Halen de yeryüzünde yaşayan insanların dörtte üçü için "kalkınma" kelimesinin, toplumsal olarak oluşturulmasında, ekolojik toplum açısından da bu kelimenin olumlu anlamı bu insanların ne olmadıklarını, arzu edilmeyen, aşağılık koşulları hatırlatmaktan başka bir şey ifade etmediğidir. Ülkemize son yıllarda hükümetçe göklere çıkarılan ve bölgemize daha yeni yeni dayatılmaya hazırlanılan "kalkınmacılık" politikaları, halklarımızın bu aşağılık koşullardan kurtulabilmeleri için başkalarının deneyimlerinin ve hayallerinin kölesi olma durumunun dayatılmasıdır.      


İngiltere hükümeti 1939'da Sömürgelerin Kaldırlmasına Dair Yasa'yı Sömürgelerin Kalkındırılması ve Refahına Dair Yasa ile değiştirince ekonomik ve siyasi değişim (mutasyon) öngören bir değişim olduğu iddia ediliyordu. İngiltere, o zamanlar, sömürgeci himaye anlayışına (onlar felsefe diyordu) olumlu bir anlam verebilmek için sömürge yerli halkların en az beslenme, sağlık, eğitim düzeyine ulaştırılması gerektiği fikrini benimser görünüyordu. Aslında "ikili manda" yönetimini tasarlıyordu. Sömürgeci güç olarak sömürgeyi ekonomik bakımdan "kalkın"dırabilmeliydi. Yerli sömürge halkların "refah" düzeyini dikkate almalıydı. Daha sonra ikili manda anlayışı, yönetim seviyesini, üretim seviyesini belirler hale geldiği zaman kullanımdan çıkarıldı ve yerine tek bir kavram kondu: Kalkınma. Bölgemiz de şimdi bu seviyeye yükseltiliyor.


20. yüzyıl boyunca kentsel gelişim (Çılgın kentsel projeler dahi) ve sömürgelerin kalkınmasına ilişkin kilit kavram ve hatta ülkemizde şimdi olduğu gibi "kutsal kalkınma" haline geldi. Son gözaltılarda "kalkınmayı" engelleyen hainler olarak da tutuklular suçlanıyor. Günümüzde kalkınmanın sembolik imgeleri ise, konut üretim projeleri (TOKİ'ler) duble yollar, (Yüzde 70 petrol vergisi soygunu için araba satışı vd.) ve dağların, ormanların, ovaların, nehirlerin "şirket" adı verilen yağmacılara terkedilmesi oluyor. Peki İngiliz hükümetleri ve şimdilerde ABD ve Batı, hegemonyacı politikaları neden kalkınma gibi "kutsal" bir gelişmeyi bağımlı ve yoksul ülkelere taşıyorlar? Eskiden Marx bunu söyle yanıtlıyordu: "İhmal edilmemesi gereken bir husus şu ki; Hindistan, kesinlikle kendisinin beslediği bir Hindistan ordusu aracılığıyla İngiliz boyunduruğu altında tutulmaktadır."
(K. Marx, Doğu Sorunu)  

Aslında bir sömürge mantığı ile inşa edilen "kalkınmacı ekonomi" hakimiyet kurduğu toplumlarda, kendi egemenliğini birincil hale getirmeye ve bu mantığa göre bütün diğer toplumsal karşılıklı ilişki biçimlerini içine almaya çalışır. Bu yeni bir fetih ve tahakküm sürecidir. Ülkemizde olan ise petrole dayalı ürünler, inşaat ve madencilik ile kırın boşaltılmasını öngören yeni ucube kentsel projelerle yoğun işgücü için sömürü alanları açmaktır. Bu da çok daha baskıcı, köleleştirici (artık halk arasında GDO'lu din adamları da denilen görevliler tarafından "grev yapmak kafirliktir" denildiğine göre) yasalar gerektirir. Özgürlüksüz ve demokrasisiz, sürüleştirilmiş bir kitle de gerektirir. Geçiş süreci, şayet kalkınmacı anlayışa teslim olursa, olacak olan yeni köleci bir düzendir.  

 
Yeni kölecilik insanları değersizleştirir

Öncelikle kadına karşı yürütülen değersizleştirme kampanyası, bu seçim arifesinde daha da yoğunlaştırıldı. İktidar tarafından yürütülen bu çirkin kampanyaya medya da dahil edildi. Özellikle Kürt Aydınlanması'nın cinsiyet özgürlükçü politikaları sonucunda açığa çıkan kadın özgürleşmesi hususundaki devrimsel çıkışını ve bunun olası etkilerini bertaraf etmeye yönelik bir siyasi kampanya yönetiliyor. Birazcık nefes almaya başlayan kadının, haya sınırlarının çok ötesinde karalanmaya başlanması, yeni köleliğin taşlarının döşenmesidir. Bunlar kadına yönelik temel değersizleştirme girişimleri oluyor. Ve kadının metalaştırılmasına (Ki erkek ile birlikte metalaştırılıyor) bile tahammül edilmeyip, El Kaide liderliğinin yaşam biçimi, kadının en karanlık dönemlerdeki köleleştirilmesine adım adım sürüklenmesi ve ilk elden sömürgeleştirilmesi kalkınmacı zihniyetin başlangıcı oluyor.


Halihazırda ülkemizde itinayla yerleştirilen bu hakimiyet biçimi, "kutsal kalkınma" çizgisini yerli yerine yerleştirmek için diğer bütün toplumsal varlık biçimlerinin değersizleştirilmesi gerekir. Kadından sonra ikinci büyük hedef Kürt Aydınlanması ve dolayısıyla Kürt halkıdır. Çok yönlü kıyımlarla birlikte yoğun bir karalama kampanyası da sürdürülmektedir: Türk ve Kürt halkının ebedi kardeşliği hedeflenerek düşmanlaştırılmaya çalışılmaktadır: Hakkari mitinglerindeki "bayrak" imgesinin sürekli kullanılması, Kürt halkının katil çetelerle irtibatlandırılması gibi. Oysa bu katil çetelerin (O Ergenekon dedikleri) safkan üyeleri Sayın Başbakan'ın yardımcıları veya danışmanlarıdır. Sadece bunlar "fiili suçlara" karışmamışlardır. Kim bilir? Tabii ki Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulduğunda ilk önce bunlar açığa çıkacaktır. Belki de hükümet bundan korkmaktadır.    


Yeni kölecilik ve değersizleştirme süreci, becerileri işsizliğe-yoksulluğa, ortaklaşa kullanılanı şirket-hükümet kaynaklarına, erkeği ve kadını (Hükümet bunu bile kadınlara fazla görmektedir) emeğe, geleneği-ahlakı dinci fanatikliğe, bilgeliği cehalete, özerkliği bağımlılığa dönüştürür. Farklılıkları, kültürleri yok etmek de toplumları değersizleştirmedir. Kimliklerini, inançlarını, dillerini yasaklamak da. Eskiden "yerli halklara" uygulanan ve kalkınma adına yapılan bu değersizleştirmeler, şimdi tüm bireylere ve toplumlara uygulanıyor.  


Özerk kurumlar (inanç kurumları, üniversiteler, sivil toplum alanı), özerk toplumsal alanlar; kentler ve kırlar (köyler, göçebeler vd.) da değersizleştirmelerden payını alıyor. Toplumların, grupların ve ailelerin kendilerini savunma biçimleri, tarihsel dokunulmaz özellikleri de ellerinden alınıyor. İnsanların isteklerinin, becerilerinin, yeteneklerinin, tecrübelerinin, umutlarının, birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları ilişkililerin somutlaştığı eylemler de değersiz kılınarak, sadece bir parti, bir cemaat ve piyasa aracılığıyla karşılanabilecek ihtiyaçlar haline getirilmeye çalışılıyor. Bunun dışında hiçbir şeye tahammül gösterilmiyor: Newroz Bayramı'na, sadece taziyeye katıldı diye insanlar tutuklanıyor. Bu çaresiz birey ve çaresiz toplum yaratmadır. Değersizleştirme Sömürgelerin Kalkındırılmasına ve Refahına Dair Yasa ile dayatılmıştı. Dünya faşizminin arifesindeki bu dayatma (1939), şimdi ülkemize ve bölgemize "kalkınmacı ekonomik" gelişmenin sırrı olarak dayatılıyor. Ve sürekli şiddet uygulamaksızın (kadına, halklara, gençlere, emekçilere, yazarlara, aydınlara ve karşı çıkan, itiraz eden herkese) gerçekleşme imkanı olmayan bir politikadır. Tıpkı ilk köleleştirme süreçlerinde yapıldığı gibi.


Seçime birkaç gün kala, özellikle iktidar partisi, meydanlarda köleleştirme politikalarını ve gelecek projeksiyonlarını, müteahhitler, tekeller, güvenlik güçleri ve tüm bürokrasiyi de seferber ederek oluşturulan kitlelere, yeni führer çalımıyla anlatıyor. Alkışlatıyor. Bağırtıyor. İlk köleler bile bu kadar duyarsız değildi. Bu kadar sağır! Gündemde özgürlükler, demokrasi, adalet ve ülke sorunlarını çözme diye bir düşünce, bir ima bile yok! Patlama noktasına varan bir kibir, hiçbir şekilde adil olmayan bir seçim ve sadece kendine sevdalılık, sadece kendini övme var. 1939'lu yıllara ne kadar çok benziyor!  

 
Öldürürler beni çalışmazsam
ama çalışsam da öldürürler beni
durmadan hep öldürürler beni
hep öldürürler beni durmadan

dün bir çocuk gördüm oynuyordu
bir başka çocuğu öldürmek oynuyordu
dün bir çocuk gördüm oynuyordu
bir başka çocuğu öldürmek oynuyordu

bir çocuk o
hani bir iş yaparken
büyüklere benzeyen
çocuklardan

kim diyecek onlara
hele bir büyüsünler
insanların çocuk olmadığını
çocuk olmadığını
çocuk olmadığını...

öldürürler beni çalışmazsam
ama çalışsam da öldürürler beni
durmadan hep öldürürler beni
hep öldürürler beni durmadan


Nicolas Guillen (Kübalı şair)

 Fethi SUVARİ / D Tipi Kapalı Cezaevi / DİYARBAKIR

Hiç yorum yok: