13 Ekim 2011 Perşembe

Kürtler Kimlerin Kardeşidir?

ALİ H. YERKAN

‘Frenkler bizde azınlık diye üç tür biliyorlar: Irkça azınlık, dilce azınlık, dince azınlık. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar. Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt ve benzerlerini Rum ve Ermeni’nin yanına katacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da azınlık yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon Kızılbaşı da azınlık yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi düşündüğüm vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu… Bunun dersi: Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir.”
 
Yukarıdaki sözler Lozan Antlaşması sürecinde Türk Delegasyonunda yer alan ve ‘bilekleri sıvayıp bütün kuvvetiyle bu tabirleri kaldırmaya veren’ Rıza Nur’a ait. Rıza Nur daha sonraları etkisini yitirdi ve sürgünde yaşamak zorunda kaldı, ancak fikirleri faşist Türkçü tüm iktidarlar tarafından benimsenip hayata geçirildi. Türk etnisitesi dışında kalan bütün ulusal topluluklardan, etnik ve dinsel azınlıklardan ‘adam bırakmamak’, tüm Cumhuriyet hükümetlerince ‘en hayati iş’ olarak kabul edildi. Ulus-devlet adı verilen tek-tipleştirme makinesi bir değirmen misali çalıştı ve tüm kültürleri öğüttü. Bu bir soykırımdı, ‘Türklük dehşeti’nin Türk olmayan halkların başında patlamasıydı, Türk varlığı için ‘bela ve mikrop’ olarak görülen farklı kültürlerin tasfiye edilmesiydi.
Resmi yorumlara bakılırsa, Türk tarafı Lozan’da sadece başka dine mensup toplulukları azınlık olarak kabul etmişti. Azınlık olarak kabul edilen Hıristiyan Ermeniler, Asuriler ve Rumların işi daha önce görülmüştü. Soykırıma tabi tutulan bu halklar, azınlık olmanın ötesinde, adeta müzelik bir varlık durumuna düşürülmüşlerdi. Bunların ulus-devlet için tehdit oluşturmaları zaten beklenemezdi. Ulus-devlet için tehdit oluşturabilecek yegâne unsur olarak Kürtler kalmıştı. Tek-tipleştirme siyaseti demek, esas olarak Kürtlerin ulusal varlık olarak yok edilmeleri demekti. Bu kararın pratikleştirilmesi Piran’da tezgâhlanan bir provokasyonla başlatıldı. 13 Şubat 1925 tarihinde bir grup askerin öldürülmesiyle gelişen Şeyh Sait önderliğindeki direniş Kürt soykırımının da başlangıcı oldu. Ardından çoğu yine provokasyon zemini üzerinde gelişen öteki direnişler korkunç katliamlarla bastırıldı. 1925-40 yılları arasındaki dönem bir fiziki soykırımlar dönemiydi. Provokasyonu fark edemeyen, başka bir deyişle hiçbir hazırlığa dayanmadan gelişen her direniş sonrasında Kürtlerin durumu biraz daha kötüleşti. Nüfus olarak önemli bir varlık teşkil etseler de, kendisi için varlık olma anlamında, Kürtler Hıristiyan azınlıkların da gerisinde bir konumda bir bitkisel yaşama mahkûm edildiler.

 
 Kürtler Ulusal Kurtuluş Savaşında en az Türkler kadar rol oynamışlardı. Kazanılan zafer her iki halkın ortak zaferiydi. Kurtuluş Savaşının amaçlarını özetleyen Misak-ı Milli’de sonuna kadar ısrar edenler Kürtler olmuştu. Lozan’da Musul-Kerkük sorununun İngilizlerin denetimindeki Cemiyet-i Akvam’a havale edilmesine karşı isyan bayrağını açanlar, bu durumu bir ihanet olarak adlandıranlar ve bu anlamda Lozan hezimetinin acısını en fazla duyanlar yine Kürtlerdi. Çünkü Lozan’da ulaşılan sonuç, Kürtlerin bedeninin dört parçaya ayrılmasını ifade ediyordu. Hâlbuki Türk Delegasyonunun Lozan’a hareket etmesinden önce Meclis’te Kürt mebusların üzerinde en çok durdukları husus Misak-ı Milli’den kesinlikle taviz verilmemesiydi. Ancak yapılan bu uyarılar pek bir işe yaramadı. Türk tarafı Lozan’da Musul-Kerkük somutunda özünde Güney Kürdistan’dan vazgeçmek gibi ağır bir taviz karşılığında İngilizlerle anlaştı. Birlikte kazanılan savaşın zaferi Lozan’da Kürtler için gerçek anlamda bir yenilgiye ve kaybedişe dönüştürüldü. O dönemde de çokça sözü edilen Türk-Kürt kardeşliği Kürdistan’ın parçalanmasıyla ciddi bir yara aldı.

 
O dönemin Türk-Kürt ilişkisi yakın dönemin Türkiye-Suriye ilişkisine epeyce benziyor olmalıdır. Bilindiği gibi 9 Ekim komplosundan sonra Türkiye-Suriye ilişkilerinde sözüm ona bir bahar dönemi başlamıştı. Tayyip Erdoğan ile Beşar Esad arasında adeta su sızmıyordu. Erdoğan ‘Kardeşim Beşar’ derken oldukça samimi görünüyordu ve Beşar Esad’ı da samimiyetine iyice inandırmıştı. Hatta Şam’da ortak bakanlar kurulu bile topladılar. Daha sonra Erdoğan’ın emriyle BM’yi atlayarak harekete geçip Suriye’ye ilk yaptırım uygulayan ülke Türkiye oldu. Yani ‘kardeş’ Beşar’a ilk kazığı ‘ağabey’ Erdoğan attı. Bunun kanıtladığı gerçek ortadadır: Dostluklar halklar arasında gelişir. Onlar olmaksızın hayatın anlamsız olacağı sağlam dostluklar ve arkadaşlıklar her zaman ahlaki ve politik bir zemin üzerinde yükselir. Sömürücü güçlerin en kapsamlı ortak örgütlenmesi olarak vücut bulan devlette ve onun yöneticisinde, doğası gereği dostluğa bağlılık söz konusu olamaz. Buna karşılık halkların dostluğu gerçektir. Bugün bir salgın halini alan şovenizm mikrobuna rağmen bu böyledir.

 
“Başını kaldırırlarsa ez” buyruğu her zaman devrede olsa ve fiziki soykırım silahı sürekli yedekte tutulsa da, 1940’lardan sonra Kürtler üzerindeki kıyım esas itibariyle kültürel soykırım tarzında yürütüldü. Kürt toplumunu kendisi olmaktan çıkarmak için ne gerekliyse o yapıldı. Kürdistan’da açılan her okul birer Türkleştirme ocağıydı ve buralarda yeniçeri türünden devşirme unsurlar yaratmak için asimilasyona hız verildi. Kürdistan’da okullar eğitimli insan yetiştirme merkezleri değil, hain üretme çiftlikleri gibi değerlendirildi. Kürtlüğünden utanan, kendisinde utandığı bu Kürtlüğe ait ne varsa hepsinden soyunan, Türk egemeninden daha fazla Kürt düşmanı kesilen, bunu da Türklüğe terfi edilmesi karşılığında ödemesi gereken bir diyet borcu gibi ele alan oldukça ürkütücü bir tip ortaya çıkarıldı. Bunların en ilginç örneklerinden biri fiziki soykırım sürecinin yönetici partisinin genel başkanıdır. AKP içinde benzer ‘keklik’ tipolojisi çok daha fazladır. Kürt soykırımında devletin ısrarlı olmasını sağlayanlar bu tiplerdir.
Kesintisiz kırk yılı bulan Kürt Özgürlük Mücadelesi esasında bu soykırımı durdurdu. Buna bağlı olarak Kürt halkında özgür yaşam tutkusunu geliştirdi. Özgür yaşam kararlılığı imha ve inkâr sisteminde büyük gedikler açtı. Uyduruk ‘kart-kurt’ teorileriyle Kürt’ü yok saymak imkânsızlaş kılındı. Bu gelişme Türkiye’de demokratikleşmenin zemininin de olgunlaşması demekti. Kürtleri yok saymanın artık kabul göremeyeceği böyle bir ortamda AKP iktidar oldu ve sarıldığı ‘demokratik açılım’ söylemiyle aslında demokrasinin ırzına geçti. Yine böyle bir ortamda Erdoğan sıkça ‘Kürt kardeşleri’nden söz eder oldu. Kürt bir güç olduğunu ve kolay yenilmeyeceğini ortaya koyunca, AKP de taktik değiştirip ‘bin yıllık kardeşlik’ten dem vurmaya başladı. Ancak bunun ne tür bir kardeşlik olduğunu Kürt halkı iyi biliyor. AKP ve liderinin bu kardeşlik söyleminin hileden ibaret olduğunu ve en azından Kürtlerin bir bölümünü kandırmayı öngördüğünü çok iyi anlıyor. Halk tabiriyle bu ‘kardeşliğin’ ömrü köprüden geçinceye kadardır. Başbakan şimdi ‘kardeş’ dediklerine zamanı gelince Beşar Esad’a yaptıklarının daha beterini yapmaktan çekinmeyecektir.

 
Erdoğan’ın ‘Kürt kardeşlerim’ dedikleri özünde bir avuç haindir; AKP iktidarı ve devlet desteğiyle palazlanan birkaç Kürt burjuvasıdır; helalden yana görünen ama hep haram yiyen ve tarihsel olarak ezilenlerin sığınağı olmuş tarikatların demokratik özüne ihanet etmiş bazı tarikat şefleridir; üst tabaka içinde geleneksel ihanetçi tutumunda ısrar eden kesimlerdir. Bunların Kürtlük diye bir dertleri yoktur denilebilir. Ancak kendileri için iktidar olma imkânı doğduğunda herkesten daha fazla Kürtçü kesilecekleri de kesin gibidir. Erdoğan’ın ‘Kürt kardeşleri’ kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen toplum düşmanı bu çanak yalayıcılardır.

 
Kürt sorununun çözümünden söz edildiğinde hâlâ ‘kılları birer kazık’ halini alan güçler elbette vardır. Kılları kazıklaşan bu güçlerden biri de AKP taifesidir. MHP’yi saymazsak AKP Kürt sorununun demokratik çözümüne en uzak duran partidir; özgürlükçü ve namuslu Kürt’ün can düşmanıdır. Zaten Başbakan da seçimlerde Demokrasi Bloğunu destekleyen halkı ‘teröristlerin uzantıları’ olarak ilan etmekle açıkça düşman kapsamına aldı. Demek ki bunlar onun ‘kardeşleri’ değil. Eminim ki ‘kardeşler’ kapsamına alınmadıkları için de kendilerinden gurur duyuyorlardır. Onların kardeşi Türk halkıdır, ezilen etnik ve dinsel toplumlar ve topluluklardır. ‘Bin yıllık kardeşlik’ işte bunların kardeşliğidir. Lozan’la bedensel parçalanmaya uğratılan ve 1925’ten itibaren de yok hükmünde sayılan Kürt halkı kendi gerçek kardeşleriyle birlikte farklılıkları gözeten özgür ve eşit bir yaşamı mutlaka inşa edecektir.

Hiç yorum yok: