25 Eylül 2011 Pazar

Derin Strateji Çöktü

Cahit Mervan


Türk başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Ocak 2009'da, Davos'ta katıldığı Dünya Ekonomi Forumu'nda, İsrail devlet başkanı Şimon Peres’e ‘posta koyup’ terk etmesi Türkiye’de, Filistin’de ve Arap dünyasında sempatiyle karşılanmıştı. Erdoğan bir kahraman gibi Davos’tan Türkiye’ye dönmüş, fotoğrafları Arap ülkelerinde bazı gösterilerde taşınmaya başlanmıştı.

Hem Filistin davasını kendi iktidarlarının sürekliği için kullanan ve hem de İsrail'e ‘kafa tutmayı’ beceremeyen rejimlerden bunalan halk, nihayet kendisi için yeni ‘kurtarıcı’ bulmuştu. Veya öyle olmasını istiyordu.

Şimon Peres’e ‘posta koyup’ Davos zirvesini terk ederek ‘müthiş bir çıkış’ yapan Erdoğan, o günlerde ‘serin olun Sultanım, bu çıkışın, birde inişi var’ diyenlere kulaklarını tıkadı. Sağduyu yerine gazı tercih etti. Arap sokağında üç-beş gösteride taşınan Türk bayrağı ve fotoğraflarına bakarak kendisini yeni kurtarıcı sandı. Yeni Osmanlıcılık hayalleri kurmaya başladı.

İSRAİL’İN DAVOS MİSİLLEMESİ


İsrail’in cevabı gecikmedi. İsrail, Akdeniz’de hem de uluslararası kara sularında, Filistin’e yardım götürdüğü iddia edilen Mavi Marmara gemisine kanlı bir operasyon düzenleyerek, 9 TC vatandaşını öldürerek bir nevi misillemede bulundu.

Hükümet katledilen vatandaşlarının hesabını soracağına, onların kanı üzerinden ‘mağduriyet edebiyatı’ yapmaya başladı. Her konuda kendisini büyük bir ustalıkla mağdur göstermeyi başaran AKP, bu işi nakite çevirmeyi de iyi beceriyordu. Nasıl olsa AKP’nin kurulduğu günden beri içte izlediği mağduriyet politikası işe yaramıştı.

Ancak söz konusu İsrail ve uluslararası ilişkiler olunca bu ‘mağduriyet edebiyatının’ çok geçmeden işe yaramayacağı anlaşıldı. Çünkü devletler arası ilişkilerde geçmiş de olduğu gibi esas olan çıkarlardı. Bugün de öyledir.

SIFIR SORUN ÇÖKTÜ


Türkiye kurulduğu günden bu yana hep iki ana eksen üzerinden işleri yoluna koymaya çalıştı. İçteki demokratikleşme taleplerini, değişimi, dönüşümü, sınır komşularıyla olan sorunları ‘iç ve dış düşman’ tehdit algılaması yaratarak bastırmaya, ertelemeye, hatta zaman içinde eritmeye çalıştı.

Ancak başarılı olamadı. Her görmediği, ret ve inkar ettiği sorun katlanarak, daha yakıcı ve daha sarsıcı şekilde kendisini hissettirmeye başladı. İşte tamda burada AKP ve kurmayları içte ve dışta yeni bir oyuna, yeni bir hileye başvurdular. Bu hilekarlığın adına da ‘açılım’ dediler.

AKP hükümeti ve onun propaganda elamanları çözüm bekleyen Kürt ve Kürdistan sorunundan, Kıbrıs meselesine, Ermeni soykırımı sorunundan, Ege kıta sahanı anlaşmazlığına, İran’ın nükleer silah edinme çabalarından, AB müzakere meselesine, ABD ile olan ilişkilerden Federal Kürdistan ilişkilerine, İsrail-Filistin krizinden, Somali’deki açlığa kadar her konuda bir reçete sunmaya kalkıştılar. Tüccar kafalı oldukları için çözüm yerine çözüm fikrini satmaya, pazarlamaya başladılar. Bunu da ‘Kürt açılımı’, ‘Ermeni açılımı’, ‘Dış politika açılımı’ gibi söylemlerle allamaya-pullamaya başladılar.

Yalan büyüktü. İlk önce kendileri bu yalana inanmaya başladı. Daha sonra halk kitlelerini ve dünyayı inandırmak istediler. Ama olmadı.

AKP’nin ağır toplarından Ahmet Davutoğlu tarafından teorisi oluşturulan ve ‘komşularla sıfır sorun’ olarak ta adlandırılan ‘stratejik derinlik’ politikasını da böyle bir anlayışla pazara sundular. Önüne, arkasına bakılmaksızın bu politika göklere çıkarıldı. Sorunlar sihirli bir değnekle çözülecek sanıldı.

Türk liberallerinin de hayli umut bağladığı bu ‘sıfır sorun’ politikası çöktü. Çöküşün ilanı ise Birleşmiş Milletler salonunda yapıldı.

ABBAS ERDOĞAN’I NEDEN DİNLEMDİ

Garip bir şekilde, açıktan Filistin’in hamisi olmaya aday Erdoğan BM kürsüsünde konuşurken salonda ne Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas vardı, ne de hatırı sayılır diğer Arap devletlerinin liderleri. Bu elbette ki bir tesadüf değildi.

Bu resim Türkiye’ye, Türklere duyulan güvensizliğin bir başka biçimde tezahürüydü. Geçmişte Osmanlının kılıcından çok çekmiş Arapların, bugün hem ABD’nin bölgedeki çıkarları için taşeron olan, hem de yeni yayılmacı politikalar için fırsat kollayan bir Türkiye'ye güvenmeleri beklenemezdi.

Erdoğan’ın ne Somali’de açlıktan ölenler için döktüğü ‘gözyaşı’ ne Filistin davası için birden bire gösterdiği ‘duyarlılık’ ne de daha düne kadar can-ciğer olduğu zaten ömrünü doldurmuş, çökmesi kaçınılmaz olan rejimler için söyledikleri ve Arap Baharı için sarf ettiği ‘devrimci’ nutuklar işe yaramadı. Yarayamazdı.

Çünkü geçmişiyle doğru dürüst hesaplaşmamış, az veya çok faturasını ödememiş bir Türkiye’nin komşularıyla eşitlik ve karşılıklı güven üzerine bir ilişki kurması mümkün değil. Sanıldığının aksine Türkiye değil, komşuları ve Türklerle birlikte aynı coğrafyayı paylaşan halklarda derin bir güvensizlik var.

Şimdi Türkiye’de üfürülen, AKP gibi Türk Turancı damar ve kodlamalara sahip bir partinin iştahını kabartan ‘Yeni Osmanlıcılık’ ne Balkanlar’da ne Arap Dünyasında, ne de Akdeniz’de bir heyecan yaratmıyor. Kimsenin ne eskisini, nede yenisini istediği yok.

OSMANLI DEYİNCE AKLA GELEN

Kaldı ki Balkanlar’dan Kürdistan’a, Kürdistan’dan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar ‘Osmanlı ve Türk’ denildiği zaman akla ‘savaş, işgal ve yıkım ’ geliyor. ‘Taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmayan’, köylerin, şehirlerin yerle bir edildiği, kılıç zoruyla insanların Türkleştirildiği, bunları kabul etmeyenlerin ise soykırıma tabi tutulduğu bir yönetim geliyor. Bütün bir coğrafyanın halklar mezarlığına dönüşmesi geliyor.

İşte şimdi komşularıyla sözüm ona işleri ‘sıfır sorunla’ halletmek isteyen Cumhuriyet Türkiye’si bu gelenek üzerinde şekillendi. Onun üzerinde oturuyor. Yeni Türkiye’de Osmanlının acı yaşattığı hiçbir halktan, etnik ve inanç grubundan özrü dilemediği gibi, kısmen Osmanlı döneminde inkar edilmeyen kimlikleri de inkar ederek yeni tekçi, Türklerin dışında ‘diğerlerinin sadece köle olma haklının’ tanındığı bir rejim kuruldu.

Ermeniler, Asuri-Süryani halkı, Rumlar, Pontoslar Anadolu ve Mezopotamya’dan kelimenin gerçek anlamıyla temizlendiler. Kürdistan tekrar tekrar işgal edildi. Hatay bir oldu bitiyle Türkiye sınırlarına dahil edildi. Kürt halkına karşı acımasız bir soykırım politikası uygulandı. Halen de bu soykırımcı, ret ve inkar politika devam ediyor. Kürdistan’ın sadece insanı değil, doğası, tarihi birikimi yok ediliyor.

Şimdi böylesine kirli ve zorba bir tarihi miras üzerinde şekillenen ve bu mirastan övünen, Kürt ve Kürdistan gibi devasa bir sorunu çözmemiş, Kürtlerle savaş içinde olan bir Türkiye ne yükselen bir yıldız, ne model ülke ne Filistin’in hamisi, ne de ‘Arap Baharı’nın destekleyicisi olabilir.

Bu palavralara elbette inanlar vardır. Türk medyasının gerçeği perdeleyerek yaratığı havaya kapılanlar Türkiye’de bir hayli var. AKP son seçimlerde bunu da bir artı olarak hanesine yazdırdı. Ancak dünya Türkiye’nin bu kibirli, posta koyan, şımarık tavrından hayli rahatsızdır.

‘İsrail ile gerekirse savaşırız’ diyecek kadar havaya giren, işin ucunu kaçıran bir Erdoğan’ın real-politik parametreler açısından devri kapanmıştır. Çünkü İsrail sadece İsrail değildir. BM tarafından Filistin’in tam üye olarak tanıması için yaptığı başvurunun kabulü, bizzat ABD başkanı Barack Obama tarafından veto edilmesi, Türk başbakanının havadan elde etmek istediği ‘Filistin zaferini’ suya düşürmüştür.

Şimdi Türkiye ‘sıfır sorundan’ çok sorunlu, yeni krizlere ve gerginlikler gebe ‘stratejik derinliği’ olan sorunlarla karşı karşıyadır. İsrail-Türkiye ilişkileri başta olmak üzere, bölgede işlerin iyiye gittiği, karşılıklı güven ve eşitlik esaslarına dayalı tek bir devlet ve ülke yoktur. Çünkü bu devlet el koyduğu Kürdistan’ın suyunu dahi komşularına karşı şantaj olarak kullanabilmektedir. Gelinen aşamada AKP’nin dış politikası da çökmüştür. Derin bir kriz içindedir.

Bu kriz yapısaldır. Sadece konjonktürel gelişmelere bağlı olarak zaman zaman dinmekte, ya da ateşlenmektedir. Eğer ülkeyi yönetenler Türkiye’nin bir model ve bölgesel bir güç olmasını istiyorlarsa yapmaları gereken birden fazla iş vardır.

YAPISAL KRİZİ AŞMANIN YOLLARI

Bir kez Osmanlıdan devraldıkları ve Cumhuriyet boyunca da sürdürdükleri işgalci, yayılmacı politikadan vazgeçmeliler. Osmanlının ve Cumhuriyetin kanlı tarihiyle yüzleşmeliler. Somali’ye gösteriş olsun diye uçak dolusu artist taşıyacaklarına halen neden Eritre’de, Somali’de, Arap ülkelerinde ‘etrak’ kelimesinin, yani ‘Türk’ kelimesinin en kötü kelime olduğunu, hakaret kabul edildiği, neden hala bir kişiye hitaben söylendiği zaman küfür anlamına geldiğini sorgulamalılar.

İkincisi Ermeni, Süryani halkı başta olmak üzere Anadolu ve Mezopotamya’da yok ettikleri halklardan özür dilemeliler. Soykırımı resmen kabul etmeliler ve bu halkların haklarını eksiksiz iade etmeliler.

Üçüncüsü Kıbrıs işgaline son vermeliler. Ada da her iki toplumun eşit ve özgür birlikteliğine giden tüm yolları açmalılar. Ege’yi, Akdeniz’in zenginliklerini komşu halklarla paylaşmayı içlerine sindirmeliler. Savaş kışkırtıcılığından vazgeçmeliler.

Dördüncüsü yeterince devletlerarası ilişkilerde sömürülen, hatta bir araç haline getirilen Filistin sorununa çözüm için samimi davranmalılar. Bunu yaparken Yahudi düşmanlığından uzak durmalılar.

Beşincisi ve belki de en önemlisi Kürtlerin kendi geleceklerini özgürce belirleme hakkına saygı duymalılar. Bağdat, Şam, Tahran başta olmak üzere Kürtleri ortadan kaldırmak ve tasfiye etmek için içine girdikleri tüm kirli ilişkilere son vermeliler. Kürde ve Kürdistan’a, onun siyasi tercihine diline, kültürüne, doğasına, taşına, toprağına saygı duymalılar. "PKK’yi ve Kürdistan Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edeceğim" hayali kurarak Türkiye’nin enerjisini boşuna harcamamalı, gücünü, insanını, kaynaklarını peşkeş çekmemelidir. Örneğin ROJ TV’yi kapatmak için düştüğü komik durumdan kendisini kurtarmalıdır.

Bu adımları atmış bir Türkiye yükselen bir yıldız olur mu, model bir ülke olur mu? Onu bilemeyiz. Ama mutlu olacağı, barış içinde olacağı kesin.

Hiç yorum yok: