1 Şubat 2011 Salı

Arap Dünyasında Üçüncü Dalga -Çeviri


“Haydi, vatanın çocukları, kurtuluş günü geldi!” 14 Temmuz’da (Fransa ulusal bayramı), insanlar radyoda La Marseillaise (marş) sesiyle uyandı. Sokaklarda insanlar, acele ediyor ve ‘Yaşasın Cumhuriyet, krala ölüm!’ diye haykırıyordu. Hükümet ve ailesinin bir kısmının infaz edildiğini henüz bilmiyorlardı. Akşam, Amerikan büyükelçiliği önünde, büyük şair Abdulwehhab Bayati bir şiir tutturuyordu, “Kahramanlar için bando”:

“Benim vatanımda güneş doğuyor

Ve bandolar kahramanlar için çınlıyor.

Ey değerli, uyanın

Zira biz ateş gibi özgürüz işte

Özgürüz kuş gibi, gün gibi”

Bağdat, 1958. Ordu iktidarı ele geçirdi ama geleneksel bir devlet darbesinden uzak. Sokaklara dökülen kalabalıklar yeni rejime ve Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde İngiliz süngüleri tarafından yerleştirilen Batı yanlısı monarşinin izole olmasına kitlesel bir destek gösterisinde bulunuyor. O dönemde, Fransa ve Birleşik Krallık Yakın Doğu’yu paylaşmışlardı (…) Paris için manda, Lübnan ve Suriye olacak ülkelerin üzerineydi, Londra için ise Filistin’in, Ürdün’ün ve Irak’ın kontrolüydü. Sonra, yeniden, 1930’lu yıllarda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu ülkenin güçlü milliyetçi hareketleri kolonyal el koymaya karşı örgütlenirler. 1958 Irak Devrimi, Haziran 1967’de İsrail karşısında Arap yenilgisiyle yok olmadan önce Yakın Doğu ve Magreb’i (Kuzey Afrika Arap ülkeleri) sarsacak bu dalganın en yüksek noktasını işaret ediyor.

Bu birinci dalgayı, her şeyden önce askeri darbelerle ve 2011 yılının başında Tunuslular tarafından açılışı yapılan hareketle sarsılmakta olduğumuz Arap dünyasının derin bir durgunluk dönemine girişiyle karakterize olan ikinci dalga takip edecek. Birinci dalgaya 23 Temmuz 1952’de Kahire’de iktidarı Cemal Abdul Nasır’ın öncülüğündeki “özgür subaylar”ın ele geçirmesi damgasını vurdu. Birçok olay bu dönemde noktalanıyor: 1 Kasım 1954’de başlayan Cezayir Devrimi; Fas ve Tunus’un bağımsızlığa ulaşması; Ürdün’de Kral Hüseyin rejimine karşı güçlü eylemler; Suudi Arabistan’da Devlete Darbesi teşebbüsleri ve sosyal hareketler.

Kahire’den başlayarak Arapların Sesi Radyosu, 1958’de Mısır ve Suriye’yi bir araya getiren Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan hareketleri galvanize eder. Ardından 14 Temmuz’da subaylar Irak monarşisini devirir. 1962’de Irak’takiyle aynı senaryo Yemen’de yaşanır, bu arada Aden ve Güney Yemen olacak ülkenin etrafında İngilizlere karşı mücadele yoğunlaşır. Bu dalgaya yabancıların denetimindeki ulusal zenginliklerin geri alınması iradesi de eklenir. Nasır, Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirir; her ne kadar İran’da Musadaq iktidarının petrolün denetimin ele geçirme teşebbüsü Washington ve Londra tarafından 1953’te düzenlenen bir devlet darbesiyle devrilmesi sonucu başarısız olsa da, kara altını kontrole alma talepleri yayılır ve güçlenir.

Bu derinliğine milliyetçi dalga, sadece geleneksel sömürgeci güçlerin değil, aynı zamanda, Fransız ve İngilizlerin çıkardığı zorluklardan memnun olmayan ancak yeni rejimlerin bağımsızlık iradelerini ve özellikle de anti-sovyet paktına katılmayışını kabul etmeyen ABD’nin reddine çarpacaktır.

Bazı çalkantılara rağmen Washington bu isteklerle çatışır ve Moskova’ya yakınlaşan milliyetçilerin hedefi haline gelir. Tarihi araştırmalar bir yandan Yakın Doğu’nun her yanında “Moskova eli” gören Batılıların Sovyetler Birliği karşısındaki sürekli korkusunu gösterirken, diğer yandan felaket sonuçlar yaratan böyle bir korkunun ‘az gerçekliğini’ ortaya koyuyor, zira Batılıları, en reaksiyoner İslamcı hareketler de dahil olmak üzere milliyetçi hareketleri zayıflatmak için her şeyi yapmaya götürecektir.

1958 yılının olayları – Irak monarşisinin yıkılması, ABD’nin Lübnan’a askeri çıkarması, İngiliz paraşütçülerinin Ürdün’e müdahalesi – ve Batılıların kötü okuması, Wm. Roger Louis ve Owen Roger’in A Revolutionary Year : The Middle East in 1958 (I.B. Tauris, Londra, 2002) kitabında görülecektir.

Bahsettiğimiz bu dalga, Haziran 1967 savaşıyla kırılır. Bu başarısızlığın nedenleri çoktur: Batılı müdahaleler; yeni rejimlerin ülkelerini ekonomik kalkınma yoluna koymadaki kabiliyetsizliği; sendikaların paylanması, tek partili sistem, ifade özgürlüğündeki artan sınırlamanın eşlik ettiği “parlamenter demokrasiye” tepki adına büyüyen otoriterlik.

İkinci değişim dalgası 1967 yenilgisinin karşı darbesi olacak: 1968’e Baas’ın Bağdat’ta, 1970’te Hafız El Esad’ın Suriye’de, 1969’da Kaddafi’nin Libya’da ve Nemeyri’nin Sudan’da iktidarı ele geçirmesi, Kasım 1967’de bağımsız olan Güney Yemen’de Haziran 1969’ta Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin Marksist kolunun zafer kazanması.

İster Suudi Arabistan, ister Fas’ta olsun, başka yelerde, muhafazakar iktidarlar kendisini pekiştirir. Bu dönemde ekonomik infitah (açılım), kalkınmada tüm sosyalist yol arayışlarından vazgeçmenin başlangıcı olur. Buna karşın tüm ülkelerin petrol zenginliklerini, genellikle millileştirerek geri aldığı görülecektir. Suudi Arabistan, rakiplerine karşı bölgesel rolünü arttırarak bundan birinci fayda gören ülke olacaktır.

Diğer taraftan, bu geri alınan zenginlikler etkili kalkınmanın bir olanağı olmaktan çok bir uğursuzluk olarak ortaya çıkacaktır.

1967-2010 arasındaki bu dönemin karakteristiği şöyle:

*Sadece, en iyisinden, resmi bir muhalefete tahammül eden otoriter, cumhuriyetçi veya monarşik iktidarların kökleşmesi,

*Bireysel haklar, yurttaş haklarının devamlı sınırlandırılması, sadece ifade değil, aynı zamanda keyfiyet karşısındaki onurlu bir yaşamın sınırlandırılması, polisiye ve emre amade adli mekanizma,

*İktidarların gölgesinde zenginleşen küçük bir azınlığın tekelindeki bir ekonomi, eşitsizlikler ve yoksulluğun ağırlaşması;

* Özellikle gecikmeli bir demografik geçişten kaynaklı demografik zorlama ile birlikte, perspektiften yoksun milyonlarca gencin iş pazarına gelişi, ya da Körfez veya Avrupa’ya göç.

*Filistin işgalinin devam etmesi, Filistinlilere yapılan zulüm ve başta 2008 kışında Gazze’ye karşı yapılan hücum olmak üzere İsraillilerin hücumları karşısında iktidarların felç oluşu (Bu olaylar sırasında Filistin lehine tüm eylemlerin yasaklanması bu politikanın ve eylemlerin kendisine dönmesinden korkan rejimlerin korkusunun karakteristiğidir). Rejimler böylece giderek daha işbirlikçi görünen düşman İsrail’e karşı mücadelede milliyetçi nutuklarından fayda görmez.

*El Cezire gibi uydu kanalları ve ardından internet üzerinden küreselleşen bilgiye giriş.

Bir noktadan sonra devrimlerin neden patlak verdiği asla bilinmez. Altta sıralanan hammaddeler yıllardan beridir varlar ve yine de genellikle olduğu gibi bir kıvılcım geldi, “küçük” bir olay, bir gencin kendisini feda etmesi beklenmedik bir şekilde farklı sosyal ve politik kökenlerden Tunusluları birbirine bağladı. Bu olayları canlı aktaran uydu kanalları, Arap dünyasında birkaç hafta öncesine kadar imkansız görünenleri elle tutulur hale getirdi; mevut rejimler sonsuz değil, yıkılabilirler. Bundan böyle, bir özgürlük havası Arap dünyasında esiyor. Bunun nereye kadar yayılacağını ve getireceği rejimlerin hangileri olacağını söylemek için erken. Ama bunların eskiden olduğu gibi yönetilemeyeceği, ne de dünyadaki bu “Arap istisnasını” çok uzun süre tutmanın mümkün olmadığı şimdiden varsayılabilir. Ve Suudi Arabistan Kralı Abdullah ya da Mahmud Abbas’ın Başkan Mubarek lehine açıklamaları hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

Ama gelecek olan sorunlar önemsiz değil: demokraside uzlaşı, kişi hakları, sosyal adalet ve ekonomik kalkınma, şüphesiz çok sayıda mücadele gerektirecek olan çetin bir iş olacak.

*Gazeteci Alain Gresh’in Le Monde Diplomatique dergisinin internet sitesinde yayınlanan yazısı (1948 yılında Mısır’da doğan Fransız gazeteci Alain Gresh, aylık Le Monde Diplomatik dergisinin müdür yardımcılığını yürütüyor.)

Hiç yorum yok: