Bir süredir yaşananlar, Türkiye’nin savaşa sürüklendiğini gösteriyordu. Bu konuda çoğumuz gidişatın iyi olmadığını, hükümetin kamuoyuna tatmin edici bazı taahhütlerde bulunması gerektiğini belirtiyorduk. Özellikle İmralı’da yürütülen görüşmeler konusunda Sayın Öcalan ısrarla uyarılarda bulundu. ‘Konuşulacak her şeyin konuşulduğunu artık pratik adımların atılması gerektiğini’ belirtiyordu. Hazırlanan protokollerin hükümete sunulduğunu Başbakanın onayının beklendiği vurgulanıyordu.
Hükümet ise seçimlerden öncesinden başlayarak Kürt siyasal cephesine karşı giderek sertleşen ve suçlayan bir üslup kullanmaya başladı. Seçimlerden sonra ise Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, tutuklu olanların tahliye edilmesi konusunda herhangi bir girişimde bulunulmadı. KCK davasından tutuklananların açıkça bir rehin almaya dönüştüğü gözler önünde iken çözümleyici bir girişimde bulunulmadı. Sadece Kürtçe savunma hakkı gerekçesiyle mahkemeler bloke edildi.
Seçim öncesinden başlayarak askeri operasyonlar arttırıldı. Birkaç gerilla grubu imha edildi. Seçim sonrasında da askeri hareketlilik azaltılmadı. Tersine yaygınlaştırılıp arttırıldı. Bölgeye daha fazla asker ve polis gücü kaydırıldı. Ev baskınları ve tutuklanma furyası hiç durmadı. Kürt hareketinin temsilcileri tüm bunlara dikkat çekerek gidişatın çatışmaya doğru evrildiğini, hükümetin tek yanlı süren çatışmazlık ortamını ortadan kaldırmaması uyarısında bulundu.
Hükümet ise kamuoyuna herhangi bir çözüm programı sunmadı. Kürt tarafına güven verecek ve rahatlatacak ilişkiler geliştirmedi. Pratik adımlar atmadı. Özellikle Fethullahçı çevreler ve yandaş basın-yayın organları demokratikleşme ve Kürt sorununu tartışmak yerine, giderek artan bir dozda Kürt hareketlerine karşı sistematik bir karalama ve psikolojik savaşa yöneldiler. Barış ve demokrasi isteyen bir hükümet, onun partisi ve basın-yayın organları ülkedeki önemli güçlere karşı böyle dışlayıcı, suçlayıcı bir dil kullanmamalıydı. Tümüyle devleti ele geçirdiğinin verdiği güvenle AKP ve yandaşları Kürt hareketlerini daha rahat hedeflediler. Çünkü önlerinde Kürtlerden başka da bir engel kalmamıştı. Oldukça yanılgılı bir anlayışla tarihsel süreci ele aldılar.
Halbuki Kürt hareketlerinin otuz yıllık bir direniş gücü ve birikimi vardı. Silahlı mücadeleyi yürütenler dahi, bütün çevreler Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde demokrasiyi geliştirerek Kürt sorununun çözümünü savunuyorlardı. Çözüm modeli olarak da, “Demokratik Özerklik” formüle edildi. Bağımsız demokratik birleşik bir Kürdistan’dan demokratik özerk bir Kürdistan temelinde strateji değiştirildi. Tüm bunlar büyük ve ciddi gelişmelerdi. Hükümet bu otuz yıllık birikimi ciddiye alıp Türkiye’yi Kürt sorununun çözümüne hazırlama ve Kürt hareketlerini de dahil ederek güven arttırıcı önlemleri alsaydı, çatışma ihmali giderek gündemden çıkacaktı.
Ancak Türkiye’yi yönetenler, başta da AKP Hükümeti ciddi elle tutulur somut bir demokratikleşme ve çözüm projesine sahip değildi. Yakaladığı her fırsatta ‘PKK ve BDP’nin Kürtleri temsil etmediğini, dolayısıyla onları muhatap almayacağını’ hep vurguladı. Bu güçleri çözümde bir partner olarak görme yerine, etkisizleştirilmesi ve devreden çıkarılması gereken bir güç olarak ele aldı. Son haftalarda da bunun dozunu iyice kaçırdı. Sınır özel birlikleri, özel polis güçleri ve benzeri oluşturup Kürt hareketini yine teröre indirgeyerek onları nasıl ezeceklerini, legal alandaki güçlerin ya da örgütlenmelerin nasıl bertaraf edileceğini işlemeye başladılar. Yaygınlaşan operasyonlar sonrası Silvan’da operasyona çıkan bir birliğe yapılan saldırıda bir grup asker ölünce de, bunu bir milat ve savaş, saldırı gerekçesi olarak ilan ettiler. En başta da Fethullahçıların temsilcileri savaş stratejilerini kamuoyuna deklere ettiler. Bu stratejiye göre “Kürtler gününü görecek, hükümetin koordinesinde devlet güçleri harekete geçirilecek, PKK’nin beli kırılıp kökü kazılacaktı.” Samanyolu gibi TV kanalları Güntaç Aktan’nın 1990’lardaki kirli savaşın yüzünü yansıtan Anadolu’dan Görünüm programı esprisiyle yayın yapmaktadır. Bu yayın politikası ve tutumlar sıradan bir karşıtlığı ve çatışmayı ifade etmemektedir. Devlet son MGK’de Hüseyin Gülerce’nin ve benzer çevrelerin zihniyetini yansıtmıştır. Devletin sivil, asker bütün unsurlarıyla Kürt hareketlerine karşı topyekûn harekete geçeceği “tek devlet, tek millet, tek bayrak” gibi klasik devlet zihniyetinden herhangi bir değişiklik yapmadığını ilan etmiştir.
Türkiye’de Taraf gazetesi dahil birçok gazete ve aydının ise hem kafası karışık hem de Türkiye’nin kanlı bir savaşa sürüklenmesinde Kürtleri sorumlu tutup suçlamaktadırlar. Son dönemde artan asker ölümlerini gerekçe göstererek Kürtlerin barış sürecini sabote ettiğini ve çözüme giden sürecin değerini bilmediğini, hükümetin de adeta sabrını tüketerek tekrar askeri yöntemlere başvurmak zorunda kaldığını belirtmektedirler. Yani hükümet ve devlet işi çözüm yoluna koymuş iken, Kürtler akılsızlıklarından ya da şiddete fazla bel bağlamasından Türkiye devleti yine demir yumruğunu kafalarına yemek için davetiye çıkardılar.
Türkiye’de basının başından beri ırkçılığın ve kirli savaşın bu kadar olağanlaşmasında önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Şimdi de aynı uğursuz rolünü oynamayı sürdürüyor. Son günlerde ölen askerlere ilişkin kopardıkları gürültünün ve tepkilerin çeyreğini devlet operasyonlarında yaşamını yitiren gerillalarda gösterselerdi, Türkiye bugün kanlı bir çatışmaya sürüklenmezdi. Gerillaların ölümlerini ya övünerek verirler ya da şu kadar terörist öldü diye rakamlandırarak verirler. Halbuki ölen askerler de, gerillalar da bu ülkenin gençleridir. İnsanlık ve insanların ölmesine tepki ise en azından bu halka ve onların ölülerine saygının gereği bu kadar kesin dışlayıcı ve arada uçurumlar açıcı olunmamalıdır. Anlamsız bir biçimde hala devleti kutsallaştırarak vatandaşların öldürülmelerini ve tutuklanmalarını sıradanlaştırmamak gerekir.
Türkiye’de gerçekten Kürt sorununun çözümü için koşullar olgunlaşmıştı. Genelde toplumda bir iyimserlik gelişmişti. Basın ve siyasi çevreler biraz da sorumlu davranıp sorunu sahiplenseydi; bu iş sadece hükümetin ve ırkçı kesimlerin elinde kalmazdı.
Gelinen nokta hiç de iyi bir nokta değildir. Başta hükümet olmak üzere imha konseptleri yapmak, devletin tüm güçlerini Kürtlerin üzerine salmak yerine, frene basıp bu kanlı girdaba gidişi dur denilmelidir. Devlet, Kürtlerin direnişini kırmak için bütün güçlerini, maddi-manevi gücünü harcıyor. Kürtler de, devletin bu saldırılarını kırmak için bütün güçlerini birleştirip direnişe geçiyor. Bu ülkenin güçlerini birbirine karşı kullanmak yerine, ortaklaştırmak daha büyük bir sinerji yaratacak ve Türkiye halklarının selameti, kalkınması ve demokratikleşmesi için muazzam bir sıçramaya yol açacaktır. Seksen yıldır Kürtlere hep ırkçılığı, şiddeti ve sopayı reva gördünüz. Ama bütün bunların sorunun çözümüne yetmediği gün gibi ortadadır. Kürtler bundan sonra da bütün güç ve enerjilerini kullanarak direneceklerdir. Kendi ülkelerinde kendi kimlik ve onurlarıyla yaşamak istiyorlar. Bu da onların en doğal haklarıdır. Bunu düşmanlık nedeni olarak görmek, boyun eğdirmek için seferler düzenlemek hiç de uygar, adil ve insani bir davranış değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder