19 Mart 2010 Cuma

Rönenans'tan Reform'a Modern Dünya

Modern dünyanın batıdaki başlangıçlarından biri olarak kabul edilen Rönesans'la ilgilenenlerin cevaplandırmak durumunda kaldıkları birçok soru vardır. Bunlardan ilki, sözcük anlamıyla 'yeniden doğuş' demek olan Rönesans'ta 'yeniden doğan'ın ne olduğudur. Bir diğer soru, Rönesans'ın ne zaman ve nerede başladığıdır. Ayrıca, Rönesans'ın kendisiyle hemen hemen eş zamanda olan Reform hareketi ile nasıl bir ilişki içinde bulunduğu da bir diğer önemli sorudur.

Aklı geceye gizlenen Avrupa


Bu soruların her birinin farklı cevapları vardır. Kimilerine göre Rönesans, Eski Yunan ve Roma kültürünün, Roma'nın 5. yüzyıl sonlarındaki çöküşüyle 15. yüzyıl sonları arasında kalan 'karanlık (orta) çağ'dan sonra, yeniden canlanması demektir. Bu anlamıyla Rönesans, 15. yüzyıl sonlarında İtalyan kent-devletlerinde ortaya çıkan, öncelikle edebiyat, resim, mimarlık gibi sanat alanlarında beliren, sonra da Batı Avrupa ölçeğinde yayılan bir yenileşme hareketidir. Rönesans'ın bu anlamda bir 'yeniden doğuş olması, kökleri 14. yüzyılın ünlü İtalyan şairi ve hümanist Petrarca'ya (1304-1374) dek uzanmaktadır.' Bu unutkanlık uykusu sonsuza dek sürmeyecek. Karanlık dağıldığında, torunlarımız eskinin (eski Roma'nın) saf aydınlığına erişebileceklerdir' deyişiyle Petrarca, Rönesans'ın ilk habercilerindendir. 'Rönesans'ın karanlık(orta) çağı' sona erdiren bir 'yeniden doğuş' anlamında nasıl kullanıldığını anlatan Huizinga, bu sözcüğün ilk kez Latince yeniden doğmak anlamındaki renansci sözcüğünden türetilen İtalyan biçiminin (rinascita) 'ressam biyografileri yazarı Giorgio Vasari (1511-1571) için, yakın sanat tarihinin büyük olgusunu belirten standart deyim haline gelmiştir. Vasari'nin başlıca amacı 'sanatın yok olduğu zamanlarda onu canlandıran ve aşama aşama onu şimdi gördüğümüz güzellik ve yücelik derecesine yükseltenlerin yaşamlarını yazmak, bu kişilerin çeşitli ilişkilerini gün ışığına çıkarmaktı. Böylelikle, yükseliş doğuşunu ve gelişimini, zamanımızda eriştiği mükemmelliği çok daha kolayca fark edecektir.' Rönesans'ın bu bağlamdaki bir diğer kullanım biçimi ise, İngiliz şairi Alexander Pope'nin (1688-1744) şu dizelerinde görülmektedir; 'Avrupa ve Avrupa'nın aklı geceye gizlenmişti; Tanrı, 'Rönesans olsun!' dedi ve her şey ışık oldu.'


Süreklilik içinde değişim


Rönesans ile orta çağ arasında, karanlık-aydınlık türü bir zıtlık kuran bu değerlendirme biçimi, Vasari'den sonra giderek gelişmiş ve Aydınlanma felsefesinin temellerini attığı ilerlemeci tarih anlayışının katkıları ile birlikte yerleşiklik kazanmıştır. O kadar ki, Rönesans hakkındaki bu değerlendirmenin, genel geçer bir 'doğru' haline gelerek bir 'tarih bilinci'ne dönüşmesinin ötesinde, 'sosyal bilimler' alanına da damgasını vurduğunu bilmekteyiz. Nitekim günümüz dünyasındaki toplumsal değişmeyi açıklamak isteyen birçok 'sosyal bilimcinin' kullanmayı tercih ettikleri 'modern toplum', 'geleneksel toplum' kavramlarını Batı tarihine uygulayıp, Batı dünyasında 1500'lü yılları tarihte eşi az görülebilecek denli büyük bir devrimin başlangıcı olarak kabul etmeyi sürdürmektedirler.


Buna karşılık, Rönesans'ı Eski Yunan ve Roma kültürünün yeniden doğuşu olarak anlamak ile Rönesans'la birlikte Batı tarihinde 'modern topluma' doğru bir atılımın bir ilerlemenin başladığını kabul etmek biraz sorunlu bir tutumdur. Çünkü bu kabule göre, 'eskinin yeniden doğuşu', 'eski'den yani antik çağ kültüründen çok farklı bir 'yeniçağ'ın da başlangıcı olmaktadır. Dolayısıyla, tarihin dönemlere ayrıştırılmasından ziyade, biraz da 'tarihçinin öznelliği' içerdiğini yeniden kanıtlayan ve Rönesans ile Rönesans öncesi ve sonrası arasında, 'süreklilik içinde değişim' anlamında bağlantı kuran bir diğer değerlendirme biçimi, bu çelişkiyi aşmaya yardımcı olmaktadır.


Buna göre Rönesans, tarihsel temelleri Doğu'da bulunan bir diğer değişle, orta çağ geçmişinden değişimlerin etkilediği ve kendinden sonraki dönemlerin oluşumlarını (modern toplum denilen, toplumun ortaya çıkışı) biçimlendiren -ki modernitenin kökleri 5000 yıl öncesine dayanır- bir yenileşme hareketidir.


Rönesans yeniden doğuş değildi

Bugün, eğitilmiş hiçbir insan (sözü edilen) ortaçağ karanlığı ve Rönesans ışığı kutuplaşmasını kabul etmemektedir. Gerçekten orta çağlar süresince büyük bir Hıristiyan uygarlığı olgunluğa erişmiş ve kültür hatta klasik eski çağ mirası gibi dar bir anlamdaki kültür bile aslında orta zamanlar Batı'sında hiçbir zaman büsbütün ortadan kalkmamıştır. Onun içindir ki, orta çağların sonunda kültürün 'yeniden doğduğunu zor iddia edebilir. Bizans'ın düşmesine de artık öyle abartılmış bir önem yakıştıramayız. 1453'ten çok daha önce, Yunan yazıları Batıya Müslüman İspanya'dan, Sicilya'dan ve Bizans'ın kendisinden sızıyordu. Üstelik Yunan etkisi, Rönesans'ın ortaya çıkışının hiç de öyle tek kesin nedeni falan olmamıştır. (ana halkanın Doğu olduğunu, yani kaynağın olduğunu belirtmiştik) İtalyan şehir-devletleri arasındaki birbirlerini boğazlamaya varan ekonomik ve siyasal rekabet, insanlara öngörülü bir bireycilik öğretmiştir; İtalyan ileri gelenleri Rönesans'a kendi girişkenlik ve maddeciliklerinin damgasını vurmuşlardır. Ve Rönesans, doğrudan doğruya orta çağa pek çok şey borçludur. Rönesans, maddeci olduğu kadar dinci, kuşkucu olduğu kadar inançlı, bireyci olduğu kadar da kast-bilinçliydi. Rönesans, klasik geçmişin yeniden-doğuşu değildi; çağdaş zamanların kesin başlangıcı da değildi; orta zamanlardan çağımıza bazen yavaş bazen hızlı bir geçişti.

Rönesans'ın bu biçimde değerlendirilmesi birçok yönleriyle, yukarıda değindiğimiz gibi, orta çağdaki siyasal düşüncelerin zaman içindeki farklılaşmasıyla da uyumludur. 12. yüzyılda başlayan ticaretin ve kent yaşamının canlanması bu canlanmayla eşzamanlı olan kültürel uyanış, Salisbury'li john ve Auinum'lu Thomas'ın kültürel düzeyde getirdikleri yenilikler ve bunların sonradan Pedova'lı Marsilius, Ockham'lı William ve Dante tarafından işleniş biçimleri, hepsi Rönesans'ın köklerinin üç yüz yıl geriye uzandığını göstermektedir. 'Rönesans'ın 12. yüzyılda başladığını ileri sürmek, belki çok aşırı bir yargıda bulunmak gibi gelebilir ilkin okuyucuya; oysa bu yüzyılın gerek filozoflar, gerek genel özellikler açısından büyük bir nitelik değişimi sergilediği gözlenmektedir' diye bir görüş vardır.


Rönesans ve Reform Hareketi


Ancak Rönesans'ı gereğince değerlendirebilmek bakımından yine de bazı sorular vardır. Bunlar arasında özellikle, Rönesans'ın nerede ve ne zaman başladığı sorusu ve Rönesans'ın neredeyse aynı döneme denk düşen Reform Hareketi ile ilişkisinin niteliği burada ele alınmalıdır.


Birinci soruya ilişkin cevap vermek yadırgatıcı olmaz. Bu cevabın önemi ise, 'bir terkedilmiş feodal hükümlülüklerini yeniden canlandırma ve köylülere yeni vergi getirme uygulamaları, özellikle 15. yüzyılın kıtlık ve veba felaketinden büyük darbe yiyen soylularında krallığın himayesine muhtaç bir duruma gelmiş olması bu yeni yükümlülüklerin -krallar ve prensler tarafından- dayatılmasını kolaylaştırıcı bir etki yapıyordu. Bu bağlamda, soyluları ve yeni zengin kent ileri gelenlerini saraya bağlayarak 'evcilleştirmeyi' amaçlayan krallar süreç içinde patlak veren 'şövalye ayaklanmaları'na karşılık kendi iktidarlarını 'tabakaların' denetiminden kurtararak güçlendirme yolunda önemli başarılar elde ediyorlardı. Artık, siyasal örgütlenme düzeyinde 12. yüzyıldan itibaren yaygınlaşan ve kralı 'eşitler arasında birinci' gören 'paylaşımcı iktidar' yerine, kralların 'mutlak' iktidarlarının yolu açılıyordu.


Kralların, ticaret ve kent yaşamındaki gelişmelerin yarattığı toplumsal tabakalaşma örüntüsü içindeki değişim ve çelişkilerden yararlanarak iktidarını güçlendirmesi kaçınılmaz olarak krallık ile kiliseyi, papayı karşı karşıya getiriyordu. Çünkü kilise de bilindiği gibi Plenitudo Potestatis anlayışının sağladığı siyasal üstünlüğünün yanı sıra, önemli bir ekonomik güç odağı olmuştu. Krallar ve prensler gibi, yeni para ekonomisine uyum sağlamanın yollarını arayan papalık da, kilise örgütlenmesini merkezileştirmek ve böylelikle kilisenin gelirlerini arttırmak amacıyla, yukarıda ele alınan Büyük Ayrım önemli olaylara yol açan yeniliklerin peşindeydi. Kilisenin özgün durumu artık her biri ayrı birer 'ulus' olma sürecine girmiş bulunan, örneğin İngiltere ve Fransa gibi toplumlar içinde de varlığını sürdürmesi ama bu uluslar içindeki kilise mensuplarının adeta ayrı bir 'ulus'un bireyleri gibi görülmesinde yatıyordu. Böylece yine yukarıda ele alınan çatışmalar bağlarını koparmayı başardıkları bilinmekte. Bu çatışmalar, kilisenin itibarını sarsıcı nitelikte, tüm Avrupa'ya yayılan etkiler yapmıştı ki Reform, biraz da bu yıpranmanın ürünüydü.


Reformu tetikleyen nedenler


Gelişen ticaret ve güçlenen kentli kesimin yarattığı yenilikler ve yeni çatışma düzlemi, sadece yeni 'ulusal' krallar ile aristokrasi ve ruhban kesimi çerçevesinde belirlenmiyordu. Öteden beri kendilerini ayrı ve özerk bir birim, bir kolektif varlık, ortak çıkarları bulunan bir 'komünal dayanışma' odağı olarak algılamış ve bu bağlamda kendilerini kent içinde 'özgür' hissetmiş olan kentli kesim içinde de, 16.yüzyıla gelindiğinde, çatışma baş göstermişti. Ticaretin ve sanayinin yaygınlaşmasıyla, örneğin İtalyan kentlerinde oluşan zengin kesim(şişman adamlar-Popoli Grassi) ile simgelenen 'oligarşik kent yönetimleri'nin ortaya çıkması bu kesim ile kentlerde yaşayan 'proleterya' arasındaki çatışmanın da temelini oluşturmuştu. Dolayısıyla, Reform dönemine gelindiğinde Avrupa'nın toplumsal örüntüsü içinde gözlenen çatışma düzlemleri dörde çıkmıştı:


1- Krallar ile 'tabakalar' arasındaki çatışma,


2- Krallar ile Roma Kilisesi arasındaki çatışma,


3- Tabakaların kendi aralarındaki çatışma,


4- Kentlilerin kendi içindeki farklılaşmanın yarattığı çatışma.


Bu düzlemlere beşinci olarak, o tarihlerde Avrupa'daki nüfusun çoğunluğunu oluşturan 'köylülerin' maruz kaldıkları vergi yükünün ve diğer sömürü biçimlerinin yarattığı çelişkiyi de eklemek gerekmektedir.


Bunca çelişki ve çatışma dolu koşulların Reform hareketine elverişli bir ortam oluşturup oluşturmadığıdır. Soruyu olumlu bir cevap verebilinir. Ancak, Reformun ortaya çıkıp gelişmesini kolaylaştıran başka (daha çok kültürel) etmenlerde vardır. Bunlar arasında matbaanın bulunuşu ve basılı eserlerin yaygınlaşması ilk akla gelenlerdendir. 15. yüzyıl sonunda, Avrupa'da basılan yaklaşık altı milyon kitap vardır ve bunların konulara göre dağılımına bakıldığında, dinle ilgili yaklaşık otuz bin başlığa rastlanmaktadır. Keza Reform hareketi bakımından can alıcı öneme sahip yıllar olarak nitelenen '1518 ile 1524 arasında Almanya'da basılan kitap sayısı yediye katlanmıştır.' Dolayısıyla Luther'in 'matbaanın, Wittenberg gibi küçük bir farenin Avrupa'nın enine boyuna her yanında kükremesini mümkün kıldığını' vurgulamış olmasına şaşmamak gerekmektedir.


Matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuma ve özellikle dinsel metinleri 'aslından' izleyebilme olanağını bulan 'laik kesim' bu olanağı kullanmasının bir sonucu olarak, toplumsal çatışmaların hazırlandığı arka planda, gerektiğinde, 'dine dönmeyi' talep edebiliyordu. Bu da, elbette kilisenin dinsel konulardaki otoritesini sarsmaktaydı.


Kısaca Reformasyondan bahsedersek


Hıristiyan dininde her çeşit yenileşmeler ve özellikle Protestanlık hareketi... Reformasyon (Fr. Reformation) deyimi, dinde iyileştirme anlamını dile getirir ve düzeltmek için değiştirme anlamını dile getiren Reform (Fr. Reforme) deyiminden türemiştir. Geniş anlamda her çeşit dinsel yenileştirmeleri kapsar. Özellikle 16. yüzyılda gerçekleşen Protestan reformu bu deyimle dile getirilir. Bu reform, gerçekte 15. yüzyılın sonlarına doğru Katolik kilisenin bir takım dinsel ve törebilimsel yenileştirmelere yönelmesini isteyen bir takım Katolik papazları tarafından başlatılmıştı. Altında yatan temel siyasal neden de papalığın dünya işleri üstünde kurduğu ezici egemenliğin ortadan kaldırılmasıyla toprak sahipleri sınıfının yerini almaya başlayan para sahipleri sınıfının çıkarlarına uygun bir Hıristiyanlığın gerçekleştirilmesiydi. 15. yüzyılda başlayan bu dinsel reform hareketi 16. yüzyılda ürün verdi ve Alman papaz Martin Luther (1483-1576) ünlü protestosunu (haksızlığı ve yanlışlığı y�sıma) 1571 yılında Wittenberg kilisesinin kapısına astı. Papalığın baskısından kurtulmak isteyen Avrupa krallarının ve geniş burjuva sınıfının desteğini gören bu protesto kolaylıkla tutundu ve Protestanlık böylelikle doğmuş oldu. Katolik kilisesi yeniden doğuşun (Fr. Renaissance) getirdiği yeni yaşam görüşüne uyamayacak kadar donmuş ve köhneleşmişti. Protestanlığa karşı koymak ve onu aforoz etmekle beraber, nitekim Katolik kilisesi de zamanla kendi içinde bir takım reformlar yapmak zorunda kalmıştır. Ayrıca Reform hareketini hazırlayıcı nitelikteki kültürel oluşumlar arasında 16.yüzyılda yaygınlık kazanmaya başlayan Hıristiyan gizemciliğini (mistisizm) de belirtmek gerekmektedir. Birinci akım, bireyin doğrudan Tanrıyla ilişki kurabileceğini bunun için kiliseye ve onun dinsel ve törensel kurallarına gerek olmadığını kabul etmekle önemli bir adım atmıştı. Kilisenin kurumsal denetim mekanizmalarına bir alternatif olarak yaygınlaşan gizemci Hıristiyan cemaatleri, örneğin Hollanda ve çevresinde etkinlik gösteren 'ortak yaşam' hareketi, bireyin yaşamını tümüyle cemaate adamasını pratik eylem düzeyinde, imanın kanıtlaması için gerekli görüyordu. 'adanmışlık denilen bu hareket 15. yüzyıl sonlarında kiliseye en sert eleştirileri yöneltecek insanların yetişmesini sağlamanın yanı sıra, Reformda görülen, eşitlikçi, komünistçe bir yaşamı Hıristiyanlığın (doğru dinin) esası olarak kabul eden anlayış ve akımların gelişmesinin de habercisi olmuştu. Ayrıca bireyin içsel ruh derinliğini vurgulayan ve ruhban kesiminin koyduğu kuralların ve törenlerin saçmalığını Deliliğe Övgü (1510) adlı yapıtında işlemiş bulunan Erasmus gibi hümanistlerin Reformun oluşumuna katkılarını unutmamak gerekir. Sıradan Avrupalının dikkatini muhtemelen pek fazla çekmemiş bu Reform isteklerinin veya yeniliklerin kiliseye karşı bir harekete dönüşebilmesi için güçlü, heyecanlı ve etkin önderlere gerek vardı. Almanya'da Luther ve Münzer, İsviçre'de Calvin, Reform hareketinin değişik yönlerini gösteren ve bu bağlamda siyasal düşünce açısından da üzerinde durulması gereken görüşler ortaya koyan kişilikler olarak belirginleşmektedirler.


Sonuç olarak Rönesans'la gelişen insan merkezli yaşam biçimidir. İnsan her şeyiyle tanrının olmalıdır anlayışı köleci zihniyetin değişik bir formudur. Tanrı-kral kültünden tek tanrılı dinlere sızmış mitolojik düşünce formu olarak bireyi yaşamdan adeta silmiştir.


ABDULLAH ÇELİK*

*Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevi


KAYNAKÇA:

Dünya inançlar sözlüğü
Özgür insan savunması
Tanrı devletinden kral devlete


Hiç yorum yok: