15 Nisan 2013 Pazartesi

Müzakere Sürecini Etkileyen Siyasi Güçler

AKP, barış ve demokrasiye değer verdiği ve yüce bir adalet duygusuna sahip olduğu için değil, dağılan güçlerini tahkim etme amaçlı ve temsil ettiği uluslararası ve yerli sermayenin çıkarlarının gereği olarak bu yeni sürecin aktörlüğüne soyunmuştur.

Adına müzakere süreci denilen silahsız tartışma ve tanışma döneminin mutlu bir sona doğru mu evrileceği yoksa daha boyutlu bir çatışmanın kapılarını mı açacağı sorusunun cevabı, sürece etki eden siyasal güçlerin bilek güreşinde saklı. Sürece müdahil olan herkesin arzu edilen mutlu sona ulaşma adına soğukkanlı bir risk analizi yapmasında büyük yarar var.

Sürecin belirleyenlerinden biri şüphesiz AKP’dir. Kürt halkına açılan savaşın yükünü kaldıramayıp çözülme sürecini yaşamakta olan geleneksel devlet aygıtının, özellikle de acze düşmüş genelkurmayın bu zaaflı durumunu kullanarak küresel sermayenin zorunlu gördüğü restorasyonu yapma adına iktidara yürütülmüş olan bu parti, reform vaadlerini ustalıkla kullanıp halktan büyük destek alarak iktidar oldu. Özal’ın yarım bıraktığı yerden devam etme sloganıyla bir yandan cemaatin diğer yandan küresel sermayenin rüzgarını arkasına alan AKP, altyapı yatırımları sağlık reformu gibi halkın yaşamının iyileştirilmesine dair pek çok konuda uzun bir süre nisbeten pozitif bir profil çizdi. Özellikle 28 Şubat’la birlikte ciddi bir küçülme yaşamış olan ekonomi, bu süreçte göreli bir istikrara kavuştu. Ama bütün bunların yanında Kürtlere büyük acılar çektirmesi yanında Türkleri de umutsuzluk atmosferiyle boğan bu ırkçı savaşı bitirme ve demokratikleşme vaadi, AKP’nin iktidar olmasında son derece önemli bir pay sahibi oldu.

Türkiye’de bu savaştan nemalanan dar bir çevre dışında genel bir destek görmenin altında bu etmen belirleyici bir rol oynamıştır. Özel savaşın baş aktörü durumundaki genelkurmayın Kürt direnişini vahşi metodlarla bastırma projesinin tam anlamıyla iflas etmesinin yarattığı ve Türkiye’nin nefes borularını tıkayan ve içine parlamentoyu da katan karanlık bir üstyapı kurumunun tasfiye edilme zorunluluğunun AKP tarafından bir demokratikleşme misyonunun gereği olarak sunulması, sol liberal aydınlarda bile ciddi bir kabul görmesine yol açmıştır. Böylelikle uzun zamandan beri içini kurtların yiyerek boşalttığı heybetli görünüşlü devlet aygıtı, fazla bir direniş göstermeden AKP tarafından aşama aşama teslim alınmaya başlandı. 


Cumhuriyet elitlerinin hiçbir empati geliştirmediği “çevre”nin “merkez”e yürüyüşünü temsil eden görüntüsü ve onun karizmatik lideri Erdoğan ile AKP, uzun süreli iktidarının koşullarını oluşturdu. Burada belirleyici etmenlerden biri olarak altı çizilmesi gereken, Ergenekon, Balyoz, Kafes, Sarıkız gibi adlar takılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki önceki bütün iktidarların hayalini bile kuramayacakları operasyonlarla devletin en dokunulmaz kurumlarına dokunulmuş olmasıdır.

AKP’ye biat etmeyen tek güç: Kürtler

 
Amerikan istihbaratının ve onun bir örgütü gibi çalışan Fethullahçı cemaatin büyük desteği ile etkili operasyonlar yapılarak, silahlı olması dolayısıyla en tehdit edici olduğu düşünülen Genelkurmay, gelenekselleşmiş niteliğinden arındırılarak etkisizleştirilirken, diğer yandan da geniş kitlelere AKP’nin rakip tanımaz iktidar gücü olduğu psikolojisi verilmiştir. Biat kültürünün bir gereği olarak Uzanlar ve Doğan Medya operasyonları ile güçlendirilen pozisyon, her beş generalden birinin hapse gönderilmesiyle zirve yapmıştır. Böylelikle AKP, iktidarının ilk yıllarında kendisini kuşatan temel odakları bir bir tasfiye ederek ve her tasfiye edişte kendi çehresini de diktatöryel amaçları doğrultusunda değiştirerek kendi özüne dönmüştür. Başka bir deyişle kendine güveni arttıkça demokrasi, özgürlükler vb. gibi maskelerden bir bir sıyrılmıştır. Asli karakterine uygun bir ideolojik politik ve pratik bir çizgi izlemeye başlamıştır. Denebilir ki yola çıkarken sözcülüğü ve sömürüsünü yaptığı hemen bütün ideallerle ilişkisi kalmamıştır.


Bunlar ajitasyon konusu olarak dönem dönem başvurduğu demagojik söylemlerden ibaret bir marjinalliğe itilmiştir. Bu uzun iktidar sürecinde AKP’nin biat ettiremediği tek güç Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur. AKP, büyük bir yanılgı ile haklılık zeminlerini çoktan yitirmiş ve böylelikle toplumsal tabanlarını kaybetmiş iktidar rakiplerini tasfiye ederkenki konseptinin bir benzerini çok daha etkili metotlarla bütün olanaklarını kullanarak Kürt Özgürlük Hareketine uygulamaya çalışmış, ancak bu saldırı bir bumerang gibi kendisine dönerek kafasında patlamıştır. 


Muazzam halk desteğini hesap dışı bırakan ve Kürtlerin içinde bulunduğu kararlılık psikolojisini kavramaktan uzak yanılgılı politikalar elbette Kürt hareketine maddi kayıplar verdirmiştir, ancak saflarda bir sıklaşma ve daha yüksek bir maneviyat durumunu da tetiklemiştir. Yaratmak istediği deprem kendi parti saflarını vurmuş ve iktidar sürecindeki en derin örgütsel bunalımıyla karşılaşmıştır. Seçmiş olduğu savaş konsepti, daha önce büyük oranda tasfiye ettiği derin devletin tehditkar güçlerinin etki ve yetkilerinin tekrar artmasına, dolayısıyla da AKP’nin giderek ölümcül bir tehditle karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Diğer yandan açıkça telaffuz edilmese de ekonomide baş gösteren bunalım giderek derinleşirken dış kaynakla finanse edilen cari açık büyüme hızının anormal düşüşüne rağmen geriletilememiştir. Toprak rantına dayalı bir ekonomi ise uzun vadede yapısal bir krizin bütün risklerine açıktır.

AKP’nin barışa manevi bağlılığı yoktur

 
İşte bir yandan özel savaşın muazzam maliyetine karşılık hiçbir başarılı sonuç üretememesi hem ekonomik hem de siyasal ve psikolojik yükleri arttırırken, diğer yandan da bölgesel düzeyde öngörülen gelişmelerin hiçbirinin gerçekleşmemesi AKP Hükümetini hazırlıklı olmadığı bir kriz ile karşı karşıya getirmiştir. Suriye’de rejimi değiştirme amaçlı pahalı politika, bir mülteciler yükünün yanı sıra Rojava’nın özgürleştirilmesinin yarattığı panikle birleşince dış politikada da bir iflasın eşiğine gelinmiştir. Avrupa ile soğuk savaş benzeri bir sürecin yaşanmaya başlanması, ‘Şangay Beşlisi’ türünden trajikomik sayıklamaları gündeme getirirken hükümet ilk defa iktidarın ayakları altından kaymakta olduğunu dehşetle görmüştür. Bu süreçte aklı selimi temsil eder gibi görünen ve vahameti tesbit ederek Erdoğan’ı uyaran Abdullah Gül ilk başta şimşekleri üzerine çeksede, Erdoğan’ın asabi eleştirilerine maruz kalsa da sonuçta mevcut konsept değiştirilmediği takdirde iktidarın kaybedilmekte olduğuna inandırılmıştır. 


Kısaca kendi hastalıklı kişiliğinin de etkisi ile krizi derinleştirmeye kitlenmiş olan Erdoğan, konsept değişikliğine zorlanmıştır. Bunda cumhurbaşkanı kadar Amerika’nın ve kendi partisinden bazı ağırlıklı unsurların yanı sıra Hakan Fidan’ın istihbari telkinlerinin de etkisi olabilir. Sermayenin de böylesi bir kriz momentinde Kürdistan’daki savaşın sürmesi yerine silahların sustuğu bir ortamda bu büyük ve potansiyelli coğrafyanın sisteme entegre edilmesi doğrultusunda tercih göstermesi, AKP’yi yeniden müzakere masasına oturtmuştur.


Bu kısa özetten anlaşılacağı üzere AKP, barış ve demokrasiye değer verdiği ve yüce bir adalet duygusuna sahip olduğu için değil, dağılan güçlerini tahkim etme amaçlı ve temsil ettiği uluslararası ve yerli sermayenin çıkarlarının gereği olarak bu yeni sürecin aktörlüğüne soyunmuştur. Dolayısıyla sorunu kendi sınıfsal ve ideolojik gereklerine göre çözmek ve iktidarını güçlendirerek sürdürmek istemektedir. Kendi gücünü tahkim ettiğine inandığı an süreci tersine döndürebilecektir. Barışa dair herhangi bir manevi bağlılığı yoktur. Yalnızca stratejik zorunlulukları vardır. Küresel sermayenin önceliklerine göre davranan kapitalist vicdansızlık ve ahlaksızlığın temsilcisidir. Unutulmamalıdır ki bölgesel düzeyde yeni bir gericiliğin temelleri atılıyor, küresel sermaye Sünni müslümanlıkla kolkola uluslararası emperyalist işgalin koçbaşılığına soyunuyor. AKP bu yolun yolcusudur ve onu iktidara taşıyan güçlerin gönüllü hizmetkarıdır. Kürtler bütün laf kalabalıklıklarının ardındaki bu gerçeği bir an için bile unutamazlar.

MHP’nin Türkçü, devletçi ve ırkçı yolu...

 
Sürece etkisi olabilecek diğer güç MHP ve CHP’dir. Önce MHP’nin analizinden başlayalım. MHP cumhuriyetin tekçi ideolojisinin Osmanlı’nın yayılmacı müslümanlığı ile eklektik birlikteliğinin, günümüz dünyasının ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak örgütsel şekillenişidir. Komünizme karşı mücadele ettiğini varsaydığı 70’li yıllarda Sünni müslümanlık vurgusunu öne çıkarırken günümüzde Türkçü, devletçi ırkçı yanını öne çıkarmaktadır.


Ceberrut devletin cahil ve işsiz bıraktığı, medyanın yaydığı popüler kültürün etkisi altında beyni fonksiyonları dumura uğratılmış, taraftarı olduğu futbol takımı uğruna ölmeyi erdem sayan, yaşam gücünü kollektif mutluluktan değil, biteviye yaratılan kin ve düşmanlıktan alan lümpen bir gençlik içinde geniş bir taraftar bulan MHP, böylesi bir potansiyeli kullanmayı düşünen elit milliyetçilerin de ilgi alanı haline gelmektedir. Yani 70’li yıllarda asla MHP’ye sempati beslemeyecek, eğitimli, laik, modern Türkler, şimdi MHP’ye yakın durmakta hiçbir beis görmemektedirler. Dolayısıyla CHP’nin krizli süreçlerinde MHP’ye doğru seçmen hareketleri olabilmektedir. 


Barış sürecinin en büyük sabotörü konumundaki bu parti söylem dışında eylemli bir çizgiye yönelebilir mi? Hakaret söyleminden vurma-ölme aşamasına geçebilir mi? Bir şartla: Eğer arkalarında devletin bir bölümünün dolaysız desteğini bulurlarsa, evet! 70’li yılların ve 90’lı yılların pratiği göstermiştir ki bu parti hep devletin kendilerine verdiği ihaleyi yerine getirmiştir. Devleti karşısına alabilecek bir cesareti asla olmamıştır. Özünde bir inanç hareketi değil, karanlık bir çıkar topluluğudur. Ekonomik olarak da kapitalizmin yarattığı zenginlikten haraçvari pay alan bir tür parazite benzetilebilirler. Nitekim birkaç yıl önce MİT kaynaklı olduğunu düşündüğüm kaset operasyonunda MHP üst yönetiminin nasıl bir alemciliğin, nasıl bir ahlaki çöküntünün içine yuvarlandığı görüldü. Dolayısıyla meydanlarda uluyan MHP’li yöneticilerin bugün için tabanın gazını alma ve kendi konumlarını koruma amaçlı muhalefet durumları söz konuşudur. Derin devletin karanlık kanallarından düğmeye basılmadığı sürece terörist faaliyetlerden uzak duracak ve kabadayılık düzeyinde eylemlilik sergileyeceklerdir.

Hükümetin hiçbir ahlaki engeli yoktur

 
Asıl tehlike Silivri’nin (Ergenekon vb…) bu kanalı kullanma çabalarının imkan bulup bulamayacağıdır. Ancak asla unutulmamalıdır ki ‘Özel Savaş’ın yıllar boyu kirlettiği ve kendi suç ortağı ettiği yüzbinlerce hastalıklı ruhun serseri mayın gibi dolaştığı bu ülkede Kürtlere, barış yanlısı aydınlara, devrimci demokratlara, Hıristiyan azınlıklara derin acılar yaşatmaya kararlı unsurların olası karanlık eylemlerine karşı da her zaman uyanık olunmalıdır. Son bir vurgu: AKP özel savaşta bu güçlerle birçok kirli ittifaklara girdi. Özel birliklerin örgütlenmesinde bu katillerden yararlandı. AKP’nin gelecekte de göreceği lüzum üzerine bu tetikçilerden yararlanma imkanı her zaman için vardır ve hiçbir ahlaki engeli yoktur.


Son olarak CHP üzerine birkaç söz: Müzakere sürecinden en fazla zarar görecek olan parti konumundadır. Çünkü politikasızdır. Öyleki Kılıçdaroğlu milletvekillerini konuşsunlar diye değil, konuşmasınlar diye uyarıyor. Bir parti düşünün ki asli görevi olan siyasi düşünce açıklamaları genel başkan tarafında yasaklanıyor. CHP köklerindeki laik milliyetçiliğe dönmekle bir demokratikleşmenin öznesi olmak arasında bir iç yarılma yaşıyor. Alevilikten devşirme ve devlet kapısında gedikli bir memur olan Kılıçdaroğlu’nun silik genel başkanlığında önlenemez bir bölünmeye doğru gidiyor. Geleneksel devletçi kanadın yeniden egemen olması durumunda başta Silivri olmak üzere bir ihtimalle MHP’yi ve Türkçü solu da içine alan bir milliyetçi cephenin kuruculuğuna soyunabilir. AKP dışında hiçbir partinin iktidar olabilme olasılığı orta vadede görülmediği için hepsinin kazanacağını varsayacağı milliyetçi bir cephenin imkanları küçümsenmeyecek bir boyuttadır.


Kürt Özgürlük Hareketi’nin uzun ince yolu

Kürt halkının yüzyılımıza damgasını vuran direnişi ilk merhaleyi başarıyla tamamlayıp şimdi yeni ve dolambaçlı bir kulvardaki koşusuna hazırlanıyor. Yeni süreç, şimdiye kadarkilerden farklı tarzda ekonomik sömürgeciliğin saldırılarının ön alacağı bölgesel düzeyde bir tehdit algısını gerekli kılıyor. Halklar, kendilerini ulusal boyunduruk altına alanlara karşı tarihte muazzam direnişler göstermişlerdir. Örnekleri çoktur. Ancak ekonomık sömürgeciliğin saldırılarına aynı direniş ruhu ile yanıt veremeyip sonuçta farklı bağımlılık ilişkileri içinde köleleştirilmişlerdir. Vurgulanmalıdır ki aynı tehlike şimdi Kürdistan coğrafyasını tehdit etmektedir. Böylesi bir tehdidi önemsemek için direnişi bu günlere getiren muazzam israr ve müthiş aklın temsilcisi olan ve çoğu bugün yaşamayan PKK önderlerinin ve bugün İmralı’da kuşatılmış olmasına rağmen rolünü oynayan ve görkemli “ÇAĞRI”nın sahibi Öcalan’ın bilinci ile tekrar donanmak gerekiyor. 


PKK’nin tarih sahnesine çıkışındaki sınıfsal vurgunun şimdi tekrar bır seferberlik ruhuyla özellikle Kürdistan gençliğini şekillendirmesi gerekiyor. Küresel sermayenin, süren savaş dolayısıyla bütün iştahına ve AKP’nin bütün teşvik yasalarına rağmen girmekte tereddüt ettiği Kürdistan coğrafyası, şimdi gözü aç patronların kasalarına artı değer aktaracağı ve bir kısmını da yerli işbirlikçilerine sus payı olarak bırakacağı, Kürt emekçisinin kan ve teri üzerine yükselecek dev bir şantiye haline getirilmek isteniyor. Bunu yalnızca Türk ve yabancı sermaye değil, aynı zamanda Kürt işbirlikçileri de bekliyor. Bunların içinde az da olsa Özgürlük Hareketine bu güne kadar yakın durmuş, hatta ulusal nedenlerle sempati beslemiş ama savaşın bitimiyle birlikte daha çok sınıfsal çıkarlarına göre davranacak unsurlar da olacaktır.
Dolayısıyla Kürt siyasetinin renk çeşitliliğinin artacağı bir sürecin yaşanması kuvvetle muhtemel olduğu gibi bu çeşitliliğin AKP tarafından Özgürlük Hareketinin zayıflatılması amacıyla teşvik edileceği unutulmamalıdır. Böylesi süreçlerde güç ve inisiyatif kayıplarına uğramamanın temel yolu kollektif bir sınıf bilinciyle donanmış olmaktır. Bugüne kadar fedakarlığı, atılganlığı ve enerjisiyle direnişin temel taşı olmuş olan Kürdistan gençliği şimdi bir kez daha önderliğinin bilinci ile donanmak ve çıkış ideolojisini en üst düzeyde kavramak göreviyle karşı karşıyadır.


AKP, silahların sustuğu dönemde Kürdistan’da, yıllardan beri Türkiye’de sürdürdüğü sömürü düzeninin bir benzerini kurmak istemektedir. Toprağın ve yeraltı, yerüstü kaynaklarının vahşice tahrip edilerek sömürülmesine dayalı olan bu düzen, yalnızca küçük bir azınlığı mutlu ederken halkın ezici çoğunluğunu karın tokluğuna mahkum etmektedir. Sınıf bilinci zayıf hiçbir güç böylesi bir saldırı karşısında tutunamaz. Türkiye’nin zenginlerinin serveti bir yılda yüzde 22 büyürken Türk ekonomisi ancak yüzde 2 büyüyebilmiştir. Yoksul yığınlardan çalınan değer küçük bir azınlığın cebine aktarılmaktadır. Kürdistan’a önerilen işte bu düzendir. Güney Kürdistan’a bakan bunu daha iyi görür. Dolayısıyla Kürt direnişini bugüne kadar başarıyla temsil edenler şimdi aynı ustalıkla mülkiyet ilişkilerinin emek temeline göre düzenlendiği ve insanın prangalarından arındığı büyük özgürlük düzenini yaratmak durumundadırlar. Eğer içinde bulunulan coğrafya Kürtlere yeni savaşlar dayatmazsa eminim ki Özgürlük Hareketi hayatın yeniden örgütlenmesi projesini de aynı ustalıkla örecektir.


CENAP ÖZEK

Hiç yorum yok: