Abbasi devleti ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve
Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır. Abbasi ile Emevilerin siyasal ve
ideolojik anlamda birbirinden ayrılan yönleri vardır. Ama işi iktidar
ve iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen bir şeyin
olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan etmeseler
de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.
Tarihçi değilim ama tarih ilgimi çekiyor. Tarihe eğilince toplumların ve halkların tarihinde önemli kavşaklar olduğunu görmem daha fazla dikkatimi çekiyor.
İslam dininin algılanışı bakımından günümüzde İslamı yeniden yorumlama ve bunun siyasal araçlarını oluşturup sahneye çıkmaları göz önüne aldığımızda zihniyet, anlayış ve oluşturmak istenen çerçeve daha 7. yüzyılda İslamiyet’te iktidar anlamında yaşanan fikir ayrılıklarıyla şiddetli savaşlara yol açan bir sapmanın yaşandığını ve bu sapmanın 11. yüzyılın sonlarına doğru felsefi, siyasal, ekonomik, kültürel, zihni ve şerhi alanlarında tamamlandığını, günümüzdeki İslami motif altında siyaset yapanların da bu sapmanın devamcıları olduğunu işaret etmek, sanırım İslam’ın gerçek özüne sahip olan ve kabul eden her sorumlu insanın görevidir. Benim yapmaya çalıştığım da budur.
İslam tarihi
Özellikle son zamanlarda AKP’nin ve Gülen cemaatinin eliyle topluma hakim kılınmaya çalışılan İslam anlayışı beni daha fazla İslam tarihine göz atmaya yöneltti. Ama bu ilgi, İslam tarihinin tümüne değil, 9. ile 12. yüzyılları kapsayan döneminden söz ediyorum. Bu döneme ilişkin tarih yazımı bakımından fazla belgelere rastlanmıyor, ne yazık ki. Belki de İslam Tarihi boyunca, tarih adına en yanlı kayıtların olduğu bir dönemdir.
Dönemin koşullarını da dikkate aldığımızda, o dönemde yaşamış olan âlimlerin insanlık adına halklar için değer addedecek kayıtlar tutmamalarının haklı nedenleri de yok değil. Bu haklı nedenler o kadar çok ki, birkaç şıkla sayılamaz. Ama buna eğilmeden önce, ele almaya çalıştığım dönemin öncesi hakkında, birkaç cümleyle de olsa değinmekte yarar var.
İktidar sapması
Bu bağlamda, hemen başlangıcından ele alırsak; 6. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadarki süreci doğuş, son çeyrek ile 7. yüzyılın birinci çeyreği iktidar, birinci çeyreğin sonu ile 9. yüzyıl arası dönemi de yükseliş ve beraberinde gerçekleşen fetihler dönemi olarak değerlendirmek daha gerçekçi gözükmektedir. İslamiyet Hıristiyanlığa nazaran daha erken ve daha hızlı gelişen bir özelliğe sahiptir. Bunun birkaç nedeni olabilir, ama herhalde en önemli neden olarak sayılabilecek ekonomik bir yaşam ve zeminde doğmuş olmasıdır. Bu alanda yoğunlaşma ve baskılama daha üst derecelerde olduğundan dolayı daha yakıcı aciliyet arz eden bir ifade tarzı ve bunu tamamlayan, insanların bu ortamda bir umut beklentilerine umut olmasıdır. Bu iki faktör İslamiyetin hızla gelişip yayılmasının adeta mayasını oluşturmuştur.
Gerçekten de çağ itibariyle o dönemi göz önünde bulundurduğumuzda insan, mekan ve zaman esprisinin şaşırtıcı bir sonucu karşımıza çıkmaktadır. Dönemin iletişim, ulaşım ve insan zekâsının faktörünü de dikkate alırsak, beklenenin çok üstünde kısa bir zaman içerisinde doğuş sürecinin tamamlandığını görmekteyiz. İktidar süreci kısa olması, iktidar tabiiyetinin bir özelliğidir ki, bu her zaman her toplumda ve her yerde kısa sürmüştür. İktidarlaşma sürecini, daha sonraki dışarıya yönelişini, doğuş sürecinin üzerinde geliştiği ve şekillendiği zemin ve zeminde mevcut olan nedenlere bağlamak en doğrusu olmaktadır.
Başlangıçtaki gelişmeleri tayin eden maya ne ise gelişme ve sonuç da ona göre olur. Ama bu sözüm İslamiyetin kendi özüne yönelik değil, doğuş sürecinde hareketin içine kümelenmiş ve iktidarlaşma dönemine ise iyiden iyiye mayasını vermeyi başaran ve giderek işleyişin her alanına nüfuz etmeye başlayan, derdi İslam ve maneviyat değil de iktidar olmak olan kişi ve gruplaradır.
Yayılma
Yayılmanın birinci aşaması, iktidarın pekişmesi ve ardından gelen İslamiyet’e ideolojik ve felsefi alanda müdahale sürecinin başlamasıdır. İslamiyet’te iktidarla başlayan sapma, ideolojik ve felsefi açıdan da tamamlanmış oluyor.
Esasen en çok ilgimi çeken dönem bu dönem olmaktadır. Yani, bu dönemde neyin yerine ne ikame edilmiştir? Sorusudur. Bir şeyler değiştirildiği, bir şeylerin tedavülden kaldırılıp, yerine başka şeylerin konulduğu kanlı, bir o kadar da hileli bir dönem olduğu kesindir. İslam dininin her alanında; fıkıhta, fetvada, içtihatta, edebiyatta ve neredeyse yaşamın her alanında köklü gelişmeler baş gösteriyor. İslamiyet’te ciddi bir tartışma ve içtihat dönemi başlıyor. Aslında bu içtihat dönemi iktidarın da işine geldiği için bir nevi göz yumuluyor. Çünkü İslamiyet artık sade haliyle gelişen iktidar birikimine cevap vermiyor. Bunun açımlanması ve yorumlanarak zenginleştirilmesi (!) gerekiyor.
Burada iki çeşit içtihat anlayışı, -buna akım veya kol da diyebiliriz- geliştiğini kendisini gösteriyor. Biri iktidar birikimine cevap olabilecek İslamiyet’in sağ ve geri yorumlanması, diğeri ise İslamiyet’in iktidar aleti olmaması gerektiğini, ama hakim güç olması, görevi de adalet ve insanların eşitliğini savunacak eşitçe paylaşımı sağlamakla, insan ile Allah arasında manevi köprü görevini görmekle görevli olması gerektiğini savunur. Kuşkusuz ikinci görüş İslamiyet’in özüne sahip çıkmak isteyen, doğrusu da onların sergilediği tutum olduğunu güncel gözlemlerimizle anlamaktayız.
Yorumlar
İktidar öyle bir şeydir ki, ne kadar yenilikçi yorumlar yaptığını iddia etse de, gerçek hayatta inandırıcılığı olmuyor. Nihayetinde o dönemde de benzer şeyler olmuştur. İktidar yanlısı içtihatçıların bir süre sonra taraf bulmaması, diğer yandan ise iktidarın baskısının artmasına karşılık halkın ilgisini sol yorumu yapan içtihatçılar çekiyor. Bu durum, iktidarın hoşuna gitmiyor. İktidar bir süreye kadar iki koldan gelişmiş olan felsefeden yararlanmaya çalıştığını görmekteyiz. Ne zaman ki tartışmalar yaşanan sorunları gerçekçi ve ilmi bakımdan analiz ediliyor ve bütün sorunların ucu iktidar erkinin kendisinden kaynaklandığı tespiti yapılıyor, işte o zaman iktidar erki hırlamaya başladığını, ehli itikat yorumunu yapan damarın üstüne gittiğini görüyoruz.
9. yüzyılın sonlarında bu damarın ürettiği fikir dünyası belli bir olgunluğa eriştiğini ve iktidarı ciddi anlamda endişeye sokarak harekete geçirdiğini anlamak pek zor olmamaktadır. Bu damarın kurucu ve bilginlerine yönelik büyük baskılar uyguluyorlar. İkinci damarın ise daha çok iktidar erkinin içinde fidesini verip gelişen bir damarla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla günümüz terimleriyle, bu damar uzun bir tarihsel iktidar birikimine sahip olmasına rağmen, kendisini İslam içerisinde yeterince ifadeye kavuşturamadığından, gelişen felsefi gelişme ve yorumların karşısında aciz kalmaktadır. Bu acizlik, iktidar içinde ruhani bir mertebe işgal eden dini iktidarın basit bir aracı haline getiren sağ odağın, vicdan ve adalet duygusundan yoksun, kuru bir dini söylemlerle süslenmiş fetvalar çıkartarak iktidarın bu sol yorumun sahiplerine karşı harekete geçirmesinin olanaklarını yaratmışlardır. Ancak hiçbir şeyin olduğu gibi kalmıyor. Değişiyor, ayrışıyor, farklılaşıyor. İki damardan söz ettik. Zamanla her iki damarın da ilk çıktığı gibi kalmadığını görmekteyiz. Örneğin İmam-ı Azam’ın geliştirdiği yorum, kendi koşullarından en ileri ve en İslam’ın gerçek özünü yansıtmasına rağmen, geçen asırlar ardından birkaç kola ayrılıyor.
Damarların zikzak çizmesi
Kendisini Hz. Ali taraftarı olarak tanımlayan ve esasen de bu damarın başındaki kişi olan İmam-ı Azam tarafından İslamiyet’in sol, sosyal, adalet ile vicdan taraflarını öne çıkarttığı damardan söz ettik. İkinci damar ise, aslında Hz. Ebu Bekir’e kadar dayanan, ama asıl olarak Hz. Osman şahsında ifadesini bulan ve daha sonra da Yezit tarafından iktidarın gücüyle dini tamamıyla dünyevileştirerek toplum üzerinde baskı aracı haline getiren, çıkışı aynı döneme tekabül eden İmam Şafi tarafından da bu eğilimi bir mezhep haline getirdiği Sünnilik damarıdır. Bu mezhepte iktidar istidadı ve muhafazakarlık ağır bastığı için iktidar alışkanlığı bağımlısı bir fütüvvete sahip olmuştur. Dolayısıyla İslam’ın daha gerçekçi, sosyal, halkçı yönlerini temsil eden İmam-ı Azam geleneğini kabul etmesi mümkün değildi. Bu anlayışları zaten dinsel olarak yorumlamak pek gerçekçi gözükmüyor. Ama bir şekilde din siyasallaştırılıp iktidar aracı haline getirilince, ister istemez dilsel bir retorikle izah edilmemesi pek olanaklı olmamıştır. Gelişmelerin dilsel ve araçsal tabiatı böyle olmuştur.
Bilimin arkasına sığınmak
Bilimsellikte kanıtın toplumsal ve siyasal konularda özellikle bu gibi konularda kanıtın arkasına sığınılması gerçekçi değil, sübjektif ve gerçeğin açığa çıkmamasına yönelik bir tutum olarak değerlendirmek gerekir.
Bu bir oyundur. Tarih boyunca iktidarların karşıtlarına karşı oynadıkları bir oyundur. Günümüzde de aynı şey iktidarlar ve resmi ideolojiler tarafından yapılmıyor mu? Örneğin, son yirmi yıl öncesine kadar da yazılı bir belgede Kürt ve Kürdistan kelimesinin geçmesi, yine bir insanın yazılı bir metinde ben Kürdüm demesi, daha sonraki yıllarda bu yasaklar az da olsa aşılınca, bu sefer Kürtlerin ulusal demokratik hakları demek yasak sayılması, bunun yerine bölge Halkının demokratik hakları denilmesine ancak yasalarca müsaade edilmesi gerçeği yok muydu? Peki, bu durum devam etseydi ve diyelim ki, yüzyıl sonra Kürt asimilasyonu gerçekleştiğinde, biri çıkıp bu dönemi araştırdığında, bu pozitif bilim mantığına göre Kürt adına neyi kanıtlayacaktı? Bu dönemde Kürt’ten ve Kürt haklarından, Kürdün bu dönemde var olduğundan mı bahsedecekti? Böylesi bir savı kanıt anlamında neye dayandıracaktı? Ve bu dönemde Kürdün yaşamış olmasına rağmen. Elbette ki kanıt olacak hiçbir yazılı belgeye rastlanmayacaktı.
Direnişçi filozoflar
İşte iktidarların inkârcı ve yasakçı yaklaşımları bilim için böylesi zorlaştırıcı sonuçlar çıkarmakta olduğunu ve o dönemde de iktidarlar tarafından benzer durumlar yaşanıp günümüz için zorlaştırıcı sonuçlar çıkarttıklarını unutmamalıyız. Peki, o zaman burada bilimin görevi nedir? Nasıl bir mantık ve bakış açıyla bakmalı? Gerçekçi bilim bakımından bence olması gereken şu: O dönemin şarlarını tüm yönleriyle dikkate almak, ezilenlerin ve baskılanmış âlimlerin kişiliklerine, aidiyetlerine ve örttük de olsa motifsel anlamda neleri malzeme olarak kullandıklarına bakılmalı. İşte o zaman Sohreverdi’nin de, Şemsê Şehrezorî de, Xelacê Mansur’un de ne istediklerini rahatlıkla anlayabiliriz. Yasakçılıktan, baskı ve zulümden dolayı düşüncelerini açıkça ifade edememişler diye, dönemin iktidarının telkinleri veya zoruyla haklarında yazdırdıkları metinlere ve oluşturduğu bakış açısına göre mi değerlendirmeliyiz? Elbette ki hayır.
Burada 300 yıllık bir süreçten söz ediyoruz. Bu süreci her yönüyle ortaya koymaya ne durumumuz müsaittir, ne de buna kudretimiz vardır. Burada anlatmaya çalıştığımız bu döneme ehil olanların, özellikle bu dönemde yetişmiş, ilim ve irfan sahibi olmuş Kürt kökenli olan ve kendi eserlerinde de mensup oldukları halkın geçmiş kültür ve felsefi geleneklerini, zenginliklerinin nasıl ve ne derecede kendi eserlerinde vermeye çalıştıklarını incelemek ve yeniden yorumlamaktır. Bu noktalarda süreci ve İslamiyeti gerçekçi bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
İmam-ı Azam ve Xelacê Mansur
Burada asıl olarak üzerinde durmak istediğim dönemin hem felsefi, hem dini, hem de dönemin iktidar erkinin ve ona bağlı olarak oluşan “yeni” İslamiyet anlayışının iktidarcı yaklaşımıyla gerçekçi damarın bastırılmasıdır. Çok iyi biliyoruz ki, Abbasi devleti Emevileri yıkarak, ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır. Abbasi ile Emevilerin siyasal ve ideolojik anlamda birbirinden ayrılan yönleri vardır ve bunun farkındayız. Ama işi iktidar ve kendi bağlamında iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen fazla bir şeyin olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan etmeseler de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.
Bu damarın ilk yolunu oluşturan İmam-ı Azam, itirazını kavmiyet bakımından ortaya koymadığı kesindir. Onun döneminde İslamiyet mi, saltanat ya da hâkimiyet mi gibi konularda tartışmalar bayağı başlamış ve iktidar da İslam değil de, ganimet peşinde koştuğu, bunun için de sefer düzenlendikleri her yeri adeta talana ve virana çevirmeleri, vicdanı kâmil olan âlimleri İslamı yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya yöneltmiştir. Çünkü iktidara güçlü ve temeli sağlam bir yerden seslenmeli ve cevap olunmalıydı. İmam-ı Azamêın yaptığı budur. Âdete Kuran’ın fıkıh ve adalet alanında yetmediği yerde İmam-ı Azam imdada yetişmeye çalışmıştır. Ama sonuç nafile. Xelacê Mansur dışında, İmam-ı Azam’dan sonra iktidara karşı itirazını yüksek sesle yapan olmamıştır. Her ikisinin sonu da aynı olmuş; Parçalayarak öldürülme.
Xelacê Mansur’un, Sohreverdî’nin, Şemsê Şehrezorî’nin yapmaya çalıştıkları budur. Bu Kürt kolundan gelen itirazdır. Bir de Fars kolundan da en az bunlar kadar ve hatta daha fazlası itiraz sahibi şahsiyetlerden söz edebiliriz.
İmam Gazali
İslamiyet bu dönemde iktidar gücü ideolojik alanda ciddi bir çıkmaz ve kriz yaşıyor. 300 yıllık baskı ve zulüm insanları durduramıyor. Fikir insanları çoğalıyor ve yüksek sesle haykırıyorlar. İşlerini kolaylaştıran bazı isyanlar da var. Hasan el Sabah ve öncesinde cereyan etmiş olan ufak tefek isyanlar. Ama Hasan Sabah bir nevi o güne kadar ortaya çıkmış bütün muhalif fikirlerin sözcüsü gibi çıkıyor ortaya. Din adı altında Arapların nasıl bir kavmiyetçilik yaptıklarını, en son Abbasilerin son evresinde de Türklerin iktidar kademesinde hakim olmalarından kaynaklı kendi kavmine nasıl yer açmaya çalıştıklarını yereldeki halk çok iyi görüyor. Ama aynı zamanda o dönemde camiler ve medreseler günümüzün üniversiteleri, okulları ve aslında medyayı da eklersek medyası gibi çalıştıklarını hesaba kattığımızda, o dönemin imamları halkı ideolojik açıdan nasıl bir bombardımana tabi tuttuklarını, böylelikle halkı nasıl iktidara bağladıklarını anlamak çok zor değil. Buna rağmen bütün bunlar artık halkı durduramıyor ve ortaya çıkan herhangi bir hareket hemen kısa zamanda taraftar bulabiliyor.
Hasan Sabah’ın önderliğinde ortaya çıkan Alamut direnişçileri, dini alanda ise neredeyse yılda bir tane tarikat doğuyor. Bu durum Abbasileri zor duruma sokuyor. Abbasiler bu dönemde dini alanda da ürettikleri bir şey olmadığını görüyoruz. Melik Şah’ın elinde bir Nizam-ı Mülk var o da devlet ve yönetim konusunda yeteneklidir. Dini açıdan iktidarın uygulamaları karşısında adeta bir bunalım yaşanıyor ve bu konuda halkı tatmin edecek, onları dini vaizlerle, yeni şeyler söyleyerek tekrar devlete bağlayacak kimse yok. Nizam-ı Mülk bu konuda otorite değildir. İşte tam da böylesi bir dönemde İmam Gazali bir “kurtarıcı” gibi iktidarın imdadına yetişiyor. O dönemde değişik tarikat ve günümüzün misyonuyla ortaya çıkan farklı partilerin yakalamış oldukları yüksek düşünsel seviye karşısında devlet acizdir. Elinde bir zor kullanmış ama o da yüzyıllarca kullandığı için yıpranmış ve işe yaramıyor. O halde elinde tek kalan silah ve insanların en kolay teslim alınacağı araç, din kalıyor. Böylece devlete yeni ilahi vasıflar yüklenecek, devletin şahsında da iktidar kutsallaştırılacak, devlet Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanacak, devleti ve devletin başındaki kişiyi adeta Allah’ın yeryüzündeki tezahürü olarak algılatılacaktır.
Uzun süren muhalefet mücadelesi, kendi içinde belli bir yozlaşmaya başladığını hesaba kattığımızda, İmam Gazali’nin çıkışı halka verilmiş taze kan gibidir. Bu süreç kısa bir zaman için iktidara önemli başarılar sağlasa da daha sonraki dönemlerde ortalık tekrar toz duman olduğunu görmekteyiz. O döneme kadar çok olumlu birikimler olarak ortaya çıkan düşünsel akımların tarikat ve tarikat şeyhlerinin eline geçiyor. Zaman içerisinde hepsi tüketiliyor. Sonuç iktidarın yedeği olmaktan öteye bir işlev görmemekte, hatta halktan yükselen muhalefet zamanlarında bu tarikatların devletin yardımcı kolu gibi görev yaptıklarını da görmekteyiz. Burada mesele tarikatların sahip oldukları fikirlerin veya kendini bağladıkları inancın yanlışlığına söylediğimiz bir söz yok, söylemeye çalıştığımız şey, bir zamanlar çıkışı itibariyle zulme, baskıya ve iktidara karşı muhalif olarak çıkan bu damarın sonraki süreçlerde küçük olsun benim olsun mantığıyla tarikatlaştırılması ve ailevi çıkarlar için kullanıldığı için de erken yozlaşmış olmasından ibarettir.
HASAN HARAN
Tarihçi değilim ama tarih ilgimi çekiyor. Tarihe eğilince toplumların ve halkların tarihinde önemli kavşaklar olduğunu görmem daha fazla dikkatimi çekiyor.
İslam dininin algılanışı bakımından günümüzde İslamı yeniden yorumlama ve bunun siyasal araçlarını oluşturup sahneye çıkmaları göz önüne aldığımızda zihniyet, anlayış ve oluşturmak istenen çerçeve daha 7. yüzyılda İslamiyet’te iktidar anlamında yaşanan fikir ayrılıklarıyla şiddetli savaşlara yol açan bir sapmanın yaşandığını ve bu sapmanın 11. yüzyılın sonlarına doğru felsefi, siyasal, ekonomik, kültürel, zihni ve şerhi alanlarında tamamlandığını, günümüzdeki İslami motif altında siyaset yapanların da bu sapmanın devamcıları olduğunu işaret etmek, sanırım İslam’ın gerçek özüne sahip olan ve kabul eden her sorumlu insanın görevidir. Benim yapmaya çalıştığım da budur.
İslam tarihi
Özellikle son zamanlarda AKP’nin ve Gülen cemaatinin eliyle topluma hakim kılınmaya çalışılan İslam anlayışı beni daha fazla İslam tarihine göz atmaya yöneltti. Ama bu ilgi, İslam tarihinin tümüne değil, 9. ile 12. yüzyılları kapsayan döneminden söz ediyorum. Bu döneme ilişkin tarih yazımı bakımından fazla belgelere rastlanmıyor, ne yazık ki. Belki de İslam Tarihi boyunca, tarih adına en yanlı kayıtların olduğu bir dönemdir.
Dönemin koşullarını da dikkate aldığımızda, o dönemde yaşamış olan âlimlerin insanlık adına halklar için değer addedecek kayıtlar tutmamalarının haklı nedenleri de yok değil. Bu haklı nedenler o kadar çok ki, birkaç şıkla sayılamaz. Ama buna eğilmeden önce, ele almaya çalıştığım dönemin öncesi hakkında, birkaç cümleyle de olsa değinmekte yarar var.
İktidar sapması
Bu bağlamda, hemen başlangıcından ele alırsak; 6. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadarki süreci doğuş, son çeyrek ile 7. yüzyılın birinci çeyreği iktidar, birinci çeyreğin sonu ile 9. yüzyıl arası dönemi de yükseliş ve beraberinde gerçekleşen fetihler dönemi olarak değerlendirmek daha gerçekçi gözükmektedir. İslamiyet Hıristiyanlığa nazaran daha erken ve daha hızlı gelişen bir özelliğe sahiptir. Bunun birkaç nedeni olabilir, ama herhalde en önemli neden olarak sayılabilecek ekonomik bir yaşam ve zeminde doğmuş olmasıdır. Bu alanda yoğunlaşma ve baskılama daha üst derecelerde olduğundan dolayı daha yakıcı aciliyet arz eden bir ifade tarzı ve bunu tamamlayan, insanların bu ortamda bir umut beklentilerine umut olmasıdır. Bu iki faktör İslamiyetin hızla gelişip yayılmasının adeta mayasını oluşturmuştur.
Gerçekten de çağ itibariyle o dönemi göz önünde bulundurduğumuzda insan, mekan ve zaman esprisinin şaşırtıcı bir sonucu karşımıza çıkmaktadır. Dönemin iletişim, ulaşım ve insan zekâsının faktörünü de dikkate alırsak, beklenenin çok üstünde kısa bir zaman içerisinde doğuş sürecinin tamamlandığını görmekteyiz. İktidar süreci kısa olması, iktidar tabiiyetinin bir özelliğidir ki, bu her zaman her toplumda ve her yerde kısa sürmüştür. İktidarlaşma sürecini, daha sonraki dışarıya yönelişini, doğuş sürecinin üzerinde geliştiği ve şekillendiği zemin ve zeminde mevcut olan nedenlere bağlamak en doğrusu olmaktadır.
Başlangıçtaki gelişmeleri tayin eden maya ne ise gelişme ve sonuç da ona göre olur. Ama bu sözüm İslamiyetin kendi özüne yönelik değil, doğuş sürecinde hareketin içine kümelenmiş ve iktidarlaşma dönemine ise iyiden iyiye mayasını vermeyi başaran ve giderek işleyişin her alanına nüfuz etmeye başlayan, derdi İslam ve maneviyat değil de iktidar olmak olan kişi ve gruplaradır.
Yayılma
Yayılmanın birinci aşaması, iktidarın pekişmesi ve ardından gelen İslamiyet’e ideolojik ve felsefi alanda müdahale sürecinin başlamasıdır. İslamiyet’te iktidarla başlayan sapma, ideolojik ve felsefi açıdan da tamamlanmış oluyor.
Esasen en çok ilgimi çeken dönem bu dönem olmaktadır. Yani, bu dönemde neyin yerine ne ikame edilmiştir? Sorusudur. Bir şeyler değiştirildiği, bir şeylerin tedavülden kaldırılıp, yerine başka şeylerin konulduğu kanlı, bir o kadar da hileli bir dönem olduğu kesindir. İslam dininin her alanında; fıkıhta, fetvada, içtihatta, edebiyatta ve neredeyse yaşamın her alanında köklü gelişmeler baş gösteriyor. İslamiyet’te ciddi bir tartışma ve içtihat dönemi başlıyor. Aslında bu içtihat dönemi iktidarın da işine geldiği için bir nevi göz yumuluyor. Çünkü İslamiyet artık sade haliyle gelişen iktidar birikimine cevap vermiyor. Bunun açımlanması ve yorumlanarak zenginleştirilmesi (!) gerekiyor.
Burada iki çeşit içtihat anlayışı, -buna akım veya kol da diyebiliriz- geliştiğini kendisini gösteriyor. Biri iktidar birikimine cevap olabilecek İslamiyet’in sağ ve geri yorumlanması, diğeri ise İslamiyet’in iktidar aleti olmaması gerektiğini, ama hakim güç olması, görevi de adalet ve insanların eşitliğini savunacak eşitçe paylaşımı sağlamakla, insan ile Allah arasında manevi köprü görevini görmekle görevli olması gerektiğini savunur. Kuşkusuz ikinci görüş İslamiyet’in özüne sahip çıkmak isteyen, doğrusu da onların sergilediği tutum olduğunu güncel gözlemlerimizle anlamaktayız.
Yorumlar
İktidar öyle bir şeydir ki, ne kadar yenilikçi yorumlar yaptığını iddia etse de, gerçek hayatta inandırıcılığı olmuyor. Nihayetinde o dönemde de benzer şeyler olmuştur. İktidar yanlısı içtihatçıların bir süre sonra taraf bulmaması, diğer yandan ise iktidarın baskısının artmasına karşılık halkın ilgisini sol yorumu yapan içtihatçılar çekiyor. Bu durum, iktidarın hoşuna gitmiyor. İktidar bir süreye kadar iki koldan gelişmiş olan felsefeden yararlanmaya çalıştığını görmekteyiz. Ne zaman ki tartışmalar yaşanan sorunları gerçekçi ve ilmi bakımdan analiz ediliyor ve bütün sorunların ucu iktidar erkinin kendisinden kaynaklandığı tespiti yapılıyor, işte o zaman iktidar erki hırlamaya başladığını, ehli itikat yorumunu yapan damarın üstüne gittiğini görüyoruz.
9. yüzyılın sonlarında bu damarın ürettiği fikir dünyası belli bir olgunluğa eriştiğini ve iktidarı ciddi anlamda endişeye sokarak harekete geçirdiğini anlamak pek zor olmamaktadır. Bu damarın kurucu ve bilginlerine yönelik büyük baskılar uyguluyorlar. İkinci damarın ise daha çok iktidar erkinin içinde fidesini verip gelişen bir damarla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla günümüz terimleriyle, bu damar uzun bir tarihsel iktidar birikimine sahip olmasına rağmen, kendisini İslam içerisinde yeterince ifadeye kavuşturamadığından, gelişen felsefi gelişme ve yorumların karşısında aciz kalmaktadır. Bu acizlik, iktidar içinde ruhani bir mertebe işgal eden dini iktidarın basit bir aracı haline getiren sağ odağın, vicdan ve adalet duygusundan yoksun, kuru bir dini söylemlerle süslenmiş fetvalar çıkartarak iktidarın bu sol yorumun sahiplerine karşı harekete geçirmesinin olanaklarını yaratmışlardır. Ancak hiçbir şeyin olduğu gibi kalmıyor. Değişiyor, ayrışıyor, farklılaşıyor. İki damardan söz ettik. Zamanla her iki damarın da ilk çıktığı gibi kalmadığını görmekteyiz. Örneğin İmam-ı Azam’ın geliştirdiği yorum, kendi koşullarından en ileri ve en İslam’ın gerçek özünü yansıtmasına rağmen, geçen asırlar ardından birkaç kola ayrılıyor.
Damarların zikzak çizmesi
Kendisini Hz. Ali taraftarı olarak tanımlayan ve esasen de bu damarın başındaki kişi olan İmam-ı Azam tarafından İslamiyet’in sol, sosyal, adalet ile vicdan taraflarını öne çıkarttığı damardan söz ettik. İkinci damar ise, aslında Hz. Ebu Bekir’e kadar dayanan, ama asıl olarak Hz. Osman şahsında ifadesini bulan ve daha sonra da Yezit tarafından iktidarın gücüyle dini tamamıyla dünyevileştirerek toplum üzerinde baskı aracı haline getiren, çıkışı aynı döneme tekabül eden İmam Şafi tarafından da bu eğilimi bir mezhep haline getirdiği Sünnilik damarıdır. Bu mezhepte iktidar istidadı ve muhafazakarlık ağır bastığı için iktidar alışkanlığı bağımlısı bir fütüvvete sahip olmuştur. Dolayısıyla İslam’ın daha gerçekçi, sosyal, halkçı yönlerini temsil eden İmam-ı Azam geleneğini kabul etmesi mümkün değildi. Bu anlayışları zaten dinsel olarak yorumlamak pek gerçekçi gözükmüyor. Ama bir şekilde din siyasallaştırılıp iktidar aracı haline getirilince, ister istemez dilsel bir retorikle izah edilmemesi pek olanaklı olmamıştır. Gelişmelerin dilsel ve araçsal tabiatı böyle olmuştur.
Bilimin arkasına sığınmak
Bilimsellikte kanıtın toplumsal ve siyasal konularda özellikle bu gibi konularda kanıtın arkasına sığınılması gerçekçi değil, sübjektif ve gerçeğin açığa çıkmamasına yönelik bir tutum olarak değerlendirmek gerekir.
Bu bir oyundur. Tarih boyunca iktidarların karşıtlarına karşı oynadıkları bir oyundur. Günümüzde de aynı şey iktidarlar ve resmi ideolojiler tarafından yapılmıyor mu? Örneğin, son yirmi yıl öncesine kadar da yazılı bir belgede Kürt ve Kürdistan kelimesinin geçmesi, yine bir insanın yazılı bir metinde ben Kürdüm demesi, daha sonraki yıllarda bu yasaklar az da olsa aşılınca, bu sefer Kürtlerin ulusal demokratik hakları demek yasak sayılması, bunun yerine bölge Halkının demokratik hakları denilmesine ancak yasalarca müsaade edilmesi gerçeği yok muydu? Peki, bu durum devam etseydi ve diyelim ki, yüzyıl sonra Kürt asimilasyonu gerçekleştiğinde, biri çıkıp bu dönemi araştırdığında, bu pozitif bilim mantığına göre Kürt adına neyi kanıtlayacaktı? Bu dönemde Kürt’ten ve Kürt haklarından, Kürdün bu dönemde var olduğundan mı bahsedecekti? Böylesi bir savı kanıt anlamında neye dayandıracaktı? Ve bu dönemde Kürdün yaşamış olmasına rağmen. Elbette ki kanıt olacak hiçbir yazılı belgeye rastlanmayacaktı.
Direnişçi filozoflar
İşte iktidarların inkârcı ve yasakçı yaklaşımları bilim için böylesi zorlaştırıcı sonuçlar çıkarmakta olduğunu ve o dönemde de iktidarlar tarafından benzer durumlar yaşanıp günümüz için zorlaştırıcı sonuçlar çıkarttıklarını unutmamalıyız. Peki, o zaman burada bilimin görevi nedir? Nasıl bir mantık ve bakış açıyla bakmalı? Gerçekçi bilim bakımından bence olması gereken şu: O dönemin şarlarını tüm yönleriyle dikkate almak, ezilenlerin ve baskılanmış âlimlerin kişiliklerine, aidiyetlerine ve örttük de olsa motifsel anlamda neleri malzeme olarak kullandıklarına bakılmalı. İşte o zaman Sohreverdi’nin de, Şemsê Şehrezorî de, Xelacê Mansur’un de ne istediklerini rahatlıkla anlayabiliriz. Yasakçılıktan, baskı ve zulümden dolayı düşüncelerini açıkça ifade edememişler diye, dönemin iktidarının telkinleri veya zoruyla haklarında yazdırdıkları metinlere ve oluşturduğu bakış açısına göre mi değerlendirmeliyiz? Elbette ki hayır.
Burada 300 yıllık bir süreçten söz ediyoruz. Bu süreci her yönüyle ortaya koymaya ne durumumuz müsaittir, ne de buna kudretimiz vardır. Burada anlatmaya çalıştığımız bu döneme ehil olanların, özellikle bu dönemde yetişmiş, ilim ve irfan sahibi olmuş Kürt kökenli olan ve kendi eserlerinde de mensup oldukları halkın geçmiş kültür ve felsefi geleneklerini, zenginliklerinin nasıl ve ne derecede kendi eserlerinde vermeye çalıştıklarını incelemek ve yeniden yorumlamaktır. Bu noktalarda süreci ve İslamiyeti gerçekçi bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
İmam-ı Azam ve Xelacê Mansur
Burada asıl olarak üzerinde durmak istediğim dönemin hem felsefi, hem dini, hem de dönemin iktidar erkinin ve ona bağlı olarak oluşan “yeni” İslamiyet anlayışının iktidarcı yaklaşımıyla gerçekçi damarın bastırılmasıdır. Çok iyi biliyoruz ki, Abbasi devleti Emevileri yıkarak, ağırlıklı olarak Fars, Kürt ve Türklerin desteği ile ortaya çıkmıştır. Abbasi ile Emevilerin siyasal ve ideolojik anlamda birbirinden ayrılan yönleri vardır ve bunun farkındayız. Ama işi iktidar ve kendi bağlamında iktidar birikimi açısından ele aldığımızda pek de değişen fazla bir şeyin olmadığını görüyoruz. Değişen şey, kendisini çok açık beyan etmeseler de, kavim motifli iktidar değişiklikleridir.
Bu damarın ilk yolunu oluşturan İmam-ı Azam, itirazını kavmiyet bakımından ortaya koymadığı kesindir. Onun döneminde İslamiyet mi, saltanat ya da hâkimiyet mi gibi konularda tartışmalar bayağı başlamış ve iktidar da İslam değil de, ganimet peşinde koştuğu, bunun için de sefer düzenlendikleri her yeri adeta talana ve virana çevirmeleri, vicdanı kâmil olan âlimleri İslamı yeniden gözden geçirmeye ve yorumlamaya yöneltmiştir. Çünkü iktidara güçlü ve temeli sağlam bir yerden seslenmeli ve cevap olunmalıydı. İmam-ı Azamêın yaptığı budur. Âdete Kuran’ın fıkıh ve adalet alanında yetmediği yerde İmam-ı Azam imdada yetişmeye çalışmıştır. Ama sonuç nafile. Xelacê Mansur dışında, İmam-ı Azam’dan sonra iktidara karşı itirazını yüksek sesle yapan olmamıştır. Her ikisinin sonu da aynı olmuş; Parçalayarak öldürülme.
Xelacê Mansur’un, Sohreverdî’nin, Şemsê Şehrezorî’nin yapmaya çalıştıkları budur. Bu Kürt kolundan gelen itirazdır. Bir de Fars kolundan da en az bunlar kadar ve hatta daha fazlası itiraz sahibi şahsiyetlerden söz edebiliriz.
İmam Gazali
İslamiyet bu dönemde iktidar gücü ideolojik alanda ciddi bir çıkmaz ve kriz yaşıyor. 300 yıllık baskı ve zulüm insanları durduramıyor. Fikir insanları çoğalıyor ve yüksek sesle haykırıyorlar. İşlerini kolaylaştıran bazı isyanlar da var. Hasan el Sabah ve öncesinde cereyan etmiş olan ufak tefek isyanlar. Ama Hasan Sabah bir nevi o güne kadar ortaya çıkmış bütün muhalif fikirlerin sözcüsü gibi çıkıyor ortaya. Din adı altında Arapların nasıl bir kavmiyetçilik yaptıklarını, en son Abbasilerin son evresinde de Türklerin iktidar kademesinde hakim olmalarından kaynaklı kendi kavmine nasıl yer açmaya çalıştıklarını yereldeki halk çok iyi görüyor. Ama aynı zamanda o dönemde camiler ve medreseler günümüzün üniversiteleri, okulları ve aslında medyayı da eklersek medyası gibi çalıştıklarını hesaba kattığımızda, o dönemin imamları halkı ideolojik açıdan nasıl bir bombardımana tabi tuttuklarını, böylelikle halkı nasıl iktidara bağladıklarını anlamak çok zor değil. Buna rağmen bütün bunlar artık halkı durduramıyor ve ortaya çıkan herhangi bir hareket hemen kısa zamanda taraftar bulabiliyor.
Hasan Sabah’ın önderliğinde ortaya çıkan Alamut direnişçileri, dini alanda ise neredeyse yılda bir tane tarikat doğuyor. Bu durum Abbasileri zor duruma sokuyor. Abbasiler bu dönemde dini alanda da ürettikleri bir şey olmadığını görüyoruz. Melik Şah’ın elinde bir Nizam-ı Mülk var o da devlet ve yönetim konusunda yeteneklidir. Dini açıdan iktidarın uygulamaları karşısında adeta bir bunalım yaşanıyor ve bu konuda halkı tatmin edecek, onları dini vaizlerle, yeni şeyler söyleyerek tekrar devlete bağlayacak kimse yok. Nizam-ı Mülk bu konuda otorite değildir. İşte tam da böylesi bir dönemde İmam Gazali bir “kurtarıcı” gibi iktidarın imdadına yetişiyor. O dönemde değişik tarikat ve günümüzün misyonuyla ortaya çıkan farklı partilerin yakalamış oldukları yüksek düşünsel seviye karşısında devlet acizdir. Elinde bir zor kullanmış ama o da yüzyıllarca kullandığı için yıpranmış ve işe yaramıyor. O halde elinde tek kalan silah ve insanların en kolay teslim alınacağı araç, din kalıyor. Böylece devlete yeni ilahi vasıflar yüklenecek, devletin şahsında da iktidar kutsallaştırılacak, devlet Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanacak, devleti ve devletin başındaki kişiyi adeta Allah’ın yeryüzündeki tezahürü olarak algılatılacaktır.
Uzun süren muhalefet mücadelesi, kendi içinde belli bir yozlaşmaya başladığını hesaba kattığımızda, İmam Gazali’nin çıkışı halka verilmiş taze kan gibidir. Bu süreç kısa bir zaman için iktidara önemli başarılar sağlasa da daha sonraki dönemlerde ortalık tekrar toz duman olduğunu görmekteyiz. O döneme kadar çok olumlu birikimler olarak ortaya çıkan düşünsel akımların tarikat ve tarikat şeyhlerinin eline geçiyor. Zaman içerisinde hepsi tüketiliyor. Sonuç iktidarın yedeği olmaktan öteye bir işlev görmemekte, hatta halktan yükselen muhalefet zamanlarında bu tarikatların devletin yardımcı kolu gibi görev yaptıklarını da görmekteyiz. Burada mesele tarikatların sahip oldukları fikirlerin veya kendini bağladıkları inancın yanlışlığına söylediğimiz bir söz yok, söylemeye çalıştığımız şey, bir zamanlar çıkışı itibariyle zulme, baskıya ve iktidara karşı muhalif olarak çıkan bu damarın sonraki süreçlerde küçük olsun benim olsun mantığıyla tarikatlaştırılması ve ailevi çıkarlar için kullanıldığı için de erken yozlaşmış olmasından ibarettir.
HASAN HARAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder