29 Nisan 2010 Perşembe

Post Yeşilçam Dedikleri Türkiye -1

Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı.
Türkiye’de olup biten şeyler bizi de yakından ilgilendirdiği için, karşılıklı bir etkileşim içindeyiz. Yeşilçam ile bir kuşak yetişti. Kır- kent hayatının çelişkilerini harmanlaştıran Yeşilçam, aynı zamanda kapitalist yaşamın toplumsal dokularını genelleştiren, evcilleştirmeye çalışan bir sinema sitilini esas aldı. Temel gaye bu iken, aynı zamanda endüstrileşmek için kaliteden çok, olan şeyi alıp geri satan bir sanat (sanatsızlık) anlayışını esas aldı. Sinema boşluğunu doldurmak için, uzun zaman Arap sinema anlayışını esas alarak vizyona girdi. Mısır’ın komedi filmlerini Türkiyeleştirdi. Bu konuda biraz şaşkın başladığını söylemek mümkündür. Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı. Sinema da kendi toplumsal tarihinin mayasıyla katılaşır. Amerika’nın keşfi, belki de her türlü Amerikan bireyciliğinin potası oldu. Sanat ve edebiyatına yansıyan bu bireyci serüvenler, Hollywood’un esin kaynağı oldu. Neredeyse sinemasının bütün artistlerinde o genetik kodu bulmak zor değildir.
Sinemanın altında böyle bir toplumsal gerçeklik vardır. Toplumsal inşa ile at başı giden sanat ve edebiyatın ardından sinema gelişmiştir. Dolayısıyla tiplemesini ondan alan sinema, bu ilişkinin gücü ile orantılıdır.
 Türkiye’de durum biraz farklıdır. Türkiye’de gelişen sinema ve sanat kültürü, toplumunun kendi iç dinamikleriyle gelişen bir sanat ve sinema kültürü değildir. Uzun zaman Hacivat-Karagöz sanatını aşamayan bu durum, Cumhuriyet ile birlikte ya Ermeni ya da faklı etnik guruplardan gelen insanlarca geliştirildi. Osmanlı coğrafyasına giydirilen dar elbise, sersemlemiş bir sanat anlayışı yarattı. Dünyanın hemen hemen en geç yıkılan Osmanlı imparatorluk geleneği, ulus anlayışıyla çatışan ve o temelde zayıflayan bir gelenek değildi. Bunun Sanatı algı olarak, ulus ideolojisiyle harmanlaşan ve o doğrultuda bunu takip eden bir rotayı izleyemedi. İzlemesi mi iyiydi, tartışmasını yapmıyorum; Tartışmaya açtığım şey, Türkiye sanatında bir kök sorununun olma gerçekliğidir. Köksüzdür demek abartma olmaz. Osmanlı’nın despotik yönetimi halk kültürünü dumura uğratmıştı, Sultanları eğlendiren şarlatan ve güldürü zanaatı dışında, sanat olarak gelişebilecek unsurları mezhep ve farklı siyasi nedenlerle aforoz etmişti. Dolayısıyla, imparatorluk yıkılırken elde kalan sanat hafızasında Hacivat ve Karagöz ile halk kimliğine yakıştırılan Keloğlan dışında hiçbir emare yoktu. Saray sanat kültürü, saraylar yıkılırken o da yıkıldı. Çok fazla bir şey de yoktu.
 İstanbul ve egenin tarihi gelgitleri, batı ile bir ilişki içinde olması nedeniyle batının sanatından etkilendiği açıktır. Dini akrabalıktan kaynaklı kendisini batıya daha yakın hisseden gayri Müslim çevre, batıdan tiyatro ve yeni gelişen sinema kültürünü Türkiye ye taşıdığını biliyoruz. Gelişen ulus devlet ile birlikte öne çıkartılan Türklük kavramı karşısında, sanat ve hata edebiyat bir nevi bu çevrelerin yaşam garantisi oldu. Batının ihraç ettiği ulus dini birçok etnik guruba umut verip yaratığı enerji hüsrana uğrarken, sanat ile adeta kendilerine bir sığınak bulmuş gibi oldular. Cümleler basit olsa da, Türkiye sanatı ve sinemasının altında o gerçeklik vardır. Derin bir ironidir, adeta görüntüdeki ulusun içinde kodlanmış başka uluslar vardır. Sanatta öyle kodlanmıştır. İnkârcılığın, inkâr edilmiş olgular tarafından yapılması bu haliyle doğaldı.
 Ulusların mutlaka esin aldığı bir geçmişleri olur. Türklük nereye dayandı. Türklük adına yapılan, onun kültürünü konu edinen bir tiyatro ve film yoktur. Sultan kültürü, değişik kılıflar altında sanat ile devam ettirildi. Nedeni, demin saydığım sultandan devir alınan kültürün uzun zaman kendisiyle çatışan değil de, üstten dayatılan bir gerçeğe dayanmasıydı. Bizzat adına hareket ettiği ulustan, daha ulus olmadan ulus sanatı ile hareket etmesi oldu, halk olarak bilinen Türkmenlerden oluşan bir ulus değildi. Yani bir kültür ulusu değildi. Ondan kaynaklı, her şeyi kuramsal ve yapaydır. Sanat böyle bir temele dayanmadığı için, devir aldığı şey sultanları eğlendiren güldürü ve hokkabazlık zanaatı oldu.
İşte, sinema da buna dayandı. İlk kaynağı tiyatrodur ve bütün ilk artistler ondan gelmedir. Sanat okulların çoğuna yine farklı etnik yapıdan gelen eğitmenler ilgi duydu, iki tip çizildi sinema için; birincisi şarlatan, ikincisi ise sultanın tezahürü olan zorlamalı kabadayı karakteri… Temelinde, bilinçaltında yatan Türk erkek tipinin, sanata yansıyan hali de demek yanlış olmaz. Bu karakter yapısı kurgulanırken, çok ince bir alay etme saklıdır. Söz, hitap ve davranışlar oldukça betimseldir ve abartıya kaçmaktadır.  Türk sultan tipi klâsında yansıtılan karakterlerin, vurgu konuşmalarının ilk hecesi Türkçe değildir. Nayır, nolamaz kelimelerinin ilk harfleri olumsuz anlamıyla Latincedir. Diğer tip de, şarlatanların geleneği olan komedi karakterleridir ki hiç kültürel değildir. Sayısız filme konu olan bu karakterlerin, Anadolu coğrafyasının hangi insanına benzediği eminim hala bulunamamıştır.
İşte, Yeşilçam da bu geleneğe dayandı. Bu ikili karakter Türk sinemasının mayası oldu. 70’ler sonrası kısmi gelişme olsa da, donup kaldı. Anadolu’yu işleyen sahici karakterler fazla yaşayamadı. Yılmaz Güney’in belki de büyüklüğü burada saklıdır. Yılmaz Güney’in filmleri bu ikili karakteri aştı. Film hazırlarken, karakterler adeta bir sokak, bir cezaevi ya da iş başından getirilen insanların ta kendisiydi. Rol, gerçek hayatı tekrarlayan onun acısı, sevinci hatta tokadını yaşayan bir sahicilikte oynanır. Adeta savaşır. O, iki filmi, bir filmde verirdi. Perdenin arkasında da bir film oynatırdı. Oyuncularını döver filme hazırlardı. Onun anlayışı, adeta Yeşilçam’ın, Yeşilçam’a tepkisi gibidir, Sonrası malumdur.

Zeki Sarı

Hiç yorum yok: