Ölünceye dek iki cümlecik bile Türkçeyi konuşamayan Kürt bir anadan olmama rağmen ilk kez, delikanlılık çağlarıma denk gelen Altmışlı yıllardaki TİP (Türkiye İşçi Partisi ve DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)’nun düzenlediği “Doğu Mitingleri”nde “Kürt” olduğumun farkına (bilincine) vardım.
Şimdilerde yaşım altmış beş..
Kısa sayılmayan bu ömür boyunca ve şu saniyeye kadar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin her hangi bir zamanda Kürtlerle barışa “karar” vermiş olduğuna inanmamışımdır. Yıllardır fikr-i sabit haline gelen bu düşüncemi en yakın arkadaşlarıma sayısız kez dile getirmişimdir.
Bilmem ne harp dairesinin derinlerdeki devlet örgütlenmesini bir yana bırakın; Genel Kurmay başkan ve subaylarının, Milli Güvenlik Kurulu bileşenlerinin ya da her hangi bir hükümetin her hangi bir bakanlar kurulu toplantısında, “yahu arkadaşlar yeter, kendi insanlarımıza ve tüm dünyaya duyurmak üzere bu kardeş kavgasının ‘son”una geldiğimize dair bir karar alalım artık..” diye bir barış iklimini yaratacak düşünce ve kararlılığın içinden geçtikleri bir “an”larının olmuş olduğuna inanmıyorum.
Peki, o halde Kürt hadisesiyle yıllardır başı dertte olan TC hükümetlerinin bu güne kadar yaptıklarını ne şekilde, nasıl tanımlamalı?
“Savsaklama” diye yanıtlarsak kanımca en doğru tanıyı koymuş oluruz: T.C. hükümetleri bu güne kadar, içinde barındıracağı kaçınılmaz ve muhtemel “taviz”ler nedeniyle başlı başına rizikolu bir iş haline gelen Kürt sorununu çözüme kavuşturma yerine “kendinden sonrakilere havale” etmenin en gerçekçi kolay siyaset olduğuna inanmışlardır.
Anlayacağınız Kürtleri her dönemde “idare” etmişlerdir.
İyi de, yarım asra varan kan ve heder olan milyarlarca dolar kaybı bu insanları hiç mi ilgilendirmemiş ya da ilgilendirmiyor?
Evet, hiç ilgilendirmiyor.
Herkesin ağzında sakız ama yeridir diye biz de yineleyelim: Siz ülkenin içine düştüğü her hangi bir ekonomik çöküntü ya da krizden ötürü açlıkla karşı karşıya kalan bir başbakan , bakan ya da bir komutan gördünüz mü?
Bırakın Türkiye’yi, Dünya tarihinde bile bir örneği yoktur.
Siz, yere düşen on binlerce genç içerisinde bu güne kadar bir hükümet yetkilisi ya da meseleyi ille de kan ve barut yoluyla çözeceğini düşünen bir komutanın çocuğuna rastladınız mı?
Olan yoksul, gariban Anadolu insanlarına olduğu sürece bu iş sanıldığı gibi çok vahim değildir (!)
İktidar ve muktedirler, “Türkiye büyük, nüfusça kalabalık bir ülke. Senede en az beş bin insanımızı trafik kazalarına veriyoruz zaten, varsın buna yılda yüz- iki yüz de asker eklesek ne olur ki..” diye düşünüyorlarsa!
Hiç..Ne olacak, bana göre öyledir de.
Yani siz, savaşı durdurmaktan bu kadar korkan yönetenlerin, bunları akıllarından geçirmediklerini düşünüyorsanız ben buna düpedüz saflık derim!.
Bir seçim yaşadık. Kürt tarafı akıllara durgunluk veren, dünyada izleyen herkesi kendisine hayran bırakan bir emek ve yöntemle başarılı bir sonuç aldı. Kürt halkının kurtuluşu değildi bu belki ama barışa giden yolda güçlü bir hamle olacaktı.Ama her zaman olduğu gibi kursağımızda bırakıldı. Neticede ne olduğunu herkes gördü. Seçimin rakamsal sarhoşluğunda olanlar barış düşleyenlere, çözüm yerine kafalarının arkasındaki “hükümdar olma”nın yol haritasını gösterdiler: Muhalefetin burnunu sürtme!..
Yirmi genç gitti, yüreklerimizi dağlayarak.
Asker değilim, sebep ve sonuca dair
hadisedeki teknik ayrıntılara girmeyeceğim. Ne ki, olaydan sonra
“Türk-Kürt” düşmanlığını içlerinde gizleyen kimi kalemşörlerin yazıp
söyledikleri insanları çıldırtacak düzeyde. Üstelik koro halinde: Vay efendim işler tam rayına girmişken, barışa giden yolların taşları döşeniyorken, vs. vs.
Külliyen Yalan!
İşler ne zaman rayına girdi, hükümdarın şişinmesinden başka akılda kalan bir şeyi gösterin bana!
İlk günden itibaren yüzde ellinin keyfini (kendisine biat
etmeyen muhalefetin burnunu sürtmek suretiyle) çıkarmaktan başka Hünkâr
T. Erdoğan ve AKP’nin siyasi iklimi ılıklaştıran ne gibi bir girişimi oldu. Yaşadıklarımızın üzerinden bir şey geçmedi, daha dündü, hatırlayanınız var mı?.
Kimi zaman suret-i haktan görünerek kafa karıştıran ve aslında Kürt hadisesinde alttan alta AKP’nin, “Kendi Kürdünü yaratma” değirmenine su taşımaktan başka hayırlı bir işine tanık olmadığımız Ahmet Altan arkadaşımız, 15.temmuz günü son olayla ilgili olarak,
“Amaç neydi?
Böylesine büyük bir acı ve öfke yaratan cinayet niye işlenmişti?
Askerlere pusu kurarken PKK nasıl bir tepkinin oluşacağını biliyordu, neden böyle bir tepki yaratmak istiyordu?
Niye “barışı” konuşulamaz hale getiriyordu?
Bu cinayet, Öcalan’ın İmralı’daki müzakerelerde “ bir barış konseyi kurulması” için anlaşmaya varıldığını açıklamasının hemen ardından geldi..”
Böylesine büyük bir acı ve öfke yaratan cinayet niye işlenmişti?
Askerlere pusu kurarken PKK nasıl bir tepkinin oluşacağını biliyordu, neden böyle bir tepki yaratmak istiyordu?
Niye “barışı” konuşulamaz hale getiriyordu?
Bu cinayet, Öcalan’ın İmralı’daki müzakerelerde “ bir barış konseyi kurulması” için anlaşmaya varıldığını açıklamasının hemen ardından geldi..”
Yazısı uzun ama sadece bu kısmını bile ele aldığımızda yıllardır alanlarda yüz binlerin örgüt için “Halktır, halk burada!” dediği PKK için neredeyse bir “cinayet örgütü” olduğunu demeye getiriyor..
Türk medyasının salvosuna kapılarak ve şimdilerde oluş biçimiyle askerlerin geniş bir çatışma alanında meydana gelen bombalamalar sonucu yaşamlarını yitirdikleri tartışılıyor (Bknz. İç İşleri Bakanının konuyla ilgili ilk demeci) ve hadise daha yaşken, nedense sayın Altan bunun PKK tarafından kurulan bir “tuzak” sonucu yaşamlarını yitirdikleri yargısına varıyor.
Kaldı ki iddia etmiyorum, ayrıca tuzak da olabilir. Bu neyi değiştirir, tartışmayı sürdürmek gidenleri geri getirmiyor çünkü. Asıl varmak istediğim husus “barış” konusudur. Mal bulmuş mağribi gibi Taha Akyol, Fikret Bila ve daha bir sürü yazarlardan geri durmayan Ahmet ALTAN da sanki “barışa ramak” varmış da bu hadiseyle ortam dinamitlenmiş. Şöyle diyor PKK için: “Niye “barışı” konuşulamaz hale getiriyordu?”
İyi güzel de AKP ne zaman “barış”tan söz etti Allah aşkına, söyler misiniz, dediği gibi İmralı’nın, kurulduğu ya da
kurulacağını söylediği “Barış Konseyi”nin gerçekleşmesi söz konusu
idiyse son görüşmelerinde AKP (lafzen olmasa bile) bunu ihsas ettiren
yumuşaklığı BDP’ye neden göstermedi, sayın ALTAN buna da
az biraz değinseydi ya.Her türlü talebe “kapalı” olduğunu daha AKP-BDP
görüşmesi başlamadan önce “çözüm”ü tıkayan T.C.nin şimdiki imparatoru
değil miydi?
O halde hangi barışa ramak kalmıştı anlayamıyorum.
Kör müydük, sağır mıydık biz yoksa.
*** ***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder