İnsanlar, binlerce yıldır onları var eden evrensel-doğal sistemlerden bir kopuşu ve yabancılaşmayı yaşıyor. Devletli uygarlığın yaratmış olduğu bu kopuş yılları, kırımlarla geçmiştir. Sadece evreni rahatsız etme, doğayı tahrip etme ve tüketme yılları değildir; kendi cinsini de kıyımdan geçirme ve tüketme zamanlarıdır. Ve bu saptırılmış kırım alışkanlığı ve inancı çığ gibi büyüyerek devem etmektedir.
Bu çılgın tarihin sistemsel merkezi Ortadoğu'dur. Zamanın insafsız oburluğu içinde birazcık ayakta kalmış, ekosistemlerini korumuş olan Yukarı Mezopotamya, Anadolu ve İran platolarıdır. Buralarda bile son zamanlarda, neredeyse bütün çağlara denk düşen bir doğa kırımı dayatılmıştır. Verili durum her gün katlanarak büyümektedir. Tahribatı yöneten hükümetler, güç ve tekellerin hizmetindedir. Hatasızlığına ve kusursuzluğuna inanan, tiranlık dönemlerinin hükümetleri gibidirler. Bundan dolayıdır ki yıkım-kıyım faaliyetlerini büyük bir cüretkarlıkla sürdürmektedirler. O kadar derin bir yabancılaşmayı yaşadıkları için vicdandan bihaberdirler.
Hükümet nedir ve bunlar kimlerin hükümetidir? Yurttaşların hükümeti yeteneğe, tecrübe ve deneyime, kararlılığa, cesarete, sorumluluğa, katılım ve açıklığa değer verirler. Güç ve tekellerin hükümeti, sadece para ve payeye önem verirler. Yurttaşların hükümeti, çoklu yapılara, farklılıkların zenginliğine, duyguları olan, yaşamı bir bütün olarak gören, canlı ve zihinsel bir karakterdedir. Güç ve tekellerin hükümeti sömürü ve soygun yapmanın ustalığı ile ancak ayakta kalır.
Şu anda ileri gelişmiş ülkelerde krizler yaşanıyor. Bu krizler, onların yarattığı sistemin bir hastalığıdır. Buna rağmen sosyal haklardan, insan haklarından geri adım atmamaya çalışıyorlar. Ülkemizde ise toplum ekonomi dışına itildiği için, yalnızca tekeller ve bankalar baz alındığında kriz yok sayılıyor: Nüfusunun beşte biri işsiz, en düşük ücretler, tarımı-hayvancılığı ve kırsalı yağmalanmış bir ülke söz konusudur. Ülkesini seven ve yabancılaşmamış bir hükümet bunlara meydan verebilir mi? Ormanlarını peşkeş çeken, hazine arazilerini halka sormadan tekellere sunanlar ancak 'yabancı' olabilir. Hükümetlerin ekonomi politikası, kara para aklama politikasıdır. Tüm bu yeni vahşi kapitalizme, dibe vurmuş haydutluğa, dünyanın hükümetleri, tekelleri gıpta ile bakmaktadır. Bu zamanda insanların ekmeğini, geleceğini rahatlıkla elinden almak, bitirilmiş bir toplumsallıkta mümkündür. Yabancılaşmış kitleler ile hiç bir bireyin, hiçbir kurumun güvenliği sözkonusu olamaz. Ve bitirilmiş bir ekonomi ve toplumsallıkta sadece tekeller ayakta kalır. Başka hiç kimse.
Yakın zamanların buhranlı ve karanlık anlarında en çok ihtiyaç duyulan yurttaşların idaresidir. Liderleridir. Tecrübenin, yeteneğin ve bilgeliğin taşıyıcısı olabilenlerdir. Zıtlaşma, çekişmeler, kavgalar koca bir ülkeyi bölüp, yurttaşların iyi kişiliği, değerli hizmetleri, bilgeliğiyle tanınan kişileri görene kadar birbirlerine saldırması ve onları görür görmez sakinleşmeleri, onların duygularının yatışması idarenin iyi niteliğini gösterirdi. Uzun yıllardır bu türden insanlara rastlamak zorlaştı. Tam tersine liderler dolaşamaz oldu. Etraflarında para ve gücün büyülediği kalabalıklar kaldı. Hırstan kör olmuş, sağır olmuş insanlar!
Dünyanın yönetimleri, ülkemizin hükümeti toplum dışıdır. Yabancılaşmıştır. Demokrasi yerine tekellerin, partilerin monarşisi, her türlü rezaletin ve yeteneksizliğin yanında çıkar grupları ile bir büyük 'aşkla' sarılmışlardır. Liderler çok yetenekli reklam yıldızları gibidir. Demokrasi kavramlarını söyler, adaletten bahsederler çürük mallardan bahseder gibi. Söyledikleri sadece reklamdır; sanal dünyadır.
YABANCILAŞMA VE TOPLUM
Yeteneksizlerin siyaseti yabancılaştırma üzerine kurulur. Büyük ölçüsüzlükler ve yalanlar üzerine. Başarı ise yalanın kusursuz reklamıdır. Örneğin, Karadenizlidir. Karadeniz'i yok edecek kadar yabancılaşmıştır. Ülkenin ve Karadeniz'in derelerini, ırmaklarını tekellere satar. Ekosistemleri, geleceklerini yok eder. Ormanlarını satar, su havzalarını satar. Canlıları yok eder. İnsanları göçertir. Bu yabancılaşma değilse nedir?
Ya da Siirtli'dir. Annedir. Hem Siirtli ve hem annedir. Asildir. Ama adil değildir. Siirt'te küçük kız çocukları taciz edilir, ilköğretimdeki kız çocuklarına bürokratlar ve işbirlikçi zenginler tecavüz ederler. Yıllarca bu sürer. Sağır Sultan duyar. O Siirtlidir. Annedir. Lakin çıt çıkmaz ondan. Onun için adil değildir. Bu yabancılaşmadır. Çünkü bunlar olurken o Avrupa'da Filistinli çocuklardan, mazlum halkların acılarından bahsediyordu. Bu iyidir. Ama YİBO'larda, Siirt'te de Kürt çocukları taciz edilir, tecavüze uğrarlar, tutuklanırlar (o Filistinli çocuklar gibi taş atıkları için), çocuklukları çalınır. O Filistinli çocuklardan bahsederken ağlar. İyi. Asil bir duygu. Lakin Kürt kızları, Kürt çocuklarına öfke duyar. Onun için bu yabancılaşmadır. Hükümet ailesinin yabancılaşmasıdır.
Yabancılaşma, kırdan kente gelenleri büyük vurmaktadır. Eski bir politikadır. Özellikle Kürt, Laz, Çerkeslerde görülen bir kimlik bunalımıdır. Kendi anadillerini konuşamadıkları için, Türkçeyi çarpıtarak konuşurlar. Bu onların büyük tepkisidir. Kılık kıyafeti çarpıtırlar. Örneğin takım elbisenin altına spor ayakkabı (keko-kırık) giyerler. Kentliye, modaya olan öfkelerini böyle ifade ederler. Yürüyüşleri, davranışları abartılı ve serttir; isyanlarını böyle gösterirler. Kural koyarlar (racon), yasaları küçümserler. Sıkma-türban ile beraber leydi kıyafetleri giyerler, altın-gümüş işlemeli ayakkabılarını sergilerler. Utangaç, hanım görünmeye çalışırlar. İnançlarını gözlemek için bin bir maske takarlar. Birilerinin onları tanımasından korkarlar. İnanca da yabancılaşırlar.
İktidarlar ilk doğuşlarında önce kadını köleleştirdiler. Toplumları annesiz bıraktılar. Sonra çocuklara ve gençlere yöneldiler. İlk Sümer hanedanları, kendilerini korumak için, küçük çocukları Edubalara kapattılar. Bunlar kimsesiz çocuklardı. Onları eğiterek kıyıcı askerler ve gaddar bürokratlar yarattılar. Spartalılar da çocukları evlerinden kopardılar ve kışlalarda asker olarak yetiştirdiler. Bir köle devleti Mısır Memlukluları da çocukları yedi yaşından itibaren kışlalara kapattılar. Onlara Furusiye eğitimi verdiler, topluma yabancılaştırdılar ve savaşa sürdüler. Osmanlıların Yeniçeri Ocağı da öyledir. Fethedilen yerlerdeki çocukları devşirdiler. Bir savaş makinesi yarattılar. Yetenekli olanları Enderun'da bürokrat yaptılar. Zulular da asırlarca aynı yöntemi uyguladı. Küçük çocukları kamplara aldılar ve kırk yaşına kadar çıplak ayak savaştırdılar. Kırk yaşına gelenlerin önüne bir torba koyarlar, oradan bir kadın adı çekip evlenirler. Onlara biraz toprak ve birkaç sığır verirler. Belki de üremeleri için bunu yaparlar. Bu eski bir hastalıktır.
YİBO'lar, Kürt illerinde 'asimilasyon' için açılmıştır. Eğitim-Sen'in tespitlerine göre; 'şiddet, tecavüz, kayıp vakaları, uyuşturucu, barınma ve beslenme' gibi sorunların yanında toplumdan kopmuş bir çocukluk ve gençlik sorunudur. Yabancılaştırma kurumlarıdır.
Çocuk Esirgeme Kurumu ve YİBO'lar, insanlıktan umudun kesildiği yerlerdir. Buralarda yapılan anketlerde ortaya çıkan sonuçlar umut kırıcıdır. Örneğin, 'Ne olmak istiyorsunuz?' (Ocak 2009 tarihinde Diyarbakır Kent Konseyi'ninin yaptığı anketler) sorusuna, çocukların yüzde doksandan fazlası 'Süperman', 'Örümcek Adam've 'Batman' diye cevaplamıştır. Bunların kostümlerini istemişlerdir. Son zamanlarda yoğunlaşan Türk-İslam sentezli eğitim ile de herhalde 'Azrail', 'Yeşil' olmak isteyeceklerdir. Yabancılaşma toplumun bu kesiminde böyledir.
GÖKLERE YÖNELME DE YABANCILAŞMADIR
Uzay yolculukları hızla artmaktadır. Dünya'nın kültürel ve zihinsel tasarımı, Zigguratların kültürel ve zihinsel tasarımından çok daha geri olduğu söylenmektedir. Zigguratlar'daki tasarımda doğa olmasa da, toplumun katılımı esas alınır. Günümüzde ise toplum, uzay araştırmalarının hiçbir yerinde yoktur. O dönemlerin ve şimdilerin ortak noktası, ise dünyadan-doğadan gelen her şeye aşağılayıcı anlamlar verilmesidir. Buna karşılık göklerde yanız yücelik, yalnız güzellik, yalnız tinselliğin doğurduğu anlamsız bir merak bulunmaktadır. Oysa hala ayağımız yerde, toprağa basıyoruz; içinde bulunduğumuz doğal dünyanın güzelliklerini görme ile siyasete, ideolojiye ölçü kazandırılabilir.
Büyük bilimsel politikaları hala bitki ve hayvan söylenceleri belirliyor. Dünya dışında gelecek olası varlıkları, iletileri dinlemeye tahmin edilemeyen miktarlarda paralar harcanıyor. Romanlar yazılıyor, filimler yapılır. Büyük bütçeli filmler, insanların merakını sömüren 'bilim insanları' medyada kehanetlerde bulunuyor.
Bitki ve hayvan, doğası karşısında gözler kapatılıyor, doğayı birer molekül yığınına indirgiyorlar. Deli danalar, GDO'lu besinler yaratılıyor. Buna karşılık, Mars'a 2,5 milyar dolarlık bir araştırma aracı gönderiliyor. Mavi gezegenimiz, bize yaşam veren gezegenimiz mahvedilirken, kimse Marst'taki birkaç canlı molekülün peşine düşülmesini yadırgamıyor. Bu durum belki de en akılsız yabancılaşmadır. Oysa dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca canlı vardır.
Zaman içinde yabancılaşma ve türlerin kırımı dünyadaki canlılığı ve insanları yok etme noktasına getirmiştir. Örneğin, eskiden her '50-100 yılda bir, bir omurgalı türünün yok olduğu görülüyordu. Sorun, son 400 yılda insan yüzünden, ortalama yok olma hızının yılda 2,7'ye ulaşması ciddidir. Buysa üst basamaklardaki 151 tür omurgalının yok alması demektir.'
Geniş çaplı orman kesimine ve otlakların yok edilmesine dayalı kimi hayvancılık politikalarının sonuçlarını da hesaba katarak, yeryüzündeki hayvan ve bitki çeşitliliğini sürdürebilmek için, hızla alınması gereken tedbirleri önemli kılıyor. Çevreci kuruluşlar yetersiz de olsa didiniyor, Karadeniz, Ege ve Kürtler bunun için direniyor. Lakin yetmiyor.
Teknoloji ve yapay bir dünyayla donanmış Batının dışında, dünyanın başka yerlerinde bitkiler ve hayvanlar, toprak ve sularla uyum içinde yaşamaya çalışan toplumlarda vardır: Zamanımızın gerçek çevre korumacıları onlardır. O henüz yabancılaşmayanlardır. 'Doğanın narin' olduğunu, insan olarak doğa ile birlikte geçirdiğimiz evrime tüm evrenin de katıldığını anlamaları için hiçbir zaman devlet ve iktidara, 'bilim insanlarına' ihtiyaç duymamışlardır. Onların söylenceleri yanılmıyor. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar, ışık ve su aynı canlı evrenin parçalarıdır. Dostlarıdır.
Kentler ve teknolojiler artık doğaya kirletici bir unsur olarak bakıyor. Steril ortamlar yaratılıyor, yapay yaşam alanları. Artık doğal varlıklarla beraber yaşamak istemeyen yeni bir kuşak yetişiyor. Doğayı sadece sanal ortamlarda görmek istiyorlar. Kentler için yeni yasalar uyduruluyor. Hayvan ve bitki kırımları için de. Ve özgür toplumlar, belki bazı ütopyacı düşünürler gerçek yaşamı sevdikleri için, özgürlüğü sevdikleri için, yabancılaşmadıkları için, gizlice, illegal olarak tarım yapacak ve hayvan besleyecekler. Ve belki hain, belki terörist diye de vurulacaklar. Öyle zamanlara doğru gidiliyor.
Fethi SUVARİ
* D Tipi Kapalı Cezaevi C-1/2 DİYARBAKIR
peyasuvari@hotmail.com
Bu çılgın tarihin sistemsel merkezi Ortadoğu'dur. Zamanın insafsız oburluğu içinde birazcık ayakta kalmış, ekosistemlerini korumuş olan Yukarı Mezopotamya, Anadolu ve İran platolarıdır. Buralarda bile son zamanlarda, neredeyse bütün çağlara denk düşen bir doğa kırımı dayatılmıştır. Verili durum her gün katlanarak büyümektedir. Tahribatı yöneten hükümetler, güç ve tekellerin hizmetindedir. Hatasızlığına ve kusursuzluğuna inanan, tiranlık dönemlerinin hükümetleri gibidirler. Bundan dolayıdır ki yıkım-kıyım faaliyetlerini büyük bir cüretkarlıkla sürdürmektedirler. O kadar derin bir yabancılaşmayı yaşadıkları için vicdandan bihaberdirler.
Hükümet nedir ve bunlar kimlerin hükümetidir? Yurttaşların hükümeti yeteneğe, tecrübe ve deneyime, kararlılığa, cesarete, sorumluluğa, katılım ve açıklığa değer verirler. Güç ve tekellerin hükümeti, sadece para ve payeye önem verirler. Yurttaşların hükümeti, çoklu yapılara, farklılıkların zenginliğine, duyguları olan, yaşamı bir bütün olarak gören, canlı ve zihinsel bir karakterdedir. Güç ve tekellerin hükümeti sömürü ve soygun yapmanın ustalığı ile ancak ayakta kalır.
Şu anda ileri gelişmiş ülkelerde krizler yaşanıyor. Bu krizler, onların yarattığı sistemin bir hastalığıdır. Buna rağmen sosyal haklardan, insan haklarından geri adım atmamaya çalışıyorlar. Ülkemizde ise toplum ekonomi dışına itildiği için, yalnızca tekeller ve bankalar baz alındığında kriz yok sayılıyor: Nüfusunun beşte biri işsiz, en düşük ücretler, tarımı-hayvancılığı ve kırsalı yağmalanmış bir ülke söz konusudur. Ülkesini seven ve yabancılaşmamış bir hükümet bunlara meydan verebilir mi? Ormanlarını peşkeş çeken, hazine arazilerini halka sormadan tekellere sunanlar ancak 'yabancı' olabilir. Hükümetlerin ekonomi politikası, kara para aklama politikasıdır. Tüm bu yeni vahşi kapitalizme, dibe vurmuş haydutluğa, dünyanın hükümetleri, tekelleri gıpta ile bakmaktadır. Bu zamanda insanların ekmeğini, geleceğini rahatlıkla elinden almak, bitirilmiş bir toplumsallıkta mümkündür. Yabancılaşmış kitleler ile hiç bir bireyin, hiçbir kurumun güvenliği sözkonusu olamaz. Ve bitirilmiş bir ekonomi ve toplumsallıkta sadece tekeller ayakta kalır. Başka hiç kimse.
Yakın zamanların buhranlı ve karanlık anlarında en çok ihtiyaç duyulan yurttaşların idaresidir. Liderleridir. Tecrübenin, yeteneğin ve bilgeliğin taşıyıcısı olabilenlerdir. Zıtlaşma, çekişmeler, kavgalar koca bir ülkeyi bölüp, yurttaşların iyi kişiliği, değerli hizmetleri, bilgeliğiyle tanınan kişileri görene kadar birbirlerine saldırması ve onları görür görmez sakinleşmeleri, onların duygularının yatışması idarenin iyi niteliğini gösterirdi. Uzun yıllardır bu türden insanlara rastlamak zorlaştı. Tam tersine liderler dolaşamaz oldu. Etraflarında para ve gücün büyülediği kalabalıklar kaldı. Hırstan kör olmuş, sağır olmuş insanlar!
Dünyanın yönetimleri, ülkemizin hükümeti toplum dışıdır. Yabancılaşmıştır. Demokrasi yerine tekellerin, partilerin monarşisi, her türlü rezaletin ve yeteneksizliğin yanında çıkar grupları ile bir büyük 'aşkla' sarılmışlardır. Liderler çok yetenekli reklam yıldızları gibidir. Demokrasi kavramlarını söyler, adaletten bahsederler çürük mallardan bahseder gibi. Söyledikleri sadece reklamdır; sanal dünyadır.
YABANCILAŞMA VE TOPLUM
Yeteneksizlerin siyaseti yabancılaştırma üzerine kurulur. Büyük ölçüsüzlükler ve yalanlar üzerine. Başarı ise yalanın kusursuz reklamıdır. Örneğin, Karadenizlidir. Karadeniz'i yok edecek kadar yabancılaşmıştır. Ülkenin ve Karadeniz'in derelerini, ırmaklarını tekellere satar. Ekosistemleri, geleceklerini yok eder. Ormanlarını satar, su havzalarını satar. Canlıları yok eder. İnsanları göçertir. Bu yabancılaşma değilse nedir?
Ya da Siirtli'dir. Annedir. Hem Siirtli ve hem annedir. Asildir. Ama adil değildir. Siirt'te küçük kız çocukları taciz edilir, ilköğretimdeki kız çocuklarına bürokratlar ve işbirlikçi zenginler tecavüz ederler. Yıllarca bu sürer. Sağır Sultan duyar. O Siirtlidir. Annedir. Lakin çıt çıkmaz ondan. Onun için adil değildir. Bu yabancılaşmadır. Çünkü bunlar olurken o Avrupa'da Filistinli çocuklardan, mazlum halkların acılarından bahsediyordu. Bu iyidir. Ama YİBO'larda, Siirt'te de Kürt çocukları taciz edilir, tecavüze uğrarlar, tutuklanırlar (o Filistinli çocuklar gibi taş atıkları için), çocuklukları çalınır. O Filistinli çocuklardan bahsederken ağlar. İyi. Asil bir duygu. Lakin Kürt kızları, Kürt çocuklarına öfke duyar. Onun için bu yabancılaşmadır. Hükümet ailesinin yabancılaşmasıdır.
Yabancılaşma, kırdan kente gelenleri büyük vurmaktadır. Eski bir politikadır. Özellikle Kürt, Laz, Çerkeslerde görülen bir kimlik bunalımıdır. Kendi anadillerini konuşamadıkları için, Türkçeyi çarpıtarak konuşurlar. Bu onların büyük tepkisidir. Kılık kıyafeti çarpıtırlar. Örneğin takım elbisenin altına spor ayakkabı (keko-kırık) giyerler. Kentliye, modaya olan öfkelerini böyle ifade ederler. Yürüyüşleri, davranışları abartılı ve serttir; isyanlarını böyle gösterirler. Kural koyarlar (racon), yasaları küçümserler. Sıkma-türban ile beraber leydi kıyafetleri giyerler, altın-gümüş işlemeli ayakkabılarını sergilerler. Utangaç, hanım görünmeye çalışırlar. İnançlarını gözlemek için bin bir maske takarlar. Birilerinin onları tanımasından korkarlar. İnanca da yabancılaşırlar.
İktidarlar ilk doğuşlarında önce kadını köleleştirdiler. Toplumları annesiz bıraktılar. Sonra çocuklara ve gençlere yöneldiler. İlk Sümer hanedanları, kendilerini korumak için, küçük çocukları Edubalara kapattılar. Bunlar kimsesiz çocuklardı. Onları eğiterek kıyıcı askerler ve gaddar bürokratlar yarattılar. Spartalılar da çocukları evlerinden kopardılar ve kışlalarda asker olarak yetiştirdiler. Bir köle devleti Mısır Memlukluları da çocukları yedi yaşından itibaren kışlalara kapattılar. Onlara Furusiye eğitimi verdiler, topluma yabancılaştırdılar ve savaşa sürdüler. Osmanlıların Yeniçeri Ocağı da öyledir. Fethedilen yerlerdeki çocukları devşirdiler. Bir savaş makinesi yarattılar. Yetenekli olanları Enderun'da bürokrat yaptılar. Zulular da asırlarca aynı yöntemi uyguladı. Küçük çocukları kamplara aldılar ve kırk yaşına kadar çıplak ayak savaştırdılar. Kırk yaşına gelenlerin önüne bir torba koyarlar, oradan bir kadın adı çekip evlenirler. Onlara biraz toprak ve birkaç sığır verirler. Belki de üremeleri için bunu yaparlar. Bu eski bir hastalıktır.
YİBO'lar, Kürt illerinde 'asimilasyon' için açılmıştır. Eğitim-Sen'in tespitlerine göre; 'şiddet, tecavüz, kayıp vakaları, uyuşturucu, barınma ve beslenme' gibi sorunların yanında toplumdan kopmuş bir çocukluk ve gençlik sorunudur. Yabancılaştırma kurumlarıdır.
Çocuk Esirgeme Kurumu ve YİBO'lar, insanlıktan umudun kesildiği yerlerdir. Buralarda yapılan anketlerde ortaya çıkan sonuçlar umut kırıcıdır. Örneğin, 'Ne olmak istiyorsunuz?' (Ocak 2009 tarihinde Diyarbakır Kent Konseyi'ninin yaptığı anketler) sorusuna, çocukların yüzde doksandan fazlası 'Süperman', 'Örümcek Adam've 'Batman' diye cevaplamıştır. Bunların kostümlerini istemişlerdir. Son zamanlarda yoğunlaşan Türk-İslam sentezli eğitim ile de herhalde 'Azrail', 'Yeşil' olmak isteyeceklerdir. Yabancılaşma toplumun bu kesiminde böyledir.
GÖKLERE YÖNELME DE YABANCILAŞMADIR
Uzay yolculukları hızla artmaktadır. Dünya'nın kültürel ve zihinsel tasarımı, Zigguratların kültürel ve zihinsel tasarımından çok daha geri olduğu söylenmektedir. Zigguratlar'daki tasarımda doğa olmasa da, toplumun katılımı esas alınır. Günümüzde ise toplum, uzay araştırmalarının hiçbir yerinde yoktur. O dönemlerin ve şimdilerin ortak noktası, ise dünyadan-doğadan gelen her şeye aşağılayıcı anlamlar verilmesidir. Buna karşılık göklerde yanız yücelik, yalnız güzellik, yalnız tinselliğin doğurduğu anlamsız bir merak bulunmaktadır. Oysa hala ayağımız yerde, toprağa basıyoruz; içinde bulunduğumuz doğal dünyanın güzelliklerini görme ile siyasete, ideolojiye ölçü kazandırılabilir.
Büyük bilimsel politikaları hala bitki ve hayvan söylenceleri belirliyor. Dünya dışında gelecek olası varlıkları, iletileri dinlemeye tahmin edilemeyen miktarlarda paralar harcanıyor. Romanlar yazılıyor, filimler yapılır. Büyük bütçeli filmler, insanların merakını sömüren 'bilim insanları' medyada kehanetlerde bulunuyor.
Bitki ve hayvan, doğası karşısında gözler kapatılıyor, doğayı birer molekül yığınına indirgiyorlar. Deli danalar, GDO'lu besinler yaratılıyor. Buna karşılık, Mars'a 2,5 milyar dolarlık bir araştırma aracı gönderiliyor. Mavi gezegenimiz, bize yaşam veren gezegenimiz mahvedilirken, kimse Marst'taki birkaç canlı molekülün peşine düşülmesini yadırgamıyor. Bu durum belki de en akılsız yabancılaşmadır. Oysa dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca canlı vardır.
Zaman içinde yabancılaşma ve türlerin kırımı dünyadaki canlılığı ve insanları yok etme noktasına getirmiştir. Örneğin, eskiden her '50-100 yılda bir, bir omurgalı türünün yok olduğu görülüyordu. Sorun, son 400 yılda insan yüzünden, ortalama yok olma hızının yılda 2,7'ye ulaşması ciddidir. Buysa üst basamaklardaki 151 tür omurgalının yok alması demektir.'
Geniş çaplı orman kesimine ve otlakların yok edilmesine dayalı kimi hayvancılık politikalarının sonuçlarını da hesaba katarak, yeryüzündeki hayvan ve bitki çeşitliliğini sürdürebilmek için, hızla alınması gereken tedbirleri önemli kılıyor. Çevreci kuruluşlar yetersiz de olsa didiniyor, Karadeniz, Ege ve Kürtler bunun için direniyor. Lakin yetmiyor.
Teknoloji ve yapay bir dünyayla donanmış Batının dışında, dünyanın başka yerlerinde bitkiler ve hayvanlar, toprak ve sularla uyum içinde yaşamaya çalışan toplumlarda vardır: Zamanımızın gerçek çevre korumacıları onlardır. O henüz yabancılaşmayanlardır. 'Doğanın narin' olduğunu, insan olarak doğa ile birlikte geçirdiğimiz evrime tüm evrenin de katıldığını anlamaları için hiçbir zaman devlet ve iktidara, 'bilim insanlarına' ihtiyaç duymamışlardır. Onların söylenceleri yanılmıyor. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar, ışık ve su aynı canlı evrenin parçalarıdır. Dostlarıdır.
Kentler ve teknolojiler artık doğaya kirletici bir unsur olarak bakıyor. Steril ortamlar yaratılıyor, yapay yaşam alanları. Artık doğal varlıklarla beraber yaşamak istemeyen yeni bir kuşak yetişiyor. Doğayı sadece sanal ortamlarda görmek istiyorlar. Kentler için yeni yasalar uyduruluyor. Hayvan ve bitki kırımları için de. Ve özgür toplumlar, belki bazı ütopyacı düşünürler gerçek yaşamı sevdikleri için, özgürlüğü sevdikleri için, yabancılaşmadıkları için, gizlice, illegal olarak tarım yapacak ve hayvan besleyecekler. Ve belki hain, belki terörist diye de vurulacaklar. Öyle zamanlara doğru gidiliyor.
Fethi SUVARİ
* D Tipi Kapalı Cezaevi C-1/2 DİYARBAKIR
peyasuvari@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder