20 Temmuz 2011 Çarşamba

Ekoloji ve Çıkar

“Biyolojik denge esas olarak türlerin karşılıklı, birbirini besleyerek sürdürme ilişkileriyle (sembiyotik ilişki) sağlanır. İnsanın toplumsal doğası çevreyle ilişkilerinde bu evrensel kurala dayalıdır. Azami egemenlik, iktidar ve tahakküm ilişkisi, çevreyle ekolojik bağları da doğaya hükmetme, sömürgeleştirme ilişkisine dönüştürür. Tıpkı katil yosunlar gibi tüm çevreyi ve toplumu tek taraflı hakimiyeti altına alarak azmanlaşır.”

Uzun zamandır insanlar çıkarlardan bahsederler. Çıkar dendiğinde akan sular duruyor nerdeyse. Eski zamanlarda olsun, şimdi olsun bozulmaların, saptırmaların, yozlaşmaların ve doğa kırımlarının temelinde çıkar vardır. Çıkar düşüncesi (ve teorisi), fikirleri faydacı açıdan ya çıkar hesaplarının amacı ya da yansıması olarak ele alır. Çıkar teorisinin 2. türü ise yaşamın iktidar yarışı olduğu görüşüne yaslanmaktadır. Bu görüş toplumları ve doğayı bir savaş alanına çevirmekte ve değerlerin (esasen de ahlaki-politik ölçülerin) toplumsal düzeni ve doğal düzeni oluşturmakta oynadığı temel rolü gözden kaçırmaktadır. Çıkar fikrinin yaygınlaşması “bencilliğin” ve “dar görüşlülüğün” bir sonucudur. Ve aç gözlülüğün de.

 
Dağ köyleri (O zamanlar her şey gerçekti)

“Ekmeğimizin kokusu ve tadı kalmadı. Biz HES’leri istemiyoruz.” Ankara önlerinde bekletilen ve HES’lere karşı yürüyen bir annenin sözleridir.

O zamanlar Bingöl ile Lice arasındaki dağlarda yaşardım. Evimiz küçük, köyümüz de epey uzaktı. Bir ermiş olarak kabul edilen büyük amcamdan ders almak için yola çıkardım. Babamın kuşkulu bakışlarından kurtuluncaya kadar tedirginliğim geçmezdi. Ona göre keçi yavrularına çobanlık yapmam ve biricik ablamın evde anneme yardın etmesi daha iyi idi. Namaz kılacak kadar düz bir yerin bulunmadığı köyümüzde keçi yavrularına çobanlık yapmak elinden fazla gemlenmiş şeytanla uğraşmaktan daha beterdi. Ve bu, benim kabusumdu. Dersin olmadığı cuma günleri çobanlık yapıyordum. Oğlakların peşinden koştururken takatsiz kalıyordum. Kan ter içinde, yırtılmış ayakkabı ve elbiselerle ve kanayan çiziklerle eve döner ve oturur oturmaz uyuyakaldığımı hatırlıyorum.

Bu yüzden okumayı herkesten çok daha fazla seviyordum. Doğrusu çok imanlı ve kendini kaybedercesine eğitime yoğunlaşıyordum. Sevgili amcamın takdir dolu övgülerine, babamın dişlerini gıcırtarak boyun eğmesine için için seviniyordum. Yani, köyün her tarafında bulunan sulama havuzlarında yüzme gibi bir gaflete düşmem ve bunun babamın kulağına gitmesi ya da yüzümde yüzme sonrası kızarıklıkları görmesi keçi çobanlığına başlamam demekti. Ama bazen dersten kaçıp, sevgili amcamın merhametli hoşgörüsüne sığınarak yüzmeye gittiğim oluyordu. Bazen mis kokulu bahçelerden tıka basa meyve ve böğürtlen yemeğe de.

Şeyh Said ‘lojistiği’

Hemen hemen her mevsim meyvelerimiz vardı. Kış 6 ay sürerdi. O zamanlar kurutulmuş meyve ve samanların arasına ustaca yerleştirilmiş armut ve elma yerdik. Hepsi sapsarı olurdu. Samanlara kokusu sinerdi. Sevgili amcamın deyimiyle “ancak cennette bulunabilirdi böyle meyveler.” Bizim dünyamızda sevgili amcam çok bilge biri olarak bilinirdi. Çünkü ta Serhat’a kadar gitmişti. O zamanlar bilinen bütün dünyayı gezmişti. Ondan, Asi Nehri’nin Kıble’ye karşı akan tek uğursuz nehir olduğunu öğrenmiştim. “Bazen ulu nehirler de Kıble’ye gelmez, insanlar gibi münafık olur” derdi. Renkli bezle ciltlenmiş ana defterlerinden bazı bölümleri bize okurdu. Ve dünya hakkında bilgilenmemizi isterdi. Tabii ki bu tuhaf bir dünya idi. Yani öyle fazla büyük değildi. Kore Savaşı’na gitmiş Mehdi Dayı da onun coğrafi bilgilerine pek itiraz etmeye cesaret etmezdi. Ama onun anlattığı dünya çok daha büyüktü ve sevgili amcamın anlattığı dünyaya pek benzemiyordu. Onunki savaşlarla dolu bir dünya idi.

Savaş hikayelerini biraz biliyorduk. Keçi otlatırken bazen sürüyle boş kovan toplardık. Kalay yapmak için Çingene obaları geldiğinde onlara verir ve karşılığında çakı veya sapan alırdık. Köylerimiz Şeyh Said’in savaş alanı olmuştu. Bazen kahvaltıya toraq (yağı alınmış çökelek) konulduğunda, babam Şeyh Said LOJİSTİĞİ diyordu, gülümseyerek.

Kadim bir şifacı

Köyde herkesin birkaç parça arazisi vardı. Dağ eteklerinde taraçalardı bu araziler. En küçük tarlaya “şık” (yaklaşık 100-200 metre kare), daha büyüğüne “larok” (200-400 metre kare) ve büyük alanlara “hega” deniliyordu. Yıllar sonra Sümerlerin de tarlaya “hegal” dediklerini öğrenmiştim. Şık’a babam tütün ekerdi. Bu tarla tapuluydu; ondan başka kimse ayak basamazdı. Büyük abilerim yaprak almak için beni gönderirlerdi. Zira onlar girmeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Bu riski göze almak zorundaydım, o çok sevdiğim okumaya ya da havuzlarda yüzme ve bahçelerde meyve yeme gibi mutlu zamanlara veda etmem gerekirdi. Keçi çobanlığı için risk almaya değerdi. Oysa babamın gözü gibi baktığı Şık’a girmek bir mayın tarlasına girmeye benziyordu. Her tarafına görünmeyen işaretler konmuştu. Sadece sulamadan sonra iz bıraktığım oluyordu. O zamanlar babam beni sorguya çekerdi, ama fazla sıkıştırmazdı. Birkaç kutsal tütün yaprağı ile abimlerimin yetinmesi henüz onu rahatsız etmiyordu. Anneannemin tükettiği tütünle karşılaştırıldığında...

Babamı en çok korkutan anneannemdi. Yaşlı bir şifacıydı. Teyzem ve annem de ona yardım ederdi. Köye gelen hastalar ona bol tütün getirirdi. Kocaman bir piposu vardı, neredeyse bakır yoğurt çanağı kadardı. Uyumadan önce sırt üstü uzanır ve kocaman piposundan dumanlar yükselterek uyumaya çalışırdı.

Bu sorunum daha vardı; Sevgili Amcamın o zamanlar az bulunan ve muska yazmak veya yeni duyduğu bir şiiri yazmak için kullandığı boş kağıtlar da eksiliyordu. Ve giderek onları bulmakta zorlanıyordum. Ta ki abilerim biber pipo buluncaya kadar.

O zamanlar yaşam öyle kolay değildi, Laruk tarlalarıyla kadınlar ilgilenirdi genellikle. Buralar sebze ve meyve bahçeleriydi. Kış için de patates ve beyaz turp yetiştiriliyordu. Evimizin bitişiğinde köpek kulübesi gibi yerler yapılırdı. İlk kar yağdığında beyaz turplar ve patatesler sulanır ve tatlanırdı. Ancak o zamanlar yenirdi. (En geç elmalar olgunlaşırdı. Ablamla fazla sabırlı davranmazdık. Henüz ham ve acı olan elmaları kaynatır, haşlar öyle yerdik. Öyle samanlığa koyup aylarca beklemek gibi bir sabırdan henüz yoksunduk. Bazen de yassı taşların arasında ezer, pelte haline getirir öyle yerdik.)

Kış çok uzundu...

Hegalara buğday, darı ve arpa ekerdik. Başakları bir serçeden daha büyüktü. Geceleri darı tarlasına ayılar girdiği için, tarlaya fanus asardı babam. Ama yine de ışığın vurmadığı kenarlarda başakların yok olduğunu ve ayıların ayak izlerini gördüğünü söylerdi babam, hayvanlar âlemine sayısız küfürler savurarak. Annem ise onun bu kızgın ve düşmanca tutumunu kınar ve aç gözlülüğünü yüzüne vururdu. Ama sonbaharda, kavurma zamanında evin önüne kadar gelen ayı sürüsüne en çok annem öfkelenir ve ateşten çektiği kalın meşe ateşlerini fırlatırdı. Babam oralı olmaz, “zavallı hayvanlardan ne istiyorsun?” diye takılırdı.

Meşe yaprağı kesiminden sonra, ilk kar düştüğünde, artık köye gidemez olurdum. Bu benim için sıkıcıydı. Tipi olmadığı zamanlarda yine de babamın peşine takılır, köye giderdim. Sevgili Amcam bir süre ödev verirdi. Babam pek de dindar olmayan dünyevi sorular sorardı ona. Ama babamın herkesi yanılttığını biliyordum. Onun, evimizin önünden geçen kanalın üzerinde yaptığı ve geceleri ayın ve yıldızların yıkandığı oval havuzun başında bulunan büyük ve bembeyaz namazlık taşının üzerinde içtenlikle göğe bakarak ve gülümseyerek dua ettiğini biliyordum. Hayvanlara vurduğunu veya su zamanlarını, yem zamanlarını aksattığını hiç hatırlamıyorum. Önce onlara bakardı uzun kış gecelerinde. Seslerini dinler ve öyle uyurdu.

Köylüler çok hayvan beslemeye başlayınca ot ve gaven yetmemeye başlamıştı. Ve o kış uzun sürmüştü. Babam tedirgindi. Kar erimiyordu. Yem kalmamış gibiydi. Bir sabah evimize sevgili amcam ve hepimize varlığıyla onur ve huzur veren Melle Mehdi gelmişti. İkisi de kederliydi. Babama ve akrabamıza çok öfkelenmişlerdi. “Çok hayvan beslemeyin demiştik!” Ahırdan aç hayvanların sesleri geliyordu. “Hepiniz aç gözlülük ettiniz!” demişti, o ender yetişen bilge, sonra merhamete gelip dualar etmişti.

‘Dengeyi bozan yaşamı yok eder’

Sevgili amcam öfkesini ilk defa gizlemiyordu; “Dengeyi bozan yaşamı da yok eder. Kanaati olmayanın imanı zayıftır” demişti. Sonra üzgün duran babama dönecek; “Sana demiştim, sen fazla hayvan beslemeye kalkmasaydın diğerleri buna cesaret etmezdi.”

Sonra babam lekanlarını bağlamış ve onları köye götürmek için önlerine düşmüştü. Soğuktu. Kar hâlâ samanlığın saçağına kadar yükseliyordu. Onlar gittikten sonra ağabeylerim hayvanları dışarıya çıkardılar. Artık annemi dinlemiyorlardı. Bahçelerin olduğu yerlerde ağaçların üst dalları garip bir dünyada büyüyen çalılar gibi duruyordu. Oraya sürmüşlerdi sürüyü. 100’den fazla keçi ve 20’ye yakın sığır vardı. Geri döndüklerinde bahçelerin orda dal falan kalmamıştı.

Babama bunları anlattıklarında, lekanlarını çıkarmadan öyle olduğu yere çökmüştü. “Bütün keçiler ölecek” demişti. Annemin anlattığı gibi taze filizler onlar için zehir gibiydi. Köyü terk ettiğimizde, aşağı derede hâlâ kartal ve akbaba bulutları döneniyordu. Leşlere üşüşmüş akbabaların her biri eşek çulu kadardı. Kalan birkaç keçi ve sığırları da o akbabalar gibi üşüşen tüccarlar kapmıştı. Yola çıktığımızda kimse kimsenin yüzüne bakamıyordu.

Yıllar sonra, Sovyetler dağıldığında, onların yaptığı bir Kazak çoban filmi seyretmiştim. Sürü besleyen büyük bir kalhoz’un çobanları parti komiseri ile toplantı yapıyordu. Komiser çobanları adam akıllı eleştirdikten sonra “Yoldaşlar” demişti kesin bir üslupla “bu yıl koyun sürülerini iki katına çıkartmamızı parti istiyor.” Çobanlar başları önlerinde, not defterlerine bir şeyler çizip duruyorlardı. Sonra cesaretini toplayan tecrübeli bir çoban, şöyle demişti: “Sürüyü çoğaltabiliriz Komiser Yoldaş, ama merayı nasıl iki katına çıkartacağız?” demişti. Aşırı otlatma, mera alanlarında yaşayan hayvan sayısının alanın taşıma kapasitesinin üstünde olması, bitki varlığı ve çeşitliliğinin zarar görmesini ve dolayısı ile besiciliğin de yok olmasını beraberinde getiriyor. Ülkemizde bu derin bir sorundur. Aç gözlülükten kaynaklanır.

Hiç yorum yok: