“Biyolojik denge esas olarak türlerin karşılıklı, birbirini besleyerek
sürdürme ilişkileriyle (sembiyotik ilişki) sağlanır. İnsanın toplumsal
doğası çevreyle ilişkilerinde bu evrensel kurala dayalıdır. Azami
egemenlik, iktidar ve tahakküm ilişkisi, çevreyle ekolojik bağları da
doğaya hükmetme, sömürgeleştirme ilişkisine dönüştürür. Tıpkı katil
yosunlar gibi tüm çevreyi ve toplumu tek taraflı hakimiyeti altına
alarak azmanlaşır.”
Uzun zamandır insanlar çıkarlardan bahsederler. Çıkar dendiğinde akan
sular duruyor nerdeyse. Eski zamanlarda olsun, şimdi olsun bozulmaların,
saptırmaların, yozlaşmaların ve doğa kırımlarının temelinde çıkar
vardır. Çıkar düşüncesi (ve teorisi), fikirleri faydacı açıdan ya çıkar
hesaplarının amacı ya da yansıması olarak ele alır. Çıkar teorisinin 2.
türü ise yaşamın iktidar yarışı olduğu görüşüne yaslanmaktadır. Bu görüş
toplumları ve doğayı bir savaş alanına çevirmekte ve değerlerin (esasen
de ahlaki-politik ölçülerin) toplumsal düzeni ve doğal düzeni
oluşturmakta oynadığı temel rolü gözden kaçırmaktadır. Çıkar fikrinin
yaygınlaşması “bencilliğin” ve “dar görüşlülüğün” bir sonucudur. Ve aç
gözlülüğün de.
Dağ köyleri (O zamanlar her şey gerçekti)
“Ekmeğimizin kokusu ve tadı kalmadı. Biz HES’leri istemiyoruz.” Ankara
önlerinde bekletilen ve HES’lere karşı yürüyen bir annenin sözleridir.
O zamanlar Bingöl ile Lice arasındaki dağlarda yaşardım. Evimiz küçük,
köyümüz de epey uzaktı. Bir ermiş olarak kabul edilen büyük amcamdan
ders almak için yola çıkardım. Babamın kuşkulu bakışlarından
kurtuluncaya kadar tedirginliğim geçmezdi. Ona göre keçi yavrularına
çobanlık yapmam ve biricik ablamın evde anneme yardın etmesi daha iyi
idi. Namaz kılacak kadar düz bir yerin bulunmadığı köyümüzde keçi
yavrularına çobanlık yapmak elinden fazla gemlenmiş şeytanla uğraşmaktan
daha beterdi. Ve bu, benim kabusumdu. Dersin olmadığı cuma günleri
çobanlık yapıyordum. Oğlakların peşinden koştururken takatsiz
kalıyordum. Kan ter içinde, yırtılmış ayakkabı ve elbiselerle ve kanayan
çiziklerle eve döner ve oturur oturmaz uyuyakaldığımı hatırlıyorum.
Bu yüzden okumayı herkesten çok daha fazla seviyordum. Doğrusu çok
imanlı ve kendini kaybedercesine eğitime yoğunlaşıyordum. Sevgili
amcamın takdir dolu övgülerine, babamın dişlerini gıcırtarak boyun
eğmesine için için seviniyordum. Yani, köyün her tarafında bulunan
sulama havuzlarında yüzme gibi bir gaflete düşmem ve bunun babamın
kulağına gitmesi ya da yüzümde yüzme sonrası kızarıklıkları görmesi keçi
çobanlığına başlamam demekti. Ama bazen dersten kaçıp, sevgili amcamın
merhametli hoşgörüsüne sığınarak yüzmeye gittiğim oluyordu. Bazen mis
kokulu bahçelerden tıka basa meyve ve böğürtlen yemeğe de.
Şeyh Said ‘lojistiği’
Hemen hemen her mevsim meyvelerimiz vardı. Kış 6 ay sürerdi. O zamanlar
kurutulmuş meyve ve samanların arasına ustaca yerleştirilmiş armut ve
elma yerdik. Hepsi sapsarı olurdu. Samanlara kokusu sinerdi. Sevgili
amcamın deyimiyle “ancak cennette bulunabilirdi böyle meyveler.” Bizim
dünyamızda sevgili amcam çok bilge biri olarak bilinirdi. Çünkü ta
Serhat’a kadar gitmişti. O zamanlar bilinen bütün dünyayı gezmişti.
Ondan, Asi Nehri’nin Kıble’ye karşı akan tek uğursuz nehir olduğunu
öğrenmiştim. “Bazen ulu nehirler de Kıble’ye gelmez, insanlar gibi
münafık olur” derdi. Renkli bezle ciltlenmiş ana defterlerinden bazı
bölümleri bize okurdu. Ve dünya hakkında bilgilenmemizi isterdi. Tabii
ki bu tuhaf bir dünya idi. Yani öyle fazla büyük değildi. Kore Savaşı’na
gitmiş Mehdi Dayı da onun coğrafi bilgilerine pek itiraz etmeye cesaret
etmezdi. Ama onun anlattığı dünya çok daha büyüktü ve sevgili amcamın
anlattığı dünyaya pek benzemiyordu. Onunki savaşlarla dolu bir dünya
idi.
Savaş hikayelerini biraz biliyorduk. Keçi otlatırken bazen sürüyle boş
kovan toplardık. Kalay yapmak için Çingene obaları geldiğinde onlara
verir ve karşılığında çakı veya sapan alırdık. Köylerimiz Şeyh Said’in
savaş alanı olmuştu. Bazen kahvaltıya toraq (yağı alınmış çökelek)
konulduğunda, babam Şeyh Said LOJİSTİĞİ diyordu, gülümseyerek.
Kadim bir şifacı
Köyde herkesin birkaç parça arazisi vardı. Dağ eteklerinde taraçalardı
bu araziler. En küçük tarlaya “şık” (yaklaşık 100-200 metre kare), daha
büyüğüne “larok” (200-400 metre kare) ve büyük alanlara “hega”
deniliyordu. Yıllar sonra Sümerlerin de tarlaya “hegal” dediklerini
öğrenmiştim. Şık’a babam tütün ekerdi. Bu tarla tapuluydu; ondan başka
kimse ayak basamazdı. Büyük abilerim yaprak almak için beni
gönderirlerdi. Zira onlar girmeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Bu
riski göze almak zorundaydım, o çok sevdiğim okumaya ya da havuzlarda
yüzme ve bahçelerde meyve yeme gibi mutlu zamanlara veda etmem
gerekirdi. Keçi çobanlığı için risk almaya değerdi. Oysa babamın gözü
gibi baktığı Şık’a girmek bir mayın tarlasına girmeye benziyordu. Her
tarafına görünmeyen işaretler konmuştu. Sadece sulamadan sonra iz
bıraktığım oluyordu. O zamanlar babam beni sorguya çekerdi, ama fazla
sıkıştırmazdı. Birkaç kutsal tütün yaprağı ile abimlerimin yetinmesi
henüz onu rahatsız etmiyordu. Anneannemin tükettiği tütünle
karşılaştırıldığında...
Babamı en çok korkutan anneannemdi. Yaşlı bir şifacıydı. Teyzem ve
annem de ona yardım ederdi. Köye gelen hastalar ona bol tütün getirirdi.
Kocaman bir piposu vardı, neredeyse bakır yoğurt çanağı kadardı.
Uyumadan önce sırt üstü uzanır ve kocaman piposundan dumanlar
yükselterek uyumaya çalışırdı.
Bu sorunum daha vardı; Sevgili Amcamın o zamanlar az bulunan ve muska
yazmak veya yeni duyduğu bir şiiri yazmak için kullandığı boş kağıtlar
da eksiliyordu. Ve giderek onları bulmakta zorlanıyordum. Ta ki abilerim
biber pipo buluncaya kadar.
O zamanlar yaşam öyle kolay değildi, Laruk tarlalarıyla kadınlar
ilgilenirdi genellikle. Buralar sebze ve meyve bahçeleriydi. Kış için de
patates ve beyaz turp yetiştiriliyordu. Evimizin bitişiğinde köpek
kulübesi gibi yerler yapılırdı. İlk kar yağdığında beyaz turplar ve
patatesler sulanır ve tatlanırdı. Ancak o zamanlar yenirdi. (En geç
elmalar olgunlaşırdı. Ablamla fazla sabırlı davranmazdık. Henüz ham ve
acı olan elmaları kaynatır, haşlar öyle yerdik. Öyle samanlığa koyup
aylarca beklemek gibi bir sabırdan henüz yoksunduk. Bazen de yassı
taşların arasında ezer, pelte haline getirir öyle yerdik.)
Kış çok uzundu...
Hegalara buğday, darı ve arpa ekerdik. Başakları bir serçeden daha
büyüktü. Geceleri darı tarlasına ayılar girdiği için, tarlaya fanus
asardı babam. Ama yine de ışığın vurmadığı kenarlarda başakların yok
olduğunu ve ayıların ayak izlerini gördüğünü söylerdi babam, hayvanlar
âlemine sayısız küfürler savurarak. Annem ise onun bu kızgın ve düşmanca
tutumunu kınar ve aç gözlülüğünü yüzüne vururdu. Ama sonbaharda,
kavurma zamanında evin önüne kadar gelen ayı sürüsüne en çok annem
öfkelenir ve ateşten çektiği kalın meşe ateşlerini fırlatırdı. Babam
oralı olmaz, “zavallı hayvanlardan ne istiyorsun?” diye takılırdı.
Meşe yaprağı kesiminden sonra, ilk kar düştüğünde, artık köye gidemez
olurdum. Bu benim için sıkıcıydı. Tipi olmadığı zamanlarda yine de
babamın peşine takılır, köye giderdim. Sevgili Amcam bir süre ödev
verirdi. Babam pek de dindar olmayan dünyevi sorular sorardı ona. Ama
babamın herkesi yanılttığını biliyordum. Onun, evimizin önünden geçen
kanalın üzerinde yaptığı ve geceleri ayın ve yıldızların yıkandığı oval
havuzun başında bulunan büyük ve bembeyaz namazlık taşının üzerinde
içtenlikle göğe bakarak ve gülümseyerek dua ettiğini biliyordum.
Hayvanlara vurduğunu veya su zamanlarını, yem zamanlarını aksattığını
hiç hatırlamıyorum. Önce onlara bakardı uzun kış gecelerinde. Seslerini
dinler ve öyle uyurdu.
Köylüler çok hayvan beslemeye başlayınca ot ve gaven yetmemeye
başlamıştı. Ve o kış uzun sürmüştü. Babam tedirgindi. Kar erimiyordu.
Yem kalmamış gibiydi. Bir sabah evimize sevgili amcam ve hepimize
varlığıyla onur ve huzur veren Melle Mehdi gelmişti. İkisi de
kederliydi. Babama ve akrabamıza çok öfkelenmişlerdi. “Çok hayvan
beslemeyin demiştik!” Ahırdan aç hayvanların sesleri geliyordu. “Hepiniz
aç gözlülük ettiniz!” demişti, o ender yetişen bilge, sonra merhamete
gelip dualar etmişti.
‘Dengeyi bozan yaşamı yok eder’
Sevgili amcam öfkesini ilk defa gizlemiyordu; “Dengeyi bozan yaşamı da
yok eder. Kanaati olmayanın imanı zayıftır” demişti. Sonra üzgün duran
babama dönecek; “Sana demiştim, sen fazla hayvan beslemeye kalkmasaydın
diğerleri buna cesaret etmezdi.”
Sonra babam lekanlarını bağlamış ve onları köye götürmek için önlerine
düşmüştü. Soğuktu. Kar hâlâ samanlığın saçağına kadar yükseliyordu.
Onlar gittikten sonra ağabeylerim hayvanları dışarıya çıkardılar. Artık
annemi dinlemiyorlardı. Bahçelerin olduğu yerlerde ağaçların üst dalları
garip bir dünyada büyüyen çalılar gibi duruyordu. Oraya sürmüşlerdi
sürüyü. 100’den fazla keçi ve 20’ye yakın sığır vardı. Geri
döndüklerinde bahçelerin orda dal falan kalmamıştı.
Babama bunları anlattıklarında, lekanlarını çıkarmadan öyle olduğu yere
çökmüştü. “Bütün keçiler ölecek” demişti. Annemin anlattığı gibi taze
filizler onlar için zehir gibiydi. Köyü terk ettiğimizde, aşağı derede
hâlâ kartal ve akbaba bulutları döneniyordu. Leşlere üşüşmüş akbabaların
her biri eşek çulu kadardı. Kalan birkaç keçi ve sığırları da o
akbabalar gibi üşüşen tüccarlar kapmıştı. Yola çıktığımızda kimse
kimsenin yüzüne bakamıyordu.
Yıllar sonra, Sovyetler dağıldığında, onların yaptığı bir Kazak çoban
filmi seyretmiştim. Sürü besleyen büyük bir kalhoz’un çobanları parti
komiseri ile toplantı yapıyordu. Komiser çobanları adam akıllı
eleştirdikten sonra “Yoldaşlar” demişti kesin bir üslupla “bu yıl koyun
sürülerini iki katına çıkartmamızı parti istiyor.” Çobanlar başları
önlerinde, not defterlerine bir şeyler çizip duruyorlardı. Sonra
cesaretini toplayan tecrübeli bir çoban, şöyle demişti: “Sürüyü
çoğaltabiliriz Komiser Yoldaş, ama merayı nasıl iki katına
çıkartacağız?” demişti. Aşırı otlatma, mera alanlarında yaşayan hayvan
sayısının alanın taşıma kapasitesinin üstünde olması, bitki varlığı ve
çeşitliliğinin zarar görmesini ve dolayısı ile besiciliğin de yok
olmasını beraberinde getiriyor. Ülkemizde bu derin bir sorundur. Aç
gözlülükten kaynaklanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder