1799'da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere
Akka'nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü vermiş, ancak
bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştirememişti.
1840'ta, Kudüs'teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston 'Britanya
İmparatorluğu'nun yüksek çıkarlarını korumak üzere' bir
Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya atmıştı.
Siyonizm ideolojisinin doğuşu
İsrail’in Gazze’ye yönelik gayrı hukuki, gayrı insani, gayrı ahlaki harekâtı sürüyor. AB yarım ağızla İsrail’i kınadı. BM Güvenlik Konseyi bir basın açıklaması bile yapmadan dağıldı. Arap Birliği’nin, İslam Konferansı Örgütü’nün, Arap ülkelerinin ve İran’ın sesi çıkmıyor. ABD her zamanki gibi İsrail’i destekliyor. Türkiye’de ise tersine çok büyük bir hassasiyet var. Öyle ki, bazı gruplar siyasi eleştiri sınırını aşıp, ‘Yahudilere ölüm’, ‘İsrail’i yok edin’ deme noktasına vardılar. Bu yazı dizisinde, İsrail-Filistin çatışmasının tüm boyutlarını, tüm ayrıntılarını kapsama iddiasında değilim. Böyle bir şeyi yapmak için ne bu sayfalar yeter, ne benim bilgim. Sadece, uzun, karmaşık ve dramatik tarihçenin 1970’lere kadarki bölümünden bazı sahneler sunmaya çalışacağım. Belki böylece bazılarının neden sessiz kaldığını, bazılarının neden çok bağırdığını daha iyi anlayabiliriz.
Dreyfus Davası
21 Temmuz 1906’da, Paris’teki Ecolé Militaire’in (Askeri Akademi) avlusunda zayıf ve ciddi yüzlü orta yaşlı bir askere Legion d’Honneur nişanı takılıyordu. Bu kişinin adı Alfred Dreyfus’tu. Rütbelerinin iade edilmesi töreninde “Çok yaşa Dreyfus!” diye çılgınca bağıran halka, Yüzbaşı’nın yanıtı “Hayır beyler hayır, çok yaşa Fransa!” oldu. Halbuki yaklaşık 12 yıl önce aynı yerde rütbeleri sökülürken, aynı halk ‘Yahudilere ölüm’, ‘hainlere ölüm’, ‘Yahuda’ya ölüm’ diye haykırmıştı. Ve bu iki tören arasındaki yıllar sadece Alfred Dreyfus’un değil, tüm Fransa’nın, Avrupa’nın önemli bir dönemecini oluşturuyordu.
Ancak bu olaydan etkilenen bir kişi daha vardı. Bu kişi, Viyana’da yayınlanan Neue Freie Presse’in Paris muhabiri olarak izleyen Theodor Herzl’di. Fransa’nın askeri sırlarını Almanlara verdiğinden şüphelenilen Yahudi Yüzbaşı Dreyfus’un, 19-22 Aralık 1894 tarihinde görülen dava sonunda, paranoyak devlet görevlileri ile Yahudi düşmanı basının kışkırttığı isterik halk yığınlarının baskılarıyla vatana ihanet suçundan ömür boyu hapse mahkûm edilmesini izleyen Herzl, dava boyunca Paris halkının sokaklarda ‘Yahudilere ölüm!’, çığlıklarıyla dolaşmasından çok etkilenerek, 1896’da, politik Siyonizmin manifestosu olan ‘Yahudi Devleti’ adlı kitabını yazmıştı.
Asimilasyondan Siyonizme
Theodor Herzl, 1860’da Macaristan’da doğmuş, 1878’de ailesiyle Viyana’ya göçetmiş, Yahudi Aydınlanması (Haskala) anlayışına bağlı bir hukuk doktoruydu. Tevrat araştırmacısı Moses Mendhelsonn tarafından 1770’lerde geliştirilen Haskala’nın esasını, Yahudilerin dinsel ve kültürel aşırılıklarını törpüleyerek Yahudi olmayan kültürlerin içinde erimesi fikri oluşturuyordu. Nitekim Herzl o tarihe kadar kendini bir Alman yazarı olarak tanımlıyordu. Ancak, kitabının ana fikri, “Yahudilere karşı önyargılar Batı toplumunun içine öylesine işlemiştir ki, bu önyargıları asimilasyon veya entegrasyon yoluyla kırmak mümkün değildir. “Antisemitizm hastalığının tek bir ilacı vardır: O da Yahudilerin kendi devletlerini kurmasıdır” şeklindeydi.
Ancak, böylesi radikal bir değişimin Dreyfus Davası’nın görüldüğü kısa sürede tamamlanması pek inandırıcı değildi. Muhtemelen, Herzl bu konu üzerinde çoktandır düşünüyordu. Çünkü Habsburg topraklarında 1870’lerden itibaren, antisemitizmin de, Almanlaşmak, Macarlaşmak veya Polonyalılaşmak gibi asimilasyoncu eğilimlerin de en uç örnekleri yaşanıyordu.
Anti semitizmin kısa tarihi
Herzl’de derin dönüşümlere neden olan ‘Yahudi ırkından gelenlere duyulan fanatik nefret’ diye özetlenebilecek anti semitizmin tarihi çok eskilere gider. Yahudi inanışına göre, İsrailoğulları en mutlu günlerini MÖ. 10. Yüzyıl’da, Süleyman’ın krallığı döneminde yaşamışlardı. Süleyman’ın ölümünden sonra, Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar görmüşler, Babil Kralı Nabukadnezar’ın MÖ. 586’da Süleyman’ın Tapınağı’nı yıkmasının ardından Babil’e sürülmüşler, İranlı Ahimened Kralı II. Kiros tarafından esaretten kurtarılmışlar, Büyük İskender döneminde Makedonya Krallığı’nın tebası olmuşlar, İskender’den sonra Mısır ve Helen egemenliği arasında gidip gelmişlerdi. Yahudi tarihinde dönüm noktasını, Süleyman’ın Tapınağı’nın MS. 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmesi oluşturuyordu.
Hıristiyanlığın pençesinde
Roma’ya ikinci kez başkaldırdıkları 132-135 yıllarından sonra İmparatorluğun çeşitli bölgelerine göç etmek zorunda kalan Yahudilerin durumu, Roma’nın Hıristiyanlığı kabulünden sonra daha da zorlaştı. Tahmin edileceği gibi Hıristiyanlar (Katolikler), Yahudileri İsa’yı öldürdüğü ya da öldürttüğü inancı yüzünden sevmiyorlardı. Ayrıca, Katolikler İsa’nın, Yahudilerin asırlardır bekledikleri, Yahudi dini metinlerinde anlatılan Mesih olduğuna inanıyorlar, Yahudiler ise İsa’yı Mesih olarak kabul etmiyorlardı.
300’lü yılların başında İspanya’da Yahudi erkekle evlenmek yasaklandı. 1215 Lateran Konsili’nde Yahudilerin (ve Müslümanların) özel giysiler giymesi zorunlu kılındı. 1348-1351 arasında Avrupa’nın üçte birini yok eden Büyük Veba Salgını sırasında ‘günah keçisi’ ilan edilerek Doğu Avrupa’ya göçmek zorunda bırakıldılar. 1492’de İspanya’dan sürüldüler. İlk kez 1516’da Venedik’te getto denilen duvarlarla çevrili mahallelere çekilmek zorunda kaldılar. Roma’daki son Yahudi getto’su 1870’de kaldırıldı.
Modernleşmenin karanlık yüzü
Ortaçağ’dan beri tarımla uğraşmaları, üniversiteye girmeleri, askerlik yapmaları ve kamu görevlisi olmaları yasak olan Yahudilerin, faaliyet gösterebilecekleri tek alan olan ticaret ve bankacılıkta elde ettikleri başarılar Yahudi düşmanlığını pekiştiren bir unsur oldu.
Aydınlanma düşüncesi ve 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı özgürlük ortamından diğer gruplar gibi Yahudiler de yararlandı. 1799’da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka’nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü verdi, ancak bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştiremedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston ‘Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere’ bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya attı ama arkası gelmedi.
Yönetim kademelerinde ve politik yaşamda daha çok yer aldıkları gibi sahip oldukları finans gücü ile modernizasyonun itici güçlerinden biri olan Yahudilerin bu durumları paradoksal olarak iki cepheden; Yahudi sermayesine karşı sınıfsal kini Yahudi düşmanlığı ile karıştıran Sosyalistlerden ve Yahudiliğin dinsel düşmanı olan Katolik Kilisesi’nden tepki gördü. Bu iki kesimin yönlendirdiği geniş halk kesimleri ise Yahudileri şeytanlaştırma işinde çok ileri gittiler. Rusya’da Yahudiler 1881’den 1940’lara kadar pogrom adı verilen katliamlarda can verdiler. Rusçada ‘ayaklanma’ anlamına gelen pogrom’lar, sivil halk tarafından Yahudilere karşı yapılan saldırılardı. Ancak bu saldırılar kolluk kuvvetlerinin göz yumması ya da yardımıyla yapılıyordu. 1940’tan sonra ise gaz fırınlarında can verdiler…
Basel Kongresi’ne doğru
Herzl’in projesinin adı Siyonizm’di. ‘Siyon’ eski Kudüs’ün duvarlarının dışındaki tapınak tepesinin adıydı ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eş anlamlı olarak kullanılmıştı. Dahası binlerce yıl önce yurtlarından kovulmuş Yahudi halkının Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize etmişti.
Kuzeyde Aşağı Litani Nehri’nden, güneyde Gazze Vadisi’ne, batı Arabistan Çölü’nden doğuda Akdeniz’e uzanan, bugünkü İsrail ve Ürdün’le Mısır’ın bir kısmını içeren bölgenin Filistin’in adı, MÖ 12. Yüzyıl’da Ege Adaları’ndan (büyük ihtimalle Girit’ten) kalkarak Anadolu, Kıbrıs ve Suriye’yi yakıp yıktıktan sonra Mısır’a saldıran ancak Mısırlılar tarafından püskürtüldükten sonra bugünkü Tel Aviv-Yafa’dan Gazze Şeridi’ne kadar uzanan bölgeye yerleşen Filistîler adlı bir deniz kavminin adından geliyordu. Yani Filistîler bir Arap kavmi değildi. Mitolojiye göre, zamanla komşu bölgelere yayılan Filistîlerin en büyük düşmanı, bölgeye onlardan sonra gelen İsrailoğulları olmuştu. Filistîler, İsrailoğullarına karşı ilk yenilgiyi, MÖ 10. Yüzyıl’da Davud döneminde yaşamışlardı.
Projesindeki dinsel referanslara rağmen, Herzl’in Siyonizmi, dinsel bir proje değil, seküler, siyasi bir projeydi. Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamı olan Max Nordau da Torah inancını gençliğinde terk etmiş, Protestan bir Almanla evlenmiş, Alman kültürünü benimsemiş bir asimilasyonistti. Herzl, Nordau ve diğer tüm Siyonist önderler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancı, Yahudilerin rehavete kapılmalarına neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu.
Nitekim Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizmin boş yere düşman kazanıp rahatlarını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını savundular. Pek çok haham ve rabbi ise Yahudiliğin kutsal sembollerinden olan İsrail topraklarını seküler hale getirileceğini ileri sürerek, Siyonizmi adeta bir küfür saydılar. Ancak daha sonra bazı din adamları, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalması için iyi bir durak olacağını düşünerek Siyonizme destek verince, Siyonizm hem seküler, hem dinsel unsurları etrafında toplamayı başardı. Herzl başkanlığında, 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararası çapta örgütlenmenin ilk adımı atıldı ve her yıl yapılan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama girişimlerine hız verildi.
(Kaynak: Michael Marrus, The Politics of Assimilation: The French Community at the Time of the Dreyfus Affair, Oxford, 1980; Jacques Kornberg, Theodor Herzl:From Assimilation to Zionism, Indiana University Press, 1993.)
Herzl ile Abdülhamit neler konuştu?
Siyonistlerin İslamcı politikaları ile tanınan II. Abdülhamit’le ilişkileri konusunda çelişik bilgiler vardır. Abdülhamit, 1890’da yayımladığı iki irade ile Siyonistlerin Filistin’e girmelerini önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasını emretmişti. Herzl’e göre, 1896-1902 arasında Abdülhamit’le görüşmek için pek çok kez girişimde bulunmuştu. Girişimlerinden ilki 1896 Haziranında yapılmış, Abdülhamit’in hafiyelerinden Leh asıllı Kont Philipp de Newlinski aracılığıyla Filistin karşılığında beş milyon altın teklif edilmiş, Abdülhamit bu teklifi reddetmişti.
Herzl 1898’de Kutsal Toprakları ziyaret eden Kayzer II. Wilhelm’le buluşmuş ve Almanların koruması altında Filistin’de bir arazi şirketi kurmayı önermişti. Kayzer ilk anda anti-Semitik duygularla, Yahudileri Avrupa’dan uzaklaştırma fikrine sıcak bakmış, rivayete göre konuyu Abdülhamit’e de açmış, ancak Abdülhamit’in sıcak bakmaması üzerine, Siyonistlere destek vermekten vazgeçmişti.
Bir başka girişim, 4 Haziran 1900’de Abdülhamit’in bir başka hafiyesi Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery aracılığıyla yapılmıştı. Ama cevap yine olumsuzdu. Ancak Şubat 1902’de Abdülhamit’in huzuruna çıkmayı başaran Herzl, günlüğüne Abdülhamid’in devlete tabi olmayı kabul eden tüm Musevilere kapıları açmaya istekli olduğunu, fakat insanların yerleştirileceği bölgelere hükümetin karar vereceğini, Filistin hariç olmak üzere Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve hemen hemen her yerde kolonileşmeye izin verileceğini yazmış ve yazısını, “içinde Filistin’in olmadığı bir imtiyaz!” diye bitirmişti. Bu, Herzl’in istediği imtiyaz değildi. Aynı yılın Ağustos ayında Abdülhamit’in, yeni bir teklifi gelmişti ancak bu ilkinden daha elverişsizdi. Herzl’in günlüğünde ‘Türk devleti için 20 milyon pound harcadık ama hala sonuç alamadık’ şeklindeki ifadeler ise daha da kafa karıştırıcı.
(Kaynak: Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1914), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982; The complete diaries of Theodor Herzl, Yay. Haz. Raphael Patai, New York : Herzl Press and Thomas Yoseloff, 1960.)
Ancak, Abdülhamit döneminde Filistin’e Yahudi göçünün arttığını iddia edenler vardır. Bu iddiaların doğru olup olmadığını anlamak kolay değil çünkü, söz konusu dönemlere ait güvenilir nüfus istatistikleri yoktur. Örneğin Osmanlı salnamelerine göre 1878’de Filistin’de yaklaşık 404 bin Müslüman, 44 bin Hıristiyan ve 25 bin Yahudi (10 bini yabancı uyruklu olarak kaydedilmiş) yaşarken, 1893 nüfus sayımına göre, yaklaşık 372 bin Müslüman, 43 bin Hıristiyan, 9 bin Yahudi yaşıyordu. Bir başka kaynağa göre ise, 1893’te 80 bin Yahudi yaşıyordu. Bu sayılardan, Abdülhamit dönemine ilişkin doğru bir çıkarımda bulunmak zor. (Nüfus konusundaki tartışmalar için bkz. http://www.mideastweb.org/palpop.htm)
Abdülhamit’in Filistin’deki mülkleri
Öte yandan, Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40 bin dönüm toprak satın aldığı, 30 kadar koloni kurduğu, ünlü Yahudi zengini Baron Rothschild’in Fransa’nın tanınmış tarım okullarından uzmanlar getirttiği ve avokado, zeytin, üzüm yetiştirmeye çalıştığı, şarap bağları ve parfüm imalathaneleri kurdurduğu iddiaları var. (Öke, s.41)
Eğer bu iddialar doğruysa, Yahudilerin Filistin’de Abdülhamit’in bilgisi dışında mülk satın alması mümkün değil. Çünkü bugün biliyoruz ki, 33 yıllık saltanatı süresince Abdülhamit doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirmişti. Bu bağlamda, Suriye’deki en verimli toprakların üçte biri (üç milyon dönüm), Filistin’deki (özellikle Gazze’de) ekilebilir toprakların yedide biri (1.036.000 dönüm), Irak’ın o tarihteki petrol yataklarının en zenginlerini özel mülkü yapmıştı. 1909’da tahttan indirildikten sonra Meclis, Abdülhamit’e ait tüm taşınmazlara el koymuş, bu mallar daha sonra Türkiye Cumhriyeti hazinesine aktarılmıştı.
Abdülhamit’in mirasçıları 1920’de bu nedenle dava açmışlar, yıllar sonra, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Hilafetin İlgası’na dair kanun hükmü uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti dahilinde tapuya kayıtlı taşınmazlarının ulusa aktarıldığını hükme bağlamıştı. Ancak mirasçılar yılmadı ve uluslararası mahkemelerde davayı yenilediler. Filistin’de açılan dava on yıl sonra Yafa’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Londra’ya gönderildi; sonra tekrar Kudüs’e döndü. 1944’te Yahudi göçüne imkan sağlayacak arazilerin mülkiyetini devir ve davadan Yahudi vakıfları lehine feragat belgesi karşılığı Irak petrollerinin işletmesinden payla birlikte para önerildi. Varislerin bu teklifi reddetmesinin ardından 1945’te Kudüs İstinaf Mahkemesi davayı reddetti.
(Kaynak: Cemil Koçak II. Abdülhamid’in Mirası, İstanbul, Arba, 1990, İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003, s. 375-377.)
Uganda Projesi
Herzl bu arada Britanya ile Sina Yarımadası (El Ariş) için görüşmeler de yapmış ama kabul ettirememişti. Fransa herhangi bir Avrupa Devleti tarafından tek yönlü olarak Filistin’de bir Yahudi devletinin destekleneceği ilan edilecek olursa, Suriye kıyılarında demir atmış Fransız donanmasını harekete geçireceği tehdidini savurunca, Britanya Herzl’e Batı Afrika’daki kolonisi Uganda’ya (bugünkü Kenya) yerleşmelerini önerdi. Herzl, 1903’te Kişinev pogrom’unun (‘Kişinev Paskalyası’ diye bilinen pogrom, üç gün sürmüş ve 45 kişi ölmüştü) etkisiyle teklifi kabul ederken, ilerde halefi olacak Dr. Chaim (Haim) Weizmann, reddetti. Nitekim ertesi yıl Uganda’ya gönderilen heyetin raporu da olumsuzdu. Bölge vahşi hayvanlar, öldürücü böcekler ve pek dost görünmeyen Massailer’le meskûndu.
1904’te Herzl’in ölümü de eklenince Uganda meselesi kapandı ancak planın reddi, hem Britanya’nın hevesini kaçırdı hem de Siyonist hareketi ikiye böldü. Nachman Syrkin’in temsil ettiği Sosyalist Siyonistler ve Israil Zangwill’in temsil ettiği İskân Teşkilatı nerede olursa olsun İsrail devletinin kurulması için çalışmaya başladılar. (Arjantin, Kanada hatta Texas gibi seçenekler üzerinde durulmuştu.) Ancak Herzl’in yerini alan Haim Weizman işi sağlama aldı ve 1904’ten itibaren Britanyalı kanaat önderlerine Siyonizm davasını anlatmaya koyuldu. Weizmann ve arkadaşları çabalarının meyvesini, tam 13 yıl sonra toplayacaklardı…
(Kaynak: Theodor Herzl’in Der Judenstaat/Yahudi Devleti adlı kitabının İngilizce versiyonu: http://www.gutenberg.org/ebooks/25282)
Dona Gracia Mendes’ün büyük hayali
31 Mart 1492’de Kastilya Kraliçesi İsabella ve Aragon kralı II. Ferdinand tarafından çıkarılan ‘Kovma Fermanı’ ile Hıristiyan inancı uyarınca vaftiz olmayı kabul etmeyen Yahudilerin İspanya’dan ayrılması emredilince, Yahudilerin bir kısmı kerhen de olsa din değiştirmiş, bir kısmı sığınabilecekleri bir yurt aramaya başlamıştı. Yahudi göçmenleri Cadiz’den almaya gelen gemilerden ikisini Osmanlı İmparatoru II. Bayezit göndermişti. Yahudiler bu olaydan dolayı, Osmanlı Devleti’ni hep minnetle andılar. Ancak, yüzyıllar boyu sürecek göçler sonunda yüzbinlerce Yahudi’nin sadece 60 bini Osmanlı ülkesine, 23 bini Portekiz’e, geri kalanı ise Hollanda, İtalya, Fransa, Kuzey Afrika ve Yeni Dünya’ya gitmek zorunda kalmıştı.
1492’de İspanya’dan Portekiz’e göç eden Yahudi ailelerden birinin oğlu olan Jozef Nasi ve halası Doña Gracia Mendes’in yolu Anvers, Venedik ve Ferrera’dan geçtikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman’la kesişti. Rivayete göre Yahudi doktoru Jozef Hamon’dan Mendes ailesinin hikâyesini dinleyen Kanuni, bazılarına göre tamamen insani nedenlerle, bazılarına göre dönemin en etkili ve zengin ailesi olan Mendesler’in İstanbul’da olmaları İmparatorluğa güç katacağı için, ailenin İstanbul’a göç etmesine izin vermişti.
Avrupa kraliyet aileleri ile ilişkileri yüzünden Kanuni tarafından ‘Frenk Bey Oğlu’ diye onurlandırılan Nasi, Kanuni’nin oğlu II. Selim tarafından da Ege Denizi’ndeki ‘Naksos ve Kiklad Adaları’nın Dükü’ ilan edilmişti. Nasi, düklüğünü İstanbul’dan, Kuruçeşme’deki sarayından yönetmiş ve esas olarak diplomasi, politika, ticaret ve bankerlikle uğraşmıştı. Dona Gracia ise, bu işlerinde yeğeninin en büyük yardımcısı olmuştu.
Taberiye’de Yahudi Yurdu
Doña Gracia ve Jozef Nasi’nin en büyük projesi Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Osmanlı Devleti’ne katılmış olan Arz-ı Filistin’de bağımsız bir Yahudi yerleşimi kurma girişimiydi. İkili, 1558-1560 arasında Kanuni’nin izniyle Kudüs, Hebron ve Safed’le birlikte Yahudilerin dört kutsal kentinden biri olan antik Tiberias’da (Taberiye) toprak satın almışlardı. Tiberias, o zamanlar tamamen harabe halindeydi. Saraydan 1561’de, epey yüklü bir kira bedeli karşılığında Tiberias ve civardaki sekiz köy Jozef Nasi’nin yönetimine verilince, hayal gerçek olmaya başladı. 1564/65 kışında şehrin duvarları yenilendi. Tiberias’ı ekonomik açıdan bağımsız kılmak için koyun besiciliği ve ipek böçekçiliği ile uğraşan bir vakıf kurulduktan sonra İtalya’daki Yahudilere Tiberias’a gelip yerleşmeleri için bir davet mektubu gönderildi. Ancak, Yahudileri ikna etmek mümkün olmadı. Çünkü Filistin’e ancak Mesih’in öncülüğünde gitmek gerektiğine inanıyorlardı. 1569’da, bir süredir hasta olan Doña Gracia ölünce Yahudilerin Tiberias cennetine yerleşme hayali 19. Yüzyıl’ın sonuna ertelendi.
Kaynakça: Cecil Roth, Doña Gracia of the House of Nasi, Jewish Publication Society of America 1988; Norman Stillman, The Jews of Arab Lands, Jewish Publications Society, 1979; Catherine Clement, Muhteşem Senyora, Everest Yayınları, 2001 (Roman)
İsrail’in Gazze’ye yönelik gayrı hukuki, gayrı insani, gayrı ahlaki harekâtı sürüyor. AB yarım ağızla İsrail’i kınadı. BM Güvenlik Konseyi bir basın açıklaması bile yapmadan dağıldı. Arap Birliği’nin, İslam Konferansı Örgütü’nün, Arap ülkelerinin ve İran’ın sesi çıkmıyor. ABD her zamanki gibi İsrail’i destekliyor. Türkiye’de ise tersine çok büyük bir hassasiyet var. Öyle ki, bazı gruplar siyasi eleştiri sınırını aşıp, ‘Yahudilere ölüm’, ‘İsrail’i yok edin’ deme noktasına vardılar. Bu yazı dizisinde, İsrail-Filistin çatışmasının tüm boyutlarını, tüm ayrıntılarını kapsama iddiasında değilim. Böyle bir şeyi yapmak için ne bu sayfalar yeter, ne benim bilgim. Sadece, uzun, karmaşık ve dramatik tarihçenin 1970’lere kadarki bölümünden bazı sahneler sunmaya çalışacağım. Belki böylece bazılarının neden sessiz kaldığını, bazılarının neden çok bağırdığını daha iyi anlayabiliriz.
Dreyfus Davası
21 Temmuz 1906’da, Paris’teki Ecolé Militaire’in (Askeri Akademi) avlusunda zayıf ve ciddi yüzlü orta yaşlı bir askere Legion d’Honneur nişanı takılıyordu. Bu kişinin adı Alfred Dreyfus’tu. Rütbelerinin iade edilmesi töreninde “Çok yaşa Dreyfus!” diye çılgınca bağıran halka, Yüzbaşı’nın yanıtı “Hayır beyler hayır, çok yaşa Fransa!” oldu. Halbuki yaklaşık 12 yıl önce aynı yerde rütbeleri sökülürken, aynı halk ‘Yahudilere ölüm’, ‘hainlere ölüm’, ‘Yahuda’ya ölüm’ diye haykırmıştı. Ve bu iki tören arasındaki yıllar sadece Alfred Dreyfus’un değil, tüm Fransa’nın, Avrupa’nın önemli bir dönemecini oluşturuyordu.
Ancak bu olaydan etkilenen bir kişi daha vardı. Bu kişi, Viyana’da yayınlanan Neue Freie Presse’in Paris muhabiri olarak izleyen Theodor Herzl’di. Fransa’nın askeri sırlarını Almanlara verdiğinden şüphelenilen Yahudi Yüzbaşı Dreyfus’un, 19-22 Aralık 1894 tarihinde görülen dava sonunda, paranoyak devlet görevlileri ile Yahudi düşmanı basının kışkırttığı isterik halk yığınlarının baskılarıyla vatana ihanet suçundan ömür boyu hapse mahkûm edilmesini izleyen Herzl, dava boyunca Paris halkının sokaklarda ‘Yahudilere ölüm!’, çığlıklarıyla dolaşmasından çok etkilenerek, 1896’da, politik Siyonizmin manifestosu olan ‘Yahudi Devleti’ adlı kitabını yazmıştı.
Asimilasyondan Siyonizme
Theodor Herzl, 1860’da Macaristan’da doğmuş, 1878’de ailesiyle Viyana’ya göçetmiş, Yahudi Aydınlanması (Haskala) anlayışına bağlı bir hukuk doktoruydu. Tevrat araştırmacısı Moses Mendhelsonn tarafından 1770’lerde geliştirilen Haskala’nın esasını, Yahudilerin dinsel ve kültürel aşırılıklarını törpüleyerek Yahudi olmayan kültürlerin içinde erimesi fikri oluşturuyordu. Nitekim Herzl o tarihe kadar kendini bir Alman yazarı olarak tanımlıyordu. Ancak, kitabının ana fikri, “Yahudilere karşı önyargılar Batı toplumunun içine öylesine işlemiştir ki, bu önyargıları asimilasyon veya entegrasyon yoluyla kırmak mümkün değildir. “Antisemitizm hastalığının tek bir ilacı vardır: O da Yahudilerin kendi devletlerini kurmasıdır” şeklindeydi.
Ancak, böylesi radikal bir değişimin Dreyfus Davası’nın görüldüğü kısa sürede tamamlanması pek inandırıcı değildi. Muhtemelen, Herzl bu konu üzerinde çoktandır düşünüyordu. Çünkü Habsburg topraklarında 1870’lerden itibaren, antisemitizmin de, Almanlaşmak, Macarlaşmak veya Polonyalılaşmak gibi asimilasyoncu eğilimlerin de en uç örnekleri yaşanıyordu.
Anti semitizmin kısa tarihi
Herzl’de derin dönüşümlere neden olan ‘Yahudi ırkından gelenlere duyulan fanatik nefret’ diye özetlenebilecek anti semitizmin tarihi çok eskilere gider. Yahudi inanışına göre, İsrailoğulları en mutlu günlerini MÖ. 10. Yüzyıl’da, Süleyman’ın krallığı döneminde yaşamışlardı. Süleyman’ın ölümünden sonra, Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar görmüşler, Babil Kralı Nabukadnezar’ın MÖ. 586’da Süleyman’ın Tapınağı’nı yıkmasının ardından Babil’e sürülmüşler, İranlı Ahimened Kralı II. Kiros tarafından esaretten kurtarılmışlar, Büyük İskender döneminde Makedonya Krallığı’nın tebası olmuşlar, İskender’den sonra Mısır ve Helen egemenliği arasında gidip gelmişlerdi. Yahudi tarihinde dönüm noktasını, Süleyman’ın Tapınağı’nın MS. 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmesi oluşturuyordu.
Hıristiyanlığın pençesinde
Roma’ya ikinci kez başkaldırdıkları 132-135 yıllarından sonra İmparatorluğun çeşitli bölgelerine göç etmek zorunda kalan Yahudilerin durumu, Roma’nın Hıristiyanlığı kabulünden sonra daha da zorlaştı. Tahmin edileceği gibi Hıristiyanlar (Katolikler), Yahudileri İsa’yı öldürdüğü ya da öldürttüğü inancı yüzünden sevmiyorlardı. Ayrıca, Katolikler İsa’nın, Yahudilerin asırlardır bekledikleri, Yahudi dini metinlerinde anlatılan Mesih olduğuna inanıyorlar, Yahudiler ise İsa’yı Mesih olarak kabul etmiyorlardı.
300’lü yılların başında İspanya’da Yahudi erkekle evlenmek yasaklandı. 1215 Lateran Konsili’nde Yahudilerin (ve Müslümanların) özel giysiler giymesi zorunlu kılındı. 1348-1351 arasında Avrupa’nın üçte birini yok eden Büyük Veba Salgını sırasında ‘günah keçisi’ ilan edilerek Doğu Avrupa’ya göçmek zorunda bırakıldılar. 1492’de İspanya’dan sürüldüler. İlk kez 1516’da Venedik’te getto denilen duvarlarla çevrili mahallelere çekilmek zorunda kaldılar. Roma’daki son Yahudi getto’su 1870’de kaldırıldı.
Modernleşmenin karanlık yüzü
Ortaçağ’dan beri tarımla uğraşmaları, üniversiteye girmeleri, askerlik yapmaları ve kamu görevlisi olmaları yasak olan Yahudilerin, faaliyet gösterebilecekleri tek alan olan ticaret ve bankacılıkta elde ettikleri başarılar Yahudi düşmanlığını pekiştiren bir unsur oldu.
Aydınlanma düşüncesi ve 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı özgürlük ortamından diğer gruplar gibi Yahudiler de yararlandı. 1799’da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka’nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü verdi, ancak bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştiremedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston ‘Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere’ bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya attı ama arkası gelmedi.
Yönetim kademelerinde ve politik yaşamda daha çok yer aldıkları gibi sahip oldukları finans gücü ile modernizasyonun itici güçlerinden biri olan Yahudilerin bu durumları paradoksal olarak iki cepheden; Yahudi sermayesine karşı sınıfsal kini Yahudi düşmanlığı ile karıştıran Sosyalistlerden ve Yahudiliğin dinsel düşmanı olan Katolik Kilisesi’nden tepki gördü. Bu iki kesimin yönlendirdiği geniş halk kesimleri ise Yahudileri şeytanlaştırma işinde çok ileri gittiler. Rusya’da Yahudiler 1881’den 1940’lara kadar pogrom adı verilen katliamlarda can verdiler. Rusçada ‘ayaklanma’ anlamına gelen pogrom’lar, sivil halk tarafından Yahudilere karşı yapılan saldırılardı. Ancak bu saldırılar kolluk kuvvetlerinin göz yumması ya da yardımıyla yapılıyordu. 1940’tan sonra ise gaz fırınlarında can verdiler…
Basel Kongresi’ne doğru
Herzl’in projesinin adı Siyonizm’di. ‘Siyon’ eski Kudüs’ün duvarlarının dışındaki tapınak tepesinin adıydı ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eş anlamlı olarak kullanılmıştı. Dahası binlerce yıl önce yurtlarından kovulmuş Yahudi halkının Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize etmişti.
Kuzeyde Aşağı Litani Nehri’nden, güneyde Gazze Vadisi’ne, batı Arabistan Çölü’nden doğuda Akdeniz’e uzanan, bugünkü İsrail ve Ürdün’le Mısır’ın bir kısmını içeren bölgenin Filistin’in adı, MÖ 12. Yüzyıl’da Ege Adaları’ndan (büyük ihtimalle Girit’ten) kalkarak Anadolu, Kıbrıs ve Suriye’yi yakıp yıktıktan sonra Mısır’a saldıran ancak Mısırlılar tarafından püskürtüldükten sonra bugünkü Tel Aviv-Yafa’dan Gazze Şeridi’ne kadar uzanan bölgeye yerleşen Filistîler adlı bir deniz kavminin adından geliyordu. Yani Filistîler bir Arap kavmi değildi. Mitolojiye göre, zamanla komşu bölgelere yayılan Filistîlerin en büyük düşmanı, bölgeye onlardan sonra gelen İsrailoğulları olmuştu. Filistîler, İsrailoğullarına karşı ilk yenilgiyi, MÖ 10. Yüzyıl’da Davud döneminde yaşamışlardı.
Projesindeki dinsel referanslara rağmen, Herzl’in Siyonizmi, dinsel bir proje değil, seküler, siyasi bir projeydi. Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamı olan Max Nordau da Torah inancını gençliğinde terk etmiş, Protestan bir Almanla evlenmiş, Alman kültürünü benimsemiş bir asimilasyonistti. Herzl, Nordau ve diğer tüm Siyonist önderler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancı, Yahudilerin rehavete kapılmalarına neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu.
Nitekim Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizmin boş yere düşman kazanıp rahatlarını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını savundular. Pek çok haham ve rabbi ise Yahudiliğin kutsal sembollerinden olan İsrail topraklarını seküler hale getirileceğini ileri sürerek, Siyonizmi adeta bir küfür saydılar. Ancak daha sonra bazı din adamları, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalması için iyi bir durak olacağını düşünerek Siyonizme destek verince, Siyonizm hem seküler, hem dinsel unsurları etrafında toplamayı başardı. Herzl başkanlığında, 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararası çapta örgütlenmenin ilk adımı atıldı ve her yıl yapılan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama girişimlerine hız verildi.
(Kaynak: Michael Marrus, The Politics of Assimilation: The French Community at the Time of the Dreyfus Affair, Oxford, 1980; Jacques Kornberg, Theodor Herzl:From Assimilation to Zionism, Indiana University Press, 1993.)
Herzl ile Abdülhamit neler konuştu?
Siyonistlerin İslamcı politikaları ile tanınan II. Abdülhamit’le ilişkileri konusunda çelişik bilgiler vardır. Abdülhamit, 1890’da yayımladığı iki irade ile Siyonistlerin Filistin’e girmelerini önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasını emretmişti. Herzl’e göre, 1896-1902 arasında Abdülhamit’le görüşmek için pek çok kez girişimde bulunmuştu. Girişimlerinden ilki 1896 Haziranında yapılmış, Abdülhamit’in hafiyelerinden Leh asıllı Kont Philipp de Newlinski aracılığıyla Filistin karşılığında beş milyon altın teklif edilmiş, Abdülhamit bu teklifi reddetmişti.
Herzl 1898’de Kutsal Toprakları ziyaret eden Kayzer II. Wilhelm’le buluşmuş ve Almanların koruması altında Filistin’de bir arazi şirketi kurmayı önermişti. Kayzer ilk anda anti-Semitik duygularla, Yahudileri Avrupa’dan uzaklaştırma fikrine sıcak bakmış, rivayete göre konuyu Abdülhamit’e de açmış, ancak Abdülhamit’in sıcak bakmaması üzerine, Siyonistlere destek vermekten vazgeçmişti.
Bir başka girişim, 4 Haziran 1900’de Abdülhamit’in bir başka hafiyesi Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery aracılığıyla yapılmıştı. Ama cevap yine olumsuzdu. Ancak Şubat 1902’de Abdülhamit’in huzuruna çıkmayı başaran Herzl, günlüğüne Abdülhamid’in devlete tabi olmayı kabul eden tüm Musevilere kapıları açmaya istekli olduğunu, fakat insanların yerleştirileceği bölgelere hükümetin karar vereceğini, Filistin hariç olmak üzere Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve hemen hemen her yerde kolonileşmeye izin verileceğini yazmış ve yazısını, “içinde Filistin’in olmadığı bir imtiyaz!” diye bitirmişti. Bu, Herzl’in istediği imtiyaz değildi. Aynı yılın Ağustos ayında Abdülhamit’in, yeni bir teklifi gelmişti ancak bu ilkinden daha elverişsizdi. Herzl’in günlüğünde ‘Türk devleti için 20 milyon pound harcadık ama hala sonuç alamadık’ şeklindeki ifadeler ise daha da kafa karıştırıcı.
(Kaynak: Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1914), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982; The complete diaries of Theodor Herzl, Yay. Haz. Raphael Patai, New York : Herzl Press and Thomas Yoseloff, 1960.)
Ancak, Abdülhamit döneminde Filistin’e Yahudi göçünün arttığını iddia edenler vardır. Bu iddiaların doğru olup olmadığını anlamak kolay değil çünkü, söz konusu dönemlere ait güvenilir nüfus istatistikleri yoktur. Örneğin Osmanlı salnamelerine göre 1878’de Filistin’de yaklaşık 404 bin Müslüman, 44 bin Hıristiyan ve 25 bin Yahudi (10 bini yabancı uyruklu olarak kaydedilmiş) yaşarken, 1893 nüfus sayımına göre, yaklaşık 372 bin Müslüman, 43 bin Hıristiyan, 9 bin Yahudi yaşıyordu. Bir başka kaynağa göre ise, 1893’te 80 bin Yahudi yaşıyordu. Bu sayılardan, Abdülhamit dönemine ilişkin doğru bir çıkarımda bulunmak zor. (Nüfus konusundaki tartışmalar için bkz. http://www.mideastweb.org/palpop.htm)
Abdülhamit’in Filistin’deki mülkleri
Öte yandan, Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40 bin dönüm toprak satın aldığı, 30 kadar koloni kurduğu, ünlü Yahudi zengini Baron Rothschild’in Fransa’nın tanınmış tarım okullarından uzmanlar getirttiği ve avokado, zeytin, üzüm yetiştirmeye çalıştığı, şarap bağları ve parfüm imalathaneleri kurdurduğu iddiaları var. (Öke, s.41)
Eğer bu iddialar doğruysa, Yahudilerin Filistin’de Abdülhamit’in bilgisi dışında mülk satın alması mümkün değil. Çünkü bugün biliyoruz ki, 33 yıllık saltanatı süresince Abdülhamit doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirmişti. Bu bağlamda, Suriye’deki en verimli toprakların üçte biri (üç milyon dönüm), Filistin’deki (özellikle Gazze’de) ekilebilir toprakların yedide biri (1.036.000 dönüm), Irak’ın o tarihteki petrol yataklarının en zenginlerini özel mülkü yapmıştı. 1909’da tahttan indirildikten sonra Meclis, Abdülhamit’e ait tüm taşınmazlara el koymuş, bu mallar daha sonra Türkiye Cumhriyeti hazinesine aktarılmıştı.
Abdülhamit’in mirasçıları 1920’de bu nedenle dava açmışlar, yıllar sonra, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Hilafetin İlgası’na dair kanun hükmü uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti dahilinde tapuya kayıtlı taşınmazlarının ulusa aktarıldığını hükme bağlamıştı. Ancak mirasçılar yılmadı ve uluslararası mahkemelerde davayı yenilediler. Filistin’de açılan dava on yıl sonra Yafa’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Londra’ya gönderildi; sonra tekrar Kudüs’e döndü. 1944’te Yahudi göçüne imkan sağlayacak arazilerin mülkiyetini devir ve davadan Yahudi vakıfları lehine feragat belgesi karşılığı Irak petrollerinin işletmesinden payla birlikte para önerildi. Varislerin bu teklifi reddetmesinin ardından 1945’te Kudüs İstinaf Mahkemesi davayı reddetti.
(Kaynak: Cemil Koçak II. Abdülhamid’in Mirası, İstanbul, Arba, 1990, İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003, s. 375-377.)
Uganda Projesi
Herzl bu arada Britanya ile Sina Yarımadası (El Ariş) için görüşmeler de yapmış ama kabul ettirememişti. Fransa herhangi bir Avrupa Devleti tarafından tek yönlü olarak Filistin’de bir Yahudi devletinin destekleneceği ilan edilecek olursa, Suriye kıyılarında demir atmış Fransız donanmasını harekete geçireceği tehdidini savurunca, Britanya Herzl’e Batı Afrika’daki kolonisi Uganda’ya (bugünkü Kenya) yerleşmelerini önerdi. Herzl, 1903’te Kişinev pogrom’unun (‘Kişinev Paskalyası’ diye bilinen pogrom, üç gün sürmüş ve 45 kişi ölmüştü) etkisiyle teklifi kabul ederken, ilerde halefi olacak Dr. Chaim (Haim) Weizmann, reddetti. Nitekim ertesi yıl Uganda’ya gönderilen heyetin raporu da olumsuzdu. Bölge vahşi hayvanlar, öldürücü böcekler ve pek dost görünmeyen Massailer’le meskûndu.
1904’te Herzl’in ölümü de eklenince Uganda meselesi kapandı ancak planın reddi, hem Britanya’nın hevesini kaçırdı hem de Siyonist hareketi ikiye böldü. Nachman Syrkin’in temsil ettiği Sosyalist Siyonistler ve Israil Zangwill’in temsil ettiği İskân Teşkilatı nerede olursa olsun İsrail devletinin kurulması için çalışmaya başladılar. (Arjantin, Kanada hatta Texas gibi seçenekler üzerinde durulmuştu.) Ancak Herzl’in yerini alan Haim Weizman işi sağlama aldı ve 1904’ten itibaren Britanyalı kanaat önderlerine Siyonizm davasını anlatmaya koyuldu. Weizmann ve arkadaşları çabalarının meyvesini, tam 13 yıl sonra toplayacaklardı…
(Kaynak: Theodor Herzl’in Der Judenstaat/Yahudi Devleti adlı kitabının İngilizce versiyonu: http://www.gutenberg.org/ebooks/25282)
Dona Gracia Mendes’ün büyük hayali
31 Mart 1492’de Kastilya Kraliçesi İsabella ve Aragon kralı II. Ferdinand tarafından çıkarılan ‘Kovma Fermanı’ ile Hıristiyan inancı uyarınca vaftiz olmayı kabul etmeyen Yahudilerin İspanya’dan ayrılması emredilince, Yahudilerin bir kısmı kerhen de olsa din değiştirmiş, bir kısmı sığınabilecekleri bir yurt aramaya başlamıştı. Yahudi göçmenleri Cadiz’den almaya gelen gemilerden ikisini Osmanlı İmparatoru II. Bayezit göndermişti. Yahudiler bu olaydan dolayı, Osmanlı Devleti’ni hep minnetle andılar. Ancak, yüzyıllar boyu sürecek göçler sonunda yüzbinlerce Yahudi’nin sadece 60 bini Osmanlı ülkesine, 23 bini Portekiz’e, geri kalanı ise Hollanda, İtalya, Fransa, Kuzey Afrika ve Yeni Dünya’ya gitmek zorunda kalmıştı.
1492’de İspanya’dan Portekiz’e göç eden Yahudi ailelerden birinin oğlu olan Jozef Nasi ve halası Doña Gracia Mendes’in yolu Anvers, Venedik ve Ferrera’dan geçtikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman’la kesişti. Rivayete göre Yahudi doktoru Jozef Hamon’dan Mendes ailesinin hikâyesini dinleyen Kanuni, bazılarına göre tamamen insani nedenlerle, bazılarına göre dönemin en etkili ve zengin ailesi olan Mendesler’in İstanbul’da olmaları İmparatorluğa güç katacağı için, ailenin İstanbul’a göç etmesine izin vermişti.
Avrupa kraliyet aileleri ile ilişkileri yüzünden Kanuni tarafından ‘Frenk Bey Oğlu’ diye onurlandırılan Nasi, Kanuni’nin oğlu II. Selim tarafından da Ege Denizi’ndeki ‘Naksos ve Kiklad Adaları’nın Dükü’ ilan edilmişti. Nasi, düklüğünü İstanbul’dan, Kuruçeşme’deki sarayından yönetmiş ve esas olarak diplomasi, politika, ticaret ve bankerlikle uğraşmıştı. Dona Gracia ise, bu işlerinde yeğeninin en büyük yardımcısı olmuştu.
Taberiye’de Yahudi Yurdu
Doña Gracia ve Jozef Nasi’nin en büyük projesi Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Osmanlı Devleti’ne katılmış olan Arz-ı Filistin’de bağımsız bir Yahudi yerleşimi kurma girişimiydi. İkili, 1558-1560 arasında Kanuni’nin izniyle Kudüs, Hebron ve Safed’le birlikte Yahudilerin dört kutsal kentinden biri olan antik Tiberias’da (Taberiye) toprak satın almışlardı. Tiberias, o zamanlar tamamen harabe halindeydi. Saraydan 1561’de, epey yüklü bir kira bedeli karşılığında Tiberias ve civardaki sekiz köy Jozef Nasi’nin yönetimine verilince, hayal gerçek olmaya başladı. 1564/65 kışında şehrin duvarları yenilendi. Tiberias’ı ekonomik açıdan bağımsız kılmak için koyun besiciliği ve ipek böçekçiliği ile uğraşan bir vakıf kurulduktan sonra İtalya’daki Yahudilere Tiberias’a gelip yerleşmeleri için bir davet mektubu gönderildi. Ancak, Yahudileri ikna etmek mümkün olmadı. Çünkü Filistin’e ancak Mesih’in öncülüğünde gitmek gerektiğine inanıyorlardı. 1569’da, bir süredir hasta olan Doña Gracia ölünce Yahudilerin Tiberias cennetine yerleşme hayali 19. Yüzyıl’ın sonuna ertelendi.
Kaynakça: Cecil Roth, Doña Gracia of the House of Nasi, Jewish Publication Society of America 1988; Norman Stillman, The Jews of Arab Lands, Jewish Publications Society, 1979; Catherine Clement, Muhteşem Senyora, Everest Yayınları, 2001 (Roman)
Taraf/AYŞE HÜR -
Istanbul - 06.01.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder