Dicle Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümünde öğretim üyesi ve felsefe bölüm başkanı Yrd. Doç. Dr. Bülent Sönmez Riyaroni.Com'a Konuştu...
Dicle üniversitesi felsefe bölüm başkanı Bülent sönmez Riyaronin sorularını cevapladı. Peygamber ve filozof, Ahlak Felsefesinde Güncel Konular, Modern Batı Düşüncesi Hristiyanlık ve Din Algısı gibi felsefe ve ilahiyat konularını içeren kitapların yanında 'Bu Kapı Yalnızlığa Açılır' adında bir şiir kitabı olan Yrd. Doç. Dr. Bülent Sönmezle; İslam dünyasının günümüzde fikri ve felsefi manada yetersiz oluşunu, İslam'ın sol hareketlerle ilişkisini, eski ve yeni İslamcıların sanat telakkisini, Ortadoğudaki politik ve toplumsal ayaklanmaların düşünsel bir arkaplanın olup olmadığını vb. konuları konuştuk.
Riyaroni: Bilimlerin tarihine baktığımızda, günümüz bilimlerini bir çok noktada temellendiren ve katkıda bulunan İslam dünyasının, günümüzde fikri ve felsefi manada yetersiz olarak ifade edilmesine bakışınız nedir?
B. Sönmez: Bu sorunun iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi meselenin ilerlemeci bir paradigmayla ele alınması yani gerilik ve ilerilik dış dünyanın kontrolü açısından bir üstünlük ve aşağılık yargısı olarak önümüze konmaktadır. Bu paradigmanın ne kadar sahih olup olmadığını yaşadığımız olaylar göstermektedir. Şimdi kültürel kategoriyle bilimsel kategori aynı düzlemde ele alınmaktadır. İslam dünyasının geriliği ve ileriliği bilimsel ve teknolojik üstünlük anlayışıyla değerlendirilmektedir. Oysa Batı’nın kültürel ve entelektüel sorunlarından türeyen bir çok proplem islam dünyası için söz konusu değildir. Kıyas yapılırken üstünlük ve aşağılık gibi değerler ortaya konurken kıyaslanan unsurların kendilerine özgülüğünü dikkate almak gerekmektedir. Bu yüzden Batı ve İslam dünyası kıyaslaması öteden beri yanlış bir zemin üzerine oturmaktadır. Bu kıyaslama hem Batı dünyasını hem de İslam dünyasını net bir biçimde anlamaya engeldir. Üretilen paradigmanın kendisi zaten sorunludur çünkü bu paradigma tamamen maddi unsurların belirleyiciliği ile üretilmiş tektipleştirici ve Batı’nın maddi dünyanın kontrolü noktasındaki başarısını (ne derece başarı diyebiliriz) esas almaktadır. Bu paradigmanın hem Doğu’ya hem Batı’ya çok şey kaybettirdiği söylenebilir. Bu paradigmaya takılmadan İslam dünyasının sorunlarına gelirsek sağlam bir teoloji, kozmoloji ve epistemolojinin hayatı yönlendirmediğini söyleyebiliriz. İslam dünyasında bugün Batı dünyasını bir çok düşünsel proplemini aşmaya yardımcı olmuş bir zengin ve derin alt yapı bulunmaktadır. Sorun bu alt yapının ortaya çıkarılıp ayıklanmasıdır. Siyasi çekişmelerin entelektüel ve kültürel dirilişi sekteye uğratan bir olumsuz yanı bulunmaktadır.
B. Sönmez: Bu sorunun iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi meselenin ilerlemeci bir paradigmayla ele alınması yani gerilik ve ilerilik dış dünyanın kontrolü açısından bir üstünlük ve aşağılık yargısı olarak önümüze konmaktadır. Bu paradigmanın ne kadar sahih olup olmadığını yaşadığımız olaylar göstermektedir. Şimdi kültürel kategoriyle bilimsel kategori aynı düzlemde ele alınmaktadır. İslam dünyasının geriliği ve ileriliği bilimsel ve teknolojik üstünlük anlayışıyla değerlendirilmektedir. Oysa Batı’nın kültürel ve entelektüel sorunlarından türeyen bir çok proplem islam dünyası için söz konusu değildir. Kıyas yapılırken üstünlük ve aşağılık gibi değerler ortaya konurken kıyaslanan unsurların kendilerine özgülüğünü dikkate almak gerekmektedir. Bu yüzden Batı ve İslam dünyası kıyaslaması öteden beri yanlış bir zemin üzerine oturmaktadır. Bu kıyaslama hem Batı dünyasını hem de İslam dünyasını net bir biçimde anlamaya engeldir. Üretilen paradigmanın kendisi zaten sorunludur çünkü bu paradigma tamamen maddi unsurların belirleyiciliği ile üretilmiş tektipleştirici ve Batı’nın maddi dünyanın kontrolü noktasındaki başarısını (ne derece başarı diyebiliriz) esas almaktadır. Bu paradigmanın hem Doğu’ya hem Batı’ya çok şey kaybettirdiği söylenebilir. Bu paradigmaya takılmadan İslam dünyasının sorunlarına gelirsek sağlam bir teoloji, kozmoloji ve epistemolojinin hayatı yönlendirmediğini söyleyebiliriz. İslam dünyasında bugün Batı dünyasını bir çok düşünsel proplemini aşmaya yardımcı olmuş bir zengin ve derin alt yapı bulunmaktadır. Sorun bu alt yapının ortaya çıkarılıp ayıklanmasıdır. Siyasi çekişmelerin entelektüel ve kültürel dirilişi sekteye uğratan bir olumsuz yanı bulunmaktadır.
Riyaroni: Sizce günümüz İslam dünyasının fikri ve felsefi manada en büyük yetersizliği nedir?
B. Sönmez: Aydınlanma, Hristiyan teolojisinin insanı Tanrı ve insan aklını da ilahi buyruk(teoloji) adına yok saymasına tepki olarak gelişti. Tanrı ve Vahiy (hristiyan teolojisi diyebiliriz buna) eksenli düşünme biçimi Batıda insanı ve insan aklının aşağılanması gibi bir görünüm sergilemişti. Buna tepki olarak gelişen Aydınlanma, Tanrı yerine insanı (hümanizma) Vahiy yerine ise intellect? (akıl demiyorum) koydu. Bu iki yaklaşım biçimi yüzyıllar boyu hesaplaştı. Batı Aydınlanmaya kendi entelektüel ve kültürel havzasının bilincinde olarak ulaştı. Tanrı ve vahiy karşıtlığı belli bir çaba ve alınteri sonucu ulaşılan bir noktaydı. Yani onların dalaletleri bile belli bir varoluş kaygısının ürünüydü. En ateşli tanrıtanımazlar bile Kutsal kitabı çok iyi biliyorlardı. Sonraları Aydınlanmanın temel söylemleri bu çatışma ve entelektüel yoğunluğun doğal seyri olarak sorgulanmaya başlandı. Akıl, bilim ve ilerleme gibi Aydınlanmanın üç ana dayanağı da yoğun eleştirilere uğratıldı.
İslam dünyasının bu çatışmaların yansımalarından etkilenmemesi mümkün değildi. Ancak Batı dünyasının kendisine özgü şartları ile İslam dünyasının kendine özgü şartları arasında kimi benzerlikler olmakla birlikte çoğu noktada bir örtüşme bulunmuyordu. Örneğin İslam dünyasında teoloji vardı ama Kilise ve seçkin din adamı sınıfı yoktu. Bu özel şartların dikkate alınmaması İslam dünyasında iki eğilimin öne çıkmasına neden oldu; muhafazakâr/tutucu eğilim ile modernist /yenilikçi eğilim. Her iki eğilimin temel özelliği de kolaycılıktı. Saldırmak ve savunmak temelinde ortaya çıkan iki kolaycı uç İslam dünyasının sahih aydınlanmasını engelleye geldi. Muhafazakâr eğilim Batının özgül şartlarında gelişen Aydınlanmanın bütün söylemlerine duygusal bir tepki koydu. Yanı sıra modernist eğilim Batıdaki skolastisizm karşıtı bütün söylemleri aynen kendi toplumlarına tercüme etti. Sonuçta kesif, anlamsız ve haksız bir kördöğüşü yaşanmaya başlandı. Bu durum İslam dünyasının gerçek aydınlanmasına engel oldu ve hala da engel olmaya devam etmekte.
Oysa İslam dünyasının da bugün boyutları ne olursa olsun bir Aydınlanma pratiğine ihtiyacı bulunmaktadır. Bu Aydınlanma her yeniye duygusal tepkiler koyarak karşı çıkan gerici zihniyetle yeni ve farklı bulduğu her şeyi en basit bir çaba sarf etmeksizin hemen benimseyen cahil zihniyeti aşmakla gerçekleşecektir. Hamasi ve duygusal ilgilerin üstünde entelektüel ilgilerle meselelere eğilmekle gerçekleşebilecek geniş bir çabadır bu.
O halde yetersizliğimiz modern çağda bütüncül evrensel bir zihniyetin inşasını sağlamak gerekmektedir. İnsanın Allah ile, kendisi ile, insan ile, devlet ve toplum ile ilişkisini bütüncül bir bakış ile ele alınması gerekmektedir. Müslüman çağın problemlerine cevap verecek tek insandır. Ama müslümanın öncelikle çağın zihniyetini yaşadığı coğrafyayı hangi kültür dünyasına ait olduğunu ve kendisine din olarak gelen anlayışların insanlığın ortak birikimi ile ilişkisinin nasıl olduğunu anlaması gerekmektedir. Bu yüzden sağlam bir teoloji ve kozmolojiye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun yolu da kurana dönüş ile gerçekleşecektir. Kur’an’ın insanlığı diriltme noktasındaki buyruğu bizim kalkış noktamız olmalıdır. Bu bize bütüncül bir insan anlayışı sunar. İslam’ın anlaşılması için bugünün insanının müspet şeyleri bulmaya yatkın aklının dikkate alınması ve bu akla hitap edecek metodun bulunması gerekmektedir…
Şeriati de bir konuşmasında ‘’Çağın bilimlerini öğrenin ve orada bulamadığınız zaman Kuran’a gelin’’diyerek öncelikle çağa egemen zihniyetin anlaşılmasının önemini belirtir. Mehmet akif Ersoy da ‘’doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’anı’’ diyerek aynı çizginin önemine dikkat çeker.
B. Sönmez: Aydınlanma, Hristiyan teolojisinin insanı Tanrı ve insan aklını da ilahi buyruk(teoloji) adına yok saymasına tepki olarak gelişti. Tanrı ve Vahiy (hristiyan teolojisi diyebiliriz buna) eksenli düşünme biçimi Batıda insanı ve insan aklının aşağılanması gibi bir görünüm sergilemişti. Buna tepki olarak gelişen Aydınlanma, Tanrı yerine insanı (hümanizma) Vahiy yerine ise intellect? (akıl demiyorum) koydu. Bu iki yaklaşım biçimi yüzyıllar boyu hesaplaştı. Batı Aydınlanmaya kendi entelektüel ve kültürel havzasının bilincinde olarak ulaştı. Tanrı ve vahiy karşıtlığı belli bir çaba ve alınteri sonucu ulaşılan bir noktaydı. Yani onların dalaletleri bile belli bir varoluş kaygısının ürünüydü. En ateşli tanrıtanımazlar bile Kutsal kitabı çok iyi biliyorlardı. Sonraları Aydınlanmanın temel söylemleri bu çatışma ve entelektüel yoğunluğun doğal seyri olarak sorgulanmaya başlandı. Akıl, bilim ve ilerleme gibi Aydınlanmanın üç ana dayanağı da yoğun eleştirilere uğratıldı.
İslam dünyasının bu çatışmaların yansımalarından etkilenmemesi mümkün değildi. Ancak Batı dünyasının kendisine özgü şartları ile İslam dünyasının kendine özgü şartları arasında kimi benzerlikler olmakla birlikte çoğu noktada bir örtüşme bulunmuyordu. Örneğin İslam dünyasında teoloji vardı ama Kilise ve seçkin din adamı sınıfı yoktu. Bu özel şartların dikkate alınmaması İslam dünyasında iki eğilimin öne çıkmasına neden oldu; muhafazakâr/tutucu eğilim ile modernist /yenilikçi eğilim. Her iki eğilimin temel özelliği de kolaycılıktı. Saldırmak ve savunmak temelinde ortaya çıkan iki kolaycı uç İslam dünyasının sahih aydınlanmasını engelleye geldi. Muhafazakâr eğilim Batının özgül şartlarında gelişen Aydınlanmanın bütün söylemlerine duygusal bir tepki koydu. Yanı sıra modernist eğilim Batıdaki skolastisizm karşıtı bütün söylemleri aynen kendi toplumlarına tercüme etti. Sonuçta kesif, anlamsız ve haksız bir kördöğüşü yaşanmaya başlandı. Bu durum İslam dünyasının gerçek aydınlanmasına engel oldu ve hala da engel olmaya devam etmekte.
Oysa İslam dünyasının da bugün boyutları ne olursa olsun bir Aydınlanma pratiğine ihtiyacı bulunmaktadır. Bu Aydınlanma her yeniye duygusal tepkiler koyarak karşı çıkan gerici zihniyetle yeni ve farklı bulduğu her şeyi en basit bir çaba sarf etmeksizin hemen benimseyen cahil zihniyeti aşmakla gerçekleşecektir. Hamasi ve duygusal ilgilerin üstünde entelektüel ilgilerle meselelere eğilmekle gerçekleşebilecek geniş bir çabadır bu.
O halde yetersizliğimiz modern çağda bütüncül evrensel bir zihniyetin inşasını sağlamak gerekmektedir. İnsanın Allah ile, kendisi ile, insan ile, devlet ve toplum ile ilişkisini bütüncül bir bakış ile ele alınması gerekmektedir. Müslüman çağın problemlerine cevap verecek tek insandır. Ama müslümanın öncelikle çağın zihniyetini yaşadığı coğrafyayı hangi kültür dünyasına ait olduğunu ve kendisine din olarak gelen anlayışların insanlığın ortak birikimi ile ilişkisinin nasıl olduğunu anlaması gerekmektedir. Bu yüzden sağlam bir teoloji ve kozmolojiye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun yolu da kurana dönüş ile gerçekleşecektir. Kur’an’ın insanlığı diriltme noktasındaki buyruğu bizim kalkış noktamız olmalıdır. Bu bize bütüncül bir insan anlayışı sunar. İslam’ın anlaşılması için bugünün insanının müspet şeyleri bulmaya yatkın aklının dikkate alınması ve bu akla hitap edecek metodun bulunması gerekmektedir…
Şeriati de bir konuşmasında ‘’Çağın bilimlerini öğrenin ve orada bulamadığınız zaman Kuran’a gelin’’diyerek öncelikle çağa egemen zihniyetin anlaşılmasının önemini belirtir. Mehmet akif Ersoy da ‘’doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’anı’’ diyerek aynı çizginin önemine dikkat çeker.
Burada İslam’ı çağın algısına uydurmaktan değil (Ki bu her dönemde görebildiğimiz bir sapma bir tahriftir) çağın algısına sunmaktan sözetmek gerekmektedir.
Kur’an’a dönüş hamlesi tarihsel dinsel ve siyasi tartışmaların ötesine geçerek yeniden ele alınmakla mümkün olacaktır. Gazali’nin İhya ile yapmak istediği şey de buydu ancak Gazali çok önemli hatalar yaptı. Onu tartışmanın yeri burası değil. Bu hatalar onun yanlış anlaşılmasının da kapısını açtı. O halde İslam dünyasının düşünsel sorunlarını aşmada üç terim önemlidir. Bunlar ihya, tecdid ve Aydınlanma kavramlarıdır. İhya kurana dönüşle gerçekleşecek bir arınma ve arındırma sürecidir. Tecdid bu arındırma sürecinin toplumsal yenileşmeye kapı açmasıdır. Tecdidden kastettiğimiz budur. Aydınlanma ise bilgelik ve gerçekliğe dönüş olarak anlaşılmalıdır. Kendi gerçekliğinden kopuk tarihsel bir anlayışa mahkum olmadan çağın meselelerini irdelemenin adı olarak aydınlanmadan söz ediyoruz. O halde çağın zihniyetini tanımak, İlahi çağrıyı tanımak, yaşanan toplumu tanımak gibi önemli bir borcu vardır.
Kur’an’a dönüş hamlesi tarihsel dinsel ve siyasi tartışmaların ötesine geçerek yeniden ele alınmakla mümkün olacaktır. Gazali’nin İhya ile yapmak istediği şey de buydu ancak Gazali çok önemli hatalar yaptı. Onu tartışmanın yeri burası değil. Bu hatalar onun yanlış anlaşılmasının da kapısını açtı. O halde İslam dünyasının düşünsel sorunlarını aşmada üç terim önemlidir. Bunlar ihya, tecdid ve Aydınlanma kavramlarıdır. İhya kurana dönüşle gerçekleşecek bir arınma ve arındırma sürecidir. Tecdid bu arındırma sürecinin toplumsal yenileşmeye kapı açmasıdır. Tecdidden kastettiğimiz budur. Aydınlanma ise bilgelik ve gerçekliğe dönüş olarak anlaşılmalıdır. Kendi gerçekliğinden kopuk tarihsel bir anlayışa mahkum olmadan çağın meselelerini irdelemenin adı olarak aydınlanmadan söz ediyoruz. O halde çağın zihniyetini tanımak, İlahi çağrıyı tanımak, yaşanan toplumu tanımak gibi önemli bir borcu vardır.
Riyaroni: İslam'ın sol hareketlerle ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Son zamanlarda ‘sol ilahiyat’ diye kavramsallaştırılan ve popülaritesi olan tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
B. Sönmez: Burada sol derken zannedersem Marxist söylemi kastediyorsunuz. Çünkü sol kavramı tek başına meramı anlatmada çok da aydınlatıcı olmayacaktır.Ben kavramlardan çok sizin ifade etmek istediklerinizi esas alıyorum..
Son zamanlarda İslam’ın sol ile ilişkisi gündeme gelmektedir. Çok önceleri Hasan Hanefi’ye atfedilen islami sol söylemi çokta tutarlı bir söylem olmaktan uzaktır. Rahmetli Mustafa SİBAİ bir ara İslam sosyalizmi diye bir kavram geliştirmişti o dönemde bu ifade çok tartışılmıştı. SİBAİ, İslam sosyalizmi ifadesiyle aslında Müslüman gençlerin sosyalizme yönelmelerini engellemek istemişti, adeta onlara sizin aradığınız İslam’da fazlasıyla var demek istemişti.
Meseleye geniş açıdan baktığımızda İslamın sosyalist değil personalist (şahsiyetçi) olduğu söylenebilir çünkü sosyalizm toplumu esas alan tepkisel bir yaklaşımdır. Oysa İslam için ne toplum ne birey ne cinsiyet asla tek başına bir değer değildir. İlkeler toplumdan da bireyden de öncedir ve insan olmanın temel dinamiği ilkeli olmaktır. Bu ilke bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği ötekine saygı, yaşama saygı diye özetlenecek şeydir. Ne birey adına ne toplum adına ne cinsiyet adına bu ilkelerden vazgeçilemez. Sosyalistlerin diline doladığı "emek kutsaldır’’ ifadesi örneğin ilke dikkate alınmadığından pek bir anlam ifade etmez. Emek ancak ilke ile değer kazanır. Yaşamın yok edilmesine dönük hiçbir çaba (emek) kutsal olamaz. Geçen bir dergide Ebu Cehil’in antikomünist olduğunu söyleyen bir değerli dostum vardı, bu cümleyi okuduğumda ne komünizmi ne de İslamı ciddi anlamda temellendiremediğini, tepkisellik sonucu da buraya savrulduğunu düşündüm. Ebu Cehil ne antikomünist ne de sermayedar o birisine tepeden bakan, mal ve evlatlarıyla övünen, insanları kategorilere ayırarak değer veren bir insandı, kendi kabilesini çok severdi. Tabi o ayrı bir tartışma konusu. Komünizm hem ontolojik hem epistemolojik hem de kozmolojik açıdan islamla herhangi bir benzerliğin kurulması mümkün olmayan bir inanç sistemidir. Bunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. İslam tevhide (birlik bütünlük ve uyuma) komünizmin dayandığı diyalektik materyalizm ise çatışkı ve çelişkiye inanır. Bu yaklaşımıyla dünyada komünizmin hiçbir medeniyet pratiği olmamış hiçbir sağlam toplum sistemi kuramamıştır. İslamın sol düşünceye ihtiyacı yoktur ama insanların İslam’ın bütüncül evrensel söylemine ihtiyacı vardır. İslam yaşayarak çatışmayı öngörürken Komünizm çatışarak yaşamayı öne koyar… İslami sol gibi söylemler popülist, kompleksli ve derinliksiz kafa yapılarının ürünüdür.
B. Sönmez: Burada sol derken zannedersem Marxist söylemi kastediyorsunuz. Çünkü sol kavramı tek başına meramı anlatmada çok da aydınlatıcı olmayacaktır.Ben kavramlardan çok sizin ifade etmek istediklerinizi esas alıyorum..
Son zamanlarda İslam’ın sol ile ilişkisi gündeme gelmektedir. Çok önceleri Hasan Hanefi’ye atfedilen islami sol söylemi çokta tutarlı bir söylem olmaktan uzaktır. Rahmetli Mustafa SİBAİ bir ara İslam sosyalizmi diye bir kavram geliştirmişti o dönemde bu ifade çok tartışılmıştı. SİBAİ, İslam sosyalizmi ifadesiyle aslında Müslüman gençlerin sosyalizme yönelmelerini engellemek istemişti, adeta onlara sizin aradığınız İslam’da fazlasıyla var demek istemişti.
Meseleye geniş açıdan baktığımızda İslamın sosyalist değil personalist (şahsiyetçi) olduğu söylenebilir çünkü sosyalizm toplumu esas alan tepkisel bir yaklaşımdır. Oysa İslam için ne toplum ne birey ne cinsiyet asla tek başına bir değer değildir. İlkeler toplumdan da bireyden de öncedir ve insan olmanın temel dinamiği ilkeli olmaktır. Bu ilke bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği ötekine saygı, yaşama saygı diye özetlenecek şeydir. Ne birey adına ne toplum adına ne cinsiyet adına bu ilkelerden vazgeçilemez. Sosyalistlerin diline doladığı "emek kutsaldır’’ ifadesi örneğin ilke dikkate alınmadığından pek bir anlam ifade etmez. Emek ancak ilke ile değer kazanır. Yaşamın yok edilmesine dönük hiçbir çaba (emek) kutsal olamaz. Geçen bir dergide Ebu Cehil’in antikomünist olduğunu söyleyen bir değerli dostum vardı, bu cümleyi okuduğumda ne komünizmi ne de İslamı ciddi anlamda temellendiremediğini, tepkisellik sonucu da buraya savrulduğunu düşündüm. Ebu Cehil ne antikomünist ne de sermayedar o birisine tepeden bakan, mal ve evlatlarıyla övünen, insanları kategorilere ayırarak değer veren bir insandı, kendi kabilesini çok severdi. Tabi o ayrı bir tartışma konusu. Komünizm hem ontolojik hem epistemolojik hem de kozmolojik açıdan islamla herhangi bir benzerliğin kurulması mümkün olmayan bir inanç sistemidir. Bunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. İslam tevhide (birlik bütünlük ve uyuma) komünizmin dayandığı diyalektik materyalizm ise çatışkı ve çelişkiye inanır. Bu yaklaşımıyla dünyada komünizmin hiçbir medeniyet pratiği olmamış hiçbir sağlam toplum sistemi kuramamıştır. İslamın sol düşünceye ihtiyacı yoktur ama insanların İslam’ın bütüncül evrensel söylemine ihtiyacı vardır. İslam yaşayarak çatışmayı öngörürken Komünizm çatışarak yaşamayı öne koyar… İslami sol gibi söylemler popülist, kompleksli ve derinliksiz kafa yapılarının ürünüdür.
Riyaroni: Felsefeci kimliğinizin yanında aynı zamanda edebiyatla da ilginiz var hatta bir şiir kitabınız da var sanırım, size göre eski ve yeni İslamcıların sanat telakkisi nasıl ve aralarında varsa farklar nelerdir?
B. Sönmez: Şimdi İslamcılık çok geniş bir yelpaze… Selefilik zaten şiirle sanatla alakalı değil hatta şiir ve sanatla uğraşmayı itikadi bir mesel gibi ele alacak kadar meseleden uzak bir yaklaşım biçimidir. Diğer yanda da çeşitli İslami cemaat ve guruplar bulunmaktadır.
Şiir ve sanat özellikle yeni İslamcı kuşak arasında gündemde olmuş kısmen bağımsız düşünmeye çalışan insanların önderliğinde yürümüştür. Necip Fazıl, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç gibi isimler önemli açılımlar sağlamışlardır gençlerin sanata yönelmesinde..
Aslında bu ülkede şiirin hasını da İslamcılar ortaya koymuştur. Sezai KARAKOÇ, İsmet ÖZEL, Metin ÖNAL mengüşoğlu, Arif AY, İhsan DENİZ, Hüseyin ATLANSOY, Mustafa KARAOSMANOĞLU, diye bir çırpıda aklıma gelen isimler İslamcı kuşağın 1960’lardan bugüne sağlam bir şiir geleneği oluşturduklarını gösterir. Bir de bu dönemde ortaya çıkan dergilere vesairelere baktığımızda çok büyük bir birikimin oluştuğu söylenebilir.
Sola gelince; kendisini edebiyatla ifade etmekle birlikte özellikle 70’li yıllarda çok ideolojik tutumları sebebiyle şiirin de sanatın da uzağına düştüler. 70’lerden sonra sol içinde kayda değer hiçbir şairin bulunmaması manidardır.(Ataol Behramoğlu’nu ev Ahmet Telli’yi dışta tutarsak)
Ancak İslamcılar sanat konusunda yetkin olmakla birlikte etkin olamadılar. Bunun bir çok sebebi var. Murad Kapkıner’in bir sözünü hatırlıyorum İMAM HATİPLİLER dışındakilere hitab etmek istiyorum artık demişti. Bunun bir yolu var mı demişti.
Türkiyede en önemli sorun -bütün ideolojik kamplar için söylenebilir bu- aşırı politize olmaktır...
B. Sönmez: Şimdi İslamcılık çok geniş bir yelpaze… Selefilik zaten şiirle sanatla alakalı değil hatta şiir ve sanatla uğraşmayı itikadi bir mesel gibi ele alacak kadar meseleden uzak bir yaklaşım biçimidir. Diğer yanda da çeşitli İslami cemaat ve guruplar bulunmaktadır.
Şiir ve sanat özellikle yeni İslamcı kuşak arasında gündemde olmuş kısmen bağımsız düşünmeye çalışan insanların önderliğinde yürümüştür. Necip Fazıl, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç gibi isimler önemli açılımlar sağlamışlardır gençlerin sanata yönelmesinde..
Aslında bu ülkede şiirin hasını da İslamcılar ortaya koymuştur. Sezai KARAKOÇ, İsmet ÖZEL, Metin ÖNAL mengüşoğlu, Arif AY, İhsan DENİZ, Hüseyin ATLANSOY, Mustafa KARAOSMANOĞLU, diye bir çırpıda aklıma gelen isimler İslamcı kuşağın 1960’lardan bugüne sağlam bir şiir geleneği oluşturduklarını gösterir. Bir de bu dönemde ortaya çıkan dergilere vesairelere baktığımızda çok büyük bir birikimin oluştuğu söylenebilir.
Sola gelince; kendisini edebiyatla ifade etmekle birlikte özellikle 70’li yıllarda çok ideolojik tutumları sebebiyle şiirin de sanatın da uzağına düştüler. 70’lerden sonra sol içinde kayda değer hiçbir şairin bulunmaması manidardır.(Ataol Behramoğlu’nu ev Ahmet Telli’yi dışta tutarsak)
Ancak İslamcılar sanat konusunda yetkin olmakla birlikte etkin olamadılar. Bunun bir çok sebebi var. Murad Kapkıner’in bir sözünü hatırlıyorum İMAM HATİPLİLER dışındakilere hitab etmek istiyorum artık demişti. Bunun bir yolu var mı demişti.
Türkiyede en önemli sorun -bütün ideolojik kamplar için söylenebilir bu- aşırı politize olmaktır...
Politik alanda entelektüel ve kültürel derinlikten çok sloganlar önemlidir. Bizden olduğu için okunan yazarlar vardır. Nazım solcu olduğu Necip Fazıl sağcı (!) olduğun için okunur.
Yani estetik ilgilerden çok politik ilgiler yön verir beğeniye. Estetik beğeni yoktur aslında politik tercihler vardır: Estetik ise bu politik tercihlerin bir aksesuarıdır. Geçen bir derneğe şiir okumam için çağırmışlardı: drneğin yöneticisi değerli arkadaşım beni takdim etmek için çıktı ve "sevgili öğrenciler baktık ki vizelerden falan sıkıldınız biz de size şiir okuyacak hocamızı çağırdık, böylece derneğimiz sizi rahatlatmayı amaçladı.."
Bu sözleri duyunca orada bir aksesuar olarak bulunduğumu anlamış oldum. Tabi bu sadece o arkadaşın kafasındaki kurguydu. Ne gelenler ne de ben bunun çok ötesinde idik. Kendimi öğrencileri eğelendirecek bir araç olarak görmedim elbette arkadaşımı da hoşgördüm. Aldırmadı yani işte şiire bakış bu akademisyenin bakışı bu..
Evet Türkiye’de dindarlığın ikinci problemi de köyden kente göç ile beliren bir durumdan kaynaklanmaktadır.
Ben dindar insanların hiçbirinin evinde ciddi bir tabloya ya da güzel bir vazoya vesaireye rastlamadım. Türkiye dindarlığı köylülük üzerine kurulu bir dindarlık olmaktan hala kurtulamadı. Başörtüsünde bile çok ciddi zevksizlik ve absürd örtünme biçimlerinin görülmesi köyden kopuş ve kente adapte olamayış ile izah edilebilir.
Üçüncü nokta İslamcıları okumanın fiyakası yok. Beyaz adam asla bir İslamcının eserini okumaya tenezzül etmez. İslamcı kimi entelektüeller ve sözümona İslamcı medya, ya bağlı olduğu cemaatin propagandasını yapacak eğer biraz entelektüelse piyasada servis edilen egemen paradigma tarafından tescilli isimleri öne çıkararak kompleksten kurtulacaktır.
Bu sözleri duyunca orada bir aksesuar olarak bulunduğumu anlamış oldum. Tabi bu sadece o arkadaşın kafasındaki kurguydu. Ne gelenler ne de ben bunun çok ötesinde idik. Kendimi öğrencileri eğelendirecek bir araç olarak görmedim elbette arkadaşımı da hoşgördüm. Aldırmadı yani işte şiire bakış bu akademisyenin bakışı bu..
Evet Türkiye’de dindarlığın ikinci problemi de köyden kente göç ile beliren bir durumdan kaynaklanmaktadır.
Ben dindar insanların hiçbirinin evinde ciddi bir tabloya ya da güzel bir vazoya vesaireye rastlamadım. Türkiye dindarlığı köylülük üzerine kurulu bir dindarlık olmaktan hala kurtulamadı. Başörtüsünde bile çok ciddi zevksizlik ve absürd örtünme biçimlerinin görülmesi köyden kopuş ve kente adapte olamayış ile izah edilebilir.
Üçüncü nokta İslamcıları okumanın fiyakası yok. Beyaz adam asla bir İslamcının eserini okumaya tenezzül etmez. İslamcı kimi entelektüeller ve sözümona İslamcı medya, ya bağlı olduğu cemaatin propagandasını yapacak eğer biraz entelektüelse piyasada servis edilen egemen paradigma tarafından tescilli isimleri öne çıkararak kompleksten kurtulacaktır.
Riyaroni: Düşünen insan mutlaka bir mayına çarpan insandır. İzmlerden birine girmek mecburiyetindedir, siz cemil MERİÇ’in bu aforizmasını nasıl değerledniriyorsunuz?
B. Sönmez: Bu sözünü hatırlayamadım. Kusurumu bağışlayın lütfen…
B. Sönmez: Bu sözünü hatırlayamadım. Kusurumu bağışlayın lütfen…
Riyaroni: Ortadoğudaki politik ve toplumsal ayaklanmaların düşünsel bir arkaplanı var mı?
B. Sönmez: Elbette.. Mağlupların zaferi diyebiliriz buna. Umarım mesele politik ihanetlere kurban edilmez. Ortadoğudaki direniş Osmanlının parçalanma sürecine isyandır. Arap dünyası yüzyıllık ihanetin farkına varalı çok olmuştu ama bugün özellikle Türkiyedeki politik gelişmeler (ki Yurtdışında da bunu gözlemleyenler çok olmuştur) Ortadoğu’nun kendine gelişini hızlandırmıştır. Artık Ortadoğuda ayrışma değil bütünleşme gerçekleşecektir. Ancak zafer elde etmek kadar onu korumak da önemlidir. Askeri zaferler geçicidir. Entellektüel ve ahlaki dirilişin bulunmadığı hiçbir hareketin sadra şifa olamayacağı ortadadır. Üstad Sezai Karakoçun dediği gibi direniş değil, diriliş gereklidir.
B. Sönmez: Elbette.. Mağlupların zaferi diyebiliriz buna. Umarım mesele politik ihanetlere kurban edilmez. Ortadoğudaki direniş Osmanlının parçalanma sürecine isyandır. Arap dünyası yüzyıllık ihanetin farkına varalı çok olmuştu ama bugün özellikle Türkiyedeki politik gelişmeler (ki Yurtdışında da bunu gözlemleyenler çok olmuştur) Ortadoğu’nun kendine gelişini hızlandırmıştır. Artık Ortadoğuda ayrışma değil bütünleşme gerçekleşecektir. Ancak zafer elde etmek kadar onu korumak da önemlidir. Askeri zaferler geçicidir. Entellektüel ve ahlaki dirilişin bulunmadığı hiçbir hareketin sadra şifa olamayacağı ortadadır. Üstad Sezai Karakoçun dediği gibi direniş değil, diriliş gereklidir.
Riyaroni: İslam coğrafyasının batı karşısında felsefi, bilimsel ve teknolojik olarak geride kalmasının temel nedenleri nelerdir?
B. Sönmez: Ahmet Cevdet PAŞA’nın dediği gibi kanun-u kadime muhalefet, asrın icaplarına uymamak. Said Halim Paşanın Buhranlarımızda altını çizdiği şey de budur.
B. Sönmez: Ahmet Cevdet PAŞA’nın dediği gibi kanun-u kadime muhalefet, asrın icaplarına uymamak. Said Halim Paşanın Buhranlarımızda altını çizdiği şey de budur.
Riyaroni: Siyasetbilimciler ve sosyologlar; kent dindarlığına ihtiyaç olduğunu, kent dindarlığının sanatla, bilimle, felsefe ve kültürle daha barışık olduğunu islamın şehir dini olduğunu ve aslında islam diye anlatılan bir çok şeyin köylülükle ilgili olduğunu söylüyorlar. Size göre kent dindarlığı ve köy dindarlığı var mıdır, varsa siz nasıl kıyaslıyorsunuz?
B. Sönmez: Evet vardır. Yukarıda söylemeye çalıştım fazla irdelemek yanlış anlaşılmaya kapı açabilir.
B. Sönmez: Evet vardır. Yukarıda söylemeye çalıştım fazla irdelemek yanlış anlaşılmaya kapı açabilir.
Riyaroni: Kendi gençlik öneminizi de göz önünde bulundurarak, günümüz gençlerinin felsefeye ya da düşünsel hayata olan ilgileri noktasında bir atış ve ya azalış söz konusu mudur, bu bağlamda Gençlerin, günümüzde felsefeye bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
B. Sönmez: Gençler demeyelim bence. Yani gençler denilince sanki tek suçlu onlarmış hiç kimsenin suçu yokmuş gibi bir izlenim oluşuyor. Şu an büyük meseleler içinde büyüyor gençler. Köyden kente göç, dünyanın küçülmesi, internet cep telefonu vesaire gibi aygıtlar bütün bir toplumu ilgilendiriyor. Genç yaşlı kategorisine bu yüzden çok sıcak bakmıyorum. O yüzden yargılamayalım; anlayalım gençleri ve yeni durumları iyi analiz edelim.
Riyaroni: Son olarak doğu – batı felsefesi olarak felsefeyi ayrıştırmak felsefeye haksızlık değilmidir, sizce felsefenin doğusu veya batısı varmıdır?
B. Sönmez: Felsefe felsefedir. Ama doğu felsefesi ve batı felsefesi diye bir ayrımdan çok bir felsefe geleneği var mıdır diye sormak lazım. Buna ezeli hikmet diyen Genuon ve ekolü bütün bir insanlıkta ezeli bir hakikatin olduğunu ve felsefenin bu hakikatin ifadesi olduğunu söylüyor. Doğu ve Batı diye ayıranlar İslam Hristiyan ayrımı yapıyorlar ki bu da çok sağlıklı değil,DESCARTES batılı olduğu kadar Müslümanların da talebesidir Roger BACON, İ.KANT, Spinoza için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bunlar Batılı ama bizim filozoflarımızdır.
Bu yüzden Felsefi düşünüşün ana çizgilerin kavramak Doğu mu Batı mı gibi ayrıştırmalarla uğraşmaktan daha sağlıklı. Acak bugün Türkiye’de Felsefe diye okutulan şey Hristiyan teolojisi ve türevleridir. Çünkü Batı düşüncesi gerek Ortaçağ, gerekse Yeniçağ boyunca hep Kilisenin ekseni etrafında dönmüş durmuştur. Düşünce adamları Ortaçağda, Kilisenin doğrularını rasyonel temellere oturtma, Yeniçağda da kiliseden kurtulma yönünde hamleler yapmakla uğraşmışlardır. Örneğin AGUSTİNUS bir papaz olmasına rağmen Feuerbach bir papaz olmasına rağmen, Berkeley bir papaz olmasına rağmen felsefe tarihlerinde yer almakta ancak Farabi yer almamaktadır. Oysa Farabi Berkeley’in veya Hegelin yanında çok seküler kalır (tabir caizse).
Üstelik bunun böyle olduğuna dair de bir bilinç yoktur. Bu isimler okunmasın demiyorum.bu isimlerin konu olarak alınması ayrı şey kaynak olarak alınması ayrı şeydir.
Felsefe alanında boy gösterenlerin bir kısmının amacı zaten felsefe falan değildir. Bunlar belli ideolojik kampların söylemlerini felsefe ambalajı ile sunma gayreti içindedirler. Sahih bir felsefe geleneği bu yüzden oluşmamaktadır. Yani havanda su dövülmektedir büyük ölçüde. Bu yüzden akademik alanda ciddi anlamda hiçbir özgün felsefi eser yoktur. İlahiyatlarda da ayrıca sorun vardır. İlahiyatlarda felsefe angarya olarak görülmektedir. Felsefe dersleri herkesin verebileceği dersler olarak algılanmaktadır. Felsefe insanı dinden imandan eder gibi bir yargı da hala aşılabilmiş değildir.
Bülent Sönmez Kimdir?
"Yrd. Doç. Dr. Bülent Sönmez" Adıyaman’da doğdu.
İlköğrenim ve liseyi Adıyamanda okudu.
Konya, Selçuk Üniversitesi’nde lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini tamamladı.
Uzun bir dönem Milli Eğitimde öğretmenlik yaptı.
Halen Dicle Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Bülent Sönmez’in Yayınlanmış çalışlmaları;
Peygamber ve Filozof (2002),
Bu Kapı Yalnızlığa Açılır (şiir 2007),
Ahlak Felsefesinde Güncel Konular I -Gizli Kimlik-(2007)
Modern Batı Düşüncesi Hristiyanlık ve Din Algısı (2008)
Bülent Sönmez’in Yayınlanmış çalışlmaları;
Peygamber ve Filozof (2002),
Bu Kapı Yalnızlığa Açılır (şiir 2007),
Ahlak Felsefesinde Güncel Konular I -Gizli Kimlik-(2007)
Modern Batı Düşüncesi Hristiyanlık ve Din Algısı (2008)
http://www.riyaroni.com/roportajlar/816-yrd-doc-dr-bulent-sonmez-riyaronicoma-konustu.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder