10 Nisan 2010 Cumartesi

Letonya'nın Köleliğe Giden Yolu

Letonya neredeyse 20 yıldır “Batı-savunucusu” Washington Konsensüsü’nü benimseyip kendisini yok eden hükümet-karşıtı, emek-karşıtı, endüstri-karşıtı ve tarım-karşıtı politikalar izlemiş ve sonuçlar giderek daha da kötü olmuştur. Batı’nın şimdiki görevi de Letonya ekonomisini neo-liberalizmden neo-serfdom’a (yeni-köleliğe) çevirmektir.

Dünya basınının büyük bölümü en sorunlu Avro-alanları olarak addettiği Yunanistan’a (ve aynı şekilde İspanya ve Portekiz’e) odaklanmışken, Avro-alanı’na girmeleri gündeme alınmış Sovyet-sonrası ekonomilerin içinde bulunduğu çok daha şiddetli, daha tahripkâr ve katî olarak ölümcül kriz, nasıl oluyorsa dünyanın yaygın dikkatinin gözünden kaçtı.

Bu, şüphesiz, Sovyet-sonrası ekonomilerin deneyiminin, neoliberalizmin tahrip edici dehşetini yaşamış olmasından dolayıydı; ve Avrupa’nın bu ülkelere, onlara vaat edildiği gibi, onların da Batı Avrupa ülkelerinin çizgisine paralel olarak gelişmelerinde yardımcı olmak değil, bu ülkelerin ekonomik artıklarından, uzman emek gücünden, genel olarak çalışma yaşındaki emeğinden, gayri menkulünden ve binalarından ve Sovyet döneminden miras kalan her şeylerinden soyulup soğana çevrilmiş olarak onları birer ihracat ve bankacılık pazarları halinde sömürgeleştirilmiş alanlar yapma politikasından ileri geliyordu.

Letonya dünyanın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşadı. Bu yalnızca ekonomik değil aynı zamanda bir demografik (nüfus) krizdi. Yalnızca son iki yılında GSMH’sindaki yüzde 25.5’lik çöküş (bu son yıl yüzde 20 olmak üzere) şimdiye kadar görmüş olduğu en büyük düşüştü. IMF’nin kendi pembe gözlüklü tahmini bile bu oranın yüzde 4 daha düşeceğini söylemektedir ki bu bile Letonya’nın ekonomik çöküşünü ABD’nin büyük çöküşünden de öte bir yere oturtur. Ancak kötü haber bu kadarla da kalmıyor. IMF’nin görüşüne göre 2009’da toplam sermaye ve bütçe açığı 4.2 milyar avro’yu bulacak ve 2010 yılında ek olarak 1.5 milyar avro, ya da GSMH’nın yüzde 9’u, ülkeyi terk edecek.

Daha da ötesi, Letonya hükümetinin borçları birikerek yığılıyor. Bu borçlar 2007’de GSMH’nin yalnızca yüzde 7.9’u iken bu yıl GSMH’nın yüzde 74’ü kadar olması bekleniyor ve IMF’nin olabilecek en iyi senaryosuna göre de 2014’de yüzde 89’la sabitlenecek. Bu onu avro’ya geçmesi için Maastricht Anlaşması’nca öngörülen borç miktarı sınırlarının çok dışına atıyor. Ancak avro-alanına girmek, Letonya Merkez Bankası’nın yerel para kurunu sabit tutmak için uyguladığı sert önlemler için temel bahane. Merkez Bankası’nın bu sabit kuru sürdürmek için kullandığı yöntemler, yerel ekonomiye yatırım yapmada kullanılabilecek yığınla paranın yok olmasına neden olmuştur.

Buna rağmen Batı’da kimse, Baltık ve Sovyet-sonrası ülkeleri için tipik olan fakat Letonya’da daha aşırı ortaya çıkan bu kaderi Letonya’nın niye yaşadığını sorgulamamaktadır. Eski SSCB’nin 1991’de yıkılışından beri yaklaşık yirmi yıldır özgür olan bu ülkelerin problemlerinden dolayı tek başına Sovyet sistemi suçlanamaz. Hâttâ tek başına yolsuzluk bile suçlanamaz –Sovyetler’in son döneminin çözülmüşlüğünün bunda oynadığı rol kesin, fakat bu miras, büyütülerek, şiddetlendirilerek ve hâttâ kleptokratik (hırsızlık-hakim) şekli teşvik edilerek Batı’lı bankerlerin ve yatırımcıların zengin seçeneklerden istediklerini toplayabilmeleri için sunulmuştur. “İş dostu reformları” o kadar yüksekten alkışlayan Dünya Bankası, Washington ve Brüksel’in eşliğinde bu ekonomileri finanse edenler ise Batılı neoliberallerdi.

Letonya için daha düşük yolsuzluk seviyeleri tabiî ki arzu edilir (fakat bu durumda Batı kime güvenecektir?) ama yozlaşma seviyesini düşürmek belki de durumu, Estonya’nın avro ile borçlanması sonucu ulaştığı ve borcunu ödemek için köle gibi çalıştığı seviyeye çıkarabilir. İskandinavya ve Finlandiya’nın tam tersi, Letonya’ya komşu Baltık ülkeleri de tıpkı Letonya gibi, aşırı ölçüde işsizlik, düşük büyüme hızı, sağlık standartlarında düşme ve dışarıya göç yaşamışlardır.

Şikago oğlanlarının biçtiği elbise
Joseph Stiglitz, James Tobin ve Batı kamuoyunda tanınmış diğer ekonomistler, Sovyetler’in çöküşünden sonra, Batılı ideoloji tüccarları tarafından ithal ettirilen finansallaşmış düzenin radikal bir hata olduğunu açıklamaya başladılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın benimsediği yol kesinlikle neoliberal ekonomi değildi. Letonya’ya biçilen yeni bir deneydi ve bu deneyin ilk uygulaması Şikago’dan gelip, Şikago Oğlanları diye bilinen kişiler tarafından Şili’ye dayatılmış yeni bir elbisenin denenmesiydi. Letonya’nın öğütçüleri Georgetown’dan gelmişti ancak ideoloji aynıydı: hükümeti parçala ve içerdeki politik Batı yandaşlarına devret.

Bu acımasız deneyin Sovyet-sonrası ülkelere uygulanmasındaki amaç, Batılı bankalara, malî yatırımcılara ve açıkça “serbest pazar” ekonomistlerine (bunlara bu adın verilmesi, kamu malını serbestce bedavaya vermeleri, bunu vergiden muaf tutmaları ve “bedavadan, serbest yemek” kavramına yeni bir anlam vermiş olmalarından dolayıdır) eski Sovyet bloğundaki ülkelerin çoğunda ekonominin tümünü yeniden düzenlemede kolaylık sağlamaktır. Sonunda görüldü ki yapılan her düzenleme aynıydı. Bunları yapanların adları değişikti fakat çoğu Washington’a, Dünya Bankası’na, Avrupa Birliği’ne bağlıydı ve bunlar tarafından finanse ediliyorlardı. Ve sponsorlar Batı’nın finans kurumları olunca, düzenlemelerin de onların kendi malî çıkarları için olacağı şaşırtıcı olmamalı.

Bu plân, Batı’lı hiçbir demokratik ülkenin uygulayacağı bir plân değildi. Bu ülkelerdeki kamu kuruluşları, onları hemen Batı’lı girişimcilere ve paralarını güvenli bir şekilde Batı’daki sağlam sığınaklara göndereceğine güvendikleri yerli oligarklara satmaları için bireylere dağıtılıyordu. Bütün bunların üstüne, geleneksel iki Batılı bankanın müşterilerinin -gayrı menkûl ve doğal altyapı tekelleri müşterilerinin- neredeyse vergi ödemeyecekleri yerel vergi sistemleri yaratıldı. Böylece bu müşteriler rant ve tekel ödemelerini, bu ülkelerin ekonomilerini yeniden inşa etmek için yerel vergi temelinde kullanılmak üzere yatırmak yerine, Batı’lı bankalara faiz olarak aktardılar.

Sovyetler Birliği’nde hemen hemen hiç ticarî banka yoktu. Batı Avrupa bu ülkelelerin kendi bankalarını kurmalarına yardım etmek yerine, bu ekonomilere, batılı bankaların korunmasını sağlayan avro ve diğer faal dövizlerle ödemeleleri gerekecek, faizlerle yüklenen kredi ve borç verermeye kendi bankalarını teşvik etti. Bu durum bir temel malî aksiyomu ihlal ediyordu: “Gelirlerin yerel para şeklinde belirlenmişse, borçlarını asla dövize endeksleme.”

“Sermayeyi değil emeği vergilendirin!”
Fakat İzlanda konusunda olduğu gibi, Avrupa bu ülkelerin Euro’ya geçmelerinde, onlara uygun politikalar izleyerek yardımcı olma sözü verdi. Onlara önerilen “reformlar”, şirketler ve gayrı menkûllerden alınan vergileri kaldırarak (başlıca banka müşterileri bunlardan oluşuyordu) bu vergileri emeğin üzerine kaydırmanın nasıl yapılacağını göstermekti. Bundan böyle emeğin ödeyeceği vergi yalnızca sabit bir gelir vergisi değildi. Emek aynı zamanda, Sosyal Güvenlik ve Sağlık Yardımı vergilerinin artık genel bütçeden çoğu yüksek vergilerle ödenmesinin yerine geçen, bu hizmetlerden yararlanan işçilerden kullanma ücreti olarak, sabit, “sosyal hizmet” adı altında alınan vergilerden de mükellefti.

Batı’dakinin tersine önemli bir mülk vergisi görünmüyordu. Bu da hükümetleri, emek ve endüstriden vergi almaya zorladı. Fakat gene Batı’dakinin tersine yüksek gelir ve refah vergileri yoktu. Letonya çoğu kez, emekten, sabit, ücretin net yüzde 59’una eşit oranda vergi alıyordu (Amerikan Kongresi komite başkanları ve lobicileri, emeği cezalandıcı böyle bir vergilendirmeyi ancak rüyalarında görebilirler. Bu, seçim kampanyalarında onlara sponsor olan şirketler için ne güzel bir ödül olurdu!). Böyle bir vergilendirme sistemiyle Avrupa ülkelerinin yeni filizlenen ekonomilerden korkusu olamazdı. Bu ekonomilerde mülk vergisi veya işçilere yük olacak vergiler yoktu: ev fiyatları düşüktü, borçlanma fiyatları düşüktü. Bu ekonomiler daha başlangıçta zehirlenmişlerdi. Onları “serbest pazar” ve bugünün Batı’sının ekonomik çıkarları açısından “iş çevrelerinin dostu” yapan da buydu.

Gayrı menkûl ve diğer mülkleri vergilendirme gücünden, hâttâ yüksek gelir gruplarının vergilerini arttırma gücünden yoksun hükümetler, emek ve endüstriyi vergilendirmek zorunda kalıyordu. Bu ülkelere giren ve zenginlerin kazançları artırılırsa damla damla bu kazançtan işçilerin de yararlanacağını savunan bu mâlî felsefe, emek ve sermayenin fiyatını şiddetle yükseltti ve bu neoliberalleştirilmiş ülkelerdeki tarım ve endüstriyi, “Eski Avrupa” ile rekabet edemeyecek derecede pahalı hale getirdi. Sonuçta Sovyet-sonrası ekonomileri, Eski Avrupa endüstrisi ve bankacılık hizmetleri için ihraç alanlarına dönüştürüldü.

Batı Avrupa endüstri ve emeğini koruyarak ve gerekli üretim maliyetleriyle ilgisi olmayan arazi kiralarını ve diğer gelirleri vergilendirerek gelişti. Sovyet-sonrası ekonomileri ise bu vergi gelirlerini Batı Avrupa bankalarına ödeyerek ülke dışına çıkardı. 1991’de hiç borçları olmayan bu ekonomiler, kendi paralarıyla bile değil, yabancı dövizlerle borca batırıldılar. Batı’lı bankaların verdiği borçlar, bu ülkelerin sermaye yatırımlarını, kamu yatırımlarını ve hayat standartlarını arttırmak için kullanılmadı. Borçların büyük kısmı esas olarak Sovyet döneminden miras kalan değerli mallara karşılık verildi. Yeni gayrı menkûl inşası gerçekten de aldı başını gitti fakat çoğunun değeri şimdi başlangıç değerinin altında ve borca batmış durumda. Ve Batı’lı bankalar Letonya’dan va diğer Baltık ülkelerinden, çöken ekonomilerine ve gittikçe yayılan yoksulluklarına rağmen, emek gücünü dışarıya daha çok sürmekle tehdit eden neoliberal “reformları” giderek arttırarak daha çok ekonomik artık elde etmeleri ve borçlarını bu şekilde ödemelerini talep etmektedir.

Bu ise, başta hırsız ve yolsuz bir yönetim ve (ya hiç sendikalaşmamış ya da çok zayıf sendikalaşmış, çok az iş güvenliği ile çalışan) borca batmış bir işgücü ile işadamlarının dostu olarak alkışlanan ve dünyanın diğer bölgelerine taklit etmeleri için örnek gösterilen bir model. Sovyet-sonrası ekonomileri tümüyle “azgelişmiş”ti, maliyetleri yüksekti ve genelde Batı’lı komşularıyla eşit şartlarda rekabet etmekten çok uzaktaydılar.

Sonuç, çılgına dönmüş görüntüsü veren, beklenenin aksine bir gelişmeyle iyice berbatlaşmış ve şimdi kurbanlarının suçlandığı bir ekonomik deney. Öyle görünüyor ki Avrupa ve Kuzey Amerika’ya da aynı iyimser retorikle yavaş yavaş uygulanmaya hazırlanan neoliberal ideoloji ekonomik olarak o kadar tahripkârdı ki, bakıldığında bu ülkeler askerî işgal görünümündeydiler. Böylece, Baltık ülkelerinde provası yapılan elbisenin şimdi Birleşik Devletler’e giydirilmek üzere olduğundan kaygı duymanın zamanı gelmiştir.

Eyvah “reform”!
“Reform” kelimesi Rusya için olduğu kadar Baltık ülkelerinde de olumsuzluklar çağrıştırmaktadır. Feodal bağımlılığa geri gitmenin sembolü haline gelmiştir. Eskiden Almanya ve İsveç’ten gelen feodal lordlar Letonya’da sahip oldukları toprakların gücüyle buraları yönetirken şimdi Baltık ülkelerini, yerel gayrı menkûllerine karşı işleyen, yabancı dövize endeksli mortgage kredileri vererek kontrol etmektedirler.

Bu ülkelerde borçlarını ödemek için ölesiye çalışmak doğrudan köleliğin yerini almıştır. Gerçek pazar değerinin çok üstünde olan mortgage kredi faizleri geçtiğimiz yıl yüzde 50-70 artarak (ev tipine göre) Letonyalı ev sahiplerinin ödeyebileceklerinin çok üzerine çıkmıştır. Yabancı döviz borç hacimleri, bu ülkelerin, ithal mallarını çok zor kabul eden Avrupa’ya veya emek güçlerini koruma politikası güden, onları satmayan ve onları “serbest pazar” adı altında benzeri görülmemiş sıkı önlemler paketlerine maruz bırakmak istemeyen, dünyanın diğer yerlerindeki demokratik hükümetlere ihraç edecekleri emek, endüstri ve tarım ürünlerinden elde edecekleri gelir miktarının çok üstündedir.

Neoliberal düzenlemelerin uygulanmasının üzerinden yirmi yıl geçti ve sonuçlar insanlık suçu olmasa da hemen hemen bir felâket. Ekonomik büyüme olmadı. Sovyet döneminin değerli varlıkları alınan borçlarla yok edildi. Bu, II. Dünya Savaşı sonrası veya daha önceki Avrupa’nın veya şimdiki Çin’in gelişme çizgisi hiç değil. Bu ülkeler, klâsik, yerli endüstriyi koruyan, kamusal altyapı harcamaları yanlısı, refahı vergilendiren, ülke içinde kumar ve yağmaya karşı yasal tedbirler getiren yolu, yani neoliberal serbest pazar ideolojisinin tüm karşı olduğu metotları takip ettiler.

Şimdi tam üzerinde durulan konu, dünya ekonomik düzeninin altında yatan varsayımlar. Bugünün ekonomik teori ve politika krizinin temelinde yatan, klâsik ekonomi politiğin yol gösterici kavramlarının ve verdiği sözlerin tamamen unutulması. George Soros, Stiglitz ve diğerleri şimdiki ekonomiyi maliyenin kesinlikle refah yaratma işlevinden ayrıldığı, Soros’un da bizzat oynayarak kendisini zenginliğe boğan, küresel bir kumarhane ekonomisi olarak tarif ediyorlar. Finansal sektör, mal ve hizmetler reel ekonomisinden, gittikçe artan aşırılıkta ve hâttâ ödenmesi olanak dışı yüksek taleplerde bulunmaktadır.

Gelirlerinin ekonomiye ister istemez vergi yüklemesine neden olan, hiçbir gerekli üretim maliyeti taşımayan ve ekonominin borca girmesine neden olan rantçıların, mal sahiplerinin ve özel ayrıcalıklı gelir sahiplerinin yarattığı problemler üzerine odaklanan klâsik ekonomistlerin kaygısı da işte buydu. Klâsik ekonomistler, maliyeyi, reel ekonominin gereksinimlerine göre ve ona hizmet etmek üzere yeniden düzenlemek gerektiğinin bilincine vardılar. 1930’lardaki ABD bankacılık düzenlemelerine ve 1950’lerden sonra ve 1970’ler boyunca imalât yatırımını teşvik etmek üzere Batı Avrupa ve Japonya’ya yön veren felsefe buydu. Birleşik Devletler, malî sektörün spekülatif aşırılıklarda bulunma becerisini kontrol etmek yerine, 1980’lerde bu düzenlemeleri yok etti. ABD malî sektörünün toplam kârı 1982’de yüzde 5’in biraz altında olmasına karşın, 2007’deki vergi sonrası kârı eşi benzeri görülmemiş şekilde yüzde 41’e yükseldi. Başka alanları yağmalayarak yükselen bu faaliyetin etkisi ekonominin diğer kesimlerinin üzerine çöken bir “vergi” oluyordu.

Bile bile lades
Klâsik alet kutusundaki araçlardan biri malî yeniden yapılanma ise onunla beraber duran bir başka temel araç da vergi politikası idi. Hedef çalışma ve varlık yaratılmasını ödüllendirmek ve vergi tabanı olarak kullanılan “dış” toplumsal ekonomilerden toplanan bedava yemeğe konmaktı. Bu vergi politikasının, ücret ve kâr gibi çalışarak kazanılmış gelir üzerindeki yükü azaltma meziyeti vardı. Toprak, üretimdeki emek-maliyeti olmadan (dolayısıyla maliyet değeri olmadan) doğa tarafından verilmiş bir kaynaktı. Fakat onu doğal bir vergi kaynağı yapmak yerine hükümetler toprağı, borç karşılığı kiraya vermeleri için bankalara izin verdi ve toprağın kira değerindeki yükelmesini de bankalar faiz toplamaya dönüştürdü. Klâsik terimler açısından sonuç, topluma yüklenen bir vergi oluyordu. Bu vergi de toplumun refaha ulaşmak üzere ekonomik ve toplumsal altyapısında yapması gereken yatırımlar için kullanılacak bir gelirdi. Bunun karşıtı ise toprak ve endüstriyel sermayeyi vergilendirmekten geçiyordu. Vergi toplayıcılarının feragat ettikleri bu geliri, bankalar şimdi toprakların yükselen fiyatlarıyla, alıcıların mortgage faizi ödedikleri fiyatlarla topluyorlar.

Klâsik ekonomi Letonya’da çıkacak sorunları önceden görebilirdi. Malî sektöre hiçbir engel getirilmediğinden, tekel fiyatlarında hiçbir düzenleme yapılmadığından, endüstri korunmadığından, “vergi sığınağı” ekonomiler yaratmak için kamu malları özelleştirildiğinden ve spekülatörleri ödüllendiren ancak emek ve hâttâ endüstriyel sermayeyi yoksullaştıran vergi politikaları uygulandığından Letonya ekonomisi gelişmemiştir. Letonya’nın elde ettiği ve bunun için Batı tarafından yüksek iltifatlar aldığı şey, ekonomik felâketinin maliyetini karşılamak üzere muazzam borçlar alıp bunları da ödemek için fiyat ve kiralarda aşırı yükseltmelere gitmedeki gönüllülüğüdür. Letonya’da endüstri çok azdır, tarımsal modernizasyon çok azdır fakat 9 milyar ‘lati’den fazla özel sektör borcu vardır; bu borçların da, şimdi, tıpkı ABD banka iflaslarında olduğu gibi hükümet bütçesine aktarılma riski vardır.

Verilen krediler, Letonya ekonomisini inşa etmek üzere verimli bir şekilde kullanılsaydı kabul edilebilirdi. Fakat bunlar genelde üretken olmayan, toprak-fiyatı enflasyonunu ve lüks tüketimi aşırı yükselten ve Letonya halkını borç kölesi durumuna düşüren kredilerdir. Sarah Palin’in “bekle ki değişsin gibi bişey” dediği gibi, Letonya Bankası, krizin dibe vurduğunu söylemektedir. İhracat nihayet toparlanmaya başlamıştır fakat ekonomi hâlâ çaresiz bir darboğaz içindedir. Eğer şimdiki yönelimler devam ederse ekonomik yeniden canlanmayı görecek hiçbir Letonyalı kalmayacaktır. İşsizlik oranı hâlâ yüzde 22’nin üzerindedir. Onbinlerce kişi ülkeyi terketmiş, onbinlercesi de çocuk yapmama kararı almıştır. Bu, ülkeye milyarlarca lati özel sektör ve kamu sektörü borcu yüklenmesine karşı verilen doğal bir tepkidir. Letonya’nın gidiş yolu Batı’nın refah seviyesi yönünde değildir. Letonya’nın merkez bankasını iflasa sürükleyip bu ülkeye, ona bu kadar üretici olmayan ve asalak niteliğinde borçlar veren İsveç bankalarına borç ödemesi yapmasını dayatmak üzere Brüksel tarafından Letonya’ya zorlanan halihazırdaki gerici vergi politikalarından, emek-karşıtı, endüstri-karşıtı ve tarım-karşıtı neoliberalizmden Letonya’nın hiçbir çıkış yolu yoktur.

Neo-liberal pişkinlik
Albert Einstein’e göre, “delilik, hep aynı şeyleri yapıp bunlardan değişik sonuçlar beklemektir”. Letonya neredeyse 20 yıldır “Batı-savunucusu” Washington Konsensüsü’nü benimseyip kendisini yok eden hükümet-karşıtı, emek-karşıtı, endüstri-karşıtı ve tarım-karşıtı politikalar izlemiş ve sonuçlar giderek daha da kötü olmuştur. Batı’nın şimdiki görevi de Letonya ekonomisini neo-liberalizmden (yeni-liberalizmden) neo-serfdom’a (yeni-köleliğe) çevirmektir. Seçilen yolun 19. yüzyıl klâsik ekonomistleri tarafından önerilen, Batı ve aynı zamanda şimdi Doğu Asya’da da görülen refah çizgisi olduğu sanılabilir. Fakat bu çizgi, ekonomik felsefenin, dolayısıyla yönetimin değişmesini gerektirir.

Şimdi sorun Avrupa ve Batı’nın Letonya’nın bu durumuna nasıl tepki vereceğidir. Hatasını itiraf mı edecektir? Yoksa işi pişkinliğe mi vuracaktır? Şimdilik gördüğümüz işaretler tatmin edici değil. Batı, emeğin yeteri kadar yoksullaşmadığını, endüstrinin yeteri kadar aç kalmadığını ve hasta ekonominin kanının yeteri kadar akmadığını söylemektedir.

Washington ve Brüksel bunları Baltık ülkelerine söyleyebiliyorlarsa, kendi halklarına neler yapabileceklerini siz tahmin edin!

Michael Hudson, eski Wall Street ekonomisti, şimdi Kansas City (UMKC) Missouri Üniversitesi’nde Uzman Araştırmacı Profesör, Uzun Vadeli Ekonomik Eğilimler Çalışmaları Kurumu (ISLET) başkanı. Pekçok kitabın yazarı: Super Imperialism: The Economic Strategy of American Empire (yeni baskısı, Pluto Press, 2002) ve Trade, Development and Foreign Debt: A History of Theories of Polarization v. Convergence in the World Economy bunlara dahildir. Web sitesinden kendisine ulaşılabilir: mh@michael-hudson.com

Jeffrey Sommers, ISLET Baltık Araştırma Grubu yardımcı başkanı, ve Riga’daki Stockholm School of Economics’de ziyaretçi öğretim görevlisi. Şu web adresinden kendisine ulaşılabilir: Jeffrey.sommers@fulbrightmail.org

[Informationclearinghouse.info’daki İngilizce orijinalinden Hatice Aksoy tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Hiç yorum yok: