-Diyarbakır 5 Nolu Zindani denince aklıma; inasnlık düşmanı, çağın en gerici ve en barbar vahşeti ve bu vahşetle yok edilmek istenen insanlığın çığlıkları gelir .
-Cemal`in iradesi kırılmadı ama bünyesi kaldıramadı. Cemal yataklara düştü. İşkenceci celatlar, hasta vucuduna da işkence yaptılar. Ve Cemal fenalaştı. 35. Koğuştan hastaneye kaldırıldığında artık çok geçti. Cemal Kılıç 1981`de ölümsüzler kervanına katıldı-Ne kadar ulusalcı olursan ol, ne kadar milliyetçi olursan ol; dünyaya kafa tutarak bu amaca ulaşamazsın. Hani derler ya astarı yüzünden pahalı olur. PKK direniyor. Mevzilerini korumaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bu durumda bağımsız bir Kürdistan`ın zor olduğu bilincinde. Ama bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. PKK
, bu bağlamda; hiç bir milliyetçi ve burjuva gücün yapamayacağı bir yurtseverlik ve irade gösteriyor.
-Burada bir çarpıtma var. Kürtler şiddete başladığı için özgürlükleri ellerinden alınmadı. Tam tersi Kürtler özgürlüklerinden yoksun olduğundan ve özgürlüklerini demokratik veya barışçıl bir yolla alamadıklarından haklı bir savunmaya giriştiler. Bu haklı savunma pozisyonunda Kürtleri zor ve silahla bastırma komseptiye sömürgeciler hep saldırıda oldular.
HAMİT BALDEMİR DİYARBAKIR ZİNDAN VAHŞETİNİ ANLATIYOR/RÖPORTAJ
-Diyarbakır Cezaevi deyince aklınıza ne geliyor?
-Birinci soru zor ve birden çok durumları çağrıştıran bir soru. Karmaşık bir süreci bir iki cümle ile anlatmak zor zaanat. Bunu başaracağımı sanmıyorum. Bir tarihsel süreci bir cümle veya paragrafa sığdırma veya bir cümle veya paragrafla anlatmak olası değildir. Ciltlerle ifadesi zor olan bir süreci birkaç cümle ile ifade etmek benim için imkansız gibi birşey. Ama röportajın sınırları çerçevesinde birşeyler ifade etmeye çalışacağım. Umarım az da olsa bu anlatımlarım bir yanıt olur.
Diyarbakır Cezaevi, aslında bir dönemin başlangıcı ile bir dönemin sonunu ifade ediyor. Bunu açarsak, 12 Eylül Askeri Yönetimin, başka bir anlatımla: 12 Eylül Faşist Yönetimin başlangıcı ve sonunu ifade ediyor. K. Kürdistan`da 5 Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevi faşist askeri yönetimin baskı, işkence ve katliam politikası ile özdeşleşen bir yerdir. Buranın resmi adı ise, Diyarbakır Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Cezaevi`dir. Sömürgeci egemenler, burada tutsaklar şahsında tüm insani değerleri yok etmek istediler. Tabi ki, bununla Kürt halkının başta olmak üzere tüm halkların devrimci dinamiklerini bir daha filizlenmemek üzer oratadan kaldırmak hedeflenmişti.
Kısacası, Diyarbakır 5 Nolu Zindani denince aklıma; inasnlık düşmanı, çağın en gerici ve en barbar vahşeti ve bu vahşetle yok edilmek istenen insanlığın çığlıkları gelir .Özgürlük ve onur kavgası verenlerin ; ezilenlerin ve mazlumların insan çığlıkları ile bu mücadelede ölümsüzleşenler gelir. Tarihsel bir momente, bir kuşağın şahsında; insanlığın bitirilmek istenmesi ve buna karşı destanlar yaratan ilerici insanlığın kendini bu koşullarda yeniden yaratması; herşeyin tam bittiğinin düşünüldüğü anda yeni bir çığırın nasıl açıldığı aklıma gelir. Ve yine hiçbir baskı ve işkencenin, yani vahşet boytundaki işkence ve baskılarla insanlığın ideallerinin yokedilemeyeceğini; insanlığın kararlılığı ve onur mücadelesinin her koşulda kendi zaferinin önünü açacağını bu mekan ve süreçte kendini yine üretebileceğini ...
-14 Temmuz Direnişi ( ölüm orucu) ile ilgili bugüne kadar anlatılmayan yönler var mı?
-Elbette anlatılmayan pek çok şey var. Bu eylemin birçok boyutu var. Düşmana karşı direniş boyutu. Tutsaklar boyutu. Direnişçi bireyin kendi irade boyutu ve kendi iç çatışması gibi boyutları var. Ve bu boyutları her yazım biçimi bir bütünselik içinde ifade edemez.
Bundan ayrı olarak şehit ve kahramanlaşan insanlarımızın şahsında pek çok şey dile getirilir. Belki de bu insanların duymak istedikleridir. Bazı anlatımlar hayal ürünü olabilmektedir. En önemlisi, eylemin bizzat içinde olan arkadaşların anlatımlarıdır. Ne var ki, daha çok “kulaktan dolma” veya “kulaktan duyma” sözler ve anlatımlar dilden dile dolaşmaktadır. Sanırım bu da bütün efsaneleşmiş insanlar için geçerli bir durumdur. Öyle ki, gerçekle gerçek olmayan anlatım ve sözleri ayırtetmek, olayı yaşayan için bile zor ve karmaşık olabiliyor. Hatta gerçek ile gerçek olmayanı ayırmaya çalışmak ölümsüzleşenlere karşı bir saygısızlık durumu yaratabiliyor. Ama işin ilginci, ölüm orucu şehitleri için özel bir tanıtım ve belgeselin yapılmamasıdır. Bu büyük bir eksiklik. Bir de işin başka boyutları üzerinde duruluyor. Mesela, Hayri veya Kemal; hangi halk türküsünü severlerdi ? Bu daha çok işleniyor gibi...
Elbette sevdikleri müziği de bilmeye halkımızın ve gelecek kuşakların hakkı var. Ölüm orucuna başladıklarında söyledikleri ve mahkemede yaptıkları savunmalar derlenip onların anısına yayınlanabilir. Bence savunmaları ve mahkemdeki duruşları anlatılmayan yönleridir. Elbette orada konuşulanlar önemlidir. Arada yıllar geçti. Sözlerini ya da konuşmalarını orjinal biçimde yeniden anlatmak imkansız gibi. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri anısına yazdığım makalede kısaca aramızdaki diyaloglara değinmiştim. Onları burada tekrarlamk istemiyorum.
Bundan ayrı olarak şehit ve kahramanlaşan insanlarımızın şahsında pek çok şey dile getirilir. Belki de bu insanların duymak istedikleridir. Bazı anlatımlar hayal ürünü olabilmektedir. En önemlisi, eylemin bizzat içinde olan arkadaşların anlatımlarıdır. Ne var ki, daha çok “kulaktan dolma” veya “kulaktan duyma” sözler ve anlatımlar dilden dile dolaşmaktadır. Sanırım bu da bütün efsaneleşmiş insanlar için geçerli bir durumdur. Öyle ki, gerçekle gerçek olmayan anlatım ve sözleri ayırtetmek, olayı yaşayan için bile zor ve karmaşık olabiliyor. Hatta gerçek ile gerçek olmayanı ayırmaya çalışmak ölümsüzleşenlere karşı bir saygısızlık durumu yaratabiliyor. Ama işin ilginci, ölüm orucu şehitleri için özel bir tanıtım ve belgeselin yapılmamasıdır. Bu büyük bir eksiklik. Bir de işin başka boyutları üzerinde duruluyor. Mesela, Hayri veya Kemal; hangi halk türküsünü severlerdi ? Bu daha çok işleniyor gibi...
Elbette sevdikleri müziği de bilmeye halkımızın ve gelecek kuşakların hakkı var. Ölüm orucuna başladıklarında söyledikleri ve mahkemede yaptıkları savunmalar derlenip onların anısına yayınlanabilir. Bence savunmaları ve mahkemdeki duruşları anlatılmayan yönleridir. Elbette orada konuşulanlar önemlidir. Arada yıllar geçti. Sözlerini ya da konuşmalarını orjinal biçimde yeniden anlatmak imkansız gibi. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri anısına yazdığım makalede kısaca aramızdaki diyaloglara değinmiştim. Onları burada tekrarlamk istemiyorum.
-Dörtler, Mazlum Doğan ve Büyük Ölüm Orucu Şehitlerinin son konuşmalarından bize yansımayanlar varmı?
-Dörtlerin son mesajı, Adanan Yılmaz ( Futbolcu Adnan) tarafından bize ulaştırıldı. Bu önemli bir mesajdı. Mazlum`un böyle bir mesaj ulaştırma olanağı olmadı malesef. Mahkemede de son mesaj niteliğinde bir açıklaması olmadı. 14 Temmuz Ölüm Orucu Şehitleri`nin böyle bir olanakları oldu. Mahkemede eylem ile ilgili açıklamaları son mesajları olarak değerlendirilmelidir. Eylemin sonlarında kendileriyle buluşmamızdan hastaneye kaldırıldıklarına dek sohbetlerimiz oldu. Ama bu öyle hazırlanmış ve dışarıya çıkarılması için planlanmış mesajlar değildi. Elbette her sözleri bizim için bir mesajdı. Bu işin başka bir boyutu. Konuşulanlar daha çok cezaevi ile ve tutsak arkadaşlarla ilgiliydi.Bu konuşmaların bazılarını onların anısına yazdığım makalede ( 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu) anlatmaya çalışmıştım. Şehit düşen tüm arkadaşların davanın zaferle taçlanacağına olan inançları tamdı. Zaman zaman bu yönlü sohbetler oluyordu. Yine bazı arkadaşlarla ilgili beklenti ve güvenlerini dile getiriyorlardı. Bazen de, tutsak bulunanlar arasında eyleme katılmasını umdukları insanlara sitem ve beklentilerini dillendirme vardı. Bunu daha çok Kemal Pir dile getirirdi. Ama Hayri, Kemal`ı bu tür konuşmalarla ilgili uyarırdı. Eyleme yeni katılım ve destek istenen düzeyin çok ama çok gerisindeydi. Eleştirel bir biçimde konuyla ilgili, Ali Çiçek; bana seslenerek, “ Cemal (Cemal Kılıç) yaşasaydı, o da bizimle olacaktı;" dedi. Ben de , sadece “ evet Ali, haklısın Cemal sağolsaydı şimdi bizimle ocalaktı” diyebildim. Cemal Kılıç, Hilvanlı bir arkadaştı. Cemal yoksul ve Gergerli olarak tanımlanan bir ailenin çocuğu idi. Köydeki gençler, feodal-işbirlikçi çetelere karşı gelişen mücadelede devrimci saflarda yerini alınca, Cemal de devrimci saflarda yerini alıyor. Cemal`in diğerlerinden farklı bir özgünlüğü vardı. Çocuk yaşta “ raşitizm” denen bir hastalık geçiriyor. Cemal`ın kemikleri yeterince gelişmiyor ve çarpık bir iskelete sahipti. Sadece fiziksel olarak değil, beyinsel olarak da gelişmemişti. Kocaman adam 7-8 Yaşındaki bir çocuğun beynine sahipti ama iradesi ve inancı pekçok önder ve militanınkinden kat kat güçlüydü. Tabii ki, onun ki safça bir inanç ve bağlılıktı. Bütün direnişlerde direnişçilerle omuz omuzaydı. O zayıf ve çelimsiz bünyesine göre insanı hayran bırakan bir direniş ve dayanıklıklılığa sahiptri. Esat Oktay ve Celatları; bu durumundan faydalanmak istediler. Yani onu çabuk düşüreceklerini sandılar. Ama yanıldılar. Özel olarak ek dayak ve işkenceye tabi tuttular. Cemal`in iradesi kırılmadı ama bünyesi kaldıramadı. Cemal yataklara düştü. İşkenceci celatlar, hasta vucuduna da işkence yaptılar. Ve Cemal fenalaştı. 35. Koğuştan hastaneye kaldırıldığında artık çok geçti. Cemal Kılıç 1981`de ölümsüzler kervanına katıldı.
Eylem sırasındaki sohbetler, genelde duygusal anlarla yüklü idi ve duygusal çağrışımlar yapabiliyordu. Çünkü biliyorduk ki, bir süre sonra; sohbet ettiğimiz arkadaşlarımız aramızda olmayacaklardır.
-Bu soru, aslında PKK`ye eleştirel bakan herkesin kafasını kurcalayan ve meşgul eden bir soru. Bununla, PKK`ye karşı tavır alanları kast etmyiorum. PKK çevresinde olup eleştiriel bakan insanların kafasında da bu gibi sorular var. Bununla kastedilen ne ? Milliyetçi temelde denirse, bu bir sınıfsal yaklaşım olur. Her sınıfın kendi dünya görüşü ve ideolojisine göre farklılık kazanır, ulusal talepleri sahiplenme. Ben PKK`nin halkının ulusal taleplerine doğru yaklaştığını söyleyenlerdenim. PKK herhangi bir burjuva ulusal hareket değildir. PKK kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir harekettir. Ama günümüz dünyasında, reel sosyalizmin veya çağdaşlarının sosyalist anlayışı ile bizim coğrafyamızda ulusal sorunu çözmek olası değildir. Hatta sadece bizim coğrafyada değil, dünyada artık mümkün değildir. Bu ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur. Burjuva temelde ise, zaten burjuvazi artık bağımsız ulusal devletler kurmayı düşünmez. Bu artık tarihsel sürecini doldurmuştur. Bu öylesine söylenen bir laf değil. Bağımsızlık emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilir. Günümüzde hiçbir sömürge ülkenin anti-sömürgeci mücadele verecek burjuvazisi olabileceğine inanmıyorum ve bilimsel göremiyorum. Böyle bir mücadele verecek ne güçleri vardır ve ne de böyle bir mücadelede çıkarı vardır. Küçük burjuvazinin gücü olursa verir ama, bugünün dünya konjönktüründe bunun dış dayanakları eksik.
PKK `80 öncesi, dünya koşullarında şekillendi ve ona uygun bir mücadele strateji taktik ve hedeflerini belirledi. Ama dünya tersine döndü. Dünya birinci paylaşın savaşı “öncesine” gitti. Elbette aynısı değil ama emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımı düzeyinde bir benzerlik oluştu. Ama elbette köprülerin altında çok sular akmıştı. Ve tarih tekrar etmez. Veya bir akarsuda iki kez aynı yerde yıkanamaz. Dünya farklı bir dünya idi. Üstelik aktörler yer değişmişti. Sosyalist ve anti emperyalist hareketlerin en önemli dayanak ve destekleri olan sosyalist sistem yıkıldı. Bu durum dünyayı adeta alabora etti. Bundan herkes payını olumlu veya olumsuz aldı ve almaya devam ediyor. PKK gibi hareketlerin payına yalnızlık ve emperyalizme karşı tek başına kalmak düştü. Reel sosyalizmi beğensek de beğenmezsek de dünyada denge unsuru idi. Ulusal hareketleri yeterli düzeyde desteklemesede, önemli bir caydırı güçtü, emperyalizme karşı. Ama artık o caydırıcı güç yok. Devleti olmayan biz Kürtler emperyalizme tek başına PKK önderliğinde kafa tutuyoruz. Bu onurlu bir duruştur. Halkının gücü ile birşeyler yapılmak isteniyor.
Ama gerçekçi de, bağımsız bir Kürdistan; özellikle Kuzey Kürdistan için zor bir hedef. Hatta mevcut koşullarda imkansız. Buna ne emperyalizm ve ne de bölge devletleri destek veriyor. Destek vermedikleri gibi T.C ile ittifak halinde hareketi bittirmek istiyor. Ne kadar ulusalcı olursan ol, ne kadar milliyetçi olursan ol; dünyaya kafa tutarak bu amaca ulaşamazsın. Hani derler ya astarı yüzünden pahalı olur. PKK direniyor. Mevzilerini korumaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bu durumda bağımsız bir Kürdistan`ın zor olduğu bilincinde. Ama bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. PKK, bu bağlamda; hiç bir milliyetçi ve burjuva gücün yapamayacağı bir yurtseverlik ve irade gösteriyor. Güney Kürdistan`ın mevcut durumundan esinlenen bazı kimseler, işte PKK ulusal taleplere cevap vermiyor diyorsa; bu insanın başını ellerinin arasına koyup derin derin düşünmesini tavsiye ederim. Çünkü politika nesnel gerçeklikler üzerinde yapılır. Koşullar elvermezse, devrim yapmak veya bağımsız bir devlet kurmak doğaüstü bir güç gerektirir. Ben diyalektik materyalist bir dünya görüşüne sahibim. Maddi koşulları en az düşünceler kadar önemserim. Birileri yok, ben bu koşullarda da Kuzey Kürdistan`da bağımsız bir devlet kurabilirim diyorsa; buyursun halkı örgütlesin. Hepimizi yanıltsın.
Yok ben ABD ile yapacağım derse, bu da bir hamhayal. Çünkü ABD şu an Kuzey Kürdisan`da bağımsız bir devlete karşıdır. Güney Kürdistan`da bile bağımsız bir devlete ABD hazır değildir. Kerkük sorununda bile Kürtlere taviz verdirtmeye çalıyor- Kimlerle dans ettiğimizi bilmeliyiz. PKK`nin değerini anlayalım. Gerilalar kahramanca direniyor. Kimse demogoji yapmasın; gerila savaşıyor ama PKK istemiyor demesin. PKK gerilayı savaştırıyor. Halk hem gerilayı ve hem de PKK`yi destekliyor. Kof ajitatif milliyetçi demogojilere Kürt halkı ilgi göstermiyor. Yurtsever ve ayakta olan halk PKK`nin yanında. PKK iyi politika yapıyor ve iyi önderlik ediyor. Halkının ulusal taleplerine usa-uygun en iyi şekilde sahip çıkıyor.
-PKK Kürt ulusal mücadelesi önünde engeldir diyenler neyi amaçlıyor?
-Bunlar PKK karşıtı birey ve grupların dillendirdiği bir söylem. Aslında kendileri alternatif üretemeyen ve ulusal mücadeleye katkı sunamayanlardır. Kendi durumlarının sorumlusu olarak PKK`yi görmektedirler. Oysa PKK`nin olmadığı dönemlerde bunlar vardılar ama güç olamadılar. Çünkü Kürt halkının ulusal gerçekliğini ya kavrayamamışlardı ya da sınıfsal çıkarlarına uymadığından gereklerini yapmadılar. Veya güç getiremediler. Şimdi Güney Kürdistan, ABD müdahalesiyle belli mevziler kazandı. Bu moral değerlerle beslenen bu çevreler, acaba ABD Türkiye için de birşeyler yapamaz mı ? diye kıvranıyorlar. ABD, PKK`yi terörist ilan etmiş; Güney Yönetimi PKK`ye eleştirel bakıyor ve Talabani ise ABD ve Türkiye`ye çanak tutuyor. Halkımızın güç haline getirmedikleri, bu güçlerden meddet umarak güç olmak ve PKK`yi tasfiye edip önderliği ele geçirme hayallerini kuruyorlar. Bu konuma gelmeleri önünde tek engel PKK`yi görüyorlar. Ama bindikleri dalı kestiklerinin ya farkında değiller ya da gaflat içindeler. Daha önceki soruda da benzer sözler sarf etmiştim, yine ediyorum; PKK olmasa da K. Kürdistan`daki hareketi ABD desteklemez. Böyle bir durum ancak ABD ve T.C. çatışmasıyla ortaya çıkabilir. Ufukta böyle bir gelişme görünmüyor. Bu bir hamhayal ve bunu böyle dillendirmek ise gerçek anlamda bir demogojidir. Yine Özgürlük hareketi olmasa kimse bunları ciddiye almaz. Çünkü güç değildirler ve Kürt halkı onları desteklemiyor ve tanımıyor. Sadece bazı küçük-burjuva adydın çevrelerin bunlardan haberi var. PKK`nin tasfiyesini istemek ve onu mücalenin önünde en görmek; Kürt halkının çıkarlarına değil, emperyelizmin ve sömürgecilerin işini kolaylaştırmaktır. Kısacası bunlar PKK`yi tasfiye etmek ve önderliği ele geçirmek istiyorlar. Bu aynı zamanda Kürdistan Özgürlük Mücadelesini de tasviyedir. Amaç bu. Bu tür söylemlere ve anlayışlara dikkat etmek gerekir. Bunlar masum milliyetçi söylemler değildir.
-Kürtler şiddetten vazgeçerse Kürtlerin özgürlüğü sözkonusu olabilirmi ?
-Burada bir çapıtma var. Kürtler şiddete başladığı için özgürlükleri ellerinden alınmadı. Tam tersi Kürtler özgürlüklerinden yoksun olduğundan ve özgürlüklerini demokratik veya barışçıl bir yolla alamadıklarından haklı bir savunmaya giriştiler. Bu haklı savunma pozisyonunda Kürtleri zor ve silahla bastırma komseptiye sömürgeciler hep saldırıda oldular. Ama silahla, artık bu halk hareketini yokedemeyeceklerini anlayan egemen ve sömürgeci, emperyalist çevreler bu kez söylem değiştirdiler. Ve diyorlar ki, eğer; “ Kürtler, silahlı mücadelede vazgeçerse, demokratik yollarla hakkını elde etme ortamına kavuşur.” Ama bunun bir yalan ve demogoji olduğunu biliyoruz. Özgürlük Hareketi kaç kez ateşkes ilan etti ama karşılığı, imha ve yoketmeyi dayatmak oldu. Ne PKK, ne Apo ve ne de silahlı mücadele sorunun çözümünü tıkıyor. Bunun tersini iddia etmek abesle iştigaldır. İyi niyet ürünü değildir. Mevcut silahlı güç ve kurumlar; otuziki yıldan bu yana geliştirilen ve kazanılan mevzilerin hem yaratıcıs ve hemde koruyucusudur. Çözüme gidilmeden bu güçlerin tasfiyesini istemek ve bu aracı kullanmayı saf dışı bırakmayı istemek ulusal harekerin tasfiyesini istemekle eş anlamlıdır. Silahlı mücadele veya şiddet mücadeleyi tek başına yeni bir aşamaya taşıyamıyor. Bir pat durumu var. Burada yeni mekanizmaların devrey girmesi gerekiyor. Demokratik ve kitlesel barışçıl mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Özgürlük hareketi bunu zaten yapmaya çalışıyor. Yetersizlikler ve eksiklikler elbette var. Bunu dostça dillendirmek ayrı bir durum. Kabul etmelyiz ki, barışçıl veya demokratik mücadelenin yolları kırmızı halı ile de döşeli değildir. Tam tersine; baskı, işkence, tutuklma, hapis ve ölümle dolu bir yoldur. Kürt halkının ulusal demokratik talepleri hukuksal ve yasal bir çerçeveya kavuşturulmadıkça, Kürt halkının kendini savunma hakkı vardır. Bunun için başkaldırı ve şiddet en temel ve meşru hakkıdır. Mesela bazı demokratik burjuva devletleri bile kendi halkına; dyönetim sizin çıkarlarınıza ters düştüyse, buna demokratik yollarda çözüm bulamıyorsanız, başkaldırı hakkınız var, diyor. Oysa biz sömürge ve tüm hakları zorla gaspedilmiş bir halkız: bu durumda meşru savunma hakkımız bin kart daha artıyor. Kuşkusuz, demokratik yollarda sorunu çözme kanalları açılırsa, Kürtler neden şiddete başvursun? Elbette başvurmaz. Savaş kadar yıkıcı ve tahrip edici birşey olamaz halklar için. Ama kaçınılmazsa ve dayatılıyorsa, yapılacak başka birşey yoktur. Yok edilmenin dayatıldığı bir ortamda şiddet kaçınılmaz ve meşru bir hak olur. Kısacası, mevcut koşullarda; Kürtler şiddetten vazgeçerse, özgürlüğü sözkonusu olamaz. Tasfiyesi sözkonusu olur.
-Son dönemde ortaya atılan ‘Kardeşlik’ ‘Kürdleri kazanma’ ve ‘Çatı Partisi’ hakında ne düşünyorsunuz?-Ben birey olarak her zaman halkların kardeşliğinden yanayım. Halkları düşman yapan yönetenlerdir. Egemenlerdir. Sınıfsal bir olaydır. Egemenler, kendi halkını bile düşman kamplara bölmüştür. Bu tarihsel, toplumsal ve ekonomik bir olaydır. Sınıfları da ekonomik ve toplumsal yasalar yaratmıştır. Bu yasalar ise, sınıf ve bireylere rağmen vardır. Yani iradi değildir. Ama bu gelişmelerin sonucu yaratılan sınıflar kendi çıkarları doğrultusunda topluma egemen olma mücadelesi verir ve toplumu bu doğrultuda çatıştırırlar. Ama ezilenler ve sömürülenler her zaman kardeşlikten yana olmuştur. Çünkü onların çıkarı düşmanlıkta yoktur. Mesela sınıfsız ve ömürüsüz bir dünya için mücadelelr aynı zamanda kardeşlik mücadelesi ya da savaşıdır.
Elbette sömürgeci egemenlerin “Kürtler” ve Türkler” kardeştir söylemleri sömürgeci ve asimlasyoncu bir demogojiden ibarettir. Yalandır ve aldatmacadır. Kazanma istekleri de bu amaçlıdır. Ciddiye bile alınmaz. Ama bu, bizim kardeşliğe karşı çıkmamızı gerektirmez veya kardeşliğe karşı çıkmamçzı haklı göstermez. Özgürlük hareketi her zaman kardeşliği savunmuştur. Bu hareketin çıkışında temel sloganı : “Yaşasın Proleterya Enternasyonalizmi” ; “Kahrolsun Sömürgecilik” ve “Yaşasın Bağımsızlık” tı. Bu şiarlar hale geçerli, savunulan ve uğruna mücadele verilen şiarlardır / hedeflerdir/ amaçlardır. Denebilir ki. Bağımsızlıktan vazgeçilmiş. Mevcut durumda bağımsız bir devletten vazgeçilmiş olsa da, bu bağımsızlıktan ve özgürlükten başgeçilmiş anlamına gelmez. Bağımsızlık ve özgürlük devleti aşan bir olaydır. Devletten vazgeçilmenin nedenleri ayrı bir tartışma konusudur.
Neyse, Özgürlük hatreketi her zaman kardeşliği savundu ve bu konuda hep samimi oldu. Bağımsız devlet hedeflendiği dönemlerde de kardeşlik hep amaçlandı ve savunuldu. Sömürgeci Askeri Mahkemelerde, idamımız istenirken; işkenceler altında kardeşlik savunuldu. Biz asla Türk halkına düşman değiliz, kardeşiz dendi. Bu bence anlamlı ve onurlu bur duruştur. Kürtler tüm halklarla kardeş olmak istiyor. Onlarla iyi geçinmek istiyor. Tek istediği kendi özgürlüğüdür. Bunun için bedel ödemekten kaçmıyor. Kardeşlik için de bedel ödemekten asla kaçınmaz. Bu hareketin kardeşlik hülyası yeni değildir. Bu hareketin mayasında kardeşlik vardır. Bu kardeşliğin en güzel ve en anlamlı ifadesi; Haki Karerler ve Kenal Pirler`dir. Bunlar Kürt ve Türk kardeşliğinin kopmaz bağlarıdır. Kürtler halkalra düşman olamaz. Bundan bir çıkarı da yoktur. Ama kardeşlik Kürtlerin doğasına daha iyi yakışır ve bundan çıkarı vardır. Hakların kardeşliğini istemeyenler; emperyalistler, sömürgeciler ve egemen güçlerdir. Halklar ancak kardeşliği savunur. Onların biliçlerini tersyüz edenler egemenlerdir. Halkları yanlış yönledirip savaştırarak kârlarına kâr katıyorlar. Dünyaya egemenliğini korumaya çalışıyorlar. Duygusal ve milliyetçi duyguların en ilkeline kapılarak halkların kardeşliğine karşı çıkmak; son tahlilde kendi halkının çıkarlarına karşı çıkmakla özdeştir.
Çatı partisine gellince, böyle bir oluşumun yaratılması bence harika olacak. Ulusal demokratik taleplerin veya ulusal özgülüklerin gelişimi için eksik olan en önemli unsur, Türkiye devrimci-demokrati ayağının eksik olmasıdır. Ya da kendini hissettirememesidir. Böyle bir oluşum eksik olan ayağı tamamlayabilir. Bundan başarılı olursa, Türkiye`de burjuva anlamda çağdaş demokratik devrimin önü açılır. Sistem barışçıl yöntenmkerle, ancak; o zaman dönüştürme öznesine kavuşur. Mevcut pat durumu veya tıkanma Türkiye halklarının çıkarına aşılır. Bence, oldukça anlamlı ve iddialı bir proje. Umarım başarılı olurlar. Başka türlü bu sitemi demokratikleştirmek zor bir durumdur.
Sistemin dönüştürülmesi bir devrim sorunudur. Bunu da Türkiye halklarının birleşik devrimci güçleri ancak başarır. Aksi takirde savaş daha da tırmanır ve acımasızlaşabilir. Bu iki halkın kardeşliğini de yeniden eşit koşullarda üretir diye düşünüyorum. Ama bu çatı partisinin oluşumu ile herşey hal olur beklentisi yanlış. Bu epey emek, çaba ve kararlılık isteyen bir durumdur, Çünkü devlet böyle bir oluşuma daha çok yüklenecektir ve toplumu manipüle edecektir. Zor bir iş ama kaçınılmaz ve gereklidir.
-Güney Kürdistan’daki gelişmleri ve Kerkük sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz?Sistemin dönüştürülmesi bir devrim sorunudur. Bunu da Türkiye halklarının birleşik devrimci güçleri ancak başarır. Aksi takirde savaş daha da tırmanır ve acımasızlaşabilir. Bu iki halkın kardeşliğini de yeniden eşit koşullarda üretir diye düşünüyorum. Ama bu çatı partisinin oluşumu ile herşey hal olur beklentisi yanlış. Bu epey emek, çaba ve kararlılık isteyen bir durumdur, Çünkü devlet böyle bir oluşuma daha çok yüklenecektir ve toplumu manipüle edecektir. Zor bir iş ama kaçınılmaz ve gereklidir.
-Güney Kürdistan`daki gelişmelerin Kürtlerin ulusal talepleri doğrultusunda seyir etmesi sevindiricidir. Kendi yönetimlerini oluşturmaları ve kendi kendilerini yönetmeleri; biçim ne olursa olsun olumlu ve önemli kazanımlardır. Bu sadece Güney için değil, tüm Kürtler için önemli ve yaşamsaldır. Ben sosyalistim ve bakışımın ekseni sınİfsaldır. Ama bir halkın ulusal taleplerini hangi sınıfsal temelde olursa olsun kzanma çabalrını desteklerim. Bu anlamda Güneydeki oluşumu destekliyor ve olumluyorum. Aynı dünya görüşüne sahip olmazsak da, ulusların yeryüzünde tarih sahnesinde çekilmeye hazırlandığı bir momente Kürt halkının daha ulusal özgürlük ve haklarını elde edememiş olması insanlığın bir utancıdır. Bu halkın bu yöndeki talep ve özlemlerini anlamak ve saygı duymak gerek. Evet , bir sosyalistim ama aynı zamanda bir Kürt bireyiyim. Ve ben, bu halkın demokratik ulusal taleplerini koşulsuz desteklerim. Elbete eleştirilerim olacaktır. Bu ise bizim iç sorunumuzdur. Ama onlardan, yani Güneylilerden Kuzeye karşı sorumluluklarını da anımsatmak istiyorum.
Kuzeylilerin mücadele biçim ve taleplerine saygılı olmanın ötesinde destek olmaları gerekir. Bu bizim birbirimizden esigeyemeyeceğimiz sorumluluklarımızdır. Kendi temel ulusal talep ve isteklerinden asla geri adım atmamaları gerek. İşte Kerkük olayı.
Arap, Türk ve Şii`lerin bastırması ile ABD Kerkük sorunun Kürtlerin alehine bir çözümle bitirmek istiyor. Tabiri caizse, ABD fincancı katırlarını ürkütmek istemiyor. Bu durum da eski statükoya dönüş anlamına gelir. Kerkük`ü Kürdistan`dan koparmak Kürt ve Kürdistan sorununa bir darbedir. Elbette, orada yaşıyan tüm etnik-ulusal toplulukların kimlik ve haklarına saygı temelinde demokratik bir yönetim yaratılmalıdır ama ; Kürdistan`dan ayrı özerk ya da merkezi Irak yönetimine bağlı bir bölge olarak değil. Güney Kürdistam`ın bir kenti veya bölgesi olarak konumlanması gerek. Bu bir ulusal sorundur. Kerkük, olayı; Irak merkezi devletin ve bölge devletlerinin Kürt sorununa veya Kürtlere yaklaşımını bir kez daha açığa çıkarttı. Ve ABD `nin çıkarları gerektiğinde Kürtleri nasıl boşa çıkartacağını gösterdi. Kerkük sorunu adeta bir turnusol kağıtı rolünü oynuyor. Bölge ve devletlerin; Kürt ve Kürdistan sorunundaki tutumunu açığa çıkartıyor. Neyse ki, Güney Kürtlerin tepkisi geri adım atmalarında rol oynadı. Güneyliler sorunu daha fazla ertelemeden çözümü dayatmalılar. Böyle bir yaptırım güçleri var. Zamana yayıldıkça işler Kürtlerin alehine dönebilir. Uyanık olmakta yarar var. Barzani, diyor ki ; “ Kerkük Kürdistan`ın kalbidir”. O zaman bu kalbin durmasına veya hastalanmasına fırsat verilmemelidir.
-Sizce Olası bir erken seçimde ve yerel seçimlerde BDP nasıl bir politika izlemeli?
-Türkiye`nin yasal zemininde, BDP politika yapıyor. Sistem tamamen demokratik güçlerin alehine bir zemin yaratmıştır. Türk toplum Kürt ve Kürdistan konusunda yalan ve yanlış bilgilerle manipüle edilmiştir. Yasalar zaten Kürt ve demokratik devrimci güçleri yok etmeyi amaçlayan bir içeriktedir. Zemin alabildiğine kaygandır. Bu zeminde yurtsever ve devrimci-demokrat insanlar politika yapıyor. Kelle koltukta mücadeleyi sürdürüyor.Yani onların işi zor. Bu konuda onlara fazla birşey söylemek durumunda olmadığımı düşünüyorum. Elbette halkın tercihlerine ve düşüncelerine saygı gösterilmelidir. Halkın düşünclerine her konuda başvurulmalıdır. Tabanın tercihlerine öneclik tanınmalıdır. Halkla dayanışma içinde kolektif projeler üretilmlidir ve buna uygun politika izlenmelidir. Demokrasiyi kendi içind tam uygulamalıdır. Gerek belediye başkanlığı ve gerekse milletvekili seçimlerinde halkın istediği adaylar belirlenmelidir. Halka bilgi ve hesap verilmelidir. Yani kendi tabanında demokrasiyi tam işletmelidir. Rant kavgalarına ortam yaratılmamalıdır. Rant ve koltuğun olduğu yerde; yağcılar, kariyeristler ve rantçılar ortalıkta cirit atar. Bunlara dikkat etmek ethik ve vicdani bir sorun olmalıdır. Ve elbette halkının ulusual ve demokratik talepleri için mücadeleye hizmet edecek; onu güçlendirecek bir çaba ve duruş sergilenmelidir.
-BDP ısrarla Türkiye partisine oynamakla doğru bir politika mı izliyor?
-Elbette, doğru bir politika izliyor. Türkiye`nin Ana Muhalefet Partisi BDP`dir. Milletvekili sayısına göre ana muhalefet değildir ama politikası ve misyonu ile tartışmasız ana muhalefet partisidir. Bu ana muhalefet partisi tüm ezilenlerin sesi olmak zorundadır. Böyle bir çaba anlamlı ve ilericidir. Hem onun varlık nedeni olan ulusal demokratik hakların mücadelesi, özelde Kürt halkının bir mücadelesi ve sorunu ise de; genelde tüm ezilen ve emekçi kesimlerin, toplulukların, inanç ve cinsiyetlerin sorunudur. Demokrasi mücadelesi Türkiye halklarının sorunudur. Ulusal demokratik haklar ve özgürlükler bir devrim sorunudur. Türkiye`nin temel sorunudur. Bu sorunun temel güçleri başta Kürt ve tüm Türkiye halklarıdır. Böyle bir sorun Türkiyenin diğer devrimci ve demokratik güçlerine maledilmedikçe bir ayağı eksik kalacak ve sorunu çözümü zorlaşacaktır. Bu nedenle sorunu, tüm Türkiye devrimci demokratik ve yurtsever birleşik güçlerle çözmek gerek. Sorunun çözümü buradan geçer.
Denebilir ki, Kürtlerin başka seçeneği yok mu? Elbette belirtiğimiz güçlere sorun maledilemezse, Kürt halkı başka seçenekler üretebilir. Ne var ki, bu seçenekle; öyle kolay sorunu çözecek bir yöntem üreteceği kanısında değilim. Daha açık bir söylemle, Kuzey Kürtleri; Türkiye halkı ile tümden köprüleri atar ve Kürdistan`ın diğer parçalardaki Kürtlerle birleşerek sorununu çözmeyi tek yol olarak önüne koyabilir. Ama Güney`de böyle bir eğlimin destekleneceğini kimse sanmasın. Türkiye ile Kuzeylileri pazalık konusu yaparlar. Destek vermezler. Olay öyle saf ulusal duygularla ifade edilemez. Araya çok farklı ilişkiler ve çıkarlar girer. Zaten güçlü olmayan ulusal bağlar bu tür prizmalarda rahatlıkla kırılabilir. Burada konuyu daha da açmak istemiyorum. Çünkü, bu konu bu röportajın sınırlarını aşar.
Mantıklı ve gerçekçi olan; tüm Türkiye yurtsever, demokratik, devrimci güçleri tek bir çatı altında birleştirip sorunun çözümünü dayatmaktır. Bu başarılırsa sorun çözüm sürecine girmiş demektir. Ama bunu başarmak zor ve uzun soluklu bir olaydır. Bunu başarmak Türkiye`de barışçıl demokratik devrimi gerçekleştirmekle eş anlamlıdır. Bunu BDP başarırsa, büyük bir başarıya imza atmış olacak ve Türkiye halklarına büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır. Bence doğru yoldadır.
-Sizce en çok gündemleştirilen Barış kavrama ne anlama geliyor ve Kürdler için nasıl bir barış?-Savaşın olduğu yerde barış istemek kadar doğal ve masum birşey olamaz. Savaş kaçınılmaz da olsa, eski sitemin yerine yeni bir sistemi veya sömürge bir halkın bağımsız ve özgürlüğünü de hedeflese tahripkardır ve sevimsizdir. Ne var ki, özgürlük ve demokrasi istenince de verilmiyor. Genelde bu amaç için savaşlar kaçınılmaz oluyor. Amaç, haklı ve gerekli. Bu nedenle de böyle savaşlara haklı savaşlar deniyor; bu nedenle böyle savaşlara halklar katlanıyor ve destekliyor. Dahası kendisi, bu savaşa karar veriyor. Bu işin bir boyutu. Kürtler savaş istemedi ama başka seçenek de bırakılmadı. O da kendi bağımsızlık ve özgürlüğü için böyle bir savaşa karar verdi. Kendisi bu 24 veya 32 yıldır farklı araç ve yöntemlerle bir savaşın içinde. Buna şiddet araçları ile sürdürülen savaş dahil. Bu uzun, süre içinde önemli mevziler kazandı ve kendini yeniden üretti. Siyasal bir iradeye ve kurumlarına kavuştu.
Sömürgeci sistem bile onu de fakto kabul etmek zorunda kaldı.
Buna rağmen, istenen hedeflere ve zafere henüz ulaşılamadı. Ama önemli bir maddi güç oldu. Buna dayanarak, barış talebini gündemleştirebilir ve sorunun çözümünü barış espirisiyle dayatabilir. Barış söylemiyle yapılan da zaten budur. Güç olmazsan kimse senin taleplerini ciddiy almaz. Ama özgürlük hareketi önemli bir güçtür. Kendini kanıtlamış ve ciddiye alınan bir güç. Ancak dünya dengeleri, bölgesel ve evrensel çıkarlara bağlı olarak soruna karşı duyarsız kalınıyor. Sorunu çözümsüz bırakıyorlar. Yani ulusal demokratik hareket, evrensel ve bölgesel çıkar ve çelişkiler girdabında kurtulma çabasındadır. Kuşkusuz, Kürt halkının ulusal demokratik talep ve kimliği tanınmadıkça ; yasal güvenceye alınmadıkça barışın olması mümkün değildir. Barışın olması için ilk ve son koşul budur. Bence bu koşul barışın olmazsa olamzıdır. Demokratik talep ve ulusul kimlik yasal güvenceye alınmadan yapılacak bir barış teslimiyet olacaktır. Barış gerekli. Dilendirilmesi ve dayatması da anlamlıdır. Barışın buaraki anlamı sorunun demokratik çözümü için yolların açılması; dahası Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin tanınması ve yasal güvenceya alınmasıdır. Bu açıklamaya çalıştığım barış, nasıl bir barışı da ifade ediyor sizce?
-Ulusal birlik önünde en büyük engel sizce nedir?-Ulusal birlikte kasıt tüm parçaların birliğiyse, en başta ulusal birlik önündeki en büyük engel sömürgeci ve emperyalist güçlerdir.Onların Kürt halkının topraklarını dört parçaya bölüp sınırlar koymasıdır. Yine sömürgecilerin Kürdistanı geri bırakması ve ulusallaşmaını geciktirmesidir. Ayrıca, Kürt egemenlerinden işbirlikçiler yaratmasıdır. Egemen sınıfların ömrünü uzatması ve sosyal konumlarını korumalarını sağlamasıdır. Bu dış güçlerden kaynaklı engeller. Içteki engellere gelince, bunlar dış güçlerden bağımsız ele alınamaz. Mesela içteki en büyük engellerden biri; Kürdistan sosyal yapısında varolan aşiretçi ilişki ve parçalanmışlıktır. Sömürgeci baskı ve asimlasyon Kürt halkınıi tarih sahnesinde silmeyi veya başka bir ulus içinde eritmeyi hedefliyordur. Hal bu olunca, ulusal gelişmeler çok cılız oldu. Dahası varlığı ve yokluğu tartışılır bir uluslaşma niveleri oluşabildi. Bu nedenle de ulusal bilinç gelişmedi. Feodalizm-aşiretçi toplumsal yapı kendini korudu. Kapitalizmle tanışınca da onunla işbirliğine girmeyi çıkarına daha uygun gördü. Böylece feodal ve aşiretçi ilişkiler kapitalizmle buluşarak feodal-komprador bir burjuvalaşma yarattı. Bu burjuva ilişkilerde aşiretçi-feodal ilişkiler yaşamaya devam etti. Onunla çatışmadı, onunla isteyerek uzlaştı. Bu istek hem sömürgecilerin ve hem de işbirlikçi egemen sınıfların çakışan ortak istekleriydi. Böylece ulusal olmayan bir sınıf yaratıldı. Bilinen bir ifadeyle, uluslaşma önünde en büyük engel aşiretçi ve feodal sosyal yapıdır. Yok eğer, ulusal birlikte kasıt farklı siyasi grup ve çevrelerin birliği ya da ayrılığı ise ; bu başka bir konu ve boyuttur. Bilindiği gibi, ulus homojen bir insanlar topluluğu değildir. Farklı sınıf ve tabakalardan meydena gelir. Her sınıf ve tabakanın farklı sınıfsal çıkar ve duruşları vardır. Bu farklılık kendini politik alanda da ifade etmek ister ve farklı formasyonlar alır. Bunların varlığı ulusal birlik önünde engel değildir. Kürt toplumunda, özelikle Kuzey Kürdistan`da bu sınıfların politik temsilleri güçlü poltik örgütlenmeler veya kendini politik arenada hissettirecek durumda değildir. Bu sınıfların bir anlamda yeteri kadar mevzilenemedikleri veya sınıfsal ayrışmaların güçlü olmadığının politik yansımasıdır. Kuzey`de, bilindiği gibi; PKK ulusal bir güç olabilidi. Bunu başardı. Ve aynı zamanda, Kuzey`de, ulusal birlik PKK önderliğinde gerçekleşebildi. Kuzey`de, ulusal bağlamda tabanda bir birlik oluştu. Bunun politik önderi ve mimarı PKK`dir. PKK ile bir cephede veya bir ulusal oluşumda bir olamayan / olmayan parti, grup ve kişilerin varlığı, Kuzey`de ulusal birliği engelleyemedi. Elbette, bu oluşumlarla PKK; bir ulusal kurumda buluşabilseydi yararlı ve olumlu olacaktı ama olmuyor. Bu ise farklı bir tartışma. Ancak gerçek şu ki, kabul edelim ya da etmeyelim; PKK, Kuzey`de; ulusal birliği tabanda gerçekleştirebilmiştir.Çünkü ulusal bilinçte ve ulusal dava için ayakkta olan kesim; PKK`nin etrafında kenetlenmiştir. Kalan kesimler ise, bir kısmı ilgisiz ve ulusallıktan uzak bir duruş içindeler. Bir kısmı da işbirlikçi ve ihanet içindeler. Köy koruculari ile sömürgeci partiler ( AKP; CHP; MHP v.s) etrafında toplananlar gibi.
PKK diğer parçlarda da önemli bir ulusal güç olmayı başarmmıştır. Doğu Kürdistan`da neredeyse merkezi bir güç olmuştur. Diğer parçalarda önderlik, özellikle Büyük Güney`de aşiret sınırlarını aşamamıştır. Bu aşiretçi çitler orada aşiret dışı siyasi yapıların güçlenmesini engelledikleri gibi, ulusal birliğe de engel olmaktadır. Mesela, hala Güney`de ulusal bir merkezi yapı oluşturmak aşiretçi ve bölgeci iki partinin engeline takılmaktadır. Devletleşmeye bile iki aşiret olarak gidilmektedir ve onlar arasında nüfuz çatışmaları görülmektedir. ABD, bunlar arasındakı çatışmayı belli sınırlar içine aldı. Sosyolojik ve politik olarak durum bu olduğu halde, bu iki Güneyli güç ( KDP; YNK) elbette bu durumlarıyla da ulusal bir güç ve partidirler. Yine Güney`deki kazanımalar ulusal kazanımlardır ve desteklenmelidir. Bu da işin ayrı bir boyut. Bu durmun, kuşkusuz; tarihsel, ekonomik ve sosyolojik bir boyutu ve açıklaması vardır. Konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Kısacası, ulusal birlik önündeki en büyük engel. Dışta emperyalistler ve sömürgeci güçlerdir; içte feodal ve aşiretçi yapıdır.
Hamit Baldemir kimdir?
Resmi kayıtlarda 04.02.1959 tarihinde, Siverek`in Kavalık köyünde dünyaya gelmişim. Urfa-Hilvan Karacurun Mahallesi nufunua kayıtlıyım. Baban Siverekli ve Zaza. Annem Suriye Araplarından. Ben Hilvan`a bağlı köylerde büyüdüm. Kürmançların içinde büyüdüm. Bu nedenle bizim evde ne ana dil ve ne de baba dil konuşulurdu. Bizim evde Kürmanci konuşulur. Benim yaşadığım köylerin en büyük özeliği ağa köyleri olması idi. Ben, ağaların baskı ve sömürüsünü yaşayarak gördüm. Bu nedenle, olacak ki; ağalığa ve feodalizme hep tepkili ve karşı oldum. Benim baba da feodal-ağa bir aileden geldiğinden genelde ağaların nezdinde ayrıcalıklı bir yere sahiptik ama ben hep nefret ettim bu sistemden.
Köylü ve yoksul bir ailenin 6. çocuğuyum. İlkokullu Siverek Yatılı Bölge Okulunda okudum. Okulu birincilikle bitirdim. Parasız yatlı okul sınavlarına girdim, Urafa pansiyon bölümü ile öğretmenokulunu kazandım. Ben öğretmenokuluna gitmeyi tercih ettim ve oraya 1973`te (okula) başladım.
Ağa ve feodal sisteme olan doğal tepkim giderek kapitalist sisteme bir tepkiye dönüştü. 1974`te solculukla buluştum ve 1975`te ise; sosyalist düşüncelerle buluştum ve kaynaklarından / temel kitaplarından teorisini öğrenmeye çalıştım. Ancak, ulusal sorunun varlığını 1976`bilince çıkarabildim. Aynı yıl, henüz bir adı olmayan; şimdi ki PKK`nin embiryonu ile tanıştım. Bunlarla organik bağımı Hilvan`daki devrimci grup adına Fuat Çavgum sağladı. Böylece, bireysel çaptaki devrimci/ sosyalit mücadelem örgütlü bir ortama kavuştu. Okulda faşitlerle mücadeleden dolayı okuldan uzaklaştırıldım ve sürgün oldum. 1977`de profeyonel anlamda Kürdistan Devrimcileri saflarında mücadeleye başladım.
Örgütün hemen her kademesinde görevler aldım. Çalışma alanım genelde Diyarbakır ve ilçeleriydi. Bu ilçelerin başında, Ergani gelir. Çünkü benim okuduğum öğretmenokulu Ergani`deydi. O zaman ki adı; Dicle İlköğretmenokulu idi. 1980`nin Nisan ayının sonuda, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak görev yaptığım sırada yakalandım. Sıkıyönetim Askeri Cezaevi`ne konuldum. Sonra tüm devrimci ve yurtsever tutsaklar; 12 Eylül 1980 askeri darbeden kısa bir süre sonra 5 Nolu Sıkıyönetim Cezaevi`ne toplatıldı. 1980 yılın Aralık ayında bir notun yakalanması sonucu bizim koğuş olduğu gibi hücreye / tecrite (35. Koğuş) konuldu. Ve bir daha oradan çıkamadım. Ta, 1987`nin Ekimi`ne kadar.
Diyarbakır grubu PKK (Apocular) ana davasında yargılandım. Örgüt içindeki sorumluğumu kabul ederek, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak siyasi savunma yaptım. Ve PKK tarihinde, mahkemede ilk siyasi savunma yapma onuruna kavuştum. İdam cezası aldım.
1986`da Diyarbakır Cezaevi yönetimine bir grup arkadaşla birlikte tavır aldık. Bu tavır, farklı bir sürecin başlangıcı oldu. 1987`nin Aralık`ında idam cezam yargıtayca onaylandığından; Eskişehir L Tipi Özel Cezaevi`ne sevk edildim. Sevk ile birlikte, “Ölüme Yolculuk” adı ile kitap olarak yayınlanan günceyi yazmaya başladım. 1989`un Temmuz`unda, kaldığım blokta tünel bulununca; cezaevindeki tutsaklar birlikte Aydın Özel E Tipi Cezaevi`ne sürgün edildik. Kamuoyunda “Kanlı Sürgün” olarak bilinen bu sürgünde iki arkadaşımız şehit oldu. Mehemet Yalçınkaya ile H. Eroğlu. 1990`da PKK`nin Beka`da gerçekleştirdiği Zindan Konferansı`nda Diyarbakır Cezaevi tutsakların yönetimine karşı tavırımız haklı göründü ve aklandık. Birlikte hareket ettiğjm arkadaşların çoğu Zindan Konferansı`ndan önce tekrar yapıya katılmışlardı. Bir kısmı da Konferans`tan sonra katıldı. Ben, yapıya geri dönmedim. TKP /B adlı yapıyla hareket etmeye başladım. Bu parti 1994`ten sonra TDP adını aldı. Çizgisi PKK çizgisine yakın ve kendisini PKK`nin kardeş Türkiye partisi olarak görüyordu.
1990`dan sonra çıkan bir yasa ile ( anti-terör yasası) idam cezamızın infazı kaldırlıdı ve bizzat 20 yıl yatacak şekilde düzenleme yapıldı. Ben , 1990`dan sonra artık kitap yazmaya başladım. Yaklaşık 12 kitap yazdım. Bunların yedi tanesi basıldı. Yani kitap olarak piyasaya çıktı. Bazılarını yayınlatamadım. Bunlardan biri Diyarbakır Cezaevi sürecini anlatan iki ciltlik kitaptır. Ne var ki, nüshası bile kayboldu. Yine 1994-2000 arası Hedef dergisine düzenli yazılar gönderdim. Bu yazılarımın hemen hepsi dergide yayınlandı.
1 Mayıs 2000`de tahliye oldum. Ancak saflarında çalıştığım yapı ile uyum sağlayamadım. Ayrıldım. Türkiye`de 2003`te yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Şu an İsviçre`de yaşıyorum. Mevcut devrimci demokratik hareketi olumlu ve gerçekçi buluyorum. Bu harekete karşı olmayı, niyet ne olursa olsun; karşı devrimciliğe hizmet ve yurtsever bir duruş olarak görmüyorum. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Birbirimizi farklılıklarımızla kabul etmeliyiz. Eleştirmesini bilmeliyiz ama dost olmalıyız.
Köylü ve yoksul bir ailenin 6. çocuğuyum. İlkokullu Siverek Yatılı Bölge Okulunda okudum. Okulu birincilikle bitirdim. Parasız yatlı okul sınavlarına girdim, Urafa pansiyon bölümü ile öğretmenokulunu kazandım. Ben öğretmenokuluna gitmeyi tercih ettim ve oraya 1973`te (okula) başladım.
Ağa ve feodal sisteme olan doğal tepkim giderek kapitalist sisteme bir tepkiye dönüştü. 1974`te solculukla buluştum ve 1975`te ise; sosyalist düşüncelerle buluştum ve kaynaklarından / temel kitaplarından teorisini öğrenmeye çalıştım. Ancak, ulusal sorunun varlığını 1976`bilince çıkarabildim. Aynı yıl, henüz bir adı olmayan; şimdi ki PKK`nin embiryonu ile tanıştım. Bunlarla organik bağımı Hilvan`daki devrimci grup adına Fuat Çavgum sağladı. Böylece, bireysel çaptaki devrimci/ sosyalit mücadelem örgütlü bir ortama kavuştu. Okulda faşitlerle mücadeleden dolayı okuldan uzaklaştırıldım ve sürgün oldum. 1977`de profeyonel anlamda Kürdistan Devrimcileri saflarında mücadeleye başladım.
Örgütün hemen her kademesinde görevler aldım. Çalışma alanım genelde Diyarbakır ve ilçeleriydi. Bu ilçelerin başında, Ergani gelir. Çünkü benim okuduğum öğretmenokulu Ergani`deydi. O zaman ki adı; Dicle İlköğretmenokulu idi. 1980`nin Nisan ayının sonuda, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak görev yaptığım sırada yakalandım. Sıkıyönetim Askeri Cezaevi`ne konuldum. Sonra tüm devrimci ve yurtsever tutsaklar; 12 Eylül 1980 askeri darbeden kısa bir süre sonra 5 Nolu Sıkıyönetim Cezaevi`ne toplatıldı. 1980 yılın Aralık ayında bir notun yakalanması sonucu bizim koğuş olduğu gibi hücreye / tecrite (35. Koğuş) konuldu. Ve bir daha oradan çıkamadım. Ta, 1987`nin Ekimi`ne kadar.
Diyarbakır grubu PKK (Apocular) ana davasında yargılandım. Örgüt içindeki sorumluğumu kabul ederek, Diyarbakır Bölge Sorumlusu olarak siyasi savunma yaptım. Ve PKK tarihinde, mahkemede ilk siyasi savunma yapma onuruna kavuştum. İdam cezası aldım.
1986`da Diyarbakır Cezaevi yönetimine bir grup arkadaşla birlikte tavır aldık. Bu tavır, farklı bir sürecin başlangıcı oldu. 1987`nin Aralık`ında idam cezam yargıtayca onaylandığından; Eskişehir L Tipi Özel Cezaevi`ne sevk edildim. Sevk ile birlikte, “Ölüme Yolculuk” adı ile kitap olarak yayınlanan günceyi yazmaya başladım. 1989`un Temmuz`unda, kaldığım blokta tünel bulununca; cezaevindeki tutsaklar birlikte Aydın Özel E Tipi Cezaevi`ne sürgün edildik. Kamuoyunda “Kanlı Sürgün” olarak bilinen bu sürgünde iki arkadaşımız şehit oldu. Mehemet Yalçınkaya ile H. Eroğlu. 1990`da PKK`nin Beka`da gerçekleştirdiği Zindan Konferansı`nda Diyarbakır Cezaevi tutsakların yönetimine karşı tavırımız haklı göründü ve aklandık. Birlikte hareket ettiğjm arkadaşların çoğu Zindan Konferansı`ndan önce tekrar yapıya katılmışlardı. Bir kısmı da Konferans`tan sonra katıldı. Ben, yapıya geri dönmedim. TKP /B adlı yapıyla hareket etmeye başladım. Bu parti 1994`ten sonra TDP adını aldı. Çizgisi PKK çizgisine yakın ve kendisini PKK`nin kardeş Türkiye partisi olarak görüyordu.
1990`dan sonra çıkan bir yasa ile ( anti-terör yasası) idam cezamızın infazı kaldırlıdı ve bizzat 20 yıl yatacak şekilde düzenleme yapıldı. Ben , 1990`dan sonra artık kitap yazmaya başladım. Yaklaşık 12 kitap yazdım. Bunların yedi tanesi basıldı. Yani kitap olarak piyasaya çıktı. Bazılarını yayınlatamadım. Bunlardan biri Diyarbakır Cezaevi sürecini anlatan iki ciltlik kitaptır. Ne var ki, nüshası bile kayboldu. Yine 1994-2000 arası Hedef dergisine düzenli yazılar gönderdim. Bu yazılarımın hemen hepsi dergide yayınlandı.
1 Mayıs 2000`de tahliye oldum. Ancak saflarında çalıştığım yapı ile uyum sağlayamadım. Ayrıldım. Türkiye`de 2003`te yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. Şu an İsviçre`de yaşıyorum. Mevcut devrimci demokratik hareketi olumlu ve gerçekçi buluyorum. Bu harekete karşı olmayı, niyet ne olursa olsun; karşı devrimciliğe hizmet ve yurtsever bir duruş olarak görmüyorum. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Birbirimizi farklılıklarımızla kabul etmeliyiz. Eleştirmesini bilmeliyiz ama dost olmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder