Türk ulus-devlet paradigmasının sonucu olarak ortaya çıkan Kürt sorunu
sosyal bilimler tarafından -yeterli olmasa da- günümüze kadar farklı
boyutlarıyla araştırıldı, tartışıldı ve tartışılıyor. Kürt sorununun
çözümünde Kürtler tarafından doğal olarak siyasi, kültürel ve ekonomik
talepler dile getiriliyor. Talepler noktasında Kürt tarafı ile devlet
arasında herhangi bir konsensus olmasa da, hükümet tarafından devam
ettirilmeye çalışılan ‘Kürt açılımı’, ‘demoktratik açılım’ veya ‘milli
birlik projesi’ Türk toplumunda ırkçılık fenomenin değer kazanmasına ve
yükselmesine yol açıyor. Bu açıdan Kürt sorununu salt bir siyasi,
kültürel ve ekonomik sorun olarak değil, aynı zamanda bu taleplerin
sonucu olarak ortaya çıkan ‘ırkçılık’ fenomeni çerçevesinde ele alıp
değerlendirmek gerekir. Son dönemlerde batı yakasında Kürtlere karşı
gelişen ırkçılık (İzmir ve Çanakkale olayları) birebir ‘ırk’ ile ilgili değildir, aksine direk ‘ırkçılık’ idolojisiyle ilgilidir[1].
Genel
olarak ırkçılığın ‘ırktan’ geldiği / türediği düşünülebilir. Fakat
bunun tersi realiteye daha uygundur, çünkü ‘ırk’ ırkçılık tasarımları
sonucu olarak ortaya çıkıyor. Günümüzde bile bazı yazarlar toplumlardan
bahsederken ‘Türk ırkı’, ‘Kürt ırkı’, ‘Alman ırkı’ vs. diye tanımlama
yapabilmektedirler. Oysa ‘ırk’ kavramı ikinci dünya savaşından sonra
tarihin çöp sepetine atıldı. Ayrıca sosyal bilimlerin geldiği nokta,
‘ırkın’ tamamen bir construct (inşa edilmiş / uydurulmuş)
olduğudur. Bu açıdan herhangi bir insanı dilinden ve genetik
verilerinden dolayı belirli bir ırka atfetme dönemi kapanmıştır ve bunun
toplumsal karşılığı bulunmamaktadır. Çünkü insanın kökeninde şecere
aranmaz; bu, sadece hayvanlara mahsustur. Yani temel sorun insanların
geldiği farklı etnik kökenler değildir, aksine bunu ırk olarak algılayıp
hareket eden ırkçılık tasarımı ve idolojilerindedir.
Burada
ırkçılık bir toplumsal proje ve iktidar ilişkisi olarak çıkıyor
karşımıza. Bu ırkçılık fenomeni Sosyal Darwinizm ile ortaya çıkıp
Nazizim ile sona ermedi, aksine günümüzde form ve renk değiştirerek daha
çok siyasal, sosyal ve kültürel ilişkilerde varlığını devam ettiriyor.
Tarihsel açıdan ırkçılığın izleri antik Yunan dönemine kadar geriye
gider ve ustaları büyük düşünürler olarak karşımıza çıkar. Orta çağdan
sonra gerçekleşen köle ticaretinin meşruiyet kökleri Aristo’ya kadar
geriye gider. Aristo’ya göre ‘doğa’ özgür insanı ve köleyi ayrı
şekillendirmiştir; özgür insanın görevi devleti yönetmektir, köle ise
ağır işlerde çalışmak zorundadır. Aristo’nun kölelik ile olan
düşünceleri modern dönem ırk teorisyenlerinin ilham kaynağı olmuştur.
Çünkü Aristo’ya göre kölelerde vernunft (akıl) eksiktir. Bundan
dolayı da sadece efendilerine hizmet etmek zorundadırlar. Aristo
kölelerde ‘aklın’ olmayışını ‘doğa’ kanununa dayandırır ve böylelikle
onların kendi siyasi taleplerini elde etmeleri önünde engel olur. Antik
Yunan döneminde köleler Aristo gibi düşünürler tarafından barbarlık ile
eşdeğer görülür ve insanlığın gerçek ‘kültür taşıyıcılarının’ sadece
Yunanlar olduğunu ifade ederler. Toplum içinde zengin, asil ve şahsiyeti
olmayanlar (mesela kadınlar, köleler, barbarlar vs.) kültür taşıyıcısı
olarak kabul edilmezler. Güç, iktidar ve bilgi sahibi olmayanlar
kültürden ve akıldan yoksun olarak değerlendirilirler. Bu şekilde
ırkçılığın temeli ‘kültür’ olgusuna dayandırılır. Kültür olgusu modern
dönem ırkçı teorisyenlerinin de kullandıkları temel araç olmuştur.
Temelleri
antik Yunan döneminde atılan ırkçılık düşüncesi daha sonra Avrupa’da
aydınlanma dönemi felsefecilerinin de ilham kaynağı olmuştur. Modern
ırkçılığın gelişiminde ünlü düşünür Immanuel Kant’ın fikirleri önemli
bir yer kaplar. Kant’ın ırkçılığı evrenseldir ve bütün insanlık için
geçerlidir. Temelinde ‘kültür’ ve ‘medeniyet’ vardır. Kant ‘kültür ve
medeniyet’ sahibi olarak sadece dönemin Avrupa’sını görür. Kant
‘medeniyetin’ merkezine vernunft’u (aklı) koyar ve bunun sadece
Avrupalılarda olduğuna inanır; siyahları Aristo gibi akılsız olmakla
tanımlar ve onları sadece iş gücü olarak değerlendirir.
Özellikle
Aristo ve Kant’ın felsefik düşünceleri ırkçılığın sistematik olarak
gelişimine önemli katkılar sunmuştur. Yeni dönem ırk teorisyenleri bu
düşünürlerin fikirlerinden yararlanmış ve Nazi dönemine kadar uzanan
ırkçılık vahşetinin temellerini atmışlardır. Doğada sadece güçlünün
yaşama hakkının olduğu Sosyal Darwinizmden insan vucudunun
laboratuvarlarda kullanıldığı ‘kafatasçı’ projeler bu şekilde
gelişmiştir. Bunun Türkiye’ye yansıması Kemalizmin ırkçılık döneminden
(1930’lu yıllar) biliniyor. Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve
Atatürk’ün evlatlık kızı Afet İnan’ın Antropoloji alanında kafatası
çalışmaları Türkiye’de ırkçılığın kuramsal açıdan temelini oluşturur.
Fakat günümüzde ırkçılık artık kaba anlamıyla belirtilen bu kafatasçı
anlayışa dayanmıyor; bu, özellikle ikinci dünya savaşının yarattığı
tahribattan dolayı uygunalanacak bir toplumsal proje olmaktan çıkmıştır.
Günümüzde
ırkçılık genetik-biyolojik farklılıklardan ziyade, daha çok sosyal,
siyasal, ekonomik alanlarda hayat buluyor. Bunun Türkiye’ye yansıması
büyük bir topluluk olarak Kürtlerin hak ve eşitlik talep etmesinden
kaynaklanıyor. Ekonomik durumu nispeten iyi olan bölgeler günümüzde daha
çok ırkçı olabiliyorlar. Çünkü dışardan gelen ‘yabancının’ (Kürtler)
kendi yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkıntıların sebebi olarak görüyorlar.
Batı yakasında gelişen ırkçı düşünce Kürtlerin genetik-biyolojik
farklılıklarından kaynaklanmıyor, aksine Kürtlerin eşit siyasi ve
ekonomik hak taleplerinden kaynaklanıyor. Nispeten zengin olan
bölgelerdeki insanların kafalarında şöyle bir klişe ve korku var:
Kürtler buraya geldiler işimizi gücümüzü kaybedeceğiz ve fakirleşeceğiz;
Kürtler siyasal haklar istiyorlar ülke bölünecek. Yukarıda belirtilen
ırkçılığın renk değiştirdiği nokta burasıdır; ırkçılık burada hak ve
özgürlük talep eden toplumsal kesime karşı bir baskı aracı olarak
gelişiyor. Başka bir ifadeyle, Kürtlerin mücadelesi ve siyasal talepleri
batı yakasında gelişen / geliştirilen ırkçılık hareketi ile ezilmek
isteniyor.
Batı
yakasında gelişen bu ırkçılığı Kemalist ulus-devlet anlayışından ayrı
ele almak büyük bir yanılgı olur. Aristo nasıl devleti yönetecek insanın
asil, güçlü, akıllı ve şahsiyetli olmasını şart koşup, köleleri akılsız
ve doğanın bir sonucu olarak algılamışsa, Kemalist ulus-devlet anlayışı
da devletin asıl sahiplerinin sadece Türkler olduğunu manifesto haline
getirmiştir. Devlet tarafından geliştirilen bu anlayış sonucu Türk
toplumunun ezici çoğunluğu gerçekten de kendilerini devletin asıl sahibi
olarak görürler ve Kürtleri ‘hizmetçi’ katagorisine koyarlar. Bunu
1930’lu yıllarda açık dile getiren Mahmut Esat Bozkurt’tan günümüze
fazla bir şeyin değiştiğini söylemek mümkün değil. ‘Kültür taşıyıcıları’
Kemalist devlet anlayışına göre sadece aydınlanmış ve uygar Türkler
olabilir; burada ne Kürtlerin ne de uygarlaşmamış müslümanların devleti
yönetme ve iktidar sahibi olma gibi bir hakları bulunmamaktadır. Bu,
Kemalist ‘medeniyet’ paradigmasının dışa vurumudur ve kökleri yukarıda
belirtildiği gibi Kant’a kadar uzanır. Kemalist ‘medeniyet’ anlayışı
Kürtleri gelişmemiş, ilkel, feodal, gerici olarak görür ve bundan dolayı
da ‘kültür taşıyıcısı’ olarak kabul etmez. Bu açıdan batı yakasında
Kürtlere karşı gelişen ırkçılığı salt bireysel bir tepki olarak
algılamamak gerekir, aksine Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerine karşı
gelişen / geliştirilen bilinçli bir bastırma hareketi olarak
değerlendirmek daha doğru olur.
[1] Bu makaledeki ‘ırk’ ve ırkçılık’ kavramları ve teorileri Wulf D. Hund’un ‘Negative Vergesellschaftung. Dimensionen der Rassismusanalyse, Münster 2006’ adlı eserinden faydalanarak yazılmıştır.
Sebahattin Topçuoğlu
topcuoglus@yahoo.de
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder