Kürt meselesi Türkiye’de en temel
siyasi-toplumsal sorun olarak çözümünü ararken; Kürtler, tarihleri ve
mücadeleleri hakkında imal edilmiş verili “bilgi” ve buna istinaden
“çoğunluğun” düşün evreninde Kürtlere dair oluşan algılar, önemle
üzerinde durulmayı hak etmektedir. Kökeni daha eskilere uzanmakla
birlikte temel olarak Kemalist modernleşme sürecinde Kürtlere dair imal
edilen algı; vahşi, medeniyet dışı, kültürsüz, her hangi bir
tarihten yoksun, bir halk yada ulus olma vasfına sahip olmayan, zorla
yola getirilip uygarlık alemine kazandırılacak varlıklar
biçimindedir. Böyle kodlanıp aşağılanan, nesneleştirilen Kürtler için
selamete kavuşmanın yegane çaresi uygarlığın yoluna girmek yani
Türkleşmek olarak gösterilmiştir. Bu amaçla yıllarca Kürt kelimesinin
dahi yasaklandığı Türkiye’de, ismini zikretmeden Kürtlerin aşağılandığı,
zavallı, cahil, ne yaptığının farkında olmayan, bazen komik ama
genellikle taassup ve gericiliğe saplanıp kalmış olarak temsil edildiği
filmler yapılmış, romanlar ve yazılar yazılmıştır. “Çoğunluğun” Kürt
algısının yıllarca bu ideolojik bagajdan beslendiğini göz ardı
etmeksizin 1980’lerde gelişen silahlı mücadele ile birlikte Kürt
hareketine ve mensuplarına yönelik geliştirilen karşı-propaganda ve
söylemin, ifadede değişiklikler olsa da muhteviyatının ve dayanaklarının
değişmediği görülmektedir. Anadolu’dan Görünüm ve Perde Arkası
gibi programlara çıkarılan itirafçı ve korucular vasıtasıyla imal
edilen yeni dönemin algısında Kürtler ve Kürt hareketi mensupları, bozuk
Türkçeleri, nedamet getirmiş, yalvaran tavırlarıyla eskinin zavallı ve
cahil Kürt’ünden farklı bir tablo çizmemektedir. Türk medyasında
Kürtlerin temsili hiçbir şekilde özneleşen, kişilik ve kimlik sahibi
bireyler olarak yer bulamamakta, hatta son zamanlarda birçok televizyon
kanalında gösterime giren dizilerde Kürt hareketi ve mensuplarına
yönelik çok daha aşağılayıcı, karalamaya yönelik bir dil ve üslup
geliştirilmektedir. 1990’ların başından beri Kürt realitesine dair
tartışma ortamı nispeten imkan bulmuş olsa da Kürtler ve Kürt hareketine
dair hakkaniyetli, vicdan sahibi, nitelikli çalışmalara pek de
rastlanılmaması bilgi üretimi açısından büyük bir handikap olduğu gibi,
“çoğunluğun” algı dünyasının değişmeden devamını sağlaması açısından
dikkat çekicidir. Böyle olduğu içinde bugün Türkiye’de yaygın bir insan
kitlesinin Kürt hareketine dair algısını bütün kötülüklerin kaynağı,
ilkel, cahil, medeniyetten bihaber, kan dökmekten haz alan, kandırılan,
yabancı güçlerin oyuncağı olan, aslında kendi iradesi ve düşüncesi
olmayan, kendi insanına dahi değer vermeyen, aşağılayan, işkence yapan,
hatta sebepsiz yere öldüren, psikopat kişilerin yönlendirmesinde şer
odağı haline gelmiş bir örgüt imgesi oluşturmaktadır. Bir taraftan
Kürt hareketi bütün kötülüklerin kaynağı, bir korku nesnesi olarak
yansıtılırken diğer taraftan sürekli “belinin kırılacağı”, varlığına son
verileceği söylemi ile muhayyel bir galibiyet beklentisine koşullanan
kitleler motive edilmek istenmiştir. Bu psikolojik savaş söylemine göre,
zaten kendi iradesi olmayan, dış destekle ayakta kalan birkaç
başıbozuğun haddini bildirmek imparatorluk bakıyesi koca bir devlet için
zor bir iş olmayacaktır.
Son günlerde Türk
medyasında bu algının sorunlarına işaret eden, bu algıyı çözümün önünde
bir engel olarak gören ve “Kürt realitesinden PKK realitesine”1
geçmek gerektiğini söyleyen cılız bazı sesler duyulsa da hakim medya ve
düşün dünyasında ciddi bir değişiklik görünmemektedir. Bu nedenle bir
korku kaynağı haline getirilen Kürt hareketi üzerinden Türkiye’de yeni
nesiller yetişirken, yalanın yeniden üretimi üzerine kurulu bu
mekanizmanın devamı, meselenin çözümü ve gelecek üzerindeki negatif
etkisini sürdürmektedir. Çünkü savaş ve barış arasında gidip-gelen 17
yıllık tek taraflı ateşkesler denkleminde Türkiye egemen güçlerinin
çözümsüzlük politikalarının önemli bir dayanağını bu algının oluşturduğu
yadsınamaz bir gerçektir. Bugün Türkiye egemen güçleri arasındaki
kıyasıya mücadeleye rağmen bu algı ısrarla korunmak istenmektedir. Bu
konuda sergilenen ittifak, çatışan güçlerin Kürt meselesindeki fikri
ortaklığını dışa vurduğu gibi günlük politik çıkarlar uğruna en temel
meseleleri bile kurban eden basiretsizliklerine de işaret etmektedir. Modernleşmeci
Kemalist zihniyetin değişim karşısında söyleyecek sözü tükenirken,
beliren yeni elitlerin sisteme dair düşündükleri eskinin restorasyonunu
dini renklerle süslemekten öteye gidememekte, bu da Kürt meselesinin
inkar ve savaş geriliminden çıkmasını engellemektedir.
Bu şekilde onlarca yıldır
süren Türkiye egemen güçlerinin baskı, susturma ve reddiye siyaseti
karşısında, Kürt meselesine dair gün geçtikçe artan tartışmaların
niteliği, gerçekçi bir çözüm üretme dinamiği yaratmaktan uzak
kalmaktadır. Bu nitelikten yoksun tartışma ortamını belirleyenlerin,
egemenlerin kısa vadeli siyasi manevraları ve hala yürürlükte olan
psikolojik savaş dolayısıyla meselenin muhataplarını konuşturmama
siyaseti olduğu su götürmez bir gerçektir. Ayrıca, sığ bir zeminde
gerçekleşen bu tartışmaların Kürt meselesinin yakın (1970-2000) ve erken
dönem (20. Yüzyılın ilk çeyreği) tarihselliğinin hala akademik ve
entelektüel çevrelerde kayda değer bir şekilde ortaya konmamış olması
ile yakından ilişkili olduğunun altını çizmek gerekir. Nitekim, bu
akademik-entelektüel alandaki nitelikli ve vicdani çalışma boşluğu,
yılların baskı-engelleme ve yok sayma pratikleri ile kavrularak günümüze
kadar gelmiştir.
Kürt meselesinde, devletin ürettiği ve onu pek sorgulamadan destekleyen akademinin de sürekli dillendirdiği terörizm söylemi
ile muhatap alınırlığı engellenmeye çalışılan ve tehlikeli bir biçimde
kötülük kaynağı olarak lanse ettirilen bir Kürt hareketi portresinin
altında Kürtlerin siyasi, ekonomik ve kültürel hakları görünmez
kılınmaya çalışılmaktadır. Ulus-devletlerin şiddet tekelini kutsayan ve
silahlı mücadele yöntemini kullanan siyasi hareketleri tecrit etmeye
ayarlı ve kolektif politik şiddetin ortaya çıkma sebeplerini tarihsel
bağlamından kopararak patolojik bir olguya indirgeyen terörizm söylemi
ciddi anlamda sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Yürüttüğü mücadelede
milyonları harekete geçiren ve onlarca yıl bu biçimde varlığını sürdüren
bir hareketi terörizm söylemiyle marjinalize edip yok saymak, inkar
siyasetinde ısrar ederek çözümü ötelemekten başka bir anlam
taşımamaktadır.
Buna rağmen sistemin
sahipleri konumundaki eski/yeni elitler, var olan-oluşturulan statünün
(Kürtler açısından statüsüzlüğün) devamını kardeşlik ve birlik
kavramları üzerinden çözümsüzlüğe sürüklerken, buna manevi bir anlam
atfederek varolan durumu sürdürmekte ve yeniden üretmektedir. Bu söylem
son zamanlardaki “açılım” politikalarında da sıkça vurgulanmaktadır.
Öyle ki çözüm iradesi babında siyasi bir proje olarak ortaya atılan Kürt
Açılımı’nın Milli Birlik Projesi’ne nasıl dönüştüğünü kardeşlik, birlik
ve terör gibi kavramları yan yana getirip kullanma başarısını şimdiki
hükümetin temsilcilerinden daha iyi gösteren olamazdı: “Hedef milli
birlik ve kardeşlik projesidir. Süreç demokratik açılım sürecidir.
Burada tabi ki öncelikli sorun terörle, terör sorunuyla mücadeledir.”2 Çözüm ve kontrol etme aracı olarak görülen ise yine terörle mücadele
kavramının yadsınamaz kudretidir. Bu kesimler şimdilerde hakikati
gizlemenin bir aracı olarak nostaljik bir geri dönüşle imparatorluk
döneminde çokça kullanılan dini referanslı ve hukuki bir önemi olmayan
ümmet gibi kavram ve algılayışları günümüze uyarlamaya çalışarak, Kürt
meselesi gibi ulusal ve teritoryal bir konuyu -Kürt toplumdaki dini
duyarlılığın da hesabını yaparak- İslami bir vurguyla yumuşak bir
biçimde geçiştirerek çözmeyi istemektedir.
Oysa Kürt hareketinin
ortaya çıkardığı toplumsal mücadele, hem nevi şahsına münhasır mücadele
repertuarına sahip olması -özellikle doksanların başından itibaren
silahlı ve silahsız/yasal mücadele veriyor olması- hem de mobilize
ettiği milyonlarca insan bakımından, dünyanın neoliberal döneminde
benzerine pek rastlanmayan bir siyaset pratiği ortaya koymuş olmasına
rağmen, hala akademik-entelektüel çevrelerde nitelikli ve sistematik bir
şekilde ele alınmamıştır. Daha da önemlisi, 1990’larda yaşanan sürecin
neden ve nasıl geliştiğine dair yol gösterici bir çalışmanın yokluğunda
hem siyasi söylemlerinin hem de akademik-entelektüel çalışmaların ciddi
bir analitik boşlukla cebelleşmeleri söz konusudur. Bu boşluğun ana akım
veya liberal araştırmacılar-siyasetçiler tarafından doldurulma
biçiminin ağırlıklı olarak Kürt hareketinin mücadele sürecine yön verme
iradesini görünmez kılarak ve bu mücadelenin bir toplumsal-siyasi
hareket olduğu hakikatine sırt çevirerek gerçekleşiyor olması da
gerçekçi çözüm önerilerinin ortaya çıkmasına ciddi bir engel teşkil
etmektedir. Ayrıca bu durumun devam etmesinde Kürt entelektüel cenahının
da oldukça yetersiz, yüzeysel ve meselenin dile getirilişinde ajitatif
ve/veya mağdur bir dile sahip olmasının yarattığı olumsuz ve pasif etki
de göz ardı edilmemelidir. Görünmez kılınan, bir korku nesnesi olarak
yansıtılan ve hakkında çok söz söylenmesine rağmen hakikati dile
getiremeyen bir çok araştırmayı-çalışmayı Kürt aydınlarının afişe edip
alternatifini üretmesi beklenirken, ortaya çıkan tablo, inkara dönük bu
çok yönlü ideolojik saldırı karşısında sadece vicdanlara seslenen mağdur
bir dilin üretimidir.
Kaldı ki, bilgi üretimi
ve yayımı-propagandası açısından yukarıda zikredilen olumsuzluklara
rağmen, 30 yıldır süren savaş ikliminde bütün riskleri göze alan önemli
sayıda bir Kürt kitlesinin (kadını, genci, yaşlısıyla) Kürt hareketine
gösterdiği teveccühün artarak devam ettiği görülmektedir. Hareketi ve
liderini sahiplenmedeki bu kararlılık batı cephesindeki mevcut algıyla
bağlantılı olarak anlaşılamadığı, anlaşılmasının mümkün olmadığı gibi
giderek bütün Kürtleri hedefleyen bir tepkiye dönüşmektedir. Batı
cephesi ve doğu cephesi arasındaki bu büyük zihni uçurum gün geçtikce
derinleşirken Kürt meselesinin çözümüne dair söylem ve çağrılarda karşı
yakaya ulaşmadan uçurumun derinliklerinde kaybolup gitmektedir. Batı
cephesinde yeni nesiller yetiştirilirken umacı olarak belletilen Kürt
hareketi, doğu cephesinin yeni nesillerinin büyük bir kısmının gözünde
özgürlük için savaşan kahramanlar olarak yad edilmektedir. Savaşın
yarattığı tahribatı bizzat yaşamlarında, aile bireylerinin ve
kendilerinin bedenlerinde ve bilinç dünyasında deneyimleyen yeni
nesillerin yaşadığı “duygusal kopuş”tan bahsedile dursun, sistemin bunun
için öngördüğü tedbir bütün Kürtler için hamasi açılım söylemlerinin
yanında yeni zindanlar inşa etmekten öteye gitmemektedir.
Özcesi on yıllardır imal
edilen algı ile hakkında oluşturulan algıya zıt düşen bir Kürt ve Kürt
hareketi gerçekliği karşımızda durmaktadır. Sistemin verili kodlarında
bir türlü iradeleşen, kişilik sahibi özneler olarak kendisine yer
bulamayan Kürtler, politik duruş ve tavırlarıyla ve haklarını almakta
gösterdikleri kararlılıklarıyla gerçekliğin hiç de yansıtıldığı gibi
olmadığını göstermektedirler. Bugünün Türkiye’sinde değişimi dayatan, en
örgütlü demokrasi gücünün Kürt muhalefeti olduğu orta yerde dururken,
terörizm söylemine yaslanarak buna yüz çevirmek ve hatta yok saymak
hiçbir hakkaniyete sığmadığı gibi etik de değildir. Kürt hareketi
toplumsal düzeyde yarattığı büyük dönüşümün etkisiyle, demokratik ve
özgürlükçü değerlerin önde gelen bir savunucusu ve değişim dinamiği
konumundadır. Son dönemde Türkiye’de statükonun yaşadığı büyük
zelzelenin ve yeniden yapılanma çabalarının derininde Kürt meselesindeki
çözümsüzlük hali ve Kürt hareketinin istenmesine rağmen bir türlü
tasfiye edilememesinin yattığı bilinmesine rağmen itiraf edilemeyen bir
hakikattir. Kürtler kendileriyle birlikte bütün Türkiye’yi etkilemekte
ve değiştirmektedirler. Demokratik ve sosyalist hareketlerin varlık
gösteremediği son 30 yılın neo-liberal döneminde, Ortadoğu gibi bir
coğrafyada binlerce kadını mücadele içerisine çekerek, etkili bir kadın
hareketinin ortaya çıktığı başka bir örneğe rastlamak mümkün değildir.
On yıllara yayılan bir savaşı NATO’nun ikinci büyük ordusuna karşı
sürdüren ve bunu yaparken “kontrolü” elden bırakmayan bir hareket ve
milyonlara varan kitle desteğini kolayından terörizm yaftasıyla
hiçleştirmek pek de mantıklı görünmemektedir.
Sonuç olarak; özgürlük
arayışındaki bir halkı ve onun mücadelesini hakkaniyetle ele almanın,
tanımlamanın elzemliği tespiti üzerinden, çözüm tartışmalarının
yürütüldüğü süreçte Kürtlere dair imal edilen algı ve terörizm
söyleminin gerçekliği görünmez kılmakla birlikte olası çözümler
karşısında bir engel olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Yine
akademik-entelektüel alanlar bağlamında düşünülerek, bu alanda faaliyet
gösteren bireysel ve kolektif çabaların kapsamlı bir sorgulama ve
sorgulatma gayesi ortaya koymaları gerekmektedir. Aksi halde, savaşın
kendisine odaklanmayan, Kürt hareketinin iradi eylemlerini görmezden
gelen veya meselenin gelişme bağlamını es geçerek meseleden türeyen
kopuk temalara odaklanan akademik-entelektüel çalışmalar ortaya
çıkmaktadır. Önemli bir analitik boşluk ortada dururken sakat doğmaya
mahkum çalışmalar üretmek yerine, ilgili kişi ve kurumların kolektif bir
şekilde savaş ve Kürt hareketi gerçekliğini ortaya çıkarması ile ‘Bu
günlere nasıl gelindi?’ sorusuna cevap aranarak olası çözüm modellerine
gerçekçi bir ajanda ile yaklaşmak gerekmektedir. Medyada üretilen yalanlar
yada 30 yıldır psikolojik savaş merkezlerinden yayılan terörizm söylemi
üzerinden değil, akademik-entelektüel alanın gerektirdiği kriterler
bağlamında yapılacak bilimsel çalışmalarla nitelikli bir tartışma
ortamının oluşmasına ve çözüme katkı sunulabilir.
1 Hasan Cemal, Milliyet Gazetesi, 17.10.2010
2 TC Başbakanı R. Tayip Erdoğan’ın 13 Kasım 2009’da TBMM’de açılım politikasını anlatırken yaptığı konuşmadan alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder