Orta
Doğu coğrafyası on yıllardır görmediği bir yoğunlukta halk
hareketlerinin eşitlik ve adalet talepleri ile kavrulmakta. Mücadele
ateşinin kaynağını tam anlamıyla görmemiz için biraz zaman geçmesi
gerekse de kitlelerden gelen ilk işaretlere bakmak fikir sahibi olmamızı
sağlıyor. Ülkeden ülkeye değişkenlik arz etse de, ilk işaretlere
baktığımızda; siyasi özgürlük talepleriyle, ekonomik eşitlik
çığlıklarıyla ve devletin bastırdığı etnik-ulusal-mezhepsel grupların
hiddetiyle açılmış isyan bayraklarını seçebiliyoruz. Batının bölgede
İslami hareketlerin yükselmesi endişesi ile Orta Doğu elitlerinin
rantlarını ve statülerini kaybetme korkuları bir yana dursun, yaşanan
son altı ay sonunda halk hareketlerinin yapabildikleri ve henüz
gerçekleştiremediklerine ilişkin neler söylenebilir? Hemen hemen her
Orta Doğu ülkesi, kitleleri organize edecek ve egemenlere karşı uzun
erimli ve koordineli biçimde mücadele etmelerini sağlayacak siyasi
yapılardan veya örgütlerden yoksun durumda. “1968 Devrimi” rüzgarıyla
yaşanan hareketler ile karşılaştırıldığında, sosyalist ideolojinin
düşünsel rehberliği ile ortaya koyduğu amaç-araç ilişkisini yani devrim
stratejilerinin doldurduğu boşluğu akıllara getiren bir çerçeve
yoksunluğu söz konusudur. Toplumsal hareketlerin yakaladıkları ivmeleri
yitirmelerine sayısız kez sebep olmuş bu ideolojik-stratejik boşluğun
aslında ne kadar yakıcı olduğu önümüzdeki süreç içerisinde netleşecektir
kuşkusuz.
Eylemlilik
sürecinde oldukça tartışılan önemli bir husus da verili koşullarda
direnme pratiklerinin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine oldu. Zaman
itibari ile, medya sayesinde domino etkisi yaratmak dışında
birbirleriyle yeterince etkileşim ve dayanışma halinde olmayan bu
halkların mücadele repertuarlarının hükümetlerin esnekliğine ve
eylemlere verdikleri cevaba göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Mısır’da
ve Tunus’ta kitleler organize politik şiddete başvurmadan diktatörlük
rejiminin sembolünü koltuğundan etmiş olsalar da diğer ülkelerde ortaya
konan eylemliliklerin hemen hepsi ciddi bir devlet şiddeti ve kitlesel
kıyımlarla karşı karşıya kaldılar. Bu devlet şiddeti dalgasına verilen
cevaplar ülkeden ülkeye değişkenlik arz etse de durumun somut tahlili
bize şu çıkarımı yapmaya müsaade ediyor: bir toplumsal
mücadele barışçıl yöntemlerle başlasa bile devletlerin bu
siyasi-ekonomik talepler karşısında aldıkları tavır mücadele
repertuarının başat belirleyeni olabimektedir.
Şiddet kullanarak, eylemciler için mücadele vermenin maliyetini artıran
devletler, aslında iki temel seçenek sunmaktadır eylemciler için:
susmak ve beklemek ya da silahlı mücadele gibi daha radikal yöntemleri
denemek. Son Orta Doğu dalgalanmasının başlama tarihinden hâlâ altı ay
dahi geçmemiş olmasına rağmen silahlı mücadele
yürütme seçeneğinin, Batı liberalizminin terörizm söylemleriyle
ötekileştirdiği raddede yürürlükten kalkmadığını ve halkın meşru
müdafaası için bir mecburiyet olabildiğini yeni Orta Doğu pratiği güncel
olarak göstermeye başladı.
Kuşkusuz
silahlı mücadele Orta Doğu toplumsal mücadeleler tarihi için hiç de
yeni bir fenomen değil. “1968 Devrimi”nden bugüne aralıksız bir şekilde
silahlı mücadeleye başvurarak Orta Doğu’da mücadele veren iki halk var:
Filistinliler ve Kürtler. Ateşleri sönmeyen bu iki hareket, devletlerin
muazzam baskı-engelleme-tasfiye denemelerine rağmen ayakta
kalabilmelerini ve siyasi sonuç vaat edecek güçte olmalarını sadece
kitle hareketi değil örgütlü siyasi yapılara
sahip olmaya borçlular. Lakin kullandıkları veya kullanmak durumunda
bırakıldıkları politik şiddet yöntemleri itibari ile Batı liberalizmi,
İsrail ve Türkiye devleti nazarında terörist olmakla suçlanıp tecrit
edilmeye çalışılıyorlar. Orta Doğu günceli ise bu hareketlerin şiddete
meyyal hallerinin kolektif dertlerinden azade olmadığını göstermesi
bakımından değerli. Diğer bir deyişle, politik şiddeti ve tetiklediği
çatışmayı anlamanın yegâne yolu sadece hareketlerin amaçlarında ve
mücadele yöntemi tercihlerinde değil aynı zamanda içinde hareket
ettikleri rejimlerin taleplere nasıl cevap verdiklerinde de aranmalıdır.
2.
Kürt
hareketinin geçmişini ve bugününü, Kürtlerin hareketle kurmuş oldukları
bağı henüz anlatabilen veya layık olduğu şekilde gerçeklikten sosyal
bilime tercüme edebilen bir çalışma henüz mevcut değil. Lakin
indirgemeci siyasi lisanların ötesine geçerek Kürt meselesini etraflıca
anlamak isteyenler için düğümlenmiş noktalar ve sorulması gereken yakıcı
sorular ortada duruyor. Örneğin, Kürt meselesinin uzlaşı ile
çözülmesine ne kadar yakınız? Daha önemlisi, Kürt meselesine ilişkin
tarafların yaklaşımları ve çözüm projeleri tarihsel hakikatin bugüne
devrettiğinden ne kadar yakına ya da uzağa düşüyor?
Ulus-devletlerin,
tahakkümleri altına aldıkları etnik-ulusal grupların özgürlük
taleplerini bastırması meselesini karşılıklı uzlaşı ile çözülmesi
sürecinin oldukça meşakkatli olduğunueğer bastırılan halklar silahlı
mücadele yürütmüşlerse bu sürecin on yıllarca sürdüğünü İrlanda, İspanya
ve Afrika’daki sayısız örnekten biliyoruz. Türk devletinin kendi
kitlelerinin gözünde şeytanlaştırdığı Kürt hareketi ile uzlaşma masasına
oturmasına haliyle vakit varsa da gizli görüşmeler safhasının Öcalan
ile Türkiye devleti arasında başladığı bilgisine vakıf durumdayız.
Kapalı kapılar ardında başlayan bu görüşmeler siyasetin akışıyla
süreksizleşse de eğer uzlaşı süreci gerçekten işleyecekse her iki
tarafın da uzlaşıdan gayrı başka bir “çıkış” olmadığına kani olduğu
olgunluk anının gelmesi gerekiyor. Temel kaygısı hegemonyasını devam
ettirmek olan AKP hükümetinin ve/veya TSK’nın “uzlaşmadan başka yol yok”
sonucuna varıp harekete geçmesi için Kürt hareketini tasfiye etmeye
yönelik alternatif tüm projeleri tüketmeleri gerekiyor. Uzlaşmaya mecbur
kalıp açık müzakere sürecine gelinmesiyle birlikte olacaklar diğer
coğrafyalarda gerçekleşen çözüm örneklerinin gösterdiği üzere basitçe
şudur: meselenin üçüncül aktörlerinin de (AB, BM..) müdahil oldukları müzakere
görüşmelerinin başlaması, sonrasında ise üzerinde uzlaşılan konuların
kitlelerin rızasını almak amacıyla kamuya açık bir şekilde dile
getirilmesi. Kürt hareketinin ve Türk devletinin bir anlaşmaya varmaları
safhasından oldukça uzağız ve bunun en temel kanıtı, asimilasyonun tüm
hızla devam etmesi, Türk devletinin ve hükümetinin hâlâ Kürt hareketinin
örgütsel yapısına zarar verici ve kitlesi üzerindeki temsiliyet gücünü
zayıflatma gayretli politikalarını ısrarla devam ettiriyor olmasıdır.
Determinist bir bakış açısıyla hareket edip taraflar arasında dünya örneklerinde olduğu gibi uzlaşmaya dayalı bir anlaşmanın mutlaka
gerçekleşeceğini söylemenin mümkünatı yok. Şimdilik önümüzde duran
yegâne doğru ise uyuşmazlıkların çözülmesinin önündeki en büyük engelin
çatışmanın ortaya çıkma nedenlerine dair tarafların ve kitlelerin başka
nedenlere inanıyor olmalarıdır. “Neden bu noktaya gelindi?” sorusuna
taraflar sadece kitlelerini kaybetmemeyi gözeterek cevap verdiği sürece
ortak bir gelecek hayal etmenin hiçbir gerçekçi yanı olmayacaktır. O
yüzden, sosyal bilimcilere düşen en önemli güncel görevlerden bir tanesi
çatışmanın neden ortaya çıktığı hakkında ayakları yere basan
tartışmalar ve çalışmalar yapmalarıdır.
3.
Güncel siyasi hal itibari ile Kürt meselesine yön veren aktörler arasında kabaca üç farklı yaklaşım tespit edilebilir. Birincisi, tarihsel olarak Türk devletinin izlediği, ordunun, Kemalist
zümrenin temsil ettiği çizgidir, yani Kürtlere ve Kürt hareketine
yönelik reddiyeci, tasfiyeci ve tecrit edici bir siyaset uygulanmasını
savunan bir yaklaşım. İkincisi ise pragmatik liberalizm olarak adlandırılabilecek ve son beş yılda ivmelenen çizgidir.1
Kürt hareketine yönelik ortodoks devlet yaklaşımını benimseyen, lakin
Kürtlerin kolektif/bireysel hakları konusunda devlet geleneğine bağlı
kalmanın Kürtlerin rejimden zihinsel olarak kopuşunu derinleştireceğinin
ve Kürt hareketinin Kürtler nezdinde temsiliyetinin daha da artacağının
farkında olan bir yaklaşımdır. Üçüncü hat ise Kürt hareketi tarafından
ortaya konan ve demokratik özerklik projesi ile taslak halini alan
yaklaşımdır.
Son
beş yıl içerisinde Kürt meselesi bağlamında olası bir çözüm projesi
olarak Kürt hareketinin “Demokratik Özerklik” projesi dışında
temellendirilmiş bir siyasi-toplumsal uzlaşı önerisi henüz ortaya
konmadı. AKP’nin açılım projesinin liberal bir demokratikleşme projesi
dahi olmaktan aciz pragmatik bir manevra olduğu yani kısıtlı
kültürel hak tanınmasından ibaret kaldığı son yıllar içerisinde ayyuka
çıktı. Hem on yıllardır psikolojik savaş söylemine maruz kalmış
Türklere, hem de Kürt hareketine sıkıca bağlı olmayan Kürtlere konuşmaya
çalışan pragmatik liberal yaklaşım haliyle çift başlı ve tutarsız
kalarak siyasetin rüzgarına göre kendini konumlandırmakta. Bu bağlamda,
“Kürt açılımı” projesi için; özünde Kürt meselesini kültürel alandan
ibaret görerek meselenin birincil aktörü olan Kürt hareketi ile masaya
oturmak yerine terörizm söylemini ve Türk devlet geleneğinden devralınan
baskı-engelleme siyasetini hegemonik çıkarları için seferber etmekten
imtina etmeyen ucu açık bir AKP projesinden bahsedilebilir.
Meseleye dair alternatif bir dinamik yaratma çabası ise 2003’ten bu yana siyasi-medyatik alanlarda kayda değer bir ivme yaratan liberal
çözüm söylemiyle mevzubahis oldu. Özellikle Türkiye medyasında yer alan
ve kanaat teknisyenliği yaparak Kürt meselesinin gidişatına yön vermeye
gayret eden ve zaman zaman AKP politikalarını yeterince liberal
olmamakla suçlayarak bir nevi pragmatik çizgiyi terbiye etmekle meşgul
bir yaklaşım ortaya çıktı. Peki bu yaklaşımın yaslandığı zemin nasıl
anlaşılmalıdır? Avrupa Birliği sürecine endekslenmiş liberal demokrasi projesi
içerisinde Kürt meselesini çözme düşüncesi; politik şiddetle tüm bağını
kesmiş, özerklik talepleri olmayan, hukuksal çerçevesi azınlık hakları
söylemine yaslanan legal bir Kürt hareketi düşlemekte. Kısacası, liberal
çözüm projesi, Kürt meselesini bir egemenlik paylaşım meselesi olarak
görmemekle birlikte, kapitalist sistemin durmadan yeniden ürettiği
ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelerek sistem-karşıtı
veya ötesinde bir düzene özlem duyan bir Kürt hareketi istememektedir.
Türkiye’de
Kürt meselesinden daha geniş bir alana tekabül eden liberal demokrasi
projesi her ne kadar siyasi pragmatizmle yoğrulmuş bir safhada emeklese
de, Türkiye’nin de demirlediği ve içerisinde ilerlediği rota, dünyaya
bir salgın gibi yayılan neoliberal hegemonik projenin siyasi ayağının
gerektirdikleridir. Bu yüzden, Kürdi çatışmanın nasıl bir zemininde
çözüleceğine dair iki yaklaşımın ön plana çıkmakta olduğunu söylemek
mümkün: ‘liberal demokrasi projesi’ ya da ‘sistem-karşıtı duruşunu
koruyan bir özerklik projesi’. Süreç içerisinde medyatik liberal
odakların yanı sıra hem AKP’nin hem de CHP’nin bu liberal çözüm
projesini kendi siyasal sınırlarının esneyebildiği ölçüde Kürt
meselesine yönelik söylemlerine uyarlamaya çalıştıklarını ama söylemin
gerçekliğe dökülmesi doygunluğundan henüz oldukça uzak olduklarını
görebiliyoruz.Yani AB’nin ve liberal aydınların düşlediği liberal çözüm
ile AKP ve son dönem CHP’sinin söylemsel liberal manevralarını şimdilik
ayrı tutmakta fayda var.2
Siyasetin ve toplumsal mücadelenin bağrında belirlenecek süreç hakkında
tahminlerde bulunmak sosyal bilimcilerin birincil görevi olmayabilir.
Lakin Kürt meselesinin mutabakat ve barış ile çözülmesi bağlamında “Bu
noktaya nasıl gelindi?” sorusuna hakikatli bir cevap vermek ve hangi
projenin Kürtlerin dertlerine çare olabileceğine dair tefekkürde
bulunmak kuşkusuz ki araştırmacıların, sosyal bilimcilerin ve
entelektüellerin doldurmaya çalışacağı bir boşluk olacaktır.
4.
Güncel
siyasetin yarattığı sis bulutundan ötürü çok net görünmese de, Kürt
meselesinin orta-vadede seyrini belirleyecek olan temel dinamik
tarafların birbirlerine karşı kullandıkları şiddetin meşruiyeti
hakkında yapılacak tartışmalar ve müzakerelerdir. Diğer bir deyişle,
Kürt hareketinin silahlı mücadele yürütmüş olmasının ve Türk devletinin
de kendi koyduğu baskıcı yasaların dahi ötesine geçerek gayrı-nizami
harp yöntemini uygulamış olmasının yarattığı toplumsal-siyasal
kayıplardır. Türk devletinin Kürtlere ve Kürt hareketine yönelik
uyguladığı yapısal şiddetin temel dayanak noktası, uluslararası
anlaşmalarla tanınan ülke sınırında “şiddet tekelini elinde bulundurma
hakkı”dır. Liberal demokrasi anlayışına göre ulus-devletlerin şiddetin
tekeli olma iddiaları kutsanırken, devlet-dışı aktörlerin politik
şiddete başvurmaları mağduriyetler üzerinden anlaşılmaya mazhar olsa da meşru
değildir. Orta Doğu coğrafyasında, emperyal hesaplarla ve yerel
egemenlik oyunlarıyla çizilmiş “ulus-devlet” sınırlarının tarihsel
trajedisi birçok kişinin malumudur. Bundan bağımsız olmayan bir şekilde,
Kürt hareketinin silahlı mücadeleye yönelmesini meşru kılma şekli ise
Türk devletinin silahlı mücadele haricinde diğer yöntemlerini tarihsel
olarak hiçbir zaman umursamadığıve Kürtlerin bir halk olarak varlığının
ve buradan doğan haklarının inkâr edilmesine müsaade etmemenin yolunun
ancak be ancak dağlardan geçebildiğine yönelik yaptığı teşhistir.
Bu siyasi yaklaşımların çoğunun gözden kaçırdıkları temel nokta ise meşruiyet
kavramının tarafların pozisyonlarına göre değişebildiği ve hem
devletler için hem de toplumsal hareketler için tarihsel olarak sürekli
dönüşmekte olduğu hakikatidir. Bu normatif meşruiyet kapanından
kurtulmanın yegâne yolu ise meselenin nasıl geliştiğine dair doğru
soruları sormak, cevaplamak ve bu üç farklı yaklaşımın ortaya koyduğu
perspektiflerin gerçeklikle ne kadar temas halinde olduklarına
bakmaktır. O yüzden, sual edilmesi gereken ilk önemli soru şu: “Kürt hareketi neden silahlı mücadeleye yöneldi?”
Bu
soruya Kemalist perspektifin verdiği cevap siyasi demagojiden öteye
hiçbir zaman gidemedi. Dış güçlerin kışkırtması ve bölgenin ekonomik
olarak geri kalması yüzünden eline silah alan iradesiz bir grup insanın
işlediği bölücü cinayetlere sempati duyan, bu yola kandırılarak sokulan
ama her nasılsa aynı yolda canını da verecek kadar imanlı olabilen on
binlerce insanın Kürt toplumu içerisinden çıkabileceğini iddia eden ve
Kürtleri aşağı gören bir siyasi demagojiden bahsediyoruz. Diğer yandan,
liberal söylemin tarihsel körlüğü de hümanist okuma yapmasından ötürü
tarihsel hakikate değmek hususunda yerinde saymaktan ileri gidemedi:
PKK’yi ortaya çıkaran temel dinamiğin devletin Kürtlere yönelik
uygulamaları olduğunu tespit eden liberal bakış, Diyarbakır Cezaevi’nde
yaşanan işkenceler sonucunda “PKK gibi” bir yapının ortaya çıktığını
silahlı mücadele yürütülmesini onaylamayan ve barışçıl mücadeleyi
yücelten bir bakış açısıyla dile getirmektedir.
Eğer
bu iki yaklaşım tarihsel hakikati anlamak konusunda yetersiz ise, Kürt
hareketinin neden silahlı mücadeleye yöneldiğini nasıl anlamak
gerekiyor?
Hakkı
teslim edilmesi gereken ilk nokta şudur: Türkiye’deki Kürtlerin hak
taleplerinin başladığı yıl 1984 değil, 1959’dur. Hak talepleri gerilla
eylemleri ile değil, barışçıl ve oldukça mütevazı talepler ile
başlamıştır. O yüzden Kürt hareketinin gerilla eylemlerine başlamadan
önce geçen 25 yıllık mücadele tarihine bakıp yukardaki soruyu yeniden
sormak gerekiyor: Neden Türk devleti Kürtlerin barışçıl taleplerine dahi kayıtsız kaldı?
Kürt hareketinin radikalleşmesine neden olan tarihsel faktörler aslında
tek bir kapıya çıkmakta: Türk devletinin Kürtlerin varlığını yok sayma
ısrarıyla, legal-barışçıl alanda verilen Kürdi mücadeleyi bastırıp
asimilasyon programını devam ettirebileceğine dair şahsında beslediği
tarihsel bir inanca sahip olması. Bu inanç olmasaydı, 1971 askeri
müdahalesi sonrasında gerçekleşen DDKO davasında Kürtçe diye bir dilin
var olmadığına dair yüzlerce sayfalık iddianameler hazırlayıp eline
silah dahi almamış Kürt devrimcileri onlarca yıllık cezalara boğmazdı.
Bu inanç olmasaydı, Türk devleti, 1970’ler boyunca gerçekleşen kayda
değer mobilizasyon süreci sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde Kürt
devrimcileri en akla gelmeyecek işkencelerden geçirerek bu meseleyi
toprağa gömebileceğini aklından bile geçirmezdi. Velhasıl, Kürtlerin yıl
be yıl radikalleşmesinde başka birçok çevresel faktör rol oynamış olsa
da, esas değişken Türk devletinin Kürt meselesini baskı veşiddet
uygulayarak süreç içerisinde asimilasyon ile ortadan kaldırabileceğine
dair inancı ve bu doğrultuda uyguladığı politikalardır.
5.
Kürt
hareketinin tarihi boyunca ve hatta güncelinde verdiği mücadelenin
çekirdeğinde duran esas dinamik, Türk devletinin Kürt meselesini baskı
ve şiddet yoluyla bertaraf edebileceğine dair inancını kırmaktı. Kürt
hareketi bunu 1960’lar ve 1970’ler boyunca barışçıl yollar kullanarak
denemiş, 1970’lerde organize politik şiddetten gayrı devletin tasfiye
itikadını kırmanın yolu olmadığına inanmış, Diyarbakır Cezaevi deneyimi
ile de bu inancı perçinlenmiştir. Diğer bir deyişle, Kürt hareketi ne
–liberallerin iddia ettiği gibi- tamamen devlet baskısı sonucunda
silahlı mücadeleye yöneldi, ne de salt kendi iradesi ile 1970’lere yön
verip politik şiddetin halk nazarında kabul görmesini sağladı. Yapılar
ile özneler arasındaki etkileşimin kendisi silahlı mücadele pratiğini
doğurdu. 1970’lerde, adının devrim
konduğu toplumu aşağıdan yukarıya yeniden ve eşitlikçi bir biçimde inşa
etme fikri ile devrimi gerçekleştirmeye dair kitlelerin inancı
arasındaki mesafe hiç de bugünkü kadar uçurum düzeyinde değildi.
Haliyle, dünya çapında 1968 devriminin sosyalist ve sömürgecilik-karşıtı
hareketler için ortaya koyduğu amaçlar ve silahlı mücadelenin meşruiyet
zemini bugünden oldukça ileri safhadaydı. Devrimin vaktiyle bir ihtimal
olduğu zamanlarda, 1971 askeri müdahalesi sonrasında ulusal kurtuluş
hedefiyle yola çıkan Kürt hareketine göre, bu amacı gerçekleştirmenin
yegâne yolu Afrika, Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika örneklerinde olduğu
gibi silahlı mücadeleden geçmekteydi.
1960’lar
legalizminin devlet nezdinde mahpusluk ve yasaklama ile karşılık
bulması sonrasında, silahlı mücadele stratejisinin şart olduğu inancı
1970’lerdeki hemen hemen tüm Kürt örgütleri için genellenebilecek olsa
da, 1970’lerin son yıllarına kadar hiçbir örgüt organize eylemlere
başlamadı. Barışçıl mücadele alanının sıkıyönetim ilanıyla 1979 başında
kapatılmasıyla birlikte tırmandırılan şiddet ortamı 12 Eylül devlet
terörü ile kesildi ve 12 eylül sonrasında şehirlerde Kürdi siyaset
yürütmenin hiçbir yolu kalmamıştı. Tutuklanan devrimcilerin Diyarbakır
Cezaevi’nde gördükleri muamelenin düşük yoğunluklu hali toplumun
bağrında da hüküm sürmeye başladı. PKK dışındaki çoğu örgüt kadrosu Orta
Doğu’daki gerilla kamplarından sonra Avrupa’ya geçtiler. Lakin PKK 1984
yılı itibari ile gerilla eylemlerine başladı. 1984 yılı sonrası için,
ortodoks Türk devletinin ve liberal çizginin Kürt meselesi tarihini
kavrayışının yanlış olduğu görebilmek için sorduğumuz soruyu gözden
geçirmemiz gerekiyor: “Kürt hareketinin silahlı mücadele ile kitlesel mobilizasyon yaratması nasıl mümkün oldu?”
Devlet
çizgisine ve liberal bakış açısına sahip araştırmacıların görmezden
gelmeye çalıştıkları tarihsel hakikat Kürt hareketinin Türk devletine
karşı silahlı mücadele yürüterek
milyonlarca Kürdü mobilize etmiş olduğu gerçeğidir. Hem Kürt
hareketinin iradesi ve eylemleri doğrultusunda hem de Türk devletinin
halka yönelik müthiş bir baskı ile kadroları ortadan kaldırmaya
çalışması sonucunda 1990’ların ilk yarısında Kürtlerin çoğu hareketin
davasının haklılığını kabul etmişti. Şiddetin bir mücadele aracı olarak
kullanılmasına karşı çıkan, ulus-devletlerin şiddet tekelini kutsayan
liberal bakış açısının kabul etmekten çekindiği tarihsel hakikat tam
olarak budur, yani demokratik olmayan rejimlerde politik şiddetin
kitleleri alanlara sürükleyebildiği gerçeği. 1990’larda, dünyada gelişen
birçok gerilla hareketlerine karşı devletlerin “bataklığı kurutma”
olarak bilinen kontrgerilla stratejisi ile, gerilla eylemlerinin hızının
kesilmesi veya yok olması pahasına gerillayı besleyen halkı zorla göç
ettirme projesini Türk devleti de seçti. İşlenen sayısız insan hakları
ihlalleriyle ve Türk ordusunun muazzam paralar harcanarak re-organize
edilmesi sonucunda 1992-95 süreci ile PKK eylemlerinin yarattığı
mobilizasyon kısıtlansa da durdurulamadı. Özcesi, Kürt hareketi 1990’lar
boyunca kitleselleşirken PKK’nin bağımsız bir Kürdistan kurmaya
muktedir olamayacağı da Türk devletinin PKK’yi tasfiye edemeyeceği de
1990’ların sonuna doğru netlik kazanmıştı. Diğer bir yandan, PKK’nin bir
güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte Türk devletinin Kürt meselesini
şiddet kullanarak bertaraf edebileceğine dair inancı yeni bir ölçeğe
taşındı: PKK’yi yok ederek en azından Kürt meselesinin yakıcılığını sona
erdirmek. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi Türk devletinin bu
inancını perçinlediğinden dolayı 2000’ler sürecinde PKK gerillalarını
tasfiye etmenin yollarını aramaktan hiç vazgeçmedi. Lakin 2004 yılında
başlayan PKK eylemleri sonrasında, Türk devletinin tasfiye ve
asimilasyon itikadının temelinden çatırdamaya başladığını ve Öcalan’la
yapılmaya başlayan görüşmelerin de aynı bağlama tekabül ettiğini
belirtmek günceli anlayabilmek açısından elzem görünüyor.
6.
Kürt
meselesine dair tarihsel hakikatler ile güncel siyaset arasındaki
ilişki şu şekilde kurulabilir: Kemalist çizgi, pragmatik liberalizm ve
Türkiye’deki liberal aydınların perspektifi aslında Kürt meselesinin
geçmişini hakikatli
bir şekilde tartıştırmaktan legal Kürt siyasetini bile alıkoymakta.
Kürtlerin mücadele araçları bakımından hem gerilla eylemliliğini hem de
legal alanda verilen mücadele yöntemlerini etkin bir liderlik şemsiyesi
altında yürüttüğü elbette sır değil. Bununla birlikte, 1990’ların
ortasından itibaren Kürt hareketinin legal
alanda kullandığı siyasi lisanın 1970’lerin mirası olan sosyalist bakış
açısından değil liberal haklar söylemi içerisinden şekillenmek zorunda
kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zaman zaman yoğunluğu değişse
de, Türk devletinin 20 yıldır aralıksız bir biçimde kullandığı
yasaklama-engelleme pratiklerinin legal alanda Kürt hareketinin siyasi
söylemini de terbiye etme amacında olduğu açıktır.3
Lakin hem yasal sınırlamalar hem de liberal siyasi-entelektüel
bocalamalar dolayısıyla, Türk devletinin Kürtlere hak tanımadan meseleyi
‘bertaraf etmesini’ engelleyen tarihsel dinamiğin Kürt hareketinin
silahlı mücadeleye başvurduğu hakikati Kürtler haricinde medyada veya
sosyal bilimciler arasında bile hâlâ tartışılmamakta. Aynı sebepten
ötürü, sadece devlet baskısının silahlı mücadeleye neden olduğunu
düşünen liberal bakış açısı ise Kürt hareketinin sistem-karşıtı özünü
koruyarak demokratik özerklik projesini gerçekleştirme gayretini
anlayamamakta.
Liberal
çerçevenin Kürt meselenin şiddet meselesi ile iç içe geçmişliğini
güncel siyaset ekseninde neden çözemediğine daha detaylı bakmak
gerekebilir. Liberal aklın çözüm olarak ortaya koyduğu proje, sorunu
niceliksel bir radikalizm meselesi olarak kodlayıp tarafları orta
noktada buluşturma esasına dayanmaktadır. Bu mantığa göre her iki taraf
da şiddet kullanarak yanlışlar yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Bu
şekilde, tarafların kullandığı şiddet tarihsel bağlamından soyutlanarak
aynılaştırılmaktayken, tarafları oluşturan siyasi yapılar ‘sırf kendi
çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinden dolayı çözüm bağlamında
siyasi özneliğin güncel tanımı her iki tarafa da karşı olmakla eşdeğer
kılınmaktadır. Tarafların konumlarını ve iradelerini eş görmekle
kalmayıp tarihsel hakikati de çekilen mağduriyetlere indirgeyen bu
perspektif içerisinden bugünü anlamak ve gelecek için düğümü çözmek için
analitik araçlarının var olduğu oldukça tartışmalıdır.
Kürt
meselesine dair tartışmaların yakın dönemde tıkandığını ve olası bir
uzlaşma durumunda “liberal proje” ile “demokratik özerklik projesi”nin
tartışmanın iki eksenini oluşturacağını belirttik. Kürt meselesinin
tarihsel ve güncel yakıcılığına dar gelecek bir liberal gömleği zorla
Kürtlere giydirmenin de bir çözüm olamayacağını şimdiden görmek büyük
hüner gerektirmiyor. Kürtlerin hâlâ anayasal bir statüden yoksun
olmaları ve en temel kolektif haklara bile sahip olmamaları nedeniyle
Kürt meselesin çok boyutlu hâline dair tefekkür eksikliği yakıcılığını
korumakta. Kürt meselesinin sınıfsal yönü, bu bağlamda hem ana akım
medyada hem de legal Kürt siyaseti tarafından yetince ele alınmamakta.
Lakin PKK lideri Öcalan’ın -Marksist bir çerçeveden uzaklaşmış olsa da-
Kürt hareketinin sistem-karşıtı duruşunu koruması yönünde düşünsel bir
hat ortaya koyma gayretini belirtmek gerekiyor. Kürt bölgesinin hem
devlet siyaseti ile hem de kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiği
nedeniyle Türkiye’nin en yoksul bölgesi olduğu da bir hakikat olarak
önümüzde duruyor. Kapitalist bir sistem içerisinde, Kürtlerin liberal
proje ile elde edecekleri hakların, Kürtlerin yapısal olarak Türkiye’nin
ekonomik nimetlerinden uzak bırakılması meselesine hiçbir katkı
sağlamayacağı da bu bağlamda aşikar. Metropollerdeki ucuz emeği; tekstil
atölyelerinde, inşaat işlerinde, tersanelerde, tarım ve hizmet
sektörünün hemen hemen her tabakasında Kürtlerin karşıladığını
biliyoruz. Birçok örnekte olduğu gibi kadınların çatışmalardan ve
değişen koşullardan en fazla canı yanan toplumsal kesim olduğunu da
biliyoruz. Kürtlüğünden dolayı yoksul kalmış veya 1990’lar sürecinde
yoksullaşmış milyonlarca Kürdün içinde bulundukları hâlin sadece
anayasal statü ve anadil hakkı verilmesiyle çözülmeyeceğini görmek zor
değil. O yüzden, Kürt meselesine dair yapılan tartışmalarda yeni bir yön
aranacaksa, kapitalist modernitenin çevrelediği bir sistem içerisinde
Kürtlerin yoksun ve yoksul hâllerini görmeyen bir uzlaşının derde deva
olamayacağı hakikati üzerine düşünmekle başlanabilir.
Toplum ve Kuram Dergisi’nin bu sayısı, Kürt hareketinin ve Kürtlerin meselesinin neden ve nasıl
geliştiğini ve hangi yolda izleyebileceğini ele alan bir dizi çalışmayı
yukarda belirtilen eksende tartıştırmak amacıyla hazırlandı.
1 Türkiye’de
henüz politik manada liberal ideolojiyi benimseyip uygulama gayretinde
olan iktidar sahibi bir siyasi parti olmadığı için bu ideal tanımlama
ile siyasi gerçeklik arasında bir ayrım yapmak maksadıyla “pragmatik
liberalizm” kavramını kullanmayı tercih ediyoruz. Uzun erimli
demokratikleşme süreçlerinde tarihsel olarak ana akım kalan siyasi
çizgi ile liberal hedefleri söylemsel olarak benimseyen AKP ve son
dönem CHP’si için bu kavramı kullanmayı öneriyoruz.
2
Mesele hakkında düşünmeyi kolaylaştırmak adına ‘Liberal aydınlar’
kategorisi ile bir genelleme yapıldığını belirtmekle birlikte bu
kategorinin kendi içerisinde oldukça dağınık ve de zaman zaman AKP
iktidarını desteklemek adına düşünsel ahlaktan yoksun bir biçimde
hareket edebildiklerini de belirtmekte fayda var.
3 Legal alandaki Kürt siyasetini PKK’yi terörist olarak nitelendirmeye mecbur bırakma çabası da aynı çizgiden türemektedir.
Kaynak: http://www.toplumvekuram.org/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder