Al Akhbar’a bir röportaj veren Gilbert Achcar, Arap halk hareketleri ile açığa çıkan yeni süreç için doğru tanımın “devrimci süreç” olduğunu belirtiyor. Bu süreçte asıl harekete geçiricinin halk kitleleri olduğunu, ABD’nin süreci geriden takip ettiğini ve kontrol altına almaya çalıştığını belirten Achcar, yeni egemenler ittifakının ABD ile Müslüman Kardeşler arasında oluşmaya başladığını ve bu ittifakın modelinin de AKP değil Pakistan olduğunu savunuyor. Söyleşide yeni sürecin özneleri, arka planı ve politik yansımalarına dair önemli tespitler bulacaksınız
Dima Charif: Sene başından beri Arap dünyasının tanık olduklarını tanımlamakta farklı terimler kullanıldı: Devrim, ayaklanma, halk isyanı, protestolar vs… En iyi tanım sizce nedir?
Gilbert Achcar: İster bir bütün olarak bölgeden isterse de muvaffakiyet içerisindeki Tunus ve Mısır gibi ülkelerden bahsedelim; olup bitenlerin nasıl adlandırılacağına dair epey bir tartışma oldu. Aslında söz konusu iki ülkede bile “devrim” sözcüğünü kullanmaya karşı çıkan birçok insan var. Zira devrim sözcüğü, gerçekte öyle olmasa da, rejimin halkın istekleri uyarınca devrildiği izlenimi veriyor. Rejimin yalnızca başı ve en despotik ve yoz şahısları def edildi. Fakat rejimin omurgası yaşamaya devam ediyor. Bence bugün olup bitene ilişkin en iyi tanım “devrimci süreçtir.” Bu terim Mısır ve Tunus’ta olup biteni de açıklıyor. Aslında orada bütünüyle rejim değişimi gerçekleştiremeseler de, yadsınamayacak başarılar elde eden kitle eyleminin beraberinde devrimler oldu. Mısırlılar devrimlerinin başladığı gün onu “25 Ocak Devrimi” olarak adlandırmakta haklıydılar. Bu aslında büyük bir başarıdan ziyade kitlesel bir mitingin tarihiydi. Fakat bu halen devam eden ve şu anda kaderi üzerine mücadele verilen bir sürecin başlangıç tarihidir.
HAREKETİN ASIL GÖVDESİ, DESPOTİZM İLE ÇÜRÜME ARASINDA BİR BAĞ OLDUĞUNU ANLAYAN MARJİNAL, YOKSUL VE İŞSİZLERDEN OLUŞAN ÇOK GENİŞ BİR KİTLEYİ İÇİNDE BARINDIRIR
Sizce bu devrimleri kim yönlendiriyor: Marjinaller mi, milli burjuvazi mi, işçiler mi?
Durum ülkeler arasında değişiklik arz ediyor. Mısır, Tunus ve başka yerlerde iki can alıcı hususa (despotizm ve çürüme) karşı olan geniş bir toplumsal cephe bulunuyor. Bütün hepsi bu iki yöne karşı birleşiyor. Despotizmin daha az olup çürümenin gözlemlendiği ülkelerde kitle hareketlerinin, Mısır ve Tunus’ta hem despotizme hem de çürümeye karşı birleşmelerinde olduğu gibi aynı momentum yaşanmadı. Bu örneğin Fas’a mahsustur. Fas’ta çok şiddetli bir politik baskı yoktur; nitekim kral bazı demokratik değişimleri kurumsallaştırdı ve özgürlükler üzerindeki bazı kısıtlamaları kaldırdı. Kral protestoların hemen başlamasından sonra bir dizi reform önlemini ilan etti. Dolayısıyla politik değişim talep eden protestolar ve anayasal monarşi, Mısır ve Tunus’un momentine malik değildir.
Mısır, Tunus ve başka yerlerde başlıca iki hususa (despotizm ve çürüme) karşı olan geniş bir toplumsal cephe var. Hepsi bu iki hususa karşı birleşiyor. Toplumsal adaletsizlik ve yoksulluktan muzdarip olan kitleler, daha çok despotizme son vermekle alakadar olan daha varlıklı toplumsal gruplarla birlikte sokaklara çıktı. Bu toplumsal gruplar politik anlamda liberaldir. Toplumsal reformu desteklerler ve neoliberal ekonomik politikalara karşı çıkabilirler; fakat bu grubun takipçileri, hepsinden önemlisi zamanımıza özgü olduğunu düşündükleri bir demokrasi ve özgürlük payesi peşindedir. Bunlar modernitenin savunucusudur.
Hareketin asıl gövdesi, çürümeye ve toplumsal statükoya kızan ve despotizm ile çürüme arasında bir bağ olduğunu anlayan marjinal, yoksul ve işsizlerden oluşan çok geniş bir kitleyi içinde barındırır. Bu cepheye sol ve işçi hareketi dahil olmaktadır. Bunlar, işçi hareketlerinin Mübarek’in yıkılışını hızlandırdığı Mısır ve Tunus’ta araçsaldı.
Bu yüzden Mübarek’in devrilmesi, aşırı soldan aşırı sağa geniş bir güçler spektrumunu bir araya getirdi. Fakat Mübarek defedilir edilmez, Silahlı Kuvvetler Yüce Divanını destekleyen Müslüman Kardeşler, Selefi dinsel akımların beraberinde siyasal güçlerin yeni bir gruplaşması ve devletin gelecek biçimi üzerine diğer güçlerle -solcu ve liberal- birlikte ortaya çıkan farklılıklar gelişti.
ABD, Arap devrimlerinden ne istiyor? Trenin arkasından mı gidiyor, üstünde mi, yoksa başını mı çekiyor?
Amerika kesinlikle olup bitenin başını çekmiyor. Washington ve onun müttefiki Siyonist devlet, Arap dünyasındaki değişimlerle ilgili olarak son derece kaygılıydı ve öyle olmaya devam ediyor. İsrail basınından bildiğimiz kadarıyla, Suriye rejimi için bile kaygılılar zira, Suriye en azından bir istikrar tedbiri sağlıyor. Fakat ABD olup bitenler konusunda tamamen şaşkına dönmedi. Bu Wikileaks belgelerinde aşikârdı. Ne olup bittiğini, özellikle rejimlerin çürüdüğünü biliyorlar. Despotik rejimlerle alakası olduğunu biliyorlar fakat bunlar aynı zamanda kendi işbirlikçileri. Bu tür rejimlerin sonsuza dek süreceğine ilişkin bir yanılgıları yok ve halkın huzursuzluğunun farkındalar.
George W. Bush yönetiminde ABD, bölgedeki demokratik değişimin şampiyonu gibi davrandı çünkü Kitle İmha Silahları yalanı ortaya çıktıktan sonra Irak’ın işgali için bir bahane sunması gerekiyordu. 2005’te ABD’nin Arap müttefikleri, cüret konusunda Bush yönetiminin ciddi olduğunu göstermek üzere birkaç yüzeysel demokratik reformla ağır baskı altına girdi. Washington Suudi müttefiklerini 30 yıl zarfında ilk defa (yalnızca erkek seçmenler ve meclis koltuklarının yalnızca yarısını içeren) belediye seçimlerini gerçekleştirmeye ikna etmeyi başarmıştı. Mübarek’i Müslüman Kardeşlere mecliste yüzde 20 yer vermeye zorlayarak bir nebze güvence eşliğinde parlamenter seçimleri gerçekleştirmesi için sıkıştırdılar. Mübarek bu nedenle her zamanki mesajını yolluyordu: Gerçek seçimleri istiyorsanız, politikalarınıza karşı koyan İslamcı grupları ikna edeceksiniz. Bu Washington’da daha önce hüküm süren çizgiyi pekiştirmeye hizmet etti: demokrasiden bahsetmek ABD ve onun müttefiklerinin kullanması açısından iyi bir ideolojik silahtır; fakat İsrail’e desteğinden ötürü ABD düşmanlığının yoğun olduğu Ortadoğu’da bu işlemez.
MISIR’DAKİ “DÜZENLİ GEÇİŞ” 1980’LERDEKİ TÜRK SENARYOSUDUR
Washington, Mübarek’in eski seri planları ve isteksizce kabullendiği sınırlı demokratikleşmeyi yürürlükten kaldırmasıyla umutsuzluğa sürüklendi ve tamamen hile karıştırılan 2010 seçimlerinden kesinlikle rahatsız oldu. Bu Kahire ile Washington arasında gerilime neden oldu; nitekim ABD Mübarek’in ömrünü tamamladığını ve iktidarda kalmasının ABD çıkarlarını tehlikeye atacağını fark etti. Dolayısıyla Washington protesto hareketi başlar başlamaz, Tunus’tan ders aldıktan sonra, tamamen şaşkın değildi. ABD, kendisini sübvanse ettiği için ABD’yle en organik bağa sahip Mısırlı aktör orduyu arbedenin dışında kalmaya sevk etti. Protestoların barışçıl doğasına seslenen ABD yönetiminin beyanları, Mısır ordusunun baskıya katılmaktan kaçınmasına yönelik mesajlardı. Baskıya katılmak, ordunun Mübarek sonrası dönemi idare edebilmesini zorlaştırarak, ordunun bölünmesine neden olabilirdi. Washington’un sıkça tekrarlanan “düzenli geçiş” çağrıları, “başlıca müttefikimiz kati bir şekilde kontrol altında kalırken iktidarın demokratik dönüşümünü destekliyoruz” anlamına geliyordu. Bu 1980’lerdeki Türk senaryosudur: ordu idaresi altında, ordunun denetleyici rolünü muhafaza ettiği ve stratejik çıkarlara yönelik bir tehdit ortaya çıktığında müdahale edebildiği sivil bir devlete barışçıl geçiş.
Amerika bugün nefes nefese olup biteni takip etmeye çalışıyor, hala olayları kontrol altına almaya çalışmakla meşgul. En açık örnek Libya’daki müdahaledir. Tunus ve Mısır’daki korku bariyeri yıkıldıktan sonra orada bir halk isyanı vardı. Fakat Libya bir petrol devletidir ve bu, Batı emperyalizmi, yani ABD ve müttefikleri açısından ciddi bir meseledir. Bu nedenle müdahale Batılı ülkelerin isyanı yönlendirip onu içermesini sağlarken, bu ülkelerin Arap dünyasındaki değişimin ortağı ve yandaşları olarak imajını desteklemeyi amaçlıyordu. Batı, Tunus ve Mısır’daki protestocuların ABD ve İsrail karşıtı sloganlar etrafında hareket etmedikleri için rahatlamıştı. Bu politik bir belirti olarak yorumlandı fakat bu bir hataydı. Bu tür sloganların yükselmemesinin nedeni, protestocuların büyük çoğunluğunun bunda mutabık olması değildi; bilakis o noktada öncelik yerel despotizmden kurtulmaktı. İnsanlar on yıllardır halk protestosunu susturmak için ulusal davaya sığınan rejimlere tanık oldular.
LİBYA İSYANI İLK HAFTALARINDA “YABANCI MÜDAHALEYE HAYIR” SLOGANINI YÜKSELTMİŞTİ VE HALEN BİLE DIŞ DESTEĞE DÖNÜLDÜKTEN SONRA MÜDAHALEYİ REDDEDİYORLAR
Libya’da iktidarın görece barışçıl bir geçişle kullanabileceği Mısır ordusu gibi bir kurumu yok; bu nedenle Batı askeri olarak müdahale etmeye karar verdi. Libya isyanı ilk haftalarında “yabancı müdahaleye hayır” sloganını yükseltmişti ve halen bile dış desteğe dönüldükten sonra müdahaleyi reddediyorlar. Ancak Batılı güçler yerini neyin alacağını bilmeden Kaddafi rejiminin düşmesini istemiyor. Herkes NATO müdahalesinin asıl olarak petrol güdüsüyle yapıldığını biliyor. Libyalı isyancılar da bunu biliyor. Batı isyancıları silahlandırmayacaktır; Batı onların askeri eylemini sınırlar ve onlara şartlar koşar. Ancak rejim bir kez çöktüğünde, Batı olayların seyrini orada bulunmadan kontrol edemeyecektir. Mısır ve Tunus’un tersine Libya’da rejimin devrilmesi, mevcut devlet aygıtının parçalanması anlamına gelecektir. Tunus ve Mısır ile Libya ve Suriye arasındaki temel fark, Libya ve Suriye’deki rejimlerin başlıca bileşenlerinin egemen ailelere organik bir şekilde bağlanabilmesi için silahlı kuvvetleri yeniden örgütlemiş olmasıdır. Aile olmadan kurumun hayatta kalabildiği ve onu tanımadığı Tunus ya da Mısır senaryosunun tekrarı mümkün değildir. Libya ve Suriye’de rejimin çöküşü, kitlesel bir kurumsal boşluğa neden olacaktır.
Rejimlerin devrilmesinden sonra bölgede İslami bir gelecek tasavvur ediyor musunuz? Mevcut Türk yönetim modeli Arap devletlerine uyacak mıdır?
Mevcut Türk deneyimi Arap dünyasında bulunamayacak üç bileşene dayanıyor: Ordunun temsil ettiği sekülarist bir gelenek, (bir noktaya kadar) demokratik bir anayasa ve fundamentalist İslami hareketten ayrılan ve temel bir dönüşüm geçiren bir parti. Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), İslami mirası modernlikle birleştirmeye çalışan muhafazakâr bir partidir. Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat akımlara daha yakındır. Öyleyse hangi temelde bir Türk modelini benimseyebiliriz? Örneğin Mısır’ı ele alın. Ordu laikliği destekleyen bir kurum değildir. Müslüman Kardeşler, sloganları “Tek Çözüm İslam” olan, her anlamda fundamentalist bir partidir. Bir Türk modelinin oluşması için, Özgürlük ve Adalet Partisi gibi bugünkü Müslüman Kardeşlerin politik aldatıcı dış görünüşünden ziyade modernleşmeci bir İslami partiye ihtiyaç olacaktır. Bu, özellikle genç üyeler arasında Müslüman Kardeşlerden ayrılan gruplar tarafından yaratılabilir. Mısır ordusuna gelince, Sedat’ın zamanından beri birçok zaafını örtmek için ideolojik bir tuzak olarak dini kullanmaya meyillidir. Biz aslında Türk modelinden daha ziyade Pakistan modeline -ordu fundamentalist ittifakı- daha yakın olabiliriz.
ABD İLE İDEOLOJİK BAKIMDAN ORTAKLIĞA EN AÇIK OLAN MÜSLÜMAN KARDEŞLER’DİR. KATAR VE TÜRKİYE BU MESELEDE ARACILIĞA KALKIŞIYOR
Olayların nereye varacağı hakkında spekülasyon yapmanın anlamı yok çünkü süreç halen ilk aşamalarında ve yerleşik olana dek yıllarca inişler ve çıkışlar olabilir. Nihai olarak nasıl ve ne tür bir dengeye varılacağı değişen güçler dengesine dayanır. Mısır örneğinde, iktidarın iplerinin kontrolünü, ekonomik ve sosyal düzenin muhafazasını ve (buzdağının görünen yüzünü temsil etmek üzere denenen birkaç şahıs yerine) rejim görevlilerinin elde tutulmasını sürdüren ordu kurumu aracılığıyla rejimin hayatta kaldığı aşikârdır. Washington, kamu desteğine sahip ABD dostu siyasal güçlerin yokluğunda, demokrasinin Arap dünyasında gedik açmasıyla birlikte mevcut oyuncuları kendi tarafına çekmek zorunda kalacağı sonucuna vardı. ABD ile ideolojik bakımdan ortaklığa en açık olan Müslüman Kardeşler’dir. Katar ve Türkiye bu meselede aracılığa kalkışıyor.
Dolayısıyla Washington ve Müslüman Kardeşler arasında bir ittifak başlangıcına tanık oluyoruz. Eskiye nazaran hareketin ABD ve İsrail’e karşı beyanları daha ılımlı hale geldi. Ordu ve Müslüman Kardeşler, işbirliği içerisindeler. Müslüman Kardeşler iktidarı almaktan daha ziyade hükümete katılma arzusunda olduğunun garantisini veriyor. Böylece Washington’la yeni bir sayfa açılıyor. Müslüman Kardeşler’e yönelik resmi Amerikan çizgisinde de açık bir değişim gördük. Mısır’daki işbirliği doğrudan doğruya Filistin uzlaşma gayretini pekiştiriyor. Filistin Yönetimi Lideri Mahmut Abbas, Washington’u hiçe sayarak Hamas’la uzlaşma adımı atamazdı. Son tahlilde Müslüman Kardeşler’in ABD ve onun 1950’ler ve 1960’lardaki istihbarat servisleriyle yakın işbirliği içinde olduğunu unutmamalıyız.
1948’de İsrail’in kuruluşundan sonraki yirmi yıl boyunca halk hareketine çeşitli biçimler altında Arap ulusalcı hareketi egemen oldu. 1967 yenilgisi ulusalcı akımı zayıflattı ve 1970’lerde hâkim pozisyonunu koruyamayan radikal solun yükselişine tanık olundu. Geçiş dönemi boyunca fundamentalist akım da yükselişteydi ve Arap rejimleri, çoğunlukla İslami hareketleri finanse eden Suudi krallığıyla birlikte, sola karşı koymak için onu kullandı. Daha sonra dini akımın Batı karşıtı bir yönelime evrilebileceğini ve Batı çıkarlarına bir tehdit oluşturabileceğini gösteren 1979 İran devrimi ortaya çıktı. Bu değişim bölgedeki politik döngüyü belirledi. ABD, Afganistan’da Sünni fundamentalizmiyle devam eden işbirliğinde kanıtlandığı gibi, Sünni ve Şii İslam arasında bir ayrım çizmeye çalıştı. Ne var ki Kuveyt saldırısından sonra birçok Sünni hareketin benimsediği pozisyon kendileriyle Suudi krallığı ve ABD arasında bir gedik açtı. Şimdiye kadar dini akımlar otuz yıldır, İran devriminden günümüze kadar, egemen oldular.
2009’dan beri bu evrenin son bulduğu ve yeni bir evrenin başladığına dair belirtiler vardı. 2009’da halk protestolarıyla karşılaşan İran modeli krize girdi. Aynı zamanda Mısır’daki sınıf mücadelesinin ve işçi hareketlerinin yükselişi, özellikle Tunus ve Fas gibi birçok ülkedeki toplumsal çatışmaların keskinleşmesi, yaklaşmakta olan olayları işaret ediyordu. Dini akım doğası ve programı bakımından farklılıkları olan bu mücadele türünden uzak durur. Bunlar önemli emarelerdi.
SOLUN DURUMU BİR ÜLKEDEN DİĞERİNE FARKLILIK GÖSTERİYOR. İŞÇİ HAREKETİ TUNUS’TA ÖNEMLİ BİR ROL OYNARKEN MISIR’DA DAHA AZ ETKİLİDİR
Bugün yeni bir politik aşamaya giriyoruz fakat bu halk hareketine önderlik için üç gücün çekiştiği bir geçiş dönemidir. Birincisi son olaylardan güçlü çıkan dini akımdır. Fiilen önceki zamanlarda yegane muhalefet olduktan sonra şimdi bunlar hareket içerisindeki diğerlerinin arasında bir güce indirgeniyor. İkinci güç kapitalistlerden daha ziyade çoğunlukla üniversite mezunları, öğrenciler, işsiz mezunlar ve toplumsal anlamda reformist olan entelektüellerden oluşan orta sınıfların yeni liberal akımıdır. Bu gruplar tek bir partide örgütlenmek yerine belli ölçüde bir uyumu olan bir ağ oluştururlar. Üçüncü güç işçi hareketi ve bir dizi müttefik solcu oluşumdur. Solun durumu bir ülkeden diğerine farklılık gösteriyor. İşçi hareketi Tunus’ta önemli bir rol oynarken Mısır’da daha az etkilidir.
Devrimci bir süreçten geçiriyoruz ve bu sürecin geleceğini tahmin edemeyiz. Bununla birlikte yıllardır insanlar bölgedeki herhangi bir uyanışın yalnızca dini gruplar tarafından gerçekleştirebileceğini düşünürken, şimdi başka güçlerin halk hareketine önderlik etmede onlarla rekabet halinde olduğu gün gibi ortadadır.
İsrail bütün bu halk ayaklanmalarına ve devrimlerine tahammül edebilir mi?
1960’larda ulusalcı akımın radikalleşmesi ve yükselişiyle birlikte Suudi Krallığı bu akımı savuşturması için Amerikalılardan kendi Dahran hava üstlerini tahliye etmelerini istedi. ABD İsrail’le askeri bir ittifak kurulması açısından askeri birliklerinin Körfez’den çıkışının yerini dolduracak bir şey bulmuştu. Siyonist devlet 1967’de elde ettiği zaferden sonra ABD’nin en önemli müttefiki olarak desteklendi ve İran devrimi İsrail’in önemini daha fazla arttırdı. Bu durum 1990’da ABD’nin bölgede askeri bir yeniden yapılanmayı düzenlemesi açısından kendisine eşsiz bir fırsat sağlayan Irak’ın Kuveyt saldırısına kadar devam etti. İsrail’in değeri bu nedenle azaldı.
O zamanlar Washington kendisine karşı hınç körükleyen Filistin sorununu çözmenin gerekli olduğunu varsayıyordu. 1991’de Washington ve Tel Aviv arasında eşi görülmemiş bir baskı ve gerilim dönemi ortaya çıktı. Madrid Konferansı toplandı ve iki yıl sonra Oslo anlaşması imzalandı. Fakat bunların sınırları çok geçmeden netlik kazandı ve 2000’de İkinci İntifada’yla birlikte fiilen sona erdiler.
2001’deki 11 Eylül saldırıları Washington’un Siyonist ittifakını restore etti. Ardından ABD’nin Irak’taki başarısızlığıyla birlikte dizginler İsrail’e verildi. Elbette karşı karşıya olduğumuz devrimler İsrail açısından bir endişe kaynağıdır. Fakat aynı zamanda Siyonist devlet bunları, bütün Arap rejimlerinin sendelediği bir zamanda ABD çıkarlarının perspektifinden bir istikrar abidesi olarak kendi duruşunu güçlendiren bir şey olarak görüyor.
SURİYE İÇİN YALNIZCA İKİ OLASILIK GÖRÜYORUM: YA KANLI REJİM DAHA FAZLA ŞİDDET VE BASKIYLA VARLIĞINI SÜRDÜRÜR YA DA BİR İÇ SAVAŞ PEYDA OLUR
Suriye krizine gerçekçi ne tür bir çözüm olabilir?
Açıkçası pürüzsüz bir iktidar geçişi olasılığı, oradaki gaddarca baskıdan ötürü, zamanla kayboldu. Bu halkın büyük bir kısmı ile rejim arasında muazzam bir hasımlık yarattı. Ordunun baskıya dahil olması aynı zamanda komutanların rejime bağlı kalarak muazzam çıkar elde etmelerini sağladı: Rejimin devrilmesi kendilerinin sıkıntıya girmesi demekti. Rejimin geri adım attığını düşünmüyorum. Baskıyı arttırıyor ve bu baskı durumu daha da kutuplaştırdı. Başlangıçtaki reform taleplerinin acımasız baskıyla karşılık verildiği her yerde bu taleplerin rejim değişikliği taleplerine dönüştüğünü gördük. Rejimlerin Fas ve Ürdün’de olduğu gibi daha dirayetle hareket ettiği yerlerde talepler, reformla sınırlı kaldı. Bugün Suriye’de protesto hareketi en asgari biçimde mevcut anayasanın ilgasını ve serbest seçimlerin yapılmasını kabul edecektir. Fakat Suriye rejiminin bunu kabullendiği göremiyorum. Eğer Esat görevi hemen aldıktan sonra başladığı reformları devam ettirmiş olsaydı mevcut durumdan kurtulabilirdi. Suriye için yalnızca iki olasılık görüyorum: Ya kanlı rejim daha fazla şiddet ve baskıyla varlığını sürdürür ya da bir iç savaş peyda olur. Rejimin çöküşü kendi silahlı organlarının çökmesi neticesinde vuku bulabilir. Eğer bu olacak olursa, bir iç savaş olacaktır.
Devrimci süreç bütün bölgede devam ediyor. Altı ay içerisinde Arap dünyasının neye benzeyeceğini kimse bilmiyor. Bütün seçenekler açık ve aslında bu seçeneklerden bazıları da korkutucu. Yine de çok uzun bir karanlıktan geçiyoruz ve şeyler ancak yeni değişmeye başlıyor.
[Al Akhbar’daki Arapçadan İngilizceye çevirisinden Akın Sarı tarafından 5deniz (Sendika.Org) için çevrilmiştir]
Dima Charif: Sene başından beri Arap dünyasının tanık olduklarını tanımlamakta farklı terimler kullanıldı: Devrim, ayaklanma, halk isyanı, protestolar vs… En iyi tanım sizce nedir?
Gilbert Achcar: İster bir bütün olarak bölgeden isterse de muvaffakiyet içerisindeki Tunus ve Mısır gibi ülkelerden bahsedelim; olup bitenlerin nasıl adlandırılacağına dair epey bir tartışma oldu. Aslında söz konusu iki ülkede bile “devrim” sözcüğünü kullanmaya karşı çıkan birçok insan var. Zira devrim sözcüğü, gerçekte öyle olmasa da, rejimin halkın istekleri uyarınca devrildiği izlenimi veriyor. Rejimin yalnızca başı ve en despotik ve yoz şahısları def edildi. Fakat rejimin omurgası yaşamaya devam ediyor. Bence bugün olup bitene ilişkin en iyi tanım “devrimci süreçtir.” Bu terim Mısır ve Tunus’ta olup biteni de açıklıyor. Aslında orada bütünüyle rejim değişimi gerçekleştiremeseler de, yadsınamayacak başarılar elde eden kitle eyleminin beraberinde devrimler oldu. Mısırlılar devrimlerinin başladığı gün onu “25 Ocak Devrimi” olarak adlandırmakta haklıydılar. Bu aslında büyük bir başarıdan ziyade kitlesel bir mitingin tarihiydi. Fakat bu halen devam eden ve şu anda kaderi üzerine mücadele verilen bir sürecin başlangıç tarihidir.
Sizce bu devrimleri kim yönlendiriyor: Marjinaller mi, milli burjuvazi mi, işçiler mi?
Durum ülkeler arasında değişiklik arz ediyor. Mısır, Tunus ve başka yerlerde iki can alıcı hususa (despotizm ve çürüme) karşı olan geniş bir toplumsal cephe bulunuyor. Bütün hepsi bu iki yöne karşı birleşiyor. Despotizmin daha az olup çürümenin gözlemlendiği ülkelerde kitle hareketlerinin, Mısır ve Tunus’ta hem despotizme hem de çürümeye karşı birleşmelerinde olduğu gibi aynı momentum yaşanmadı. Bu örneğin Fas’a mahsustur. Fas’ta çok şiddetli bir politik baskı yoktur; nitekim kral bazı demokratik değişimleri kurumsallaştırdı ve özgürlükler üzerindeki bazı kısıtlamaları kaldırdı. Kral protestoların hemen başlamasından sonra bir dizi reform önlemini ilan etti. Dolayısıyla politik değişim talep eden protestolar ve anayasal monarşi, Mısır ve Tunus’un momentine malik değildir.
Mısır, Tunus ve başka yerlerde başlıca iki hususa (despotizm ve çürüme) karşı olan geniş bir toplumsal cephe var. Hepsi bu iki hususa karşı birleşiyor. Toplumsal adaletsizlik ve yoksulluktan muzdarip olan kitleler, daha çok despotizme son vermekle alakadar olan daha varlıklı toplumsal gruplarla birlikte sokaklara çıktı. Bu toplumsal gruplar politik anlamda liberaldir. Toplumsal reformu desteklerler ve neoliberal ekonomik politikalara karşı çıkabilirler; fakat bu grubun takipçileri, hepsinden önemlisi zamanımıza özgü olduğunu düşündükleri bir demokrasi ve özgürlük payesi peşindedir. Bunlar modernitenin savunucusudur.
Hareketin asıl gövdesi, çürümeye ve toplumsal statükoya kızan ve despotizm ile çürüme arasında bir bağ olduğunu anlayan marjinal, yoksul ve işsizlerden oluşan çok geniş bir kitleyi içinde barındırır. Bu cepheye sol ve işçi hareketi dahil olmaktadır. Bunlar, işçi hareketlerinin Mübarek’in yıkılışını hızlandırdığı Mısır ve Tunus’ta araçsaldı.
Bu yüzden Mübarek’in devrilmesi, aşırı soldan aşırı sağa geniş bir güçler spektrumunu bir araya getirdi. Fakat Mübarek defedilir edilmez, Silahlı Kuvvetler Yüce Divanını destekleyen Müslüman Kardeşler, Selefi dinsel akımların beraberinde siyasal güçlerin yeni bir gruplaşması ve devletin gelecek biçimi üzerine diğer güçlerle -solcu ve liberal- birlikte ortaya çıkan farklılıklar gelişti.
ABD, Arap devrimlerinden ne istiyor? Trenin arkasından mı gidiyor, üstünde mi, yoksa başını mı çekiyor?
Amerika kesinlikle olup bitenin başını çekmiyor. Washington ve onun müttefiki Siyonist devlet, Arap dünyasındaki değişimlerle ilgili olarak son derece kaygılıydı ve öyle olmaya devam ediyor. İsrail basınından bildiğimiz kadarıyla, Suriye rejimi için bile kaygılılar zira, Suriye en azından bir istikrar tedbiri sağlıyor. Fakat ABD olup bitenler konusunda tamamen şaşkına dönmedi. Bu Wikileaks belgelerinde aşikârdı. Ne olup bittiğini, özellikle rejimlerin çürüdüğünü biliyorlar. Despotik rejimlerle alakası olduğunu biliyorlar fakat bunlar aynı zamanda kendi işbirlikçileri. Bu tür rejimlerin sonsuza dek süreceğine ilişkin bir yanılgıları yok ve halkın huzursuzluğunun farkındalar.
George W. Bush yönetiminde ABD, bölgedeki demokratik değişimin şampiyonu gibi davrandı çünkü Kitle İmha Silahları yalanı ortaya çıktıktan sonra Irak’ın işgali için bir bahane sunması gerekiyordu. 2005’te ABD’nin Arap müttefikleri, cüret konusunda Bush yönetiminin ciddi olduğunu göstermek üzere birkaç yüzeysel demokratik reformla ağır baskı altına girdi. Washington Suudi müttefiklerini 30 yıl zarfında ilk defa (yalnızca erkek seçmenler ve meclis koltuklarının yalnızca yarısını içeren) belediye seçimlerini gerçekleştirmeye ikna etmeyi başarmıştı. Mübarek’i Müslüman Kardeşlere mecliste yüzde 20 yer vermeye zorlayarak bir nebze güvence eşliğinde parlamenter seçimleri gerçekleştirmesi için sıkıştırdılar. Mübarek bu nedenle her zamanki mesajını yolluyordu: Gerçek seçimleri istiyorsanız, politikalarınıza karşı koyan İslamcı grupları ikna edeceksiniz. Bu Washington’da daha önce hüküm süren çizgiyi pekiştirmeye hizmet etti: demokrasiden bahsetmek ABD ve onun müttefiklerinin kullanması açısından iyi bir ideolojik silahtır; fakat İsrail’e desteğinden ötürü ABD düşmanlığının yoğun olduğu Ortadoğu’da bu işlemez.
Washington, Mübarek’in eski seri planları ve isteksizce kabullendiği sınırlı demokratikleşmeyi yürürlükten kaldırmasıyla umutsuzluğa sürüklendi ve tamamen hile karıştırılan 2010 seçimlerinden kesinlikle rahatsız oldu. Bu Kahire ile Washington arasında gerilime neden oldu; nitekim ABD Mübarek’in ömrünü tamamladığını ve iktidarda kalmasının ABD çıkarlarını tehlikeye atacağını fark etti. Dolayısıyla Washington protesto hareketi başlar başlamaz, Tunus’tan ders aldıktan sonra, tamamen şaşkın değildi. ABD, kendisini sübvanse ettiği için ABD’yle en organik bağa sahip Mısırlı aktör orduyu arbedenin dışında kalmaya sevk etti. Protestoların barışçıl doğasına seslenen ABD yönetiminin beyanları, Mısır ordusunun baskıya katılmaktan kaçınmasına yönelik mesajlardı. Baskıya katılmak, ordunun Mübarek sonrası dönemi idare edebilmesini zorlaştırarak, ordunun bölünmesine neden olabilirdi. Washington’un sıkça tekrarlanan “düzenli geçiş” çağrıları, “başlıca müttefikimiz kati bir şekilde kontrol altında kalırken iktidarın demokratik dönüşümünü destekliyoruz” anlamına geliyordu. Bu 1980’lerdeki Türk senaryosudur: ordu idaresi altında, ordunun denetleyici rolünü muhafaza ettiği ve stratejik çıkarlara yönelik bir tehdit ortaya çıktığında müdahale edebildiği sivil bir devlete barışçıl geçiş.
Amerika bugün nefes nefese olup biteni takip etmeye çalışıyor, hala olayları kontrol altına almaya çalışmakla meşgul. En açık örnek Libya’daki müdahaledir. Tunus ve Mısır’daki korku bariyeri yıkıldıktan sonra orada bir halk isyanı vardı. Fakat Libya bir petrol devletidir ve bu, Batı emperyalizmi, yani ABD ve müttefikleri açısından ciddi bir meseledir. Bu nedenle müdahale Batılı ülkelerin isyanı yönlendirip onu içermesini sağlarken, bu ülkelerin Arap dünyasındaki değişimin ortağı ve yandaşları olarak imajını desteklemeyi amaçlıyordu. Batı, Tunus ve Mısır’daki protestocuların ABD ve İsrail karşıtı sloganlar etrafında hareket etmedikleri için rahatlamıştı. Bu politik bir belirti olarak yorumlandı fakat bu bir hataydı. Bu tür sloganların yükselmemesinin nedeni, protestocuların büyük çoğunluğunun bunda mutabık olması değildi; bilakis o noktada öncelik yerel despotizmden kurtulmaktı. İnsanlar on yıllardır halk protestosunu susturmak için ulusal davaya sığınan rejimlere tanık oldular.
Libya’da iktidarın görece barışçıl bir geçişle kullanabileceği Mısır ordusu gibi bir kurumu yok; bu nedenle Batı askeri olarak müdahale etmeye karar verdi. Libya isyanı ilk haftalarında “yabancı müdahaleye hayır” sloganını yükseltmişti ve halen bile dış desteğe dönüldükten sonra müdahaleyi reddediyorlar. Ancak Batılı güçler yerini neyin alacağını bilmeden Kaddafi rejiminin düşmesini istemiyor. Herkes NATO müdahalesinin asıl olarak petrol güdüsüyle yapıldığını biliyor. Libyalı isyancılar da bunu biliyor. Batı isyancıları silahlandırmayacaktır; Batı onların askeri eylemini sınırlar ve onlara şartlar koşar. Ancak rejim bir kez çöktüğünde, Batı olayların seyrini orada bulunmadan kontrol edemeyecektir. Mısır ve Tunus’un tersine Libya’da rejimin devrilmesi, mevcut devlet aygıtının parçalanması anlamına gelecektir. Tunus ve Mısır ile Libya ve Suriye arasındaki temel fark, Libya ve Suriye’deki rejimlerin başlıca bileşenlerinin egemen ailelere organik bir şekilde bağlanabilmesi için silahlı kuvvetleri yeniden örgütlemiş olmasıdır. Aile olmadan kurumun hayatta kalabildiği ve onu tanımadığı Tunus ya da Mısır senaryosunun tekrarı mümkün değildir. Libya ve Suriye’de rejimin çöküşü, kitlesel bir kurumsal boşluğa neden olacaktır.
Rejimlerin devrilmesinden sonra bölgede İslami bir gelecek tasavvur ediyor musunuz? Mevcut Türk yönetim modeli Arap devletlerine uyacak mıdır?
Mevcut Türk deneyimi Arap dünyasında bulunamayacak üç bileşene dayanıyor: Ordunun temsil ettiği sekülarist bir gelenek, (bir noktaya kadar) demokratik bir anayasa ve fundamentalist İslami hareketten ayrılan ve temel bir dönüşüm geçiren bir parti. Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), İslami mirası modernlikle birleştirmeye çalışan muhafazakâr bir partidir. Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat akımlara daha yakındır. Öyleyse hangi temelde bir Türk modelini benimseyebiliriz? Örneğin Mısır’ı ele alın. Ordu laikliği destekleyen bir kurum değildir. Müslüman Kardeşler, sloganları “Tek Çözüm İslam” olan, her anlamda fundamentalist bir partidir. Bir Türk modelinin oluşması için, Özgürlük ve Adalet Partisi gibi bugünkü Müslüman Kardeşlerin politik aldatıcı dış görünüşünden ziyade modernleşmeci bir İslami partiye ihtiyaç olacaktır. Bu, özellikle genç üyeler arasında Müslüman Kardeşlerden ayrılan gruplar tarafından yaratılabilir. Mısır ordusuna gelince, Sedat’ın zamanından beri birçok zaafını örtmek için ideolojik bir tuzak olarak dini kullanmaya meyillidir. Biz aslında Türk modelinden daha ziyade Pakistan modeline -ordu fundamentalist ittifakı- daha yakın olabiliriz.
Olayların nereye varacağı hakkında spekülasyon yapmanın anlamı yok çünkü süreç halen ilk aşamalarında ve yerleşik olana dek yıllarca inişler ve çıkışlar olabilir. Nihai olarak nasıl ve ne tür bir dengeye varılacağı değişen güçler dengesine dayanır. Mısır örneğinde, iktidarın iplerinin kontrolünü, ekonomik ve sosyal düzenin muhafazasını ve (buzdağının görünen yüzünü temsil etmek üzere denenen birkaç şahıs yerine) rejim görevlilerinin elde tutulmasını sürdüren ordu kurumu aracılığıyla rejimin hayatta kaldığı aşikârdır. Washington, kamu desteğine sahip ABD dostu siyasal güçlerin yokluğunda, demokrasinin Arap dünyasında gedik açmasıyla birlikte mevcut oyuncuları kendi tarafına çekmek zorunda kalacağı sonucuna vardı. ABD ile ideolojik bakımdan ortaklığa en açık olan Müslüman Kardeşler’dir. Katar ve Türkiye bu meselede aracılığa kalkışıyor.
Dolayısıyla Washington ve Müslüman Kardeşler arasında bir ittifak başlangıcına tanık oluyoruz. Eskiye nazaran hareketin ABD ve İsrail’e karşı beyanları daha ılımlı hale geldi. Ordu ve Müslüman Kardeşler, işbirliği içerisindeler. Müslüman Kardeşler iktidarı almaktan daha ziyade hükümete katılma arzusunda olduğunun garantisini veriyor. Böylece Washington’la yeni bir sayfa açılıyor. Müslüman Kardeşler’e yönelik resmi Amerikan çizgisinde de açık bir değişim gördük. Mısır’daki işbirliği doğrudan doğruya Filistin uzlaşma gayretini pekiştiriyor. Filistin Yönetimi Lideri Mahmut Abbas, Washington’u hiçe sayarak Hamas’la uzlaşma adımı atamazdı. Son tahlilde Müslüman Kardeşler’in ABD ve onun 1950’ler ve 1960’lardaki istihbarat servisleriyle yakın işbirliği içinde olduğunu unutmamalıyız.
1948’de İsrail’in kuruluşundan sonraki yirmi yıl boyunca halk hareketine çeşitli biçimler altında Arap ulusalcı hareketi egemen oldu. 1967 yenilgisi ulusalcı akımı zayıflattı ve 1970’lerde hâkim pozisyonunu koruyamayan radikal solun yükselişine tanık olundu. Geçiş dönemi boyunca fundamentalist akım da yükselişteydi ve Arap rejimleri, çoğunlukla İslami hareketleri finanse eden Suudi krallığıyla birlikte, sola karşı koymak için onu kullandı. Daha sonra dini akımın Batı karşıtı bir yönelime evrilebileceğini ve Batı çıkarlarına bir tehdit oluşturabileceğini gösteren 1979 İran devrimi ortaya çıktı. Bu değişim bölgedeki politik döngüyü belirledi. ABD, Afganistan’da Sünni fundamentalizmiyle devam eden işbirliğinde kanıtlandığı gibi, Sünni ve Şii İslam arasında bir ayrım çizmeye çalıştı. Ne var ki Kuveyt saldırısından sonra birçok Sünni hareketin benimsediği pozisyon kendileriyle Suudi krallığı ve ABD arasında bir gedik açtı. Şimdiye kadar dini akımlar otuz yıldır, İran devriminden günümüze kadar, egemen oldular.
2009’dan beri bu evrenin son bulduğu ve yeni bir evrenin başladığına dair belirtiler vardı. 2009’da halk protestolarıyla karşılaşan İran modeli krize girdi. Aynı zamanda Mısır’daki sınıf mücadelesinin ve işçi hareketlerinin yükselişi, özellikle Tunus ve Fas gibi birçok ülkedeki toplumsal çatışmaların keskinleşmesi, yaklaşmakta olan olayları işaret ediyordu. Dini akım doğası ve programı bakımından farklılıkları olan bu mücadele türünden uzak durur. Bunlar önemli emarelerdi.
Bugün yeni bir politik aşamaya giriyoruz fakat bu halk hareketine önderlik için üç gücün çekiştiği bir geçiş dönemidir. Birincisi son olaylardan güçlü çıkan dini akımdır. Fiilen önceki zamanlarda yegane muhalefet olduktan sonra şimdi bunlar hareket içerisindeki diğerlerinin arasında bir güce indirgeniyor. İkinci güç kapitalistlerden daha ziyade çoğunlukla üniversite mezunları, öğrenciler, işsiz mezunlar ve toplumsal anlamda reformist olan entelektüellerden oluşan orta sınıfların yeni liberal akımıdır. Bu gruplar tek bir partide örgütlenmek yerine belli ölçüde bir uyumu olan bir ağ oluştururlar. Üçüncü güç işçi hareketi ve bir dizi müttefik solcu oluşumdur. Solun durumu bir ülkeden diğerine farklılık gösteriyor. İşçi hareketi Tunus’ta önemli bir rol oynarken Mısır’da daha az etkilidir.
Devrimci bir süreçten geçiriyoruz ve bu sürecin geleceğini tahmin edemeyiz. Bununla birlikte yıllardır insanlar bölgedeki herhangi bir uyanışın yalnızca dini gruplar tarafından gerçekleştirebileceğini düşünürken, şimdi başka güçlerin halk hareketine önderlik etmede onlarla rekabet halinde olduğu gün gibi ortadadır.
İsrail bütün bu halk ayaklanmalarına ve devrimlerine tahammül edebilir mi?
1960’larda ulusalcı akımın radikalleşmesi ve yükselişiyle birlikte Suudi Krallığı bu akımı savuşturması için Amerikalılardan kendi Dahran hava üstlerini tahliye etmelerini istedi. ABD İsrail’le askeri bir ittifak kurulması açısından askeri birliklerinin Körfez’den çıkışının yerini dolduracak bir şey bulmuştu. Siyonist devlet 1967’de elde ettiği zaferden sonra ABD’nin en önemli müttefiki olarak desteklendi ve İran devrimi İsrail’in önemini daha fazla arttırdı. Bu durum 1990’da ABD’nin bölgede askeri bir yeniden yapılanmayı düzenlemesi açısından kendisine eşsiz bir fırsat sağlayan Irak’ın Kuveyt saldırısına kadar devam etti. İsrail’in değeri bu nedenle azaldı.
O zamanlar Washington kendisine karşı hınç körükleyen Filistin sorununu çözmenin gerekli olduğunu varsayıyordu. 1991’de Washington ve Tel Aviv arasında eşi görülmemiş bir baskı ve gerilim dönemi ortaya çıktı. Madrid Konferansı toplandı ve iki yıl sonra Oslo anlaşması imzalandı. Fakat bunların sınırları çok geçmeden netlik kazandı ve 2000’de İkinci İntifada’yla birlikte fiilen sona erdiler.
2001’deki 11 Eylül saldırıları Washington’un Siyonist ittifakını restore etti. Ardından ABD’nin Irak’taki başarısızlığıyla birlikte dizginler İsrail’e verildi. Elbette karşı karşıya olduğumuz devrimler İsrail açısından bir endişe kaynağıdır. Fakat aynı zamanda Siyonist devlet bunları, bütün Arap rejimlerinin sendelediği bir zamanda ABD çıkarlarının perspektifinden bir istikrar abidesi olarak kendi duruşunu güçlendiren bir şey olarak görüyor.
Suriye krizine gerçekçi ne tür bir çözüm olabilir?
Açıkçası pürüzsüz bir iktidar geçişi olasılığı, oradaki gaddarca baskıdan ötürü, zamanla kayboldu. Bu halkın büyük bir kısmı ile rejim arasında muazzam bir hasımlık yarattı. Ordunun baskıya dahil olması aynı zamanda komutanların rejime bağlı kalarak muazzam çıkar elde etmelerini sağladı: Rejimin devrilmesi kendilerinin sıkıntıya girmesi demekti. Rejimin geri adım attığını düşünmüyorum. Baskıyı arttırıyor ve bu baskı durumu daha da kutuplaştırdı. Başlangıçtaki reform taleplerinin acımasız baskıyla karşılık verildiği her yerde bu taleplerin rejim değişikliği taleplerine dönüştüğünü gördük. Rejimlerin Fas ve Ürdün’de olduğu gibi daha dirayetle hareket ettiği yerlerde talepler, reformla sınırlı kaldı. Bugün Suriye’de protesto hareketi en asgari biçimde mevcut anayasanın ilgasını ve serbest seçimlerin yapılmasını kabul edecektir. Fakat Suriye rejiminin bunu kabullendiği göremiyorum. Eğer Esat görevi hemen aldıktan sonra başladığı reformları devam ettirmiş olsaydı mevcut durumdan kurtulabilirdi. Suriye için yalnızca iki olasılık görüyorum: Ya kanlı rejim daha fazla şiddet ve baskıyla varlığını sürdürür ya da bir iç savaş peyda olur. Rejimin çöküşü kendi silahlı organlarının çökmesi neticesinde vuku bulabilir. Eğer bu olacak olursa, bir iç savaş olacaktır.
Devrimci süreç bütün bölgede devam ediyor. Altı ay içerisinde Arap dünyasının neye benzeyeceğini kimse bilmiyor. Bütün seçenekler açık ve aslında bu seçeneklerden bazıları da korkutucu. Yine de çok uzun bir karanlıktan geçiyoruz ve şeyler ancak yeni değişmeye başlıyor.
[Al Akhbar’daki Arapçadan İngilizceye çevirisinden Akın Sarı tarafından 5deniz (Sendika.Org) için çevrilmiştir]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder