Naziler soykırımın provalarını ilk olarak bugünkü Namibya'da Herero ve Namaqua yerlilerine karşı yapmışlardı. İlk toplama kampları, mecburi çalışmalar, tek tek numaralandırılan masum insanlar ve düşen numaraların deftere ihtimamla kaydedilmesi, ilk olarak yüz küsur yıl önce 1904'te bugünkü adı Namibya olan Alman kolonisi Güneybatı Afrika'da görüldü. Altmış beş bin Herero ve on bin Namaqua katledildi.
Alman Doktor Eugene Fischer Namibya kıyılarına geldiğinde toplama kampları çoktan kurulmuştu. Doktor Fischer ve ekibi yerlilere doğal yollardan nasıl ölünmeyeceğini gösteren deneyler yaptılar.
Kamplardaki yerli mahkûmları, Herero yerlisi çocukları ve Herero kadınların Alman askerlerden olan melez çocuklarını üzerlerinde deneyler yaparak öldürdüler.
Fischer bu çocukları "düşük kalite ırktan piçler" olarak addediyordu. Ekibiyle beraber ırkın saflaştırılması üzerine denemeler yaptı; deneklere çiçek, tifüs ve tüberküloz virüsü enjekte etti. Almanya'ya döndüğünde konu üzerine kitaplar yazdı, Berlin Üniversitesi'nde dersler verdi. En sadık okurlarından biri Hitler oldu, en başarılı öğrencilerinden biri Josef Mengele'ydi.
İngiliz gazeteci Robert Fisk'in, henüz Türkçesini görme şansına eremediğimiz Uygarlık İçin Büyük Savaş, Ortadoğu'nun İşgali isimli kitabının bölüm başlıklarından biri "İlk Soykırım"dır. Fisk Türkiye'de ve Türkçe'de genel olarak "Ermeni Tatsızlığı" olarak anılan olaylarla Yahudi Soykırımı arasındaki benzerliklerin altını çizer.
Uzun ölüm kervanları, yakılan kiliseler, yük vagonlarında taşınan Ermeniler, Hitler'in Einsatzgruppen'ini andıran Teşkilatı Mahsusiye gibi pek çok paralellik kurar. Bu pek çok paralellikten biri de gaz odalarıdır.
Evet, gaz odaları. Fisk, kitabında Suriye'de Şeddadi şehri yakınlarındaki bir mağaradan bahseder. Bugün bir petrol arama bölgesinde kalan mağarayı bulur: Girişi biraz harap olsa da hala sağlamdır. Elinde çakmakla yaklaşık bir kilometre kadar uzanan mağarayı gezer.
Tekrar günışığına çıkar ve mağaraya birlikte gittikleri aslen Maraşlı Bogos Dakessian mağaranın girişinde Fisk'e ve bütün okurlara anlatır: "Bizimkilerden yaklaşık beş binini burada öldürmüşler. Mağaraya doldurmuşlar, burada, mağaranın ağzında büyük bir ateş yakmışlar, mağara duman dolmuş. Boğulmuşlar. Öksüre öksüre ölmüşler."
Türkçeye çevrilen son kitabı Aynalar'da Eduardo Galeano da bahseder bu gaz odası olarak kullanılan mağaralardan. Mağaralar, der Galeano, tek bir mağaradan bahsetmez. Kitapta "Dokunulmazlık, unutmanın meyvesidir" olarak çevirebileceğimiz bir başlıkla yer alan anekdot, Hitler'in 1939'da Polonya'ya saldırmanın arifesinde dava arkadaşlarını cesaretlendirmek için sarf ettiği şu sözlerle biter: "Bugün kim hatırlıyor Ermenileri?"
Bugün, buradan bakınca, Nazilerin çok iyi hatırladığını söyleyebiliriz. Ermenilerin başına gelenleri çok iyi etüt ettiklerini, Fisk'in altını çizdiği benzerliklerin yalnızca tesadüf olamayacağını söyleyebiliriz.
1888'den itibaren Bağdat Demiryolu projesiyle Almanların askeri ve siyasi açıdan Osmanlı içinde giderek güçlendiklerini, Osmanlı topraklarında fink attıklarını ve 1914'ten itibaren ordudaki yetki sahibi neredeyse bütün subayların Alman olduğunu da ekleyebiliriz buna.
1904 ve 1915'te yaşananların en yeni bilimsel buluşlarla, en son teknolojilerle desteklenen çok daha sistematik bir versiyonunun II. Dünya Savaşı'nda Naziler tarafından Yahudilere, ari ırktan olmayanlara, romanlara, komünistlere, eşcinsellere, zihinsel ve bedensel özrü bulunanlara Alman disipliniyle uygulandığını da söyleriz: Herkes bilir çünkü: "Yahudi Tatsızlığı"dır bu.
Ama ben başka bir "tatsızlığa" geçmek istiyorum: 1937'de yaşanan "Dersim Tatsızlığı"na. Dönemin kendisine toz kondur(ul)mayan tanıklarından Çağlayangil'in açıklamalarında aklıma hayli zamandır takılan bir şey vardı: "...Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi..."
Mağaralarda insanları öldürmek mi? Neden olmasındı, sonuçta daha yirmi küsur yıl önce Suriye çöllerinde insanlar mağaralarda topluca boğularak öldürülmüştü. Mutlaka "toplumsal bellek" gibi "askeri bellek" diye de bir şey vardır. Birden hatırlayıvermişlerdir. Ya da zaten hiç unutmamışlardır. Hayır, vicdanla ilgisi yok, vicdandan bahsetmiyorum; pratik, etkili, masrafsız bir taktik olarak demek istiyorum.
Ben şu "fare zehiri" kısmına takıldım. Ateş ve duman gibi yirmi küsur sene önceki ilkel bir yöntemden değil de "zehirli gaz"dan ve "fare gibi zehirlemek"ten bahsedilince, aklıma Primo Levi geldi. Kendisi de bir kimyacı olan ve Auschwitz'den kurtulanlardan(!) olan Primo Levi, Boğulanlar, Kurtulanlarda o güne dek gemilerin ambarlarını temizlemekte kullanılan bir tür fare zehiri olan hidrojen siyanürden bahseder. Üretiminde bir anda görülen devasa sıçramadan ve üreticilerin bu ani talebin sebebini araştırmayı nedense(!) hiç düşünmemelerinden.
Almanlar fare zehiri olarak kullanılan hidrosiyanürden toplama kamplarında gaz odalarında kullanılan Zyklon-B'yi üretmişlerdi: Teneke kutularda sunulan bir tür konserve zehirli gazdı Zyklon-B. Pratik, ergonomik, taşınabilir bir şey. Kutuların boyutu değişebiliyor. Likit ama akmıyor, katılaştırılmış. Havayla temas edince çözülüyor, havaya karışıyor. Kurban zehri soluyor ve...
Çağlayangil'in dilinin sürçmediğini ya da söylediklerinin basit bir tesadüf olmadığını düşündüm. Tesadüf gibi görünmeyen bir şey daha var: Dersim Katliamı yaşanırken Almanlar yine Anadolu'da, yine çok yakınlardaydılar. Dönemin en büyük projelerinden ikisini Almanlar gerçekleştiriyordu: Hayli zamandır süren Malatya-Diyarbakır demiryolu hattı 1935'te bitmişti. 1939'a kadar sürecek Maden'deki bakır tesislerinin inşasına ise 1936'da başlanmıştı.
Daha da kötüsü "Tek parti, sıfır tepki" dönemiydi ve ülke idaresindeki Nazizm hayranlığı barizdi. Bir de yüzlerce yıllık şu bilgimiz var: Zengin ülkelerin yoksul ülkelerde yoksul halklar üzerinde deneyler yapması, her dönem olduğu gibi o dönem de pek modaydı. İngilizler de aynı yıllarda Hintliler üzerinde hardal gazını deniyorlardı. Ne sanıyoruz ki biz, bilim böyle böyle gelişiyor(!) işte.
Daha önce savaşlarda kimyasal gaz kullanılmıştı; ama uçaktan ve geniş alanlara. Bir geminin ambarını ya da bir gaz odasını andıran bir mağaranın ağzından içeri atmak henüz yaşanmamış, görülmemişti. Ama artık bu iş için Alman icadı Zyklon B vardı. Konserve zehirli gaz Zyklon B Dersim için idealdi. O sarp Dersim dağlarına taşımak için idealdi. Ordunun, kendine zarar veremeyeceği kadar basit olmasıyla idealdi. Ucuzluğuyla idealdi. Kullanım kolaylığı açısından idealdi.
Kapağını açıyor, mağaranın içine atıyorlardı. Dersimli kurbanlar mağaranın içinde karanlıkta birbirlerine sarılmış, saldırının gerçekleştiğinden habersiz, korkuyla askerlerin baskınını bekliyorlardı. İçeri tuhaf bir şey attılar ama... O tuhaf şeyin kendilerini öldürebileceğine asla akılları ermezdi. Erse, belki hemen dışarı atarlardı. Akılları bu zulme ermeden, askerin saldırısından habersiz kurtulmayı umarak, karanlıkta, birbirlerine sarılmış korkuyla son nefeslerini alıyorlardı ve...
İnsanlar ölüyor, fareler yaşıyordu. (BK/EÖ)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder