AKP iktidarının kimi Anayasa maddelerini değiştirmek üzere gündeme getirdiği Referandumu, bir milat kabul etme eğilimindeyiz, nedense…
Bilindiği üzere değişiklik paketinin ana gövdesini Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bileşimi ve yetkileri oluşturmaktaydı; iktidar partisi, 12 Eylül Referandumu’yla onaylanan Anayasa değişikliğiyle birlikte, bu kurumlar üzerindeki denetimi pekiştirerek, belki de “laik” Cumhuriyet rejiminin “son kale”sine, hukuk sistemine de nüfuz etmenin yolunu açtı.
“Laik güçler”, bu değişikliğin “Hukuk Devleti”ne doğrudan bir saldırı, bir “suikast”, AKP’nin “gizli ajanda”sını yürürlüğe sokmasında ileri bir adım olduğunu öne süredursunlar - ola ki öyledir.
Ancak bu ülkenin ezilenleri, madunları ve onların yanında yer alanlar, Kürtler, emekçiler, kadınlar, sosyalistler, devrimciler açısından 12 Eylül Referandumuyla devreye sokulan Anayasa değişikliğinin anlamı, ancak yakın bir zaman öncesine tarihlenen bir başka yasa değişikliğiyle birlikte ele alındığında gerçek boyutlarıyla ortaya çıkıyor.
2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda 2 Haziran 2007 tarihinde yapılan değişikliklerden söz ediyorum. Özellikle de polisin zor ve silah kullanma yetkisini arttıran ve “zor kullanma yetkisi kapsamında direnmeyi etkisiz kılmak amacıyla kullanacağı araç ve gereç ile kullanacağı zorun derecesini(…) takdir ve tayin” yetkisini bizzat kolluk gücüne bırakan maddeden. Bu değişikliğin ardından bu ülkede devletin kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilen hak ihlâllerinin zirve yaptığı ve/fakat kovuşturulan, cezalandırılan polis sayısının ise neredeyse sıfırlandığı biliniyor. Yasa değişikliğinin, yakın bir tarih öncesine dek her vesilede “Kahrolsun İnsan Hakları!” sloganıyla gövde gösterilerine kalkışan kolluk kuvvetlerinin, deyim yerindeyse “yüreğini soğuttuğu”, onlara kanunun lafzının ötesinde bir güç/iktidar alanı açtığı da öyle.
12 Eylül 2010 Referandumu’yla birlikte yeniden yapılandırılan yargı sistemi, “AKP’nin yargıçları” kavramını elle tutulur bir olasılık hâline getirdi. Adalet Bakanı’nın HSYK üzerinde artan yetkisi sayesinde müdahale ettiği (ve sicil amirliğini elinde tuttuğu) yargıçlar ile “AKP’nin polisleri” arasında, böylelikle “verimli” bir işbirliği alanı biçimlenmiş oldu.
Elbette, AKP’nin iktidara gelişinden çok önceleri de, bu ülkenin emniyet ve adalet örgütleri, “Devletin bekası, rejime yönelik tehdit(ler)” vb. söz konusu olduğunda mükemmel bir uyum sergilemekteydiler. Emniyet tutanaklarının -imla ve ifade bozukluklarıyla birlikte- olduğu gibi savcılık iddianamesine hatta hükümlere geçirilegeldiğini, bu ülkede “terör”e ilişkin herhangi bir suçlamayla (üyelik, propaganda, övme, yardım-yataklık, vb…) yargı önüne çıkmış herkes “bittecrübe” bilir.
Ancak PVSK’daki değişiklikler ile 12 Eylül referandumu sonucu yargı sisteminde gerçekleşen değişiklikler, “Devletin bekası ve rejim”e yönelen tehditlerin ne olduğunu tayin yetkisini tek ve tikel bir partinin, AKP’nin eline verdi. Bir başka deyişle “rejime yönelen tehdit(ler)” algısını biçimlendirme erki, AKP’nin (ve gerisindeki cemaatlerin, özellikle de Fethullahçıların) eline geçmiş oldu. [AKP ile Cemaat(ler) arasındaki olası çatlak ve yarılmalar, bu yazının konusu değil…] Bu durum, -kimileri “demokratikleşme”, “ileri demokrasiye geçiş”, “vesayetçi sistemin çökertilmesi” olarak alkışlarla karşılasa da- AKP ve cemaatlerin rövanşist reflekslerini “devlet politikası” olarak hayata geçirme yolunun açılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Nitekim, bu mantık, örneğin “açılım söylenceleri” kapsamında Kandil ve Mahmur’dan gelenleri sınır kapılarına gönderdiği “seyyar savcılar”la karşılayarak ifadelerini alıp serbest bırakacak, ardından, “açılım” duvara toslayınca -durumlarında hiçbir değişiklik olmamasına karşın- “intikamını” topunu tutuklatarak alacaktır. Ya da “kafası bozulduğunda”, BDP yöneticilerini, bileklerinde plastik kelepçeler, “terör örgütünün şehir yapılanması” suçlamasıyla Diyarbakır Adliyesi önünde sıraya dizecektir.
Ya da Fethullahçılara yakınlığıyla bilinen bir polis müdürü, Hanefi Avcı’nın, sonradan şu ya da bu nedenle cemaatle ters düşmesi üzerine, Sosyalist Demokrasi Partisi Başkanı Rıdvan Turan ve diğer yöneticiler, Oğuzhan Kayserilioğlu ve Toplumsal Özgürlük Platformu mensupları ile birlikte (“yandaş medya”da sık sık Ergenekon ile ilişkili olduğu açık ve örtük biçimde ima edilen) “Devrimci Karargâh” örgütü operasyonu kapsamında tutuklanıp Silivri cezaevine sevk edilmesi yine bu türden bir “rövanş” operasyonudur… Bu arada aynı örgüt ile ilişkili olarak daha önce tutuklananların nedense başka cezaevlerinde tutulduğunu da kaydedelim! Bitmedi, Sosyalist Parti yöneticilerinden Mahir Sayın’ın -uyduruk telefon dinlemelerine dayanarak- Devrimci Karargâh liderlerinden ilan edilmesi de cabası…
Evet, AKP iktidarı, özellikle de onun PVSK ve HSYK operasyonlarıyla birlikte bu ülkenin ezilenleri ve onların savunucularının önünde “yandaş polis”, “yandaş medya” ve “yandaş yargı”dan oluşan yeni bir “Bermuda Şeytan Üçgeni” açılmıştır.
Bu “Kara Delik”te kaybolmamak, ancak yan yana durabilme ve yan yana direnebilme yetimizle mümkün olabilecektir.
Sibel Özbudun / 1 Ocak 2011
Sibel Özbudun / 1 Ocak 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder