30 Mayıs 2012 Çarşamba

Roboskî'den 'Tasmalı' Basına, Aziz Thomas'tan Türk Basınına...

Özgür Amed
 
 
Sıfır derece bir atmosfer, yani ‘normal şartlar altında’ oksijen soluyan her insan evladının M.M. Caravaggio’nın tablolarında ki ışık-gölge kullanımı karşısında hayrete düşmemesi ayıptır. Kişisel iç-iktidar sesimi, kurgumu kullanma hakkına yaslanarak söylüyorum; cidden çok ayıptır… Yaw de bırak şimdi, “Aybı tak teybe, sonrada oyna” diyen ve kullanımı baya bir azalan Amed deyimi ile aynı fikirdeyseniz, basit bir kuralı hatırlatıp meramıma geçeceğim…

Genel bir ölçüt olarak, karşınızda duran bir tablonun ilk etapta anlamak isteyeceğiniz bir hikâyesi vardır. Bakılan şeyi anlamak için ilgili malumatın “bilgisine” ihtiyaç duymadan önceki aşamasından bahsediyorum. İki şey gereklidir. Birincisi akıl, ikincisi ise duygudur…

***

Fransızların sıra dışı romancısı Henri Charrière’yi ortaokul yıllarımda keşfettim.

Kardeşimi sınava götürmüş, o içerdeyken dışarıda ki zalim sıcağın altında gölge arıyordum. Aynı ağacın altına gelip, gölge yoldaşlığı yapan ve sohbete başladığımız, şuan ses tonu ve önerdiği üç kitaptan başka hiçbir şeyi aklımda olmayan o arkadaşın ikinci verdiği isimdi Cüzamlıların asil dostu Henri. Ve elbette ki o meşhur kitabı Papillon yani ‘Kelebek’…

Okuyanlar hatırlayacaktır, korkunç hücre cezalarına çarpıtılıyordu kendisi ve dost edindiği arkadaşları. Hücre cezası çok önemlidir çünkü oraya giren bir mahkûm ya ölü olarak ya da ölüden beter olarak çıkmaktadır ki hücrenin mahkûmlara arasındaki adı “insan yiyendir”. Kötü fiziki şartlara ek olarak hücrede mutlak bir sessizlik uygulanmakta mahkûmlar da akıl sağlıklarını yitirmektedir. Henri Charrière bu hücre için kitabında aynen şunu yazar:

“Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği”

***

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Bakır Çağlar’ı öldükten bir gün sonra tanıdım.

Bilemiyorum, belki daha önce bir gazete haberi yâda TRT’nin sarhoşluk kokan, yanlı ola ola pizza kulesi gibi eğilip bükülmüş, faşist hezeyan sanrıları gibi akıp giden bültenlerinde “övünç kaynağı” olarak mecburi geçmiştir. Denk gelmişimdir, ama hatırlamıyorum. Üzgünüm, keşke daha önce tanımış olsaydım Bakır hocayı.

Kendisi yıllar boyu Strasbourg Mahkemeleri'nde Türkiye lehine davalara baktı. Görevi bu idi… “Türk devletinin avukatlığını yaptığım için pişmanım” diyerek gitti.

99’da Neşe Düzel ile yaptığı röportajda kişisel değişimine dair çarpıcı tespitleri vardı.

Şöyle diyordu: “Güneydoğu davaları, köy boşaltma, köy yakma, insanlık dışı aşağılatıcı muamele, yargısız infaz gibi davalardı. Ben uzun süre Fransa'da eğitim yapmış, İstanbul'da oturan, Kıbrıs'ı seven ve Strasbourg'u yadırgamayan biriyim. Ama günün birinde tanık dinlemek için Strasbourglu yargıçlarla birlikte Güneydoğu'ya gittim. Ankara'nın ötesine geçmemiş biri olarak büyük bir kültür şoku yaşadım. Şırnak'a gittim ve hayatım ikiye bölündü benim. Amerikalıların bir 'Vietnam sendromu' var ya, bir insanın hayatının öncesi ve sonrası diye ikiye bölünmesi demektir bu, o sendromu ben de yaşıyorum ve hâlâ kurtulamadım. Ruhsal olarak sakatlandım. Şırnak'tan döndüğümde ben artık aynı insan değildim.

Gerçeği gördüm. Türkiye'nin dörtte birinde farklı bir hayatın yaşandığını gördüm. Orada insanlıklarının dahi farkına varamayan insanlar var. Bugün orada 20 yaşına gelmiş gençlerin hiçbiri 'olağan hali' henüz yaşamadı. Hepsi doğduğundan beri 'o hali' yaşıyor. Böyle bir ortamdan yurttaş yaratabilir misiniz? Sakatlanmış insanlar onlar. Ben Güneydoğu'ya gittiğimde bir spagetti western mekânında yaşadığımı anladım. Oysa o güne dek John Ford'un westernlerinde yaşayan biriydim. Bilirsiniz, western filmlerinde iki farklı ekol vardır. Birincisi klasik western, yani John Ford ekolü.İkincisi spagetti western, Sergio Leone ekolü. John Ford'un filmlerinde kovboy barın hemen üst katındaki odasından aşağıya iner ve çarpan kapıdan çıkıp dışarı bakar. Gün doğmaya başlamıştır, "Ne güzel bir hava" der. Sergio Leone'nin kovboyu da odadan alt kata bara iner, çarpan kapıyı açar ve dışarı çıkar.

Ve beyninin ortasına bir kurşun yer. Ben de kafası delik dolaşan bir insanım artık.”

***

1981 yapımı, sarsıcı, oscarlı, 99’a kadar Türkiye’de yasaklı bir başyapıttır Yol filmi. Yılmaz Güney’in ölümsüzlüğünü iki adım öteye taşımıştır. Dışarısı da hapis değil mi? sorusuna sağlam bir cevap aldığımız filmin Urfa’nın yeşilliklerine at üstünde, ağır çekimde, iç parçalayan nağmesi Ahmedo ile girdiğinde benim için filmin en unutulmaz karesi de olmuştu. Ömer’in hikâyesine de öyle giriş yapıyordu üstat Güney. Çok geçmeden bir traktör içinde ‘ayakları görünen ölü bir beden’ kapısına geliyordu. Kardeşi halkın tabiri ile “gedê derva”, sosyolojik tabir ile “dışarıdakilerden” idi. Kolluk kuvvetleri ile sunulmuş iki çift ayak…

***

Tarih 29 Aralık 2011. Şırnak Uludere… Roboskî Köyü…

Onlarca ayak, bir traktörden sarkmış, tüm dünya Yılmaz Güney’den 31 yıl sonra görüyor.

Bir iktidar geleneğini çatırdatan, alt üst eden bir olay. Sivil kıyımı…

Algı ve politikayı sonuna kadar çıplaklaştıran, tüm propaganda yöntemlerine yenik düşen; Tasfiye tezlerini kırılgan seyre sokan bir vaka.

Cumhurbaşkanının 7-8 gün sonra “duyduğu”, Başbakanın bir tek “oh olsun, az bile oldu” demediği kalan, Ordusuna teşekkür ettiği, mevzu hakkında yazanları-çizenleri aforoz ettiği, para ile ölü satın almak gibi bir eyleme girişen açıklamalar, gariplikten çıkmış tanımsız yara deşme ritüelleri falan fistan…

Geçmişin tüm kirli yükünü aklında mıh gibi tutan, sırtında acımasızca taşıyıp kuşaklar arası zehri akıtan ulusal basın ise artık Başbakanın deyimi ile "Tasma" takan ve köpekleşen bir mecra. Yapacak bişi yok.

***

Başa dönelim…

Caravaggio çok erken öldü, yaşam öyküsü ibretliktir. Dehasını konuşturduğu tablolarını yaparken, çalıştığı modelleri sokaktan bulup getirir, kendi stüdyosuna sokardı. Burada kendi “anlayışına göre ona şekil verip, istediği hale sokardı”… Bu konuda başarılı idi, kendi köpeğine iki arka ayağı üzerinde yürümeyi bile öğretmişti… Varın gerisini siz düşünün!

İşte yıllardır her türlü şekle sokulan, “Aşk Köpekliktir” diyen Ahmet Ümit’e ikinci kelimeden selam çakan, her türlü klavye milliyetçiliğini es geçemeyen Türk medyasının Fransa’dan devr aldığı bir miras milyonlarca Kürdün nezdinde, 34 Kürde dokunuyordu: “Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği” …

Evet, o sessizlik onlardan alındı…

Lakin sadece alınmakla kalmayıp, gerekli tüm “kaçak” yollardan canlarına da kast edildi…

Kürt söz konusu olunca, ikiyüzlülüğe hamile basın olmanın şerefine bu ülke defalarca erişti.

En özet ve öz tabir ile Kürde bakışı da seri katil Theodore Robert Bundy’den farksızdır. Çünkü bu adam şunu demişti: “Biz her yerdeyiz. Ve gelecekte daha çok çocuğunuz ölmüş olacak”

Silip attığı adaletine, mürekkebine her daim güncel kurban olarak Kürdü görmekten haz alan Türk medyası, Henri Charrière’nin tabiri ile “insan yiyendir”…

Vatandaşına John Ford kesilen bir şiirselliktedir bu acımasız medya.

Meridyen ve boylam doğuya, acının kalbine, gözü yaşlı, zulümden beyaz tülbentini askerin ayaklarına atan barış annelerine dahi yanaşınca Sergio’laşıp devr alırlar manzarayı.

Türk medyasının Kürt algı esprisi basittir. Akıl ve duygu yok. Türetilmiş bir yoksunluk bu. Hali ile “hikâye” de çok…

Aziz Thomas, İsa’nın yarasına şüphe ile yaklaşıp, elini içine gömmüştü. Gerçekliği hissetmek istemişti. Hakikatine ters düştüğünü bile bile…

Bizim medyanın en sevdiği olay budur. Örneğin sürekli bir “telsiz”i eline alıp kurcalıyor…

Şimdi Kürtaj, yarın sondaj, ertesi gün viagra... Bizans'ta oyun bitmez.

Sürer gider böyle suni yaratı gündemleri

Koca bir ülkeye akan kan, deşilen yaraya “Gördüğünüz gibi değil, kan yok yara yok” deniyor.

Yani?

Yanisi Oblomow’da gizli. Son sözü ona bırakalım...

“Ben de olsam ses etmezdim. Ne gerek var! Dönüp arkamı uyurdum. Hırkama dokunmasınlar da…

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: